MUTAFFİFİN SURESİ ÜZERİNE NOTLAR…

Ölçü ve tartıda hile yapanların vay haline.2- Onlar insanlardan bir şey ölçüp aldıkları zaman eksiksiz Alırlar.3- Kendileri onlara birşey ölçtükleri veya tarttıkları zaman (ölçü ve tartıyı) eksik verirler.4- Onlar, tekrar dirileceklerini sanmıyorlar mı?5- Büyük bir gün. 6- İnsanların alemlerin Rabbinin huzurunda durdukları gün… Mutaffifin  suresi Mekkede  nazil  olan  surelerin  en  sonuncusudur. Bu sûre bize, İslâm’a davetin ilk günlerinde Mekke’de medyana gelen pratik bir olayı aksettirmekte; kalpleri uyarmakta, duygulan harekete geçirmekte; yeni yeni hükümler, nizamlar getiren bu semavi risaletin yeryüzünde gerek Arap toplumu ve gerekse bütün insanlığın hayatında yerleşmesini hedef almaktadır.

Mutaffifin  suresinin  Birinci bölümüyle, alışverişte dürüst davranmayanlara savaş açmakla başlamaktadır: „İnsanlardan bir şey ölçüp alırken, tam alan, onlara bir şeyi ölçüp veya tartarken de eksik veren hilekarların vay haline! Yoksa onlar, büyük bu gün için di-riltileceklerini sanmıyorlar mı? O gün, insanlar, Alemlerin Rabbi olan Allah’ın huzurunda dururlar“ (1-6). İslam’ın çıkışı sırasında Mekke’de yasayan müşrik toplumu, ticaret hayatını ellerinde tutuyordu. Bunların içinde güçlü ve nüfuzlu bir kesim, halka istediği gibi baskı yapmakta, alırken fazlasıyla almak-ta, satarken eksik vermekteydiler. Bunlar kervanlarıyla kışın Yemen’e, yazın Şam’a giderek Hicaz’a mal sevk ediyor ve büyük servetlere sa-hip bulunuyorlardı.

 

Aslında Mekke’de inen sureler, daha çok akideye ait genel prensiplere yer verirken, bu surede muamelatı ilgilendiren ticaret konusuna el atılması, bu yeni dinin sosyal ve ekonomik alanda Medine döneminde gerçekleştireceği reformlara bir başlangıçtır. Diğer yandan ticaret hileleri bir yönüyle ahlak konusuna girer. Medine’ye hicret edilince, orada da Yahudi tüccarları ticaret hilelerinde becerikli idiler. Ashab-i kiram ticaret konularına İslâmî bir yaklaşımla el atınca, dürüst bir ticaret başladı. Piyasada güven sağladılar. Ekonomi ve para gücü giderek onların eline geçti. Artık ayet ve hadislerle yapılan yeni ekonomik düzenlemelerde, hilekarların güç kazanmasına imkan bırakılmıştı.

 

Ayetlerde söyle buyurulur: „Ölçüyü ve tartıyı adâletle yapın“ (En’âm,152). „Bir şeyi ölçerken tam ölçün, tartarken de doğru teraziyle tartın“ (İsrâ,35). Cenâb-ı Hak, ölçü ve tar-tıda hile yapmaları sebebiyle Şuayb peygamberin kavmini helak et-mistir. Âhirette karşılaşılabilecek sıkıntı için de; „Yoksa onlar, büyük bir gün için diriltileceklerini sanmıyorlar mı?“ buyurulur. Ebû Hureyre’den rivayet edildiğine göre; Hz. Peygamber bir gün pazar yerinden geçerken, elini bir zahire yığının içine sokmuş, alt kısmının ıslak olduğunu görünce sebebini sormuştur. Satıcının; yağan yağmurun ıslattığını söylemesi üzerine söyle buyurmuştur: „Bu ıslaklığı herkesin görmesi için zahirenin üzerine çıkarman gerekmez miydi? Hile yapan benden değildir“ (Müslim, İman,164; Ebu Davud, Buyu,50)

Seyyid  kutub Rahmetullahi  aleyh  diyorkş: Sure yüce Allah’ın ölçüde ve tartıda hainlik yapanlara karşı savaş ilan etmesi ile başlıyor: „Ölçüde ve tartıda hile yapanların vay haline.“ Ayet-i kerime de geçen veyl kavramı yıkım, helak demektir. Bu amacın olmuş bitmiş bir olayın dile getirilmesi veya bir beddua olması arasında fark yoktur. Her iki halde de durum Aynıdır. Çünkü Allah’ın istemesi, duası kesin hüküm demektir. Ardından gelen iki ayet mutaffifin kavramının anlamını açıklamaktadır. Bunlar „İnsanlardan birşey ölçüp aldıkları zaman ölçüyü tam yaparlar. kendileri onlara birşey ölçtükleri veya tarttıkları zaman eksik yaparlar.“ Yani kendileri Alıcı oldukları zaman alacakları şeyi tam Alırlar. Satıcı olduklarında ise mallarını insanlara eksik verirler.

Ardından gelen üçüncü ayet mutaffifin diye hitab edilen bu insanların yaptıkları işe Hayret etmektedir. Çünkü bunlar, dünya hayatında kazandıklarından hiç hesaba çekilmeyeceklermiş gibi davranıyorlar. Allah’ın huzurunda sanki hiç kimse toplanmayacak orada alemlerin önünde hesaba çekilme ve ona göre karşılık alma gerçekleşmeyecekmiş gibi hareket etmektedirler. „Onlar tekrar dirileceklerini sanmıyorlar mı? Büyük bir gün. İnsanların alemlerin Rabbinin huzurunda durdukları gün.“ Mekke’de inen bir surede mutaffifin denilen bu kesimin tutumuna değinilmesi dikkat çekmektedir.

Çünkü Mekki sureler genel olarak inancın köklü temellerine yönelmekte ve Allah’ın birliğini, iradesinin özgürlüğünü, evrene ve insana hakimiyetini vahiy ve peygamberlik gerçeğini, ahiret, hesaba çekilme ve yaptıklarının karşılığını görme gerçeğini yerleştirmeye çalışırlar. Bunun yanında genel ve ana hatları ile ahlak duygusunun oluşturulması ve bu duygunun inanç sisteminin ilkelerine bağlanmasına özen gösterirler. Ölçüde ve tartıda hainlik yapma gibi somut ahlaki sorunlara ve -genel anlamıyla- sosyal ilişkilerin belirlenmesine değinmek ise Medine’de inen ayetler tarafından gerçekleştirilmiştir.

Bu ilkeler Medine’de islam devletinin gölgesinde hayatın tümünü kuşatan islam sistemine uygun biçimde, sosyal hayatın düzenlenmesi sırasında ortaya konulmuştur. Bu nedenle bu olayın, mekki surede doğrudan ele Alınışı haklı olarak dikkatleri çekmektedir. Bu istisnai olay, kısacık ayetlerin ardında gizli olan, değişik birkaç olguya da işaret etmektedir. Bu herşeyden önce gösteriyor ki islam Mekke ortamında hemen hemen bir tekelleşmeyi andıracak denli büyük bir ticaret ağını yönlendiren seçkin insanların işlediği bu hainliği apaçık bir şekilde ortaya koymuş ve onun karşısında yer almıştı. Bu sosyetik tüccarların ellerinde büyük servetler ve yığınlarca mal dolaşıyordu. Yemen’e ve Şam’a yapılan kış ve yaz yolculuklarında kervanlar ile ticaret yapıyor ve büyük kazanç elde ediyorlardı.

Hac mevsiminde açılan Ukaz panayırı gibi. Mevsimlik panayırlarda işletiyorlardı. Bu panayırlarda büyük ticaretlerin yanında şiir yarışmaları da yapılıyordu. Buradaki Kur’an ayetlerinin kastettiği insanlar yüce Allah’ın yıkımla tehdit ettiği ve kendilerine bu savaşı ilan ettiği hainler, düzenbazlar, nüfuz sahibi olan ve insanları diledikleri şekilde yönlendirme gücüne sahip olan toplumun seçkin tabakasının mensupları idi. Bunlar insanlardan herhangi birşey satın Alırken tam ve eksiksiz alıyorlar. Sanki herhangi bir sebeple insanlar üzerinde bir otoriteleri varmış gibi. İstedikleri her şeyi zorla alıyorlardı, ölçüyü ve tartıyı tam tutuyorlardı. Tabi ki burada üzerinde durulan onların kendi haklarını tam almaları değildir. Çünkü burda kendilerine harb açılmayı gerektiren bir sebep yoktur.

Burada anlatılmak istenen, onların zorla haklarından fazlasını aldıkları ve kuvvet kullanarak istediklerini ele geçirdikleri dile getiriliyor. İnsanlara bir şeyi ölçerken veya tartarken haklarını eksik vermeksizin güçlerini kullanıyorlardı. Halbuki insanlar onlara karşı haklarını alma ve adaletin ölçülerinden yararlanma imkanına sahip değillerdir. Bu adaletsizlik ve dengesizliğin liderlik otoritesi ve kabile ününden kaynaklanması ile servetin gücünden kaynaklanması arasında fark yoktur. Çünkü her iki halde de insanlar bu mallara muhtaç olmaları sebebiyle, onların tekeller kurarak oluşturdukları zulme boyun eğmek zorunda kalmışlardır. Bu uygulama bugüne kadar kaldırılabilmiş değildir. Demek ki o ortamda çok açık bir hainlik ve düzenbazlık vardı ki bu erken uyarının yapılmasını zorunlu kıldı.

Mekke ortamındaki bu erken uyarı islam dininin karakterini, sistemini ve yaşanan hayat ile sosyal olayları düzenleyen karakterini de ortaya koymaktadır. ilahi olan bu sistemin yapısında sosyal ilişkiler ve hayatın realiteleri köklü, engin ahlaki temeller üzerinde kurulur. Bu nedenle islam sosyal hayatın dizginini ele geçirerek kendi görüşüne uygun bir sistemi yerleştirmeye başlamadan önce bile bu apaçık zulme ve ilişkilerdeki bu ahlaki sapıklığa karşı rahatsızlığını açıkça ortaya koymuştur. Hain ve düzenbaz olan bu gruba karşı ciddi yankılar uyandıran savaş ve tehdit çağrısını yapmıştır. Bunlar o gün Mekke’nin efendileri idi. Otorite sahipleri idi. Putperest inanç sistemi yolu ile insanların ruhları ve duyguları üzerinde hakimiyet kurdukları gibi onların ekonomik ve ticari hayatları üzerinde de bir hegemonya kurmuşlardı.

İslam aldatmaya karşı ve insanların hayatına egemen kılman çirkin uygulamalara karşı sesini yükseltti. Malın ve rızkın tüccarlığını yapan faizci ve tekelci büyükler tarafından sömürülen halk kitlelerinin yanında yer aldı. Bütün bu imkanları ile birlikte halkları Aynı zamanda sözde dini kuruntularla kendilerine boyun eğdirmeye çalışanların karşısında yer aldı. islam kendi özünden ve ilahi olan sisteminden kaynaklanan bu haykırışı ile sömürülen kitleler için bir uyarıcı oldu. Onlar için hiçbir zaman uyuşturan bir afyon olmadı. Mekke’de her türlü malı, mevkiyi ve sözde dini otoriteyi ellerine geçirerek topluma egemen olan bu zorba ve azgın insanların baskısı ve kuşatması altında iken dahi bu karakteri değişmedi. İşte buradan, Kureyş seçkinlerinin islam çağrısı karşısında neden bu kadar inatçı ve katı bir şekilde durduklarının gerçek sebeplerinden bir kısmını anlıyoruz.

Onlar hiç şüphesiz Hz. Muhammed’in (sav) çağırdığı bu yeni dinin, gönüllerde gizli kalan yalın bir inançtan ibaret olmadığını çok iyi kavrıyorlardı. Onlar anlıyorlardı ki, Hz. Muhammed „Allah’tan başka ilah yoktur ve Muhammed Allah’ın elçisidir, peygamberidir“ şeklinde ifade edilen kelime-i tevhid ile putsuz ve heykelsiz bir biçimde Allah’a namaz kılmakla yetinmeyecekti. Asla. iş bununla bitmiyordu. Onlar bu inanç sisteminin cahiliyenin tüm ilkelerini ezip geçen bir sistem olduğunu anlıyorlardı.

Çünkü kendilerinin bütün çıkarları bütün makamları bütün sistemleri bu cahiliyeye dayanıyordu. Onlar islamın öngördüğü sistemin karakteri gereği çifte standardı kabul etmediğini, gökyüzü menşeli ilkelerinden kaynaklanmayan dünya ilkeleri ile uyuşmadığını ve cahiliyenin üzerinde kurulduğu tüm değersiz yeryüzü ilkelerini tehdit ettiğini fark ediyorlardı. İşte bu nedenle ona karşı amansız bir saldırıya ve savaşlara girişmişlerdi.

Ne hicretten önce ne de sonra O’na karşı takındıkları tavırlardan vazgeçmiyorlardı. Onlar bu savaşla sırf inançlarını ve düşüncelerini savunmuyorlardı. İslam sisteminin karşısında bütünü ile kendi sistemlerini savunuyorlardı. İslami sistemin hayata egemen kılınmasına karşı savaşan herkes hangi kuşakta ve hangi toprak üzerinde olursa olsun bu gerçeğin farkındadır. Hem de çok açık bir biçimde… Onlar çürük sistemlerini, gasb ilkesine dayanan çıkarlarını ve güçsüz yapılarını… Sapık olan yaşayışlarını çok iyi bilirler. İşte değerli ve köklü islam sisteminin tehdit ettiği, haksız temellere dayanan bu yapılardı! Hangi şekilde ve nasıl olursa olsun mal konusunda veya diğer hak ve görevlerde hainlik yapanlar -herkesten daha çok sadece bu hainler-

İşte bu hainler herkesten daha çok bu tertemiz adil düzenin hakim kılınmasından korkmaktadırlar! Çünkü bu düzen yağcılığı, düzenbazlığı ve uzlaşmayı kabul etmez! Çünkü bu düzen yağcılığı, düzenbazlığı ve uzlaşmayı kabul etmez! Evs ve Hazreç kabilelerinin seçkin temsilcileri hicretten önce gerçekleşen ikinci akabe beyatında Hz. Peygamberle biatlaşırken bu gerçeği anlamışlardı. ibni İshak der ki: Asım ibni Ömer ibni Katade bana şu haberi aktardı: Bunlar Hz. Peygamber ile ahitleşmek için toplandıklarında beni Salim ibni Avfın kardeşi olan Abbas ibni Ubade İbni Nadle Ensari şöyle dedi: Ey Hazrecliler! Bu adanıla neyin üzerinde beyatlaştığımızı biliyor musunuz? Evet dediler. Abbas siz insanların siyah derilisine kızıl derilisine karşı savaşmak üzere onunla beyatlaşıyoruz.

Eğer siz mallarınızın ellerinizden çıktığını ve büyüklerinizin öldürülmeye başlandığını gördüğünüzde onu düşmanlarına teslim edecekseniz, şimdiden teslim edin! Allah’a yemin ederim ki böyle birşey yapmanız hem dünya hem de ahirette hüsrana uğramanızdır. Yok eğer siz mallarınızın yitirilmesi ve büyüklerinizin öldürülmelerine rağmen onun sizi kendisine çağırdığı ilkelere bağlı kalacaksınız o zaman böyle bir yükümlülük altına girin. Allah’a yemin ederim ki bu hem dünyanın hem de ahiretin en hayırlı işidir. Onlar dediler ki; biz mallarımızı yitirsek de büyüklerimizi öldürüldüğünü görsek te O’na bağlı kalacağız ve Hz. Peygamber’e „Eğer biz sözümüzde durursak bize ne vardır ey Allah’ın elçisi?“ diye sordular. Peygamber „Cennet“ buyurdu. Onlar elini uzat dediler.

Peygamberde elini uzattı ve onlar kendisine biat ettiler. Bunlarda, daha önce Kureyş’in ileri gelenlerinin bu dinin karakterini anladıkları gibi onun yapısını anlamışlardı. Bu dinin adalet ve insaf noktasında keskin bir kılıç gibi olduğunu ve insanların hayatını bu ilke üzerine kurduğunu anlamışlardı. Bu nedenle İslam hiçbir zorbanın azgınlığını, hiçbir asinin isyanım ve hiçbir büyüklük taslayanın böbürlenmesini kabul etmez. insanların birbirlerini aldatmalarını, birbirlerini horlamalarını, aşağılamalarını ve sömürmelerini kabul edemez. İşte bu nedenle her azgın, isyankâr, büyüklük taslayan ve sömürücü olan ona karşı savaş açıyor, O’nun mesajına ve davetçilerine karşı fırsat kolluyor.

„Onlar tekrar dirileceklerini sanmıyorlar mı? Büyük bir gün. İnsanların Rabbinin huzurunda durdukları gün: ‚ Onların işlerine akıl erdirmek gerçekten güçtür. O büyük diriliş gününü, insanların yalnız olarak alemlerin Rabbinin huzuruna çıkacağı günü, akıldan geçirmek bile dehşet verici bir olaydır. O gün insanların Allah’tan başka dostları yoktur. Herkesin tek umudu Allah’ın kendileri hakkında iyi hüküm vermesidir. Çünkü herkes orada ondan başka dostu ve yardımcısı olmadığını bilmektedir. İnsanların sırf o günde dirileceklerini zannetmeleri bile onları hainlik yapmaktan, haksız yollarla insanların mallarını yemekten, güç ve otoriteyi insanlara zulmetme ve sosyal ilişkilerde onların hakkını gasbetme aracı olarak kullanmaktan alıkoymaya yeter. Fakat onlar dirileceklerine inanmadıkları gibi hainlik ve hileye dalıp gidiyorlar! Bu Hayret edilecek bir iştir. (Seyyid kutubçFi zilali kuran)

Hicazi  ayetlerin  izahında  diyorki: Bazı nefisler cimrilik, enaniyet ve bencillikle dolmuştur. Bu nefisler mal sevgisinin şiddetli bir tecavüzüne maruz kalmışlardır. Başkalarında bîr ala­cakları olduğu zaman onu tam ve eksiksiz olarak aldıklarını, ölçüyü ve tartı­yı kendi lehlerine tam olarak yaptıklarını; öte yandan başkalarının kendile­rinden bir alacakları olduğu zaman onların haklarını eksik olarak verdikle­rini, ölçüyü ve tartıyı hak sahibinin aleyhine eksik yaptıklarım görürsün. Bun­ların vay hallerine! Sonra yine vay bunların hallerine? Bunların bu amelleri, bir nevi facirlik, günahkârlık ve enaniyettir ki İslâmiyet bütün bunlara karşı savaş açmıştır.

 

Bu ayet-i kerimenin aslındaki ismi işareti, onların, bu çirkin vasıfla temayüz ettiklerine ve Allah’ın rahmetinden uzak kaldıklarına delalet etmektedir. Onların ölüm sonrası dirilişin vukuunu zannetmemekle vasıflan­dırılmış olmaları, onların kâfirlerin en kötüsü olduklarına bir delildir. Çün­kü kâfirlerin bir kısmı Ölüm sonrası dirilişin vukuunu hiç olmazsa zanneder­ler. Sonra kıyamet gününün tasvirine bakın… Onlar orada ne kadarda peri­şanlık çekeceklerdir. Allah’a iman edip salih amel işleyen kimselerse orada ha­yırlara mazhar’olacaklardır.

O çok uzun günde alemlerin Rabbinin huzurun­da hesaba çekileceklerdir.

Şu halde ey günahkârlar ve ölçü ile tartıyı eksik ya­pıp hesap gününü yalanlayanlar, bu amelinizden vazgeçin. Herşeye muktedir olan Rabbinize yönelin. Bu amellerinizden ötürü şiddetli bir hesaba çekilecek­siniz. Allah, insanlar için ahirette amellerini kendilerine bir bir sayacak, amel defteri hazırlamıştır. O defter, dünyada iken yaptıkları fiilleri büyük-küçük demeden hep kayda geçirmiştir. Bu kitap, cin ve ins’ten olan günahkârların amellerini kayda geçiren büyük bir divandadır. Onun ne olduğunu sen ne bi­lirsin. Siccînin yani o büyük sicil defterinin ne olduğunu sen nereden bile­ceksin?

 

Cenab-ı Allah’ın amel defteri hakkında böyle bir tavsifte bulunmuş ol­ması, onlara defterin önemini ifade etmek içindir. Kutlu ve yüce olan Allah1 in haber verdiği şeyden başka insanlar o divan hakkında hiçbir bilgiye sahip değildirler. O divanla ilgili olarak Cenab-ı Allah mealen şöyle buyurmuştur: O, yazısı açık ve net olan bir kitaptır. Kötülük, yapanların amellerini kayda geçirmiş olan bu kitabı gören herkes bilir ki onda hayır yoktur. Din gününü yalanlayanların vay haline. Onlar helak olup azaba düçâr olacaklardır. Çün­kü onlar dünyada iken haddi aşmış, fazlasıyla günah işlemiş ve şerre bulaş­mışlardı. Bu nedenle Cenab-ı Allah buyuruyor ki: „Onu ancak saldırgan, gü­naha düşkün kimse yalanlar!‘

 

Yani zulüm ve zorbalık İle haddi aşmayı, ken­dini şerlere salıvermeyi, günahkârlığa bulaşmayı itiyad haline getiren kimse, ahiret haberlerine inanmaktan ve onları doğrulamaktan hoşlanmaz. Ahirete inanmak, ona çok zor gelir. Çünkü bu kötülükleri yapmakla birlikte ahiret haberlerini doğrulaması, onun delilik veya sapıklığına açık bir hüküm olur. Bu nefis serkeş olur, isyankâr olur. Sahibi de gaflet ve kıyamet gününü ya­lanlamak veyahut asılsız kuruntulara bağlanmak gibi şeylerle onu teselli eder ve İşin kolay olduğuna inandırır. İşte buniar modern ilmin de savunduğu Kur’an’î gerçeklerdir. Bu gibi kimselere ölüm sonrası dirilişi ispatlayan Kur’an ayetleri okunduğu zaman, ancak şu sözlerle karşılık verirler: Bu, önceki milletlerin uydurmaları ve masal­larıdır. Onlardan intikal eden hikâyelerdir.

 

Bunlar asılsız sözlerdir. Üzerinde düşünmeye bile değmez! Hayır! Bunlar Kur’an ayetleridir. Kur’an ayetleri masal ve efsane olamaz. İçinde şüphe bulunmayan hakikatlerdir bunlar! Kötü amelleri onları böyle söylemeye cüretlendirmiştir. Kalpleri kararıncaya kadar onlar bu yolda de­vam etmişlerdir. Kalpleri fesat perdesi altında kalmıştır. Hayrı hayır olarak göremezler. Çünkü günahtan kaynaklanan kalpteki siyah noktalar, ayna üze­rindeki lekeler gibidir. Ancak tevbe o pası temizler, aynayı cilalar. Fasit amel­lere devam etmek, fesadı insanın nefsinde bir meleke haline getirir. Artık o insan, düşünmeden şer yapmaya, kötülük işlemeye devam eder. îşte kalbe vu­rulan kilit ve pas bundan başka bir şey değildir.

 

Mutaffifin  suresini  anlamaya ve kavramaya  gayret  ediyoruz. Kardeşlerim bu ayetleri  anlamak  için  kısaca o  dönemi gözler  önüne  getirmemiz  gerekmektedir  şöyleki:  Peygamber Efendimizin (sav) nübüvvet öncesi ve sonrası hali ve yaşayışı, Mekkelilerce gâyet güzel biliniyor, peygamberliğinde O’nun temel fikrine karşı koyarak tevhidi kabul etmemek, yayılmasını engellemek için türlü yollara başvuruyorlar, fakat şahsî yaşayışı hakkında en küçük bir ithamda dahi bulunamıyor, O’nun “el-Emîn”liğini ikrar etmek zorunda kalıyorlardı. O, insanlara teklif ettiği hususları herkesten önce kendi nefsinde, herkesin yapabileceğinden fazlasıyla tatbik ediyordu.

 

Şüphesiz bu, dâvet olunanlara tesir eden önemli bir faktör olacaktı. Umman kralı el-Culendî’ye Rasulullah’ın İslâm’a dâvet mektubu ulaştığı zaman Hz. Peygamber’in hayatı hakkında bilgiler edinen melikin sözleri şöyle oluyordu: Allah beni bu ümmî peygambere delâlet/ rehberlik etmiştir. O peygamber, hiçbir iyiliği kendisi ilk tatbik eden olmaksızın emretmiyor, hiçbir kötülüğü de kendisi ilk terk eden olmaksızın nehyetmiyor. O, mutlaka galip gelecektir, engellenemeyecektir. O, ahde vefâ gösterir, sözünü yerine getirir. Ben kesinlikle kabul ediyorum ki o, bir peygamberdir.”

 

Cenâb-ı Hak, sözle yapılan dâvete fiilen örnek olmayı emreder: Örnegin Fussilet  suresi ayet.33.te mealen  şöyle  buyurulmaktadır:***İnsanları Allah’a çağıran, iyi iş yapan ve «Ben müslümanlardanım» diyenden daha güzel sözlü kim olabilir? *** Bu âyette, iyiliği emreden dâvetçide ve hatipte aranacak vasıf-ların en önemlileri bir araya getirilmiştir. Burada iyiliğe dâvet eden tebliğci veya hatip için sâlih amel, işinin sözüne uygun olmasıdır. „Ben şüphesiz müslümanlardanım“ demesi ise, dâvetçi veya hatibin kendini dinleyicilerden üstün ve ayrı görmemesi, onlarla kaynaşmış, kibir ve gurur gibi duygulara kapılmamış olmasıdır. İnsanlar, örnek görmek isterler. Psikoloji ve pedagojide, örnek almanın doğurduğu “taklit fonksiyonu”nun büyük değeri vardır. Her taklit olayı, önce insanların ruhlarında arzu, ihtiyaç, itikad ve fikir şeklinde doğar.

Daha sonra bunlar, hareket ve davranışlar, âdet ve alışkanlıklar şeklinde yaşayışa intikal eder. Bu konuda toplumun her sınıfında ve her türlü eğitim dalında istifade edilir. Meselâ çocuğuna dinî eğitim vermek isteyen bir âile, ona her vesile ile “taklit edilecek iyi numûneler” göstermek zorundadır. Yemeğe başlarken besmele, kalkarken hamd, Kur’an okumak, namaz, oruç, fakirlere yardım, küfür etmemek, içki içmemek, yalan söylememek gibi İslâm’ın emrettiği esasları, ciddî ve samimi olarak önce aile büyükleri yapacak, çocuklar şuursuz olarak bunları taklit edeceklerdir. Bu taklit devam ettikçe, nihâyet kuvvetli bir itiyat/alışkanlık haline gelir. Çocuklukta kazanılan iyi itiyatlar, bütün hayat süresince devam eder. Toplumun her yönünde halk toplulukları ve kitleler arasında aynı kanun hükümleri geçerlidir.

 

Öğretmen okulda, dâvetçi muhatapları karşısında hal ve tavırları, fikirleri ve sözleriyle daima örnek olmalıdır. Bunlar yapılmadıkça dâvet ve tebliğ için, eğitim ve öğretim için ne kadar gayret sarf edilse tesirsiz kalmaya mahkûmdur. Genel ku-ral olarak diyebiliriz ki tebliğ, beşikten mezara kadar devam eden bir alıştırma ve iyi örnek olma işidir. Rasulullah, (sav) yirmi üç sene süren peygamberlik hayatı boyunca hiç kimse, onun karşısına çıkarak, veya arkasından konuşarak: „Neden bize söylediklerini kendin de yapmıyorsun?“ diyememiştir. Rasu-lullah’ın bu üstün vasfı, O’nun her yönüyle sözü dinlenir bir peygamber olarak tanınmasına sebep olmuştur. Hayatı boyunca ona sarsılmaz bir imanla bağlananlar, her şeyden çok, sözünün işe uygun olması yönü ile ona bağlanmışlardır.

 

Rasulullah’a beslenen güvenin, itimadın aslı bu esasa dayanıyordu. Yaşayışla güzel örnek verme kuralının etkisini gâyet iyi bilen Peygamber Efendimiz, kendisi hayatıyla örnek teşkil ettiği gibi, İslâm’a dâvet ettiği insanların İslâmî yaşayışı görerek fikir ve kanaatlerini ona göre tayin ve tespit etmelerine imkân ve vesileler hazırlıyordu. Bedir Gazvesinde ele geçirilen esirlerin topluca bir yerde hapis tutulmaları yerine birer birer ashâb-ı kirâma dağıtılarak misafir edilmeleri, başka birtakım fayda mülâhazaları yanında büyük ölçüde, esirler sahabenin İslâm’ı yaşayışına vâkıf olsunlar diye olsa gerektir. İslâm düşmanı Benû Hanife reisi Sümâme’nin müslüman olmasına, Hz. Peygamber’in güzel muâmelesi, karşılıksız affı yanında mescidde bir direğe bağlı kaldığı müddet zarfında İslâmî tatbikatı görerek hakikati idrak etmesi de etkili olmuştur, diyebiliriz.

 

Tâif heyeti geldiği zaman, müslümanların Kur’an okuyuşları, namaz kılışları, hu-şû ve huzû içinde ibadetleri ve İslâm’ı yaşayışları kalplerini rikkate getirsin diye Hz. Peygamber’in onları mescidin hemen yanında misafir ettiğini biliyoruz. Bazı heyet mensuplarının, ashâbın evlerine dağıtıla-rak misafir edilmelerinde de, yine bu husus mutlaka göz önünde bulundurulmuştur. Görülüyor ki İslâmî dâvetin neticeye ulaşabilmesi için dâvetçinin tebliğ ettiği esasları çok iyi bilerek hayatında yaşaması, güzel bir örnek teşkil etmesi, mutlak bir zarurettir. Asr-ı Saadet’ten sonra İslâm’a muhatap olan millet ve ümmetlerin İslâm’ı öğrenme ve kabul etmede tamamen uzak ve yabancı kalmalarına sebep, -esefle kaydedelim ki- İslâm’ı hiç duymadıkları veya yanlış anladıklarından ziyade, müslümanlardan gördükleri kötü yaşayış ve davranışlar olmuştur.

 

İslâm’ı kabul edenleri incelediğimiz zaman bunların iki ana grup teşek-kül ettirdiğini görürüz: 1- Allah’a ve İslâm’a samimiyetle bağlı müslümanların örnek yaşayışlarından etkilenerek müslüman olanlar, 2- Hür düşünce ve tarafsız bir araştırmayla İslâm’ın hakikatini anlayarak diğer dinlerin yanlışlıklarından İslâm’a sığınanlar. Şüphesiz birinci grup, ikinciden kat kat fazladır. Müslümanlar ve dâvetçiler, bilmelidirler ki şâyet kendileri yaşayışlarını İslâm’a uydurarak güzel bir örnek halinde İslâm’ı sunabilseler Avrupa’sıyla, Amerika’sıyla bütün bir cihan kapıları sonuna kadar İslâm’a açacaktır. Yapmadıklarını söyleyen, başkasına öğüt verip kendileri verdikleri öğütlere uymayan ve başkalarına doğru yolu gösterip kendileri o yoldan gitmeyenler, ancak kulların alayını ve Rablerinin gazabını üzerlerine çekerler.

 

Dâvetçi, kendi kendisini sıkı sıkıya kontrol etmeli ve verdiği kararlara uymakta öncelikle kendisini sorumlu tutmalıdır. İlim, başkalarına aktarmak için değil; öncelikle yaşamak için öğrenilmelidir. Cenabı  hak  buyuruyorki: veyl olsun o Mutaffiflere. Her konuda ölçüyü kaybedenlere veyl olsun. Kazanma harcama konusundaki ölçüden tutun da, çocuğa verilecek eğitimin ölçüsüne, kadınların haklarını verme konusundaki ölçüye, komşularımızın haklarına verme konusundaki ölçüye kadar her konuda ölçüyü kaybedenlere veyl olsun.

 

Özellikle burada mal, mülk konusunda ölçüyü kaybedenler anlatılıyor. İnsanların mala bakışlarının bozulması, malla ilişkilerini Allah’ın istediği gibi ayarlamamaları anlatılıyor. Mal konusunda ölçüye, tartıya riâyet etmeyişleri anlatılıyor. Kur’an-ı Kerîm’de pek çok yerde ölçüye tartıya riâyet etmeyen toplumların helâk oldukları vurgulanmaktadır.

Rabbimiz  Araf sûresinde Şuayb’ın (a.s) toplumunun durumu anlatılır. Şuayb’ın (a.s) toplumunun en büyük hastalığı muamelat konusuna Allah’ı karıştırmamak ve ölçü, tartıya riâyet etmemekti. Ölçü ve tartıda kapitalist bir hayatın ortaya konması, maddeci ve materyalist bir anlayışın doruklaştırılması. Ahiret inancının, hesap-kitap duygusunun dışlanıp dünyanın birinci plana alınması ve bunun sonucu olarak da putlaştırılan dünya ve dünyalıklara ulaşabilmek için her şeyin meşru sayıldığı bir toplum. Bakın bu topluma elçi olarak gelen Hz. Şuayb der ki: “Medyen halkına da kardeşleri Şuayb’ı gönderdik. Onlara şöyle dedi: “Ey milletim! Allah’a kulluk edin, O’-ndan başka İlâhınız yoktur. Rabbinizden size bir belge geldi. Ölçü ve tartıyı tam yapın, insanların eşyasını eksik vermeyin, düzelttikten sonra yeryüzünde bozgunculuk etmeyin; inanıyorsanız bilin ki, bunlar sizin için hayırlıdır.” (A’râf 85)

 

Meyden halkına da kendilerinden, kendi içlerinden, tanıdıkları, bildikleri kardeşleri Şuayb’ı gönderdik diyor Rabbimiz. Kavmine elçi olarak, örnek kul olarak gönderilen Hz. Şuayb kavmine dedi ki: Ey kavmim, ey benden olanlar, ey sahiplendiklerim, Allah’a kul olun. Allah’ı dinleyin. Allah için bir hayat yaşayın. Almanızda vermenizde, sevmenizde küsmenizde, evlenmenizde boşanmanızda, yemenizde içmenizde, giyinmenizde kuşanmanızda, düğününüzde derneğinizde, kocalığınızda babalığınızda, hukukunuzda eğitiminizde, hasılı tüm bireysel ve toplumsal hayatınızda sadece Allah’ı dinleyin. Sadece Allah’ın çektiği yere gidin. Çünkü sizin O’ndan başka sözünü dinleyeceğiniz, yasalarını uygulayacağınız, hatırını kazanacağınız ilahınız yoktur.

 

Allah’tan başka hayata karışacak tanrınız yoktur. Allah’tan başka hayata program yapacak yoktur. Rabbinizden size apaçık Beyyine’ler gelmiştir. Öyleyse Rabbinizin emrettiği biçimde ölçü ve tartıya riâyet edin ve insanların mallarını eksiltmeyin. Allah’ın meşru kılmadığı, Allah’ın izin vermediği batıl yollarla, haram yollarla birbirinizin mallarını yemeyin, birbirinize zulmetmeyin. Allah’ın peygamberi evvela toplumunu tevhide dâvet ettikten sonra ölçü ve tartı konusunu, ticarette dürüst davranmaları konusunu gündeme getiriyor. Elbette tevhidi kavrayamamış, Allah’a Allah’ın istediği biçimde inanamamış bir insanın, içine iman ve akide yerleşmemiş bir toplumun ameli hayatının düzelmesi de mümkün olmayacaktır.

 

Allah’ı, Allah’ın kendisini tarif ettiği biçimde tanımayan ve inanmayan bir adama bir kısım amellerden söz etmenin anlamı yoktur. Çünkü ne adına yapacak ki adam bunları? İnsanlara önce Allah, cennet, cehennem, hesap-kitap anlatılacak, yani cenneti ve cehennemi olan, sonunda hesaba çekecek olan bir Allah anlatılacak ve ondan sonra da işte bu Allah hatırına şunları şunları yapman lâzım denilecektir. İşte Allah’ın elçisi de işe buradan başladıktan sonra onların hayatlarındaki bir bozukluğa dikkat çekiyor. Ölçü ve tartıya riâyet edin ve insanların eşyalarını eksiltmeyin, eksik vermeyin. Bu emir, ticaretin her çe-şidini içine alan bir emirdir. İhtiyaç olmayan şeyleri reklâmlar vasıtasıyla ihtiyaçmış gibi göstermekten tutun da, insanların şartlandırılmasına, satılmaması gereken malın satılmasına, enflasyon yoluyla çaktırmadan sadeyağdan kıl çeker gibi insanların ceplerine uzanmaya kadar her türlü mal eksiltmeyi içine almaktadır ve bunların her türlüsü yasaktır. (Ali Küçük…Besairul kuran…)

 

Kardeşlerim Zuhayli Rahmetullahi  aleyh anlamaya  gayret  sarfettigimiz Mutaffifin  suresinin  izahında  diyorki: * 1- Kâfirler her zaman müminlere karşı düşmanlık, kin ve döneklik içindedirler. İman ile küfür, gerçek din ile dalâlet ve yüksek ahlâk ile dü­şük ahlâk bir arada olamazlar. Müşriklerden müminlere karşı işkenceler çıkıyordu. Bu ayette de zikredilenler onlardandır: Müminlerle alay ve eğ­lenme, ayıplama, şahsiyetlerini zedeleme, İslâm sebebi ile kınama, müslümanları eğlence konusu yapma, içinde bulundukları şirk, masiyet ve dün­yayı yaşamayı tercih etme, müminlerin babaların, dedelerin dinini terkedip Muhammed (s.a.)’e uymakla ve kesin olmayan bir sevap uğruna hazır nimetleri bıraktıklarını iddia ederek sapıttıklarını söyleme.

 

2- Kâfirler ahirette söz ve fiillerinin benzeri ile karşılık bulur. Bu, mü­minlere teselli ve İslâm’da onları sabitleştirme, yükümlülüklere ve sayılı günlerde düşman işkencelerine karşı dayanma gücü kazandırma içindir. Bu söz onların sevincini artırır. Zira, kendilerini yükselten, düş­manlarını da alçaltan bir tutumdur bu.(Zuhayli..Tefsiri Mğnir…) Mutaffifin  suresinin  son üç ayetinede  bakarak  konumuzu noktalayalım  inşaallahÇ “Bugün de, inananlar inkârcılara gülerler.” Evet dün hayatta iken, dünyada iken kâfirler 

 

 

 Kendileri cennette koltuklarına yaslanmış, hûrilerinin arasında, gözlerin görmediği, kulakların duymadığı zevklerin içinde, pınar başlarında, ağaç gölgeliklerinde zevkten kendilerinden geçerlerken, kâfirleri cehennem ateşinin içinde gördükçe onların perişan hallerine bakıp bakıp gülecekler, sevinecekler. Bu gülmeleri hem kâfirlerin kendilerine dünyada gülmelerine mukabil alay adına bir gülme olacak, hem de kendilerinin kurtuluşlarına gülecekler. Cennete girince mü’minler iki kere sevinip gülecekler. Birincisi cehennemden kurtuldukları için, ikincisi de cenneti kazandıkları içindir. Çünkü Cehennemden kurtulmak ayrı bir zevk, cenneti elde etmek ayrı bir nimettir. Kâfirler de iki kere üzülecekler, iki kere kahrolacaklar.

 

Birincisi Cehennemi boyladıklarından, ikincisi de cenneti kaybettiklerindendir. “Tahtlar üzerinde, inkârcıların yaptıkları şeylerin karşılığının nasıl verildiğini seyrederler.” Koltuklarına yaslanmış olarak. Nasıl kâfirler amellerinin, hayat programlarının, yaşadıkları İslâm dışı hayatın korkunç karşılığını gördüler mi? Buldular mı sonunda aradıklarını? Nasıl? Yapar mıymış Al-lah? Hak mıymış Allah’ın vaadleri? Var mıymış cehennem? Hikaye miymiş cennet? Yalan mıymış azap? Haklı mıymış mü’minler? El hak doğrudur Rabbimizin sözleri. İşte şu anda mü’minler yaşadıkları hayatın karşılığını, kâfirler de yaptıklarının karşılığını buldular.

 

Her iki taraf da emeline ulaştı. Yaşasın kâfirler için cehennem ve yaşasın müminler için cennet. Çünkü Allah dünyada böyle demişti, böyle anlatmıştı, böyle haber vermişti. Kim benim istediğim şekilde yaşarsa sonunda cennet var, kim de benim gösterdiğim yolun dışında hareket ederse ona da cehennem var demişti. İşte aynen Rabbimizin verdiği haber gerçekleşti. Dünyada ben cennete gitmek istiyorum diyerek yaşayanlar cennetlerini buldular, ben de cehenneme gitmek istiyorum diyenler de cehennemlerini, azaplarını, ateşlerini buldular. Herkes lâyık olduğu yeri buldu.

 

Kardeşlerim inanıyoruzki, Herkes yaptıklarının karşılığını görecektir. Bizlerde  de amellerimizin  karşılıgını göreceğiz. Arzumuz  odurki; Yaptığımız şeyler iyi ve güzel olsun, bunda da ölçümüz Kur’ân-ı Kerim olsun inşaallah. Allahım bizleri Kuranı  kerimin  nuruyla  bakanlardan  eyle. Bizleri Sünneti  seniyyeden   kopmayanlardan  eyle. Bizleri ifrat  ve tefrit  hastalıgına  tutulanlar  zümresinden  eyleme. Bizleri hesabını  kolay  verenlerden  eyle. Bizleri din  gününde pişman olanlardan  eyleme.  Bizleri ölçü  ve  tartılarında haddi  aşmayan  kulların  zümresine  dahil  eyle. Bizleri  sıratı müstakimden  ayırma. Sen her şeylere kadirsin  allahım…Amin…

 

Sermedkadir…LU…09.05.2014.

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht.