Said Nursi

Bediüzzaman Said Nursi Bitlis’in Hizan İlçesine bağlı İsparit Nahiyesi’nin Nurs Köyünde dünyaya geldi (1876). Yenilikçi, atak, cesur bir mizaca, son derece parlak bir zekâya ve güçlü bir hafızaya sahipti. Bunlar katıksız iman ve ilim aşkıyla birleşince, normalde onbeş yıl kadar süren klâsik medrese eğitimi üç aya sığdı. Bu olağanüstü gelişmeyi kavrayamayanlar tarafından düzenlenen münazaraları (ilmi tartışmalar) kazanarak kendini ispatladı. Bu yüzden „Molla Said“e, „zamanın emsalsizi, benzersizi“ anlamında „Bediüzzaman“ lâkabı verildi.

Dönem tüm dünyada maddeciliğin öne çıktığı bir dönemdi. İnsanlık kendi geleceğini tahribe yönelmişti. Bu değişimden Müslüman milletler de etkilenmiş, meselâ yeryüzünün tek bağımsız İslam devleti olan Osmanlı Devleti çoktan eski HAŞMETİNİ ve kudretini kaybetmişti. Büzülme ve çözülme noktasındaydı. İnsanlığın ortak problemlerinin yanı sıra yaşadığı toplumun özel problemlerine de eğilen Bediüzzaman, açık bir gerçekle yüz yüze geldi:

Batı maddeciliğe saplanmış, Doğu ise eskiyen kurumlarını yenileyip iman eksenli bir yapılanmaya dönüştürememişti. Osmanlı Devleti de aynı açmazda tükeniyordu. Devlet ve millet şeklen İslâma bağlı olmakla birlikte mânâ plânında İslâmdan kopmuştu. Batı’yı da anlayamamıştı. Asıl problem buydu. Teşhisini bu şekilde koyan Bediüzzaman tedavi metodunu da geliştirdi: * TAHKİKİ İMAN * geliştirdiği metodun özü ve özetiydi.

Sıra „tahkiki iman“ ekseninde gelişip çağın teknolojisiyle zenginleşecek insanlar yetiştirmeye gelmişti. Bunun da yolu eğitimden geçerdi. Bu maksatla bir eğitim projesi geliştirdi. Buna göre Doğu ve Güneydoğu öncelikli olarak tüm vatan sathı * MEDRESETÜZZEHRA * adını verdiği eğitim kurumlarıyla donatılacak, bu kurumların ilk, orta, lise bölümleri olacak, ayrıca din ve fen dersleri bir biri içinde, bir bütün halinde okutulacaktı. „Vicdanın ziyası (ışığı), ulûm-u diniyedir, aklın nuru fünun-u (fenler) medeniyedir. İkisinin imtizacıyla (bütünleşmesi, iç içe girmesiyle) hakikat tecelli eder… İftirak ettikleri (ayrıştıkları) vakit, birincisinde taassup (tutuculuk), ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder (doğar)“ diyordu.

Görüşlerini Padişaha sunmak için 1907 yılında İstanbul’a geldi. Fakat İmparatorlukla birlikte İmparatorluğun başkenti İstanbul da çürümüştü. Düşüncelerini gazetelere yansıtması sarayı tedirgin etti. Padişah ateşîn bir zekâyı etkisizleştirmek için altınla ödüllendirmek istedi. „Maarifi tehir, maaşı tacil nedendir?“ diye sorup ihsan-ı şahâneyi reddedince de akıl hastahanesine kapatıldı. Fakat doktorlardan aklî melekelerinin sapa sağlam olduğuna dair bir rapor alarak görüşlerini açıklamayı sürdürdü.

Bediüzzaman, Şark ulemasından sonra İstanbul’daki meşhur alimlere de kendisini kabul ettirmekte zorlanmamıştı. Onunla görüşenler en girift sorularına cevap alıyor, * SEN GERÇEKTENDE BEDİÜZZAMANSIN * demekten kendilerini alamıyorlardı.

„31 Mart Olayı“ ismiyle tarihimize geçen (1909) keşmekeş esnasında yatıştırıcı rol oynamasına rağmen, Bediüzzaman’dan daha önce tedirgin olmuş yönetim tarafından tutuklanıp Divan-ı Harb Mahkemesinde yargılandı. Beraat etti. Van’a döndü.

Birinci Dünya Savaşı sırasında gönüllü talebelerden bir milis alayı kurup doğduğu toprakları savundu. Bitlis savunması esnasında yaralanıp Ruslara esir düştü. Yaklaşık üç yıl süren esaret hayatını kaçışla noktaladı. Ordu adayı olarak devrin tek İslâm Akademisi „Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye“ye üye oldu. İstiklal Savaşı sürerken, Anadolu harekâtını „isyan“ sayan fetvaya Anadolu ulemasıyla birlikte karşı fetva verdi. İstanbul işgali sırasında İngiliz işgalcilere karşı yayınladığı bir eser yüzünden İşgal Kuvvetleri tarafından gıyabında ölüme mahküm edildi.

Zaferden sonra Ankara’ya Büyük Millet Meclisi’ne dâvet edildi (1922). Meclis’te resmi karşılama töreni yapıldı. Fakat DEVLETLE MİLLET arasında * KIBLE FARKI * oluşmak üzere olduğunu görüp milletvekillerine hitaben on maddelik bir beyanname dağıttı. Tekrar Van’a döndü.

Şeyh Sait isyanıyla bir ilgisi bulunmadığı, esasen her fırsatta „Dahile kılıç çekilmez“ dediği halde bir çok mazlum gibi Bediüzzaman da önce Burdur’a, ardından Barla’ya sürüldü. Barla’da Risale-i Nur Külliyatı’nı telife başladı. * TEK BAŞINA BİR MEKTEP OLDU * ve „cevher insan“ yetiştirmek için insanüstü bir gayret gösterdi. 1925’li yıllarda Türkiye’de uygulama alanına giren * DİNİ DIŞLAMA * politikalarına karşı Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur adını verdiği eserleriyle İslam’ın temel altyapısını oluşturan prensipleri açıklamaya yönelik bir tarz geliştirdi.

Bediüzzaman Said Nursi geliştirdiği bu Kur’ânî tarz ile akıl, kalp ve duygu bütünlüğünü temin ederek iman hakikatlerini anlatmıştır. Böylece kelam, tasavvuf ve pozitif bilimleri terkip ederek Müslümanlara * YEPYENİ BİR BAKIŞ AÇISI * sunmuş, mektep, medrese, tekke ayrılığını ortadan kaldırmıştır.

İslam uleması yüzyıllar boyu insanın temel soruları olan „ben kimim, nereden gelip, nereye gidiyorum, vazifem nedir?“ gibi konulardan ziyade hep dış alem ve siyaset üzerine mesailerini yogunlaştırmıştı. Oysa * İMAN VE TEMELE AİT MESELELER * halledilmeden ve doyurucu cevaplar bulunmadan afaki – hayali meselelere yönelmek bunalımın derinleşmesini sonuç veriyordu. İslam dünyasının siyasi düzenleme ve projelerden ziyade ve fakat onları da ihmal etmeden zihniyet düzenlemesine ihtiyacı vardı. Problemin çözümü Kur’ân’ın çağlar üstü mesajının günümüze bakan yönünü ortaya çıkarmaktı. Risale-i Nur külliyatı ise bu mesajın açıklamasıdır.

Bediüzzaman İslam dünyasının karşılaştığı en köklü ve yıkıcı krize (fen ilimlerinden kaynaklanan dinsizlik veya dinde laubalilik) karşı ilim ve mantık yoluyla cevaplar vererek milyonların imanının kurtulmasına vesile olmuştur. Risale-i Nur Külliyatını telif etmesiyle birlikte Bediüzzaman önceki hayatını Eski Said dönemi diye isimlendirmiştir. Bediüzzaman’ın haya-tını Eski Said, Yeni Said diye ayırması bir değişiklikten ziyade bir tarzı ifade içindir. Eski Said, daha çok imanın dışavurumu olan kurumlar, davranışlar ve siyasetle ilgileniyordu. YENİ SAİD ise imanın tahrip edilmek istendiği bir ortamda imanı korumak ve güçlendirmek için gayretini bu temel meseleye yogunlaştırdı.

Bediüzzaman’a göre temel mesele; insanın kendisini, diğer varlıkları, kainatı ve hemcinslerini iman ekseninde algılamasıdır. En önemli görev bunu sağlamaktır.

Bundan ürkenler onu defalarca tutukladılar, Eskişehir (1935), Denizli (1943), Afyon (1947) hapishanelerinde yatırdılar. Fakat inançlarını yaşamaktan ve yazmaktan vaz geçiremediler. 1960 yılının 23 Mart’ında Urfa’da Hakk’ın rahmetine kavuştuğunda arkasında bıraktığı tüm maddî servet bir demlik, birkaç bardak, eski bir gömlek, yamalı bir cübbe, sarık, misvak, biraz çay-şeker ve on liradan ibaretti. Mânevi miras olarak ise bütün asrın insanını aydınlatabilecek Kur’ân tefsiri olan Risale-i Nur külliyatı ile dünyanın her tarafında milyonlarca „Kur’an talebesi“ bırakmıştır. Allah ondan razı olsun.

Her İslam Alimi gibi Bediüzzaman da Peygamber Efendimizin (sav) aşıgı idi. Said Nursî, Mektubat isimli eserinde „Mu’cizât-ı Ahmediye“ (19. Mektup) ana başlığı altında Hz. Muhammed’in Allah’ın varlığına açık bir şekilde delil teşkil ettiğini değişik değerlendirme ve örneklerle ispat etmektedir. Nursî’ye göre Hz. Muhammed (sav), bütün Peygamberleri ve semâvî dinleri de tasdik ederek mucizelerinin desteğiyle Allah’ın varlığını ispat etmektedir. Zira bir beşerin Allah’ın dahli olmadan böyle baş döndürücü mucizeler sergilemesi mümkün değildir.

Meselâ gaybla alâkalı olarak Hz. Muhammed’in Cemel, Sıffin ve Haricilerle alâkalı gelişmeleri, Müslümanların Mekke, Hayber, Şam, Irak, İran ve Beytü’l-Makdis’i fethedeceğini, Hz. Ebu Bekir ve Ömer’in halife olacaklarını, hilafetin kendisinden sonra otuz sene devam edeceğini ve daha sonra bu işin saltana dönüşeceğini, Hz. Osman’ın halife olacağını ve Kur’ân okurken şehit edileceğini, Emeviye Devleti’nin zuhurunu, onların hükümdarlarının bazılarının zalim olacağını, Abbasi Devleti’nin zuhurunu, Sa’d İbn Ebi Vakkas’ın ileride büyük bir kumandan olup İslâm adına pek çok fetihlerde bulunacağını, Habeş meliki Necaşî’nin vefatını…

Kızı Hz. Fatıma’nın kendisinden sonra ehl-i beyt içinde en erken onun vefat edeceğini, Hz. Ebu Zerr’e yalnız yaşayıp, yalnız vefat edeceğini, İstanbul’un Müslümanlar tarafından fethedileceğini haber vermesi gaybî mucizelerine birer örnek teşkil etmektedir. Yine bir-iki kişiye yetecek kadar azlıkta olan bir yiyeceğin Hz. Muhammed’in duâsıyla bereketlenip yüzlerce insanı doyurması, parmaklarından akan suyla koca bir ordunun su ihtiyacını gidermesi, gibi daha pek çok mucizeyi de örnek vermek mümkündür.

Ayrıca Hz. Muhammed, yapmış olduğu duâları neticesinde vuku bulan ve bütün eşyaya hükmeden bir yaratıcının dışında hiç kimsenin muktedir olamayacağı mucizeleriyle de Allah’ın varlığını ispat etmektedir. Hz. Muhammed’in yapmış olduğu bu duâlara 19. Mektup’ta geniş yer verilmektedir.

Said Nursî bununla alâkalı Hz. Muhammed’in yapmış olduğu yağmur duâlarını, „Allah’ım! Ömer İbn Hattab veya Amr İbn Hişam’dan birisiyle İslâm’ı aziz kıl“ diye duâ ettikten sonra Hz. Ömer’in imana gelmesini, Hz. İbn Abbas’a „Allah’ım! Ona dinde derin bir kavrama gücü ver ve ona te’vili öğret“ diye duâ ettikten sonra Hz. İbn Abbas’ın „Tercümanü’l-Kur’ân“ ve „Allame-i ümmet“ rütbesini kazanmasını, Hz. Ali’ye „Ya Rab! Soğuk ve sıcağın zahmetini ona gösterme“ duâsını ettikten sonra bu duânın bereketiyle Hz. Ali’nin ömür boyu soğuk ve sıcaktan etkilenmemesini örnek vermektedir.

Yine o, Hz. Muhammed’in elinin temasıyla suların tatlılaşıp güzel koku vermesi, sütsüz ve kısır keçilerin sütlenmeleri, bazı insanların başını ve yüzünü meshedip duâ ettikten sonra zuhur eden harikalar gibi mucizeleri de zikretmektedir. Bu çerçevede, Risâle-i Nur’da Rasulullah’tan rivayet edilen hâdisler yalnızca bir duâ vesilesi olarak değil, aynı zamanda Cenab-ı Hakk’ı tarif ederek O’nun hak ve mevcud olduğunu tasdik ettiren birer delil olarak değerlendirilmektedir. (Mektubat)

Said Nursî, Allah Rasulü’nü, bir * MARİFETULLAH MUALLİMİ * olarak isimlendirmektedir. Bu öyle bir muallimdir ki, öğrettiği her bir şeyin özünde tevhid vardır. Nitekim o, bütün peygamberler gibi tevhid davasında bulunmuş ve tevhid hakikatlerini anlaşılır bir şekilde ÜMMETİNE ANLATMIŞTIR. O Risâlet semasının güneşidir. Bütün Peygamberlerin efendisi, Kur’ân’ın tercümanı, şaşırmaz ve şaşırtmaz en doğru rehber ve en mükemmel ÜSTADDIR .Onun her söz ve hareketinin Cenab-ı Hakk’ın varlığını ispat ettiğini ifade etmektedir. Diyen büyük İslam alimi Bediüzzaman Saidi Nursi (rh.a) den Allah razı olsun ve gani gani rahmet eylesin. Amin.

Bediüzzaman Saidi Nursi Diyorki: *** Saçlarım adedince başlarım bulunsa ve hergün biri kesilse hakikati Kuraniye ye feda olan bu baş zındıkaya teslimi silah etmeyecek ve davasından vazgeçmeyecektir.***

*** Ben yetmiş beş yaşındayım, dünya zevkleri namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, memleket zindanlarında, memleket hapishanelerinde geçti. Defalarca zehirlendim; diyar diyar sürgüne gönderildim. Çekmedigim cefa, görmedigim eziyet kalmadı…***

Merhum Ali Ulvi Kurucu (Rh.a) nun Bediüzzaman Sai,di Nursi hakkında yazdıgı şiirle konumuzu noktalayalım. Allah (cc) kendisinden razı olsun gani gani rahmet eylesin.amin…

GÖNÜLLER FATİHİ BÜYÜK ÜSTADA!

Nuruyla bütün gönlümü fetheyleyen üstad,
Gönlüm seni, kudsî heyecanlarla eder yâd..

İlhamıma can geldi beraet haberinle,
Mü’minleri şâdeyleyen ulvî zaferinle..

Sıyrıldı ufuklardan o kasvetli bulutlar,
Göklerde melekler, bu büyük bayramı kutlar.

Milyonların imanını kurtardı cihadın,
Par-par yanar imanlı gönüllerdeki yâdın..

Coşturmada imanları, binlerle vecizen,
Tarihini kudsî heyecanlarla süzerken..

İlhamımı mestetti tecellâ-yı cemalin,
„Fâtih“ gibi rehberleri andırmada halin..

Dağlar gibi sarsılmadın, en korkulu günlerde,
Her ânı ölümler dolu tazyikın önünde,

Dünyalara dehşet salıyor sendeki iman,
Sarsılmayan imanına düşman bile hayran..

Rehber sana zira „Yüce Peygamberimiz“dir,
Ölmez eserin: Gençliğe gösterdiğin izdir..

Kur’an-ı Kerim’in ezelî feyzine erdin,
İnsanlığa, iman ve kemal dersini verdin..

Ey başlara cennetlerin ufkundan inen tac!…
Âlem senin irfanına, irşadına muhtaç..

Derya gibi nurlar taşıyor her eserinden,
„Allah“a giden Nurcuların rehberisin sen..

Cennetteki âlemleri seyretmede gözler..
Hikmet dolu her cümlede, Kur’andaki nur var,
Her lem’ada, binbir güneşin huzmesi çağlar..

„Nur yolcusu“ insanlığa örnek olacaktır,
Kudsî heyecanlarla, gönüller dolacaktır..

Mefkûresi, günden güne erdikçe kemale,
Gark olmada iç âlemi, en tatlı visale..

Coştukça denizler gibi kalbindeki iman,
Bin ders-i hakikat veriyor ruhuna Kur’an..

Âzadedir İslâmı saran tehlikelerden,
Davası temiz çünki siyasî lekelerden..

Her hamlesinin kuvve-i kudsiyesi vardır,
Vicdanları mesteyleyen ulvî sesi vardır..

Aşkın ezelî sırrına erdikçe gönüller,
Yer yer donatır ufkunu sevda dolu renkler..

Bir ülkeyi baştan başa fetheyledin ey Nur!
Nurun olacaktır, bütün insanlığa düstur..

Kur’an seni teyid ediyor mu’cizelerle,
Ey şanlı gönül fâtihi hiç durmadan ilerle,

Tarih-i hayatın doludur hârikalarla,
Hiç sönmeden âlemde güneşler gibi parla..

Manzume-i Şemsiyeyi temsil ediyorsun,
Heybetli fezalarda hız almış gidiyorsun..

İmanlı nesiller seni takib edecektir,
Yıllarca, asırlarca peşinden gidecektir..

Tarihi aşarken sen o iman dolu hızla,
Milyonları aşmış bütün evlâdlarınızla..

Birden açılır ruhuma esrarlı bir âlem,
Vasfeyleyemez aşkımı, şiirimdeki nâlem… (figan)

Allah (cc) Bu büyük İslam alimi, Bu büyük İslam mücahidinden razı olsun. Kendinden sonrakilere bir NUR hüzmesi gibi ışık saçan, Kuran, Sünnet, Din, Mukaddesat yolunda büyük bir mücadele örnegi veren Saidi Nursi hazretleri aynı zamanda büyük bir Teblig üstadı da oldugunu bizzat yaşantısıyla göstermiştir. Cenabı Rabbulalemiynde sevdigi kulunu bütün Müslümanlara sevdirmiştir.

Bizleride Allah (cc) Şeytanın kulu kölesi olmaktan muhafaza buyursun. Ehli Sünnet yolundan ayırmasın. Sıratı müstakime saglam tutunanlardan eylesin. Sen her şeye kadirsin Allahım…Amin…
Sermed Kadir… ..07.11.2003

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht. Erforderliche Felder sind mit * markiert