LEYL SURESİ ÜZERİNE NOTLAR…

1 -4- Her yeri kapladığında geceye, ortaya çıkıp belli olduğunda gündüze, erkeği ve dişiyi yaratana yemin ederim ki, amelleriniz çok çeşitlidir.5-7- Kim malından verir ve sakınır, en güzeli de tasdik ederse, biz de ona en kolayı hazırlarız. 8-10- Kim de cimrilik eder, kendini müstağni görür ve en güzeli yalanlarsa, biz de ona en güç olanı kolaylaştırırız.11- Ve o düştüğü zaman da malı ona hiçbir fayda sağlamaz.12- Şüphesiz doğru yola iletmek bize aittir.13- Âhiret ve dünya da el bet bizimdir.14- Sizi alev saçan ateşe karşı uyardım.15-16- Ona, hakkı yalanlayan ve ondan yüz çeviren şakilerden başkası girmez. 17-18- Malını verip temizlenen, günâhlardan da en çok sakınan kimse ise, o ateşten uzak tutulur. 19-20- Onun malını vermesi ise, yanındaki başkasına âit bir nimete karşılık olmak
üzere değil, fakat yüce Rabbının rızasını kazanmak içindir. 21- Yakında kendisi de Allah’ın vereceği nimetlerden razı olacaktır.

Leyl sûresi Mekke’de nâzil olmuş bir sûredir. Rivâyete göre bu sûre Hz. Ebu Bekir hakkında nâzil olmuştur. Ebu Bekir efendimiz malını Allah yolunda harcayarak, kâfirlerin eline köle olarak düşmüş mü’minleri kurtarma yolunda harcayarak büyük bir fedâkârlık örneği sergilemiş ve işte bu sûre de onun sadâkatini tebrik etmek üzere inmiştir. Ebu Bekir efendimiz Mekke’de köle azadı yarışına başlamış, elinde avucunda ne varsa bu kârlı işe yatırmıştı. Hani Allah’ın Resûlü: ”Kim bir köleyi azat ederse Allah da onu cehennemden azat eder” buyuruyordu ya. Ya da: ”Kim bir köleyi hürriyetine kavuşturursa Allah da o kölenin her bir azasına karşılık onun azalarını da ateşten âzat eder” Buyuruyordu ya, işte bu yatırımı çok kârlı gören Ebu Bekir efendimiz parasını bu işe yatırıyordu. Efendimizin bu müjdelerine uyarak Ebu Bekir efendimiz pek çok köleyi azat etmiştir.

Kâfirlerin zulmü altında, çok kötü durumda olan pek çok Müslüman kardeşini özgürlüğüne kavuşturmuştur. Hz. Bilal efendimiz de bunlardan birisiydi. Hattâ bu yüzden onun hakkında: “Ebu Bekir seyyidüna ve a’take seyyidena” der sahâbe. Yâni; “Ebu Bekir bizim efendimizdir ve bir efendimizi de hürriyetine kavuşturmuştur” der. Onun hürriyetine kavuşturduğu bu efendi de Hz. Bilal efendimizdir. İşte İslamın güzelligi buradadır. Daha düne kadar, bir eşya kadar değeri olmayan, Bilal da efendi oluyor, onu hürriyetine kavuşturan Ebu Bekir de aynı safta efendi oluyor. Dünyada bunun bir benzerini daha göstermek mümkün değildir. Köleleri efendi yapıyordu Allah’ın dini.

Evet Ebu Bekir efendimiz malını bu kârlı sahaya yatırım yapınca babası Ebu Kuafe der ki: Oğlum, madem ki bunları satın alıyorsun, madem ki para vererek bu insanları hürriyetlerine kavuşturuyorsun. Hiç olmazsa bari bunları kullansan, işini gördürsen. Veya en azından güçlü köleleri satın alsan da onlardan kendine koruyucu bir muhafız grubu yapsan. Bir çete hazırlasan filan deyince Ebu Bekir efendimiz der ki: Baba, vallahi ben öyle bir işimi gördürüyorum ki sen bunu anlayamazsın. Öyle bir işe yatırım yapıyorum ki yeryüzünde bundan kârlı bir iş düşünmek mümkün değildir diyordu. İşte sûrede bu anlatılıyor, sûre bunu anlatıyor diye ifade edilmiştir.

Ömer Nasuhi Bilmen Rahmetullahi aleyh ilk ayetleri izah ederken diyorki; 1. Andolsun örtûverdiği zaman geceye. 1. Bu sûre-i celîle, insanların iki zümreye ayrılmış olduklarını bildiriyor. Bir zümrenin hak rızâsı için fedakârlıkta bulunduğunu, diğer bir zümrenin de cimrilikten, kibirli bir vaziyetten ayrılmadığını haber veriyor. Hak yolunda çalışan birinci zümrenin ne kadar mükâfatlara nail olacaklarını müjdeliyor. Cimri ve kibirli olan ikinci zümrenin de ne müthiş bir akıbete uğramış bulunacaklarını ihtar etmektedir. Şöyle ki: (Andolsun) Her şeyi karanlığı ile (örtü verdiği zaman geceye…) ki: Artık insanlar istirahata başlar, Cenab-ı Hak’kın diğer bir nimetine kavuşmuş olur.

2. Ve açıldığı zaman gündüze.2. (Ve) Geceye ait karanlığın gidip güneşin doğması ile (açıldığı) ışıklar içinde kaldığı (zaman gündüze..) de andolsun ki, o da yeniden bir hayatî faaliyete başlamak vaktidir. Bu vakit olunca insanlar, geçimlerini temine çalışmaya başlarlar, cemiyetin yaşayabilmesi ve yükselebilmesi için gereken şeyleri elde etmeğe çalışırlar, diğer heyet sahipleri de faaliyetten geri duramazlar.3. Ve erkeği ve dişiyi yaratana.3. (Ve erkeği ve dişiyi) de birer yaratılış eseri olmak üzere (yaratana da.) andolsun.

Evet.. Hz. Adem ile Havva’yı ve onların erkek ve dişi evlât ve torunlarını var eden ve hikmet gereği muhtelif durum ve kabiliyette bulunan daha nice hayat sahiplerini vücuda getiren Yüce Yaratıcıya da andolsun ki: Kardeşlerim bu ayetleri çok iyi anlamalı ve üzerinde tefekkür etmeliyiz diye düşünüyorum: Erkeği ve kadını yaratana ya da yaratışına yemin olsun ki. Erkeğin ve kadının yaratılışına yemin olsun ki.

Kendine has özellikleriyle, vücut hatları ve ayrı karakterleriyle erkeği ve kadını yaratışına yemin olsun ki. Rabbimiz burada kendi yaratıcılığına, kendi hikmet ve kudretine yemin ediyor. O insanı hiçbir örneği olmadan yaratmış ve terkibini tamamlamıştır. Düşünün, akıldan, fikirden, iradeden, bilgiden mahrum iki damla suyun erkek ve kadın olması gerçekten akıllara durgunluk veren bir şey. Ana rahme atılan bir damla sudan erkek ya da dişi olarak bir insan meydana geliyor. Ana maddeleri olan nutfe aynı olduğu halde bu bir damla sudan erkek ve dişi yaratılıyor.
Şuraya bir damla su koysalar ve deseler ki işte bunun içinden eli ayağı, gözü kulağı, eti derisi, kemiği olan, konuşan, gülen, ağlayan, hisseden, îman eden, küfreden, erkek olan, kadın olan bir insan çıkacak. Hiç kimse buna inanamaz. Yahu iyi de bunun eti nerede? Kemiği nerede? Kasları nerede? Gözü, kulağı nerede? Aklı, şuuru nerede? Erkekliği, kadınlığı nerede? diyerek şaşkınlığını ortaya koymaktan kendini alamaz. Ama dost da düşman da, mü’min de kâfir de biliyor ki Allah bu insanı işte bu bir damla sudan meydana getiriyor.

Bu bir damla suya erkek ol! Ya da kadın ol! diyor ve sonunda Rabbimizin fermanıyla biri-si erkek, diğeri de kadın oluyor. Bunu Allah’tan başka kimse yapamaz. Erkek nasıl erkek oluyor? Kadın nasıl kadın oluyor? Bu dengeyi kim ayarlıyor? Bize kalsaydı bu dengeyi çoktan bozardık biz. İstatistik yapılmış, savaşsız toplumlarda daha çok kadın doğuyormuş, savaş yıllarında da ziyadesiyle erkek doğuyormuş. Elbette ayarlayan ayarlıyor bunu, kimsenin müdahale imkânı olmayan bir konu.

Tüm doğumların yüzde kırkı erkek olsun, yüzde kırkı kadın olsun, yüzde yirmisi de karışık olsun demeye kimsenin hakkı yoktur. Allah hikmeti gereği dilediği gibi ayarlıyor bunu. Meninin içine bu sistemi koyan Allah, dilediğini erkek, dilediğini de kadın yapıyor. Ne yaptığını, ne yapacağını bilen Rabbimiz bu dengeyi çok güzel kuruyor. Öyle değil mi? Eğer yeryüzünde sadece erkek veya sadece kadın olsaydı o zaman insan türünün kökü kesilirdi.

4. Şüphe yok ki: Sizin çalışmanız dağınıktır. 4. Ey insanlar!. (Şüphe yok ki, sizin çalışmanız) faaliyet ve gayretiniz (dağınıktır.) muhtelif mahiyetlerde bulunmaktadır. Bir zümrenin çalışması, Allah’ın rızâsına uygun ve kendileri için selâmet ve saadete vesîle bulunuyor. Diğer bir zümrenin çalışması ise isyankârca olup kendilerini mesuliyetlerine, uhrevî felâketlerine sebep oluyor. Bu ilâhî beyan, yukarıdaki yeminlerin cevabıdır ve insanlık muhitindeki o muhtelif çalışmaların nazarı dikkatlerini çekecek bir durumda bulunduğuna işaret etmektedir. (Ömer Nasuhi bilmen Tefsiri)

Bu ayetler hakkında ayrıca Ali küçük hocaefendi diyorki: İşte yeminlerin cevabı budur. İşte bunu söylemek için, insanların dikkatlerini bu konuya çekmek için yeminler etti Rabbimiz. Geceye, gündüze, erkeğin ve dişinin yaratılışına yemin ettikten sonra buyurdu ki: “Ey insanlar doğrusu sizin sa’ylerinizde çeşitlilik vardır. Şüphesiz ki sizin sa’yiniz, sizin çalışmalarınız, sizin mesaileriniz, sizin niyetleriniz, hedefleriniz, uğraşlarınız, işiniz, aşınız, amelleriniz, gidişiniz, gelişiniz, hayat anlayışınız, planınız, programınız çeşit çeşittir, farklı farklıdır.” Sizin çalışmalarınızda farklılık var, çeşitlilik var. Zira insanda irade vardır. Allah insanı diğer varlıklardan farklı olarak doğuştan iradesi altında yaratmıştır.

Melekler, ay, güneş, yıldızlar, hayvanlar, bitkiler, dağlar, taşlar hep düzenlidir. Bunların hayatlarında biteviyelik vardır, yeknesaklık vardır. Çünkü bunlarda irade yoktur. Bu varlıkların boyunlarındaki kulluk iplerinin ucu doğuştan Allah’ın elindedir. Bütün bu varlıklar insandan çok daha güçlü, çok daha büyüktürler ama iradeleri olmadığı için Rablerine itiraz edemezler, yaratıcılarına yan çizemezler, yaratılış gâyelerinin dışına çıkamazlar. Zoraki Allah’a kulluk yapmaktadırlar. Ama insan öyle değildir. İradesi gereği onda yeknesaklık değil çeşitlilik vardır. Çeşit çeşittir insanlar. Kimisi iyidir, kimisi kötüdür. Kimisi mü’mindir, kimisi kâfirdir. Kimisi uyur, kimisi savaşır. Kimisi tesettürlüdür, kimisi açıktır. Kimisi zulmeder, kimisi zulmü yok etmek için çırpınır. Kimisi âlimdir, kimisi ilme düşmandır.

Kimisi mü’mindir, kimisi kâfirdir. Kimisi müşriktir, kimisi münâfıktır, kimisi müraidir. Kimisi cesurdur, ki-misi korkaktır. İşleriniz, amelleriniz, durumlarınız, say’leriniz çeşit çeşittir sizin. Kiminiz şaraptan hoşlanır, kiminiz kadından. Kiminiz mevkiden hoşlanır, kiminiz makamdan. Kiminiz futbol maçından, basından, yayından, televizyondan hoşlanır. Kiminiz elbiseden, giyimden, kuşamdan, gezmeden, tozmadan, yeme-içmeden hoşlanır. Kiminiz protokolden, protokolle düşüp kalkmaktan zevk alır. Kiminiz görülmekten, gösterilmekten, haberdar olmaktan, haberdar edilmekten zevk alır. Kiminiz meyhaneden, kumarhaneden, fâiz haneden hoşlanır. Kiminiz mescitlerden, âyetten, hadisten hoşlanır.

Kiminiz sarıktan, cübbeden hoşlanır, kiminiz hüküm verdiğinde âdil davranmaktan, çoluk-çocuğunu cennete hazırlamaktan, Allah adına birileriyle beraber olmaktan, Allah adına birilerine din ulaştırmaktan hoşlanır. Hâsılı sa’yiniz farklıdır sizin. Sa’y deyince elbette Hacer annemizi ve onun sa’yini hatırlamak zorundayız. Safa’yı, Merve’yi, Zemzem’i hatırlamak zorundayız. Öyleyse sizin sa’yleriniz farklıdır. Yani sizlerin Safa ve Merve’leriniz farklıdır. Sa’y farklı olunca elbette Safa ve Merve’ler de farklı olacaktır. Safa ve Merve’ler farklı olunca da bu say’lerin sonunda elde edilecek Zemzemler farklı olacaktır. Kim nerede sa’y ediyorsa, ne adına sa’y ediyorsa sonunda bulacağı zemzemi de o olur. Meselâ iki banka arasında sa’y eden kişinin veya eviyle banka arasında sa’y eden, yani evi Safa, bankayı da Merve bilen kişinin sonunda bulacağı Zemzem fâizdir, bellidir.

Veya meselâ tekele sa’y eden kişinin sonunda bulacağı zemzem de bellidir, içkidir, şaraptır. Paris’ten Safa ve Merve edinen, oraya sa’y eden, gidip gelen kişinin sonunda bulacağı zemzemi de parfümdür, modadır, Madonna’dır, Maradona’dır. Veya carkını curkunu kurmuş, sadece eviyle dükkanı arasında sa’y eden ve bunun dışında hiçbir derdi, hiçbir hedefi olmayan bir kişinin de sonunda bulacağı zemzem paradır, puldur, Dolardır, attır, arabadır, makam veya mevkiidir.

Safa’nız ve Merve’niz neresiyse, sa’yiniz neye ise elbette onun karşılığını göreceksiniz. Onun içindir ki sizin sa’yiniz çeşit çeşittir. Kim nereyi sevmişse, kim nerede sa’y ediyorsa, ne adına koşturuyorsa, kafasındaki hedefi neyse zemzemi oradan içecektir. Hani bir adamın oğlu babasını kandırıp camiye kadar götürmüş de, tam caminin kapısına geldiklerinde işin farkına varan adam oğluna öyle diyormuş: “Evlât ne olursun bu yaştan sonra bana bu işi yaptırma! Bu yaştan sonra beni camiye sokma!” Demek ki cami, adamın sa’yinin bittiği yermiş. Peki acaba bizim sa’yimiz neresi? Sizin sa’yiniz neresi? Ya da bu sa’ylerinizin Safa’sını Merve’sini kim belirliyor? Safa’nızı Merve’nizi kim belirliyor? Safa’larınızı Merve’lerinizi din mi belirliyor? Allah ve Resûlü mü belirliyor? Yoksa kendiniz mi belirliyorsunuz?

Yani ne yapacağınızı, ne alacağınızı, ne satacağınızı, hangi mesleği seçeceğinizi, nerelere gideceğinizi, nerelere geleceğinizi, nerelerde duracağınızı, nerelerde yürüyeceğinizi kim belirliyor? Yaptıklarınızın ve yapmadıklarınızın yaptırıcısı ve yaptırmayıcısı kim? Hayatınızı, niyetlerinizi, hedeflerinizi, programlarınızı belirleyen kim? Çünkü işte Allah buyuruyor ki, pek çok sa’y çeşidi vardır. Buna göre sizin sa’yleriniz, sizin gidip gelmeleriniz, koşturmalarınız hangisinden? Unutmayın ki yarın insanlar bu sa’ylerine göre değerlendirilmeye tabi tutulacaklardır.

Seyyiate bulaşan, kötü yolda sa’y eden, durmadan kötülük iş-leyen kimseleri Allah’ın istediği biçimde îman eden ve bu îmanlarını yaşamanın kavgasını veren, Allah’ın istediği biçimde sa’y eden, Safa-sını Merve’sini Kitapla belirleyen, yani îmanlarını hayata aktarabilme adına salih ameller işleyen kimselerle bir mi tutacağız? Bunların hem hayatları, hem de ölümleri müsavi olacak öyle mi? Öyle mi hesap ediyorlar? Öyle mi zannediyor bu insanlar? Ne kadar da kötü hükmediyor bu insanlar? Yani şimdi biz Allah adına ve Allah’ın belirlediği yasalar istika-metinde sa’y eden Müslümanları, sa’ylerini, hayat programlarını kendileri belirlemeye kalkışan kâfirlerle denk mi tutacağız? Müslümanları mücrimler gibi mi kabul edeceğiz? Mümkün mü bu? Deli misiniz siz? Aklınız ermez mi sizin?

Allah’a, Allah’ın kitabına, Allah’ın peygamberine îman eden, Kitap ve Peygamberle birlikte olan, hayatını Kitap ve Peygamberle düzenleyen kimseyle Kitaba ve Peygambere sihir diyen, sihirbaz diyen birini denk tutacağız ha? Allah’ın kitabıyla yol bulan kimseyle kitabı reddedip kendi kendine yol bulmaya çalışan kimseyi bir tutacağız ha? Allah’a müracaat ederek yaşayan kimseyle Allah’ı reddedip nefsine, şeytanlara, hevâsına, toplumuna, tâğutlara, modaya, âdetlere ve tüm yeryüzü tanrılarına uymaya çalışan kişiyi bir kabul edeceğiz ha? Olacak şey mi bu? Ne kötü hükmediyor bu insanlar? Hayır hayır! Biz Müslüman’la kâfiri asla denk tutmayacağız. Müslümanın sa’yi ile kâfirin sa’yini asla bir kabul etmeyeceğiz. İkisinin sa’yinin neticelerini asla bir yapmayacağız. Ne hayatında, ne de ölümün-de bu ikisi birbirine denk tutulmayacaktır.

Müslüman olan, teslim olan, iradesini Allah’a teslim eden, oylamasını Allah’tan yana kullanan, Allah’ın seçimini kendisi için seçim kabul eden, Allah’ın kendisi adına yeryüzünde aldığı kulluk maddelerini uygulamaya çalışan kimse, sa’yini, hayat programını, Safa’sını Merve’sini Allah’ın belirlediği kişidir. Kâfir de sa’yini, hayat programını, Safa’sını, Merve’sini kendisi belirleyen ve Allah’ın hayat programını reddeden kimsedir. Şimdi böyle bir Müslüman’la suçlu olan, kötülük işleyen, kötülük peşinde koşan, reddeden, baş kaldıran, isyan eden, itiraz eden, kabule yanaşmayan birini kesinlikle bir tutmayacağız, diyor Rabbimiz. (ALİ KÜÇÜK…Besairul Kuran)

5- Amma kim verir ve sakınırsa, Bu ayetlerin izahı içinde Mahmut Toptaş Hocaefendinin, Şifa tefsirine bakıyoruz: „Veren“ derken herşeyimizi anlıyacağız.Cebimizdekini, kasamızdakini verirken gönlümüzde olanı da vereceğiz. Gönlümüzdeki, dün¬yada bitmeyen, yetişmeyen Allah kelamını insanlara vereceğiz.
Nasılki, bedenimiz topraktan geldiği için gıdasıda topraktan geliyor. Ama ruhumuz topraktan gelmemiş, Rabbimizden gelmiş, onun gıdasıda Rabbimizden geliyor.O, gıda olarak bir zamanlar Tevrat’ı indirmiş, Zebur’u indirmiş, İncil’i indirmiş ve kıyamete kadar gelecek olan insanlar da ruhi gıdalarını alsınlar diye Kur’ân-ı Kerim’i indirmiştir. .(MAHMUT TOPTAŞ,Şifa Tefsiri)

Kardeşlerim Leyl suresinde bilhassa 5 ve altıncı ayetleri anlamaya ve kavramaya gayret edelim inşaallah. “Kim verir ve muttaki olursa ve hüsnâyı tasdik ederse biz onu kolaya kolaylayacağız.” Birinci tip insanı anlatıyor Rabbimiz. Neymiş bu insanın özelliği? Elinde bulunandan Allah yolunda verdi ve Allah’tan korktu. Mülkün gerçek sahibini bildi ve muttaki oldu. Mülkün sahibinin koruması altına girdi. Allah’la yol buldu, yolunu Allah’a sordu. Malla ve sahip olduklarıyla ilişkisini Allah’ın istediği biçimde ayarladı. Malı konusunda söz sahibi bildiği Allah’ın istediği yerlerde malını harcadı ve bu harcayışında da sadece Allah hatırını tercih etti. Evet:İçinizden kim verirse. Neyi? Allah kendisine ne verdiyse onu verirse. Allah’ın verdiğini verirse, yarım ekmek, çeyrek ekmek, bir hurma, yarım hurma verirse.

Allah kendisine güç mü verdi? Onu verirse. Bakış mı verdi Allah? Onu verirse. Dil mi verdi? Onu verirse. Bilgi mi verdi? Boş zaman mı verdi? Çocuk mu verdi? At, araba mı verdi? Onu Allah yoluna verirse ama muttaki olarak, onu benimseyerek, Allah’tan korkup O’nun adına yaparsa, Allah için verirse. Verdiğini Allah hatırına verirse ve bir de: Hüsnâyı tasdik ederse. Peki Hüsnâ nedir? Nedir bu tasdik edilecek Hüsnâ? 1. Hüsnâ en güzel kelimedir. Hüsnâ, kelime-i tayyibedir. Hüsnâ, “La İlâhe illallah Muhammedun rasulullah” kelimesidir. Kim buna inanırsa. Ama sadece îman da yetmez, onu tasdik ederse. Yani bu îmanını eyleme dönüştürüp amel haline getirirse. Çünkü tasdik, îmanın eylemidir. Tasdik, îmanın ispatıdır. İnandığı ve eyleme dönüştürdüğü kelime-i tevhid hatırına malından Allah yolunda verirse.

2. Hüsnâ, cennettir. İşte bir kişi cennete inanır, cenneti tasdik eder ve cennet hatırına verirse. Cennete götürücü bir niyetle verirse. 3. Hüsnâ, Peygamberin hayatıdır. Bir kişi Peygambere îman eder, Peygamberi tasdik eder, onun örnekliliği, ona imtisâl ve onun yolunun yolcusu olma, ona ittiba adına, onun hatırına verirse. 4. Hüsnâ salât, zekât, oruç demektir. Kişi bunları tasdik ederek verirse.5. Hüsnâ dindir, Kur’andır, Sünnettir. Kişi bunları tasdik eder, doğrudur der ve bu doğru bildikleri hatırına verirse. 6. En son olarak hüsnâ, verene Allah’ın bolca vereceğine îmandır. Bugün Allah için veren kişiye hem bugün hem yarın, hem dünyada hem de kıyamet günü Allah’ın kat kat vereceğine îmandır.

Ben bugün verirsem yarın Allah bana kat kat verecektir gerçeğine inanır ve bunu tasdik ederse. Bakın hüsnânın bu mânâya geldiğini Yunus sûresi şöyle anlatır: “Muhsinlere (İyi davrananlara); daima daha iyisi ve üstünü verilir. Onların yüzlerine ne bir karanlık, ne de zillet bulaşır. İşte onlar cennetliklerdir, orada temelli kalırlar.”(Yunus 26) Muhsinler için hüsnâ vardır ve de daha fazlalık vardır, diyor Allah. Muhsin, Allah’ı görüyormuşçasına O’na kulluk yapandır. Yani hayatının tümünde Allah’ı görmediği halde O’nu görüyormuşçasına, Allah’ın huzurunda olduğunun şuurunda olur ve her anının Allah’ın kontrolü altında olduğunu bilir ve böylece yaptıklarını Allah için yapar, Allah’a lâyık olarak yapar, böyle bir hayat yaşarsa, Allah kontrolünde olduğunun bilincine ererse.

Yani inancı amele dönüştürürken Allah huzurunda olduğu şuurunda olduğunu unutmadan o ameli Allah adına ve Allah’a lâyık olarak icra ederse. Kişi, dünyada da, ukbâda da Allah’ın dâvetine icabet ederek, dünyada da ukbâda da selâm ve selâmet olan, Allah’ın selâmet yurdu olan cennetine evet diyerek ve bunun gereği olarak da Allah’ın istediği gibi bir hayat yaşarsa:7. “Biz onu kolaya kolaylayacağız” Dikkat ederseniz Rabbimiz bu bölümde üç özellik saydı. Kim verirse, ama muttaki olarak, Allah adına ve Allah’ın yol gösterdiği biçimde verirse, sonra da hüsnayı tasdik ederse, tasdik ettiği hüsnâ ha-tırına verirse işte biz onu kolaya kolaylayacağız buyurdu. Öyleyse bir düşünün.

Son bir ayda ne verdiniz? Bir düşünün. Veya bırakalım geçmişi, son bir hafta içinde, son bir gün içinde, meselâ bugün Allah için hüsnâ hatırına ne verdiniz? Hüsnâ hatırına nelerinizden vazgeçebildiniz? Nelerinizi fedâ edebildiniz? Bir düşünün. Bakın Allah diyor ki, vereni kolaya kolaylayacağız. Bu vereni kolaya kolaylayacağız ifadesini şöyle anlamaya çalışıyoruz: 1. Allah o kişinin yolunu kolaylaştıracaktır. Girdiği İslâm yolunu ona kolay getirecektir. Zaten kolay yol, insanın fıtratına uygun olan yoldur. Kolay yol, insanı da, o yolu da yaratan Allah’ın belirlediği yoldur.

Kolay yol, yolun da, insanın da sahibinin razı olduğu yoldur. Bu yol asla insana zor gelmez. Çünkü insanın fıtratı bu yola hazırlanmış ve ayarlanmıştır. İşte zaten aslı kolay olan bu yolu kişiye kolaylaştıracaktır Rabbimiz. O kişinin hayatını kolaylaştıracaktır. Öyle bir hayat ki, kazanması kolay, harcaması kolay, namazı kolay, ikramı kolay, terbiyesi kolay. Tüm hayatı kolaylaşıverecek o kişinin. Hanımını kolayca terbiye edecek, hanımı ve çocukları kolayca kendisine itaat edecek, çocuklarını kolayca terbiye edip eğitecek, rız-kını kolayca kazanacak, namazını kolayca kılacak, orucunu kolayca tutacak, zekâtını kolayca verecek, problemlerini kolayca çözecek, ko-layca karar alacak, kolayca uygulayacak.

Allah’ın rızasının nerede ol-duğunu kolayca bilecek ve hemen ona kolayca yöneliverecektir. Yani Allah onun girdiği bu İslâm yolunu, kulluk yolunu kolaylaştıracak, o yolda yürüyüşünü kolaylaştıracaktır. Hiç zorlanmadan Allah’a kulluğunu icraya onu muvaffak kılacaktır. Artık o kişiye namaz kılmak değil, namazını vaktinde kılamamak zor gelecektir. Malını temizlemek ve Rabbinin hatırını kazanmak üzere zekât vermek o kişiye o kadar kolay gelecek ki, veremediği zaman üzülecek, zor gelecek. Örtünmek çok kolay gelecektir. Allah tüm şartları onun için kolaylaştırıverecektir. Sahip olduklarından veren, takvâya sarılan, güzelliği benim-seyen kişi ve toplumlar için hayat kolaylaştırılır; onların yüsre ulaşma-ları rahatlıkla sağlanır.

Kur’an, bu konuyu ifâde ederken „yüsrün tey-sîri“ deyimini kullanıyor ki bu yüsrü yüsr ile elde etmeyi sağlamak de-mektir. Kolayı sevip aramak yetmez, kolayı elde etme kolaylığını da yakalamak lâzımdır. İşte, Kur’an bu sırra dikkat çekiyor: Cimrilik yolu-nu seçen, insanlarla hiçbir madde ve gönül alışverişinde bulunmayan, güzelliği yalanlayıp gerçek güzele sırt çeviren kişi ve toplumlar ise zora, zorluğa sürülür. Kur’an burada „usrün teysîri“ deyimini kullanıyor ki, zorluğu kolay zannettirmek demek olur. İnsanoğlu, kuruntu, gaflet ve yanlış bilgilerin tutsağı haline gelince, zoru kolay sanabilir ve hiç farkında olmadan başına binlerce sıkıntı ve problem sarabilir.

Kardeşlerim, unutmayalım ki iman cesârettir, takvâ sahibi olmak güçlü olmaktır. Mü’min inanır ki, Allah zoru kolaylaştırır, kolayı zorlaştırır; bütün bunlar İlâhî hikmet ve sünnetullah dâhilinde ortaya çıkar. Hayattaki zorlukların kolaylaştırılmasının adı İslâm’dır. Şeytan olumlu bir şeyi terk ettirmek için onu zor gösterir. İnsan zordan kaçmaya meyillidir. Ama bu şeytanî/ nefsî oyuna gelmeyen nice insan sebat ve ısrar ederek başarılı olmuş, bir zamanlar kendisinin veya başkalarının zor dediğinin hiç de zor olmadığını anlamış ve ispat etmiştir.

Günümüzde İslâm’ı yaşamak ve hayata geçirmekle ilgili zorluk, dinin ve dinî kuralların zorluğundan ileri gelmiyor; İslâm düşmanı egemen güçlerin ve tâğûtî düzenlerin, müslümanların dinlerini yaşaması önüne sayısız engeller koymasından, baskı ve zulümlerinden kaynaklanıyor. Dinin yaşanması zorlaştırılıp haramlar, mecbûrî istikamet işaretleriyle topluma dayatılınca kısır döngü şeklinde hayatın her alanı da zorlaştırılmış oluyor. Kolaylık, gerçek din için geçerlidir. Dini parçalara ayırmak veya infak, sâlih amel ve takvâ gibi esasları ihmal etmek, sünnetullah gereği kolaylık yolunu terk etmektir. Din, bir bütün olarak kolaydır. İlâve veya eksiltmelerle değiştirilen, atma ve katmalarla dejenere ve tahrîf edilen bu din Allah’ın râzı olduğu, tamamlanmış İslâm dini olmaktan çıktığı için kolaylık da kaybolur.

Namaz kılmayan kimsenin, fahşâ ve münkerden uzaklaşması zordur. Oruç tutmayanın sabırlı olması ve cihada hazırlanması kolay değildir; aynen zekât vermeyenin, infak etmesi ve fedâkârlık göstermesinin zor olduğu gibi. İbâdetlerle güçlenmeyen ve fıtratındaki güzelliği korumayan bir insana İslâm’ın bazı emir ve yasakları zor gelebilecektir. Temel gıdalarla yeterli şekilde beslenmeyen, vücut için zarûrî yiyecekleri yemeyen kimse gerekli enerjiye sahip olamadığı için za’fiyetten dolayı nasıl basit işleri yapmakta zorlanırsa, mânevî/rûhî gıdalarını almayan kimse de mânevî ve psikolojik za’fiyetinden ötürü, aslında hiç de zor olmayan görevleri yerine getirmekte zorlanacaktır.

Allah’a kulluğun zor olduğunu zannedenler, nasıl zorluklar içinde kıvranıyorlar, farkında değiller. Hakkı görmek istemedikleri için, bâtıl kendilerine şirin, din de zor geliyor. Kula kulluk ve kendi gibi ya da daha aşağılarına boyun eğmek, insan fıtratına ve onuruna ters nice zorlukları bu insanımsılar nasıl değerlendiriyorlar? Stres ve bunalımlar, psikolojik rahatsızlıklar, ahlâkî problemler, maddî kayıplar, hastalıklar, bitmeyen şikâyetler… Hep gayri İslâmî yönelişlerin bu dünyadaki zorluklarıdır. Şeytan, güzel amelleri zor göstermeye çalıştığı gibi, fâsıkların da amellerini süsler, zorları kolay zannettirir. İçki içmek ve sonrasına katlanmak hiç de kolay olmadığı halde, şeytan içkiyi güzel ve kolaylık gibi sunabilir. Fâhişelik ve onlarla zinâ etmek, AIDS gibi riskleriyle, maddî-mânevî pislik ve sıkıntılarıyla hiç de kolay bir şey olmasa gerektir.

İslâmî hayatı ve hayatın İslâmîleştirilmesini aşırı idealize etmek de dini zorlaştıran başka bir etkendir. Toplumun tümü veya önemli bir bölümünün harekete geçmesiyle ya da bir kıyamla gerçekleşebilecek şeylerin suçunu karşımızdaki müslüman bireylere atfetmek ve bunları şikâyet tarzında, sıkıntı ve görev kaçkınlığı olarak sunmak, mükemmeliyetçilik, hem hastalıklı bir tipi ortaya çıkarmakta ve hem de hastalıklı/ütopik/hayata uygulanamayan ideal bir din anlayışını doğurmakta ve dini yaşamanın imkânsızlığı vurgulanarak din zorlaştırılmaktadır.

Kendini dâvet ve tebliğ görevini yüklenmek zorunda hisseden, samimi, ama „kolaylaştırın, zorlaştırmayın!“ ilkesinden ve bunun nasıl pratize edileceğinden habersiz genç, aşırı idealize edilmiş, zor bir tablo ile, „cihad, İslâm devleti, tâğutlara savaş, zorluklara tâlip olmak…“ kavramlarının öne çıktığı dini sunmakta, muhâtabını da suçlamakta ve ilk elde ve hemen çok şey beklemektedir. Bu tavır, bırakın „çok“u, „az“ın bile oluşmasına engel olmakta, hattâ bazen eldekinin bile gitmesini neticelendirmektedir.

Bu tavrın bir benzeri, bazı müslümanların bireysel İslâmî yaşayışı için de söz konusudur. Güçlü iman, sabır, ibâdetlere özen, ahlâkî tutarlık, insanî ilişkilerde düzey gibi hususlarda yeterli olmadığı ve mânevî/psikolojik altyapı eksikliği ve bazen hastalıklı ve zigzaglarla dolu tavırlarına rağmen, dozu yüksek tutulmuş nâfile ibâdetler, fazla infak, fedâkârlık ve aşırı faâliyet içinde ezilebiliyor, ifrattan tefrîte yuvarlanabiliyor. Belirli bir zaman sonra da, bir müslümanın asgarî görevlerini bile terk eden çizgiye gelebiliyor. Örnegin Hâfızlığa zorlanıp, insanî ve İslâmî olmayan usûllerle zorla hâfız yapılan nice gencin, hayatı boyunca Kur’an’dan ve dâvâdan uzak yaşaması gibi durumlar hep dinin zorlaştırılması ve idealize edilmesiyle ilgili problemlerdir.

İslâmî faâliyet ve hizmetlerde dâvânın yükü ve sorumluluğu fedâkâr ve gayretli bir tek kişinin üzerine yüklenmekte, onlarca insanın yapacağını bu bir kişi aşırı zorluklarla yerine getirmektedir. Cemaatin diğer fertleri de sadece onu eleştirip onun moralini bozmaktadır. Bunun sonucu olarak üzerine aşırı yük yüklenen kişi maddî ve mânevî yönden yıpranmakta ve bir zaman sonra ister istemez bir köşeye çe-kilip pasifize olmakta, hattâ bazen dâvâdan, faâliyetten soğumaktadır. Allah korusun…

Biz müslümanlar öncelikle ifrat ve tefrite kaçmadan dengeli bir islami faaliyeti esas alan bir yaşantının ferdi olmalıyız diye inanıyoruz. Kardeşlerim, Leyl Suresini anlamaya ve kavramaya gayret ediyoruz. 11.inci ayetten itibaren Şehid seyyid kutup şu izahları getiriyor: „Çukura düştüğü zaman malı ona hiçbir fayda sağlamaz.“ Kötülüğün ve günahın kolayca işleyebilmesi, bu kişinin dünyada kurtuluşa erse de başarı sağlasa da, ona zorluğun sağlanması anlamına gelir… Cehennemden daha zor bir şey olur mu hiç? Cehennem, zorluğun ta kendisidir. Böylece surenin birinci bölümü son buluyor. Bu bölümde her yerdeki ve her çağdaki insan topluluklarına iki yol ve iki sistem gösterilmiştir. insanların renkleri ve biçimleri ne kadar çeşitli ve ne kadar çok olursa olsun, aslında onların iki grup ve iki sancak oldukları belli olmuştur.

Herkesin yapmak istediği şeye ulaştığını ve yüce Allah’ın da herkese ister kolaylık ister zorluk olsun seçtiği yolu kolaylaştırdığı anlaşılmıştır. İkinci bölümde ise yüce Allah, her iki grubun akıbetinden söz etmektedir. Kolaylığın ve zorluğun verildiği her iki zümrenin, sonunda akıbetlerini gözler önüne sermektedir. Her şeyden önce de bu gruplardan her birinin karşılaştığı ödül ve cezanın kesin ve kaçınılmaz olduğu ve bunun ayrıca adalet ve hak ölçüleri içinde olduğunu belirtmektedir.

Çünkü yüce Allah insanlara doğru yolu açıklamış ve onları yakıp kavuran ateşle korkutmuştur.Yüce Allah -kullarına bir ihsan ve rahmet olarak- doğru yolu insanların fıtratına ve bilinçlerine açıklamayı kendi üzerine almıştır. Ve yine doğru yolu insanlara peygamberlerle peygamberlerin mesajları ile ve deliller aracılığı ile açıklamayı kendisi üstlenmiştir. Böylece kimsenin elinde sığınacağı bahane kalmasın ve hiç kimseye zulmedilmesin diye bizzat kendisi üstlenmiştir. „Doğru yola iletmek bize aittir.“Değinilen ikinci nokta ise, insanları kuşatan hakimiyet gerçeğinin kesin bir dil ile açıklanmasıdır. İnsanların bu hakimiyetten kurtulacak bir sığınağı bulamayacaklarının belirtilmesidir.

„Şüphesiz ahiret de dünya da bize aittir.“ Yüce Allah’tan uzaklara gitmek isteyenler nereye gidebilirler? Yüce Allah, kullarına doğru yolu göstermesinin, ahiretin, ceza ve amel yurdu olan dünyanın sahibi olmasının bir uzantısı olarak, onları korkuttuğunu ve sakındırdığını hatırlatıyor ve açıklıyor: „Ben sizi alev saçan bir ateşe karşı uyardım.“ Tutuşturulmuş bir ateşe karşı uyardım. Tutuşturulmuş bu ateşe „ancak bedbaht kimseler girer.“ Tüm kulların en bedbahtı girer ona. Ateşe girmekten öte bir bahtsızlık olur mu? Sonra da yüce Allah o en bahtsız kimsenin kim olduğunu açıklıyor. Bu en bedbaht kişi „Yalanlayan ve dönen kişidir.“ islam davasını yalanlayan ve ondan yüz çeviren kimsedir.

Evet bu zavallı insan, doğru yoldan ve yüce Allah’ın tıpkı kendisine istekle gelenlere vaadde bulunduğu gibi insanlara, doğru yola ersinler diye yaptığı çağrıdan yüz çeviren kimsedir. „En çok korkan ondan uzak tutulur.“ Bu kişi en bahtsız insana karşılık en mutlu olan kişidir. Sonra yüce Allah en çok sakınan kimsenin de kim olduğunu açıklıyor. Bu kimse „malını Allah rızası için vererek arınan yücelendir.“ Malını, harcamaları ile temizlenmek için veren kimsedir. Yoksa gösteriş yapmak ve üstünlük taslamak için veren değildir. Bu kişi, malını gönüllü olarak harcar ne yapılan iyiliklere karşılık vermek için ve ne de kimseden teşekkür almak için harcar. Yalnız ve yalnız Rabbinin bağışını, O’nun eşsiz hoşnutluğunu elde etmek için harcar.

„O yaptığı iyiliği birinden karşılık görmek için yapmaz. Ancak yüce Rabbinin hoşnutluğunu gözeterek yapar.“Sonra ne olacak? Temizlenmek ve yüce Rabbinin rızasını kazanmak için malını veren, şu çok sakınan kişiyi neler beklemektedir? Burada Kur’an’ın mü’min ruhlara bildirdiği mükafat Hayret verici, hiç beklenmeyen ve alışılmamış bir mükafattır.“Elbette kendisi de hoşnut olacaktır.“Bu çok korkan mü’minin kalbine dolan hoşnutluktur. Ruhunu bürüyen hoşnutluktur. Bütün benliğine seller gibi boşalan hoşnutluktur. Tüm benliğini dolduran hoşnutluktur. Hayatında meltem gibi esen de hoşnutluktur.

Bu ne büyük bir mükafat ve ne büyük bir nimet! „Elbette kendisi de hoşnut olacaktır.“
Dininden hoşnut olacak, Rabbinden hoşnut olacak… Kaderinden hoşnut olacak… Nasibinden hoşnut olacak… Sıkıntıda ve rahatlıkta bulduğu şeylerden hoşnut olacak. Zenginlikten ve fakirlikten, kolaylıktan ve zorluktan, bolluktan ve darlıktan hoşnut olacaktır. Hoşnut olacak endişeye kapılmayacaktır, sıkılmayacak acele etmeyecek, omuzladığı yükü ağır görmeyecek, hedefi uzak görmeyecektir. Kuşkusuz bu hoşnutluk her mükafattan daha büyük olan en büyük mükafattır. Bu hoşnutluk canını ve malını verenlerin, temizlenmek için verenlerin, çok yüce Rabblerinin hoşnutluğunu elde etmek için harcayanların, hak ettikleri bir mükafattır.

Bu mükafatı ancak Allah verir. Kendisine candan ve samimi olan, kendisinden başka hiçbir kimseyi görmeyen kalplere oluk oluk akıttığı bir mükafattır bu. „Elbette kendisi de hoşnut olacaktır.“ Hoşnut olacaktır, çünkü bedelini vermiştir. Vereceğini vermiştir.Bu, tam anlamı ile yerinde bir sürprizdir. Ancak bu mükafat, temizlenmek için malını veren ve gördüğü iyiliğe diyet borcunu ödemek âmâcı ile yanında mal bulundurmayan ama sadece Rabbinin hoşnutluğunu kazanmak için çalışan en çok korkan kimselerin ulaştıkları dereceye ulaşan kimseler için beklenen ve onlara sürpriz olmayan bir sonuçtur. Ve „Elbette kendisi de hoşnut olacaktır.“ (Fi Zilali Kuran…Seyyid Kutub.)

Kardeşlerim konumuzu bazı rivayetlerle baglayalım inşaallah. İmam Ahmed ve Buhari, Numan b. Beşirden şöyle rivayet ettiler: Rasulullah (s.a.)’ı şöyle buyururken işittim: „Kıyamet günü cehennemliklerin en hafif azap göreni, ayaklarının altına iki kor konan ve onlardan dolayı beyni kaynayan kimsedir.“ Müslim’de bu hadisi başka bir lafızla rivayet etti: „Cehennemliklerin en hafif azap göreni, ateşten iki nalin ve kayışı olandır. Onlardan dolayı, kazan kaynar gibi beyni kaynar. En hafif azabı gördüğü halde, kendisinden daha çok azap görenin olmadığını sanır.“

İmam Ahmed, Ebu Hureyre’den şöyle rivayet etti: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: „Ateşe bedbaht olandan başkası girmez. Bedbaht kimdir, dediler. Buyurdu ki: Kulluk yapmayan ve yapmadığı masiyet bırakmayan.“ Yine Ahmed ve Buhari, Ebu Hureyre’den şöyle dediğini rivayet ettiler: Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: „Yüz çeviren hariç kıyamet günü bütün ümmetim cennete girecek.“ Kim yüz çevirir ya Rasulallah, dediler? Buyurdu ki: „Bana itaat eden cennete girer. Bana isyan eden yüz çevirmiştir.“

Ardından, amelde İhlasın vasfını zikrederek şöyle buyurdu: „Onda hiç kimsenin karşılığı verilecek bir nimeti yoktur. Sırf yüce Rab-binin rızasını kazanmak için (verir.) Yakında kendisi de muhakkak razı olacaktır.“ Malını, insanlardan birisinin ona iyiliğine karşılık, mükâfat ola¬rak tasadduk etmez. Bununla, bir iyiliğin karşılığını vermeyi değil, Al¬lah’ın rızasını ve sevabını ister. O muhakkak, kendisine lutfettiklerimizle hoşnut ve razı olacaktır.

Allahım bizleri razı oldugun kulların zümresine dahil eyle. Bizleri senin emir ve yasaklarına harfiyyen uyan kullarınla bir ve beraber eyle. Bizleri senin sevdiklerinle bir ve beraber eyle. Bizleri sıratı müstakimden ayırma. Bizleri Ehli sünnet vel cemmaata baglı olanlardan eyle. Bizleri kuran ve sünneti seniyyeye sımsıkı baglanıp teslim olanlardan eyle. Sen her şeylere kadirsin Allahım…Amin…
Sermedkadir…LU…04.05.2014…

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht.