Huzur Ver Allahım

Rabbimiz  hucurat  suresi  ayet.13.te  mealen şöyle  buyurmaktadır: ***Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır…***

İnanıyoruzki; Huzuru bulmanın anahtarı İnsanı yaratan Allah olduğundan dolayı, kulun kalbinin huzuru hangi yolla yakalayacağını en iyisini  yine  rabbimiz bizlere  bildirmektedir. Gönderdiği son şanlı  rasuluyle de bunun pratik hayatta  nasıl gerçekleşeceğini en güzel  bir örnekle insanlığa göstermiştir. Bu nedenle, insan yaşadığı hayattan lezzet almak, mutluluğu yakalamak, en sıkıntılı anında bile Allah’a olan yakınlığından güç alarak ayakta kalmak istiyorsa, Rabbi’ne dönmekten başka çıkar yolu yoktur.

Kendisini yaratandan kaçan ve bu Yüce Yaratıcı’nın Rasulü’nün önderliğinde sunduğu hayat rehberliğinden uzaklaşan insan, kendisinden, özünden ve değerlerinden uzaklaşmış insandır. O bir boşluktadır. Böyle bir insan ne kadar zengin olursa olsun, ne kadar büyük makamlara gelirse gelsin huzuru asla yakalayamayacaktır. İnsanların önüne çıktığında sergilediği sahte gülüşün ardında her zaman için bir sıkıntı, doyumsuzluk,tatminsizlik ve huzuru bulamamanın verdiği iç burkuntusu olacaktır.

Karşılaştığı sıkıntılar karşısında derdini Rabbi’ne arz edip, ona sığınıp gözyaşı dökemeyeceğinden, keza tevekkül ve kader anlayışını kaybettiğinden dolayı, karşılaştığı her bir sıkıntı belinin biraz daha bükülmesine neden olacak, belki maddi olarak çok güçlenecek ancak gönül sükunetini bir türlü bulamayacaktır. Yaşadığımız şunca ömrün bizlere ahiret sermayesi olarak fazla bir şey kazandırmadığının farkındayız. Huzur sözcigi  dillere  geldiginde nedense hep maziyi  hatırşar  derin  bir  ahh çekerek nerde o günler  deriz.

Allah  korusun ya o huzurlu  diye ümit  bagladıgımız  yıllar imtihanımızın acı  günleriyse ve  onun  iöin  diyoruzki; Eğer Allah’ın rahmet ve merhameti olmazsa bizim  öngirümüz, dilek  ve  arzularımız koskoca  bir  yan  olarak  kalacaktır. Ömür  sermayemizde yaşadıgımız  bunca  zaman boyunca gerçek anlamda huzuru bir türlü bulamadıysak  yine  itidalli  bir  özeleştiri  yapmamız  kaöınılmazdır  düşüncesindeyiz. Geçirdiğimiz yıllara baktığımızda kulluğumuzu belki belli bir oranda yerine getirmeye çalışırken, bu arada bir çok yanlışlarımız olduysa, Helal ile harama arkadaşlık yaptırdıysak.

Dalgalı  ve  çalkantılı  denizde bir o tarafa bir bu tarafa savrulan  gemi  misali devamlı  gelgitlerimiz olduysa. İslamca  bir  yaşantıya  degilde  heva  ve  heveslerimize  meylettiysek, Tevbelerimize fazla bağlı kalamadıysak. Arkadaş çevremizden ve kendi nefsimizden kaynaklanan nedenlerden ötürü doğru düzgün bir kulluk sergileyemedikse. Evet  kardeşlerim özeleştiri  başlarsa  sonunu  getiremeyiz onun  için mazinin  derinligine  gömülmenin  aksine  gelecege bakarsak  dah  isabetş,  olur  inancını  taşıyoruz. Nefes  alıp  verdigimiz  an hiç bir  şey gecikmiş  degildir.
Atılacak ilk adım nedir diye soracak olursanız, bunun cevabı basittir. Önce içten bir tevbe edelim. Ardından da İslâm’ı kendi başımıza yaşama kahramanlığından vaz geçelim. Bizler hayatımızı istikamet üzere devam ettirecek güzel bir arkadaş topluluğuna muhtacız. Bunu yapabilirsek, hayatı Allah ve Rasulü’nün istediği gibi devam ettirmek bundan sonra çok daha kolay olacaktır. Bu gerçekleştiğinde ise, hem Rabbimiz’e ibadet etmenin hazzını tadacağız, hem de helal ve harama dikkat ederek yaşayacağımız için yastığa başımızı koyduğumuzda gerçek  huzurla  tanışmanın  sevincin alacacagız.

Kardeşlerim, Unutmamak gerekir ki, huzur bize dışarıdan enjekte edilecek bir şifa değildir. Huzuru inşa edecek olan da, onu hayatına hakim kılacak olan da, ondan güç alacak olan da yine bizleriz. Onun inşasına başlanacak olan yer ise kalbimizdir. Önce kalbimizi ıslah edelim. O ıslah olduktan sonra, işlerimiz de kolaylaşır, huzuru da buluruz inşaallah. Yaşadığımız çağ pek çok şey sundu bize. Her işi kolaylaştıran yüksek teknoloji, makinalar, elektronik, gereçler, kolay ulaşım, büyük şehirler… Bu çağ insanlığa okyanusların derinliklerini, uzayın sırlarını aşina kıldı. Ama lazım  olan en  önemli gereksinimiz  olan İç huzurunu  veremedi. O kadar şikayetlerimiz  arttıki  yaşadımız yaman  dilimine “bunalım çağı” bile denildi.

Bilenler bilir, insan iç huzurunu bir kez kaybedince saraylarda yaşasa  bile kıymeti yok. Ve huzursuz insanın iç sıkıntısını  anlatacak kelime  bulmakta  zorlanırız.Etrafımızdaki insanlara göz gezdirdiğimizde, neredeyse herkesin bunalımda olduğunu ve yaşadığı hayattan tat alamadığını görüyor, duyuyoruz.

Yaşanan buhran ve sıkıntılı  hayat ve  bunalımların öyle zannedildiği gibi insanların fakir veya zengin olmasıyla da ilgisi yoksa. Zengin olan da bunalımda, fakir olan da bunalımdaysa. İnsanlar yataklarına girip başlarını yastıklarına koyduklarında kolaylıkla uykuya dalamıyorlarsa. Herkes her şeyden şikayetçiyse. Eşler birbirinden ve çocuklardan, çocuklar da hepsinden şikayet etmekteyse. O  zaman  mutlaka  en  kısa  yoldan  bu  durumu ortadan  kaldırma  çabalarına  başvurmak anın vacibidir  diye  düşünüyoruz. Ve  diyoruzki  huzuru  temin  etmenin  yolu  aileden  başlar.

Kardeşlerim  inanıyoruzki; İslâm’da aile müessesesi, otoriteye değil, „sevgi“ye dayanır. Sevgisiz otorite, kırıp dökmekten, kalpleri birbirinden uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramaz. Ailenin temel fertleri olan karı-koca arasında sevgi ve saygı olduğu takdirde, bu durum ailenin bütün fertlerine yansıyacaktır inancındayız. Ailede herkesin vazifesi bellidir. İdarecilik görevi „baba“nın üzerindedir. Bu idarecilik, tahakküme dayanan bir idarecilik değil; şefkate, nezakete, anlayışa dayanan bir idareciliktir. Bunu, tıpkı çobanın sürüsünü „kurtlardan“ korumak için uyanık durmasına ve titizlik göstermesine benzetebiliriz. Ailede reis, evin erkeğidir.

Rabbimiz Nisa suresi  ayet.34.te  mealen şöyle  buyurmaktadır: *** Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudur. Onun için sâliha kadınlar itaatkârdır. Allah’ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi (kimse görmese de namuslarını) koruyucudurlar. Baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezlerse) dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür…***

İbni Ömer’in (r a.) rivayet ettiğine göre Peygamber  efendimiz (sav) mealen şöyle buyurmuştur: **Dikkat ediniz! Hepiniz çobansınız ve hepiniz idare ettiklerinizden sorumlusunuz. İdareci çobandır ve emri altındakilerden sorumludur. Erkek, ev halkının çobanıdır ve onlardan sorumludur. Kadın, kocasının evinin ve çocuklarının çobanıdır ve onlardan sorumludur. Köle, efendisinin malının çobanıdır, o da ondan sorumludur. Dikkat ediniz! Hepiniz çobansınız ve hepiniz emriniz altındakilerden sorumlusunuz…. (Buhâri, Ahkam:1)**

Yeri  gelmişken  burada erkeğin Vazifeleri, hakları, mesuliyetlerine  kısaca  bakalım  inşaallah: Bu Hadis-i şerifte erkek „çoban“ olarak teşbih edilmektedir. Bu teşbihten de anlaşılacağı üzere erkeğin mesuliyeti çok büyüktür. Ev halkına helâl rızık temini için çalışacak, çabalayacak; onları maddî-mânevî kötülüklerden koruyacak; onların dünya ve âhiret saadetini temin için gerekli şartları ve imkanları hazırlayacaktır. Bu şuurla çalışan erkeğin yaptığı çalışmalar ibâdet hükmüne geçmektedir. Hattâ ailesinin ağzına koyduğu bir lokma bile sadaka hükmünde olmaktadır.

Sa’d b. Ebi Vakkas’ın (r.a.) naklettiğine göre Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: „Şüphesiz sen, Allah rızâsını arayarak yapacağın her harcamadan dolayı muhakkak ecre nail olacaksın. Hattâ eşinin ağzına koyduğun lokmaya kadar.“ (Buhârî, İmân: 41) Evin reisi olan erkek, hiçbir zaman, eşinin ve çocuklarının üzerinde hakları olduğunu unutmamalıdır. Bu hususta Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: „Rabbinin senin üzerinde hakkı vardır, nefsinin senin üzerinde hakkı vardır, ailenin senin üzerinde hakkı vardır. Öyleyse her hak sahibine hakkın ver.“ (İslâmî Hayat)

Erkeğin mükellefiyetleri, görevleri ve buna mukabil hakları, eşine karşı nasıl davranması gerektiğiyle ilgili hadis-i şeriflere bakacak  olursak: Amr bin Ahves’den (r,a.) rivayet edildiğine göre Peygamberimiz (a.s.m.) şöyle buyurmuştur: „Dikkat ediniz, kadınlarınız üzerinde haklarınız vardır. Kadınların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız, sevmediğiniz kimseleri yatağınıza oturtmasınlar, arzu etmediğiniz kimselerin de evlerinize girmesine müsaade etmesinler. Yine dikkat ediniz, kadınlarınızın sizin üzerinizdeki hakkı, yeme içmelerini ve giyimlerini lâyıkıyla yerine getirmenizdir.“ (İbni Mâce, Nikâh: 3)

Hz. Âişe (r.a.) Resûlullah’ın (a.s.m.) şöyle buyurduğunu rivayet ediyor: „Mü’minlerin imân bakımından en üstünü, ahlâkı en güzel olanı ve ailesine en lütufkârı olup, en iyi davrananıdır.“ (Tirmizî, İmân:6)

Evin reisi olan  erkek, evin geçimini temin için çalışacak, ama o çalışmanın Allah’ın emri olduğunu unutmayacaktır. Bu şuurla çalıştığında hanımı için yaptığı her harcamadan da sevap kazandığını bilerek hiçbir zaman şevkini, azmini kaybetmeyecektir. Erkek, hanımına yediğinden yedirmeli, giydiğinden giydirmelidir İmkanı ölçüsünde hanımı ve çocukları için harcama yapmaktan kaçınmamalı, cimrilik etmemelidir. Erkek, yeri gelince ev işleri de yapmalıdır. Peygamber Efendimiz (sav) evde bulunduğu zaman, evdekilere yardımcı olmuş, hattâ yerleri  bile  süpürmüştür.

Koca hanımına karşı sevgi ile muamele etmeli, otoritesini takınmamalıdır. Bir kimse isterse binlerce kişiyi emrinde çalıştıran bir işveren veya yönetici olsun; evine geldiğinde o âmiriyet ve yöneticilik elbisesini çıkarmalı, aile fertleriyle şefkate, sevgiye ve tevâzua dayanan bir diyalog kurmalı, hattâ çocuk gibi olmalıdır. Yâni yeri gelince çocukla çocuk olmalı, hanımıyla sıcak bir diyalog kurmalıdır. Vazife başındayken herkesin kendisinden ürktüğü ve titrediği Hz. Ömer (r.a.) bakınız bu hususta ne diyor: „Erkeğin suhulet ve ünsiyetle, hânımı yanında çocuk gibi olması gerekir. Toplum içinde yine erkek olsun.“

Peygamber Efendimiz (sav) hanımlarıyla şakalaşır, onların gönüllerini hoşnut ederdi. Hz. Âişe validemizle yarış yaptığı, bazen kendisinin o’nu, bazan da Hz. Âişe validemizin kendisini geçtiği vakidir. İşte bu tatbikatı göz önünde bulundurarak evde, „sert erkek rolü“ oynamaktan vazgeçilmelidir. Evin reisi eve geldiğinde herkesin içi açılmalı, yüreği ferahlamalı, onun eve dönüşü dört gözle beklenmelidir. Yoksa eve geldiğinde, herkesin hışmından sakınmak için köşe bucak sakındığı bir reis, aslî vazifesini suistimal ediyor görevlerini  hakkıyla yerine  getirmiyor demektir.

Erkek, hanımının yanlışlarını, hatalarını, noksanlarını hoş görmelidir. Yemeğin tuzu eksik olmuş diye hanımını azarlayan erkek en  basit  tabirle, „ham erkek“tir. Erkek, karısının akrabalarına da tıpkı kendi akrabaları gibi değer vermeli, onların hatırını saymalı, onlarla samimi ve sıcak bir diyalog kurmalıdır. Erkegin  bazı  görevlerini  ifade  ettikten  sonra, Kadının kocasına karşı görevleri hususunada  kısaca  bakacak  olursak: Atalarımız „yuvayı dişi kuş yapar“ demiştir. Bundan maksat, yalnızca evin maddî bakımdan dirlik düzenini sağlamak değildir. Hanım aynı zamanda ailenin moral değerlerini diri tutmak, ailede huzurun ve neşenin devamlı  olması için gayret göstermek durumundadır.

Ebû Hüreyre’den (r.a.) rivayet olunduğuna göre Resûl-i Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:“Kocasının izni olmadan (zevci huzurunda) bir kadının (nafile orucu tutması) ve yine müsadesi olmadan evine (herhangi bir kadın veya erkeğin girmesine) izin vermesi caiz olmaz.“ (Riyazü’s-Salihin c.1/324) Ümmü Seleme’den (r.a.) rivayete göre, Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz: „Herhangi bir kadın, kocası kendisinden razı olduğu halde ölürse Cennet’e girer“ buyurmuştur. (Riyazü“ Salihin, c.1/326)

Abdurrahman b. Avfdan (r.a.) Resûlullah’ın (s.a.v.) şöyle buyurduğu rivayet edildi: „Kadın beş vakit namazını kılar, ramazan orucunu tutar, namusunu korur ve kocasına itaat ederse, ona: Cennetin hangi kapısından dilersen oradan gir, denilir.“ (Tergib ve Terhib, c.4/214-14)

Ebû Hüreyre (r.a.) Peygamber Efendimizin (s.a.v.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: „Bir kimsenin bir kimseye secde etmesini emredecek olsaydım, herhalde kadının kocasına secde etmesini emrederdim.“ (R-Salihin c. 1/325)  Kadın, aile sırlarını kimseye söylememelidir. Şüphesiz bu hususa evin reisi de riâyet etmelidir, ama bu hususa bilhassa kadınlar dikkat etmelidirler. Çünkü onlar bir araya geldiklerinde, sanki normalmiş gibi birbirlerine en mahrem meseleleri dahi söyleyebilmektedirler.

Kadın, evden dışarı çıkarken koku sürmemeli, süslenmemeli, dikkat çekici bir şekilde giyinmemelidir. Koku sürünerek dışarı çıkmayla ilgili şu hadis-i şerife bakalım: Ebû Musa’dan (r.a.) Nebi’nin (s.a.v.): „Her göz zina eder. Bir kadın güzel kokular sürünüp de erkeklerin bulunduğu yere uğrarsa zina etmiş olur“ buyurduğu rivayet edildi, (a.g.e., c. 4/278)  Kadının kocasının izni olmadan nafile oruç tutması, kocasının rızâsı olmadan çarşı-pazara çıkması, komşu ziyaretlerine gitmesi caiz değildir. Kadın her yerde ve her zaman kocasının şerefine, namusuna sahip çıkmalı, kocasının malını korumalıdır.

Kadın kocasına karşı sesini yükseltmemeli, her zaman tatlı dilli, güler yüzlü olmaya çalışmalıdır. Eve yorgun-argın gelen evin erkeği, güler yüzle karşılanmak ister. Kadın kocasının eve döneceği saatlerde kendisine çekidüzen vermeli, ev işi yaparken giydiği kıyafeti değiştirmeli, en güzel kıyafetini giymelidir. Maalesef günümüzde bu hususa pek dikkat edilmemektedir. Kadın kocasının yanına, evi silip süpürürken giydiği kıyafetle çıkarken, birlikte ev gezmesine gittiklerinde en güzel elbisesini giymektedir. Halbuki kadın gezmeye giderken gösterdiği hassasiyeti kocasının yanında da göstermelidir.

Kadın kocasının akrabaları ve misafirleri geldiğinde, onlara yemek yapmalı, „yüz ağartmalı“dır. Onun bu şekilde „misafirperverliği“ kocasını çok memnun edecektir. Kadın, kocasının nazarının yalnız kendi üzerinde olması için gayret göstermeli, kocasına karşı soğuk ve itici davranmamalıdır. Karşılıklı hoşgörü ve nezaket: Karı-koca karşılıklı olarak birbirlerine hoşgörülü davranmalı, nazikâne şekilde hitap edip, zerafet ölçüsünde muamele etmelidirler. Birbirlerine karşı; „Efendi“, „Bey“; „hatun“, „hanım“ gibi nazikane ifadelerle hitap etmelidirler. Bizde yerleşmiş örfe göre, erkek yabancıların yanında hanımının isminden bahsetmez.

Hanımından bahse mecbur kaldığı yerde; „refikam“, „ayalim“, „çocuklarımın anası“, v.b. gibi ifadeler kullanır. Hanım da kocasından bahsederken; „Bizim Bey“, „Bizimki“, „Bizim Efendi“ gibi tâbirler kullanır.  Karı-kocanın birbirlerini kıskanmaları gayet normaldir. Kıskançlıkla ilgili şu hadis-i şerife bakalım: Muğiyre’den (r.a.): „Bir kere Sa’d b. Ubade: ‚Karımın yanında bir erkek görürsem hiç aman vermeden onu kılıcımın keskin ağzı ile vurur tepelerim‘ demişti.

„Bunun üzerine Peygamber Efendimiz mecliste bulunanlara: „Sa’d’ın bu kıskançlığına şaşıyor musunuz? Allah’a yemin ederim ki, ben ondan daha kıskancım. Allah’ın kıskançlığı da benimkinden çoktur. Bunun içindir ki -gizli olsun, açık olsun- fuhuş ve kötü şeyleri yasaklamıştır. Cenâb-ı Allah kadar kullarını seven hiç kimse yoktur. Bunun içindir ki, insanları uyaran ve müjdeleyen Peygamberler göndermiştir. Allah celle  şanuhu kadar iyilik etmeyi seven de yoktur. Bunun içindir ki, kullarına cenneti va’d buyurmuştur‘ dedi.“ (Hayatü’s-Sahabe, c.3/274)

Hz. Ali de (r.a.) kıskanmayanları kınayarak şöyle demiştir: „İşittiğime göre kadınlarınız çarşı ve pazarlarda erkekler arasında gezip dolaşıyorlar. Sizde kıskançlık duygusu yok mu? Şunu bilin ki kıskanmayan kimsede hayır yoktur.“ (a.g.e., c.3/276) Karı-koca eve geldiklerinde selâm vererek ve dua ederek çocuklarına örnek olmalıdırlar. Selâm ve dua ile ilgili hadis-i şeriflerden bazılarına bakalım: Enes b. Mâlik (r.a.) der ki: Resûlullah (s.a.v) bana: „Oğlum ailenin yanına girdiğinde selâm ver ki, sana ve ailene bereket olsun“ buyurdu. (Tergib ve Terhib, c.3/462)

Karı-koca işte bu şekilde eve girerken, yemek yerken, yatarken Allah’ın adını anarak, selâm vererek, dua ederek; hem şeytanlardan Allah’a sığınmak, hem de Allah’tan hayırlar niyaz etmelidirler. Karı-koca, şeytandan Allah’a sığınırken, aynı zamanda Allahu Teâlâ’nın mutî (itaatkâr) kulları olan melekleri de evlerinde ağırlamalıdırlar. Bunun için de meleklerin eve girmesine mâni olacak hallerden sakınmalıdırlar. Meselâ, resim olan eve melek girmez. Bunu bilerek, ona göre hareket etmelidirler.

Hz. Ebû Hüreyre (r.a.) Peygamber Efendimizin (s.a.v.) bu hususta şöyle buyurduğunu nakletmektedir: „İçinde resim veya heykel gibi bir şey olan eve melâike girmez.“ (Ramûz, c.2/470-8) İslâmî şuura sahip karı-koca, birbirlerinin haklarına riâyet edecek, İslâmî ölçüleri göz önünde bulunduracak ve bunun neticesinde hem kendileri mesut olacak, hem de çocuklarını huzurlu bir atmosferde büyüteceklerdir. Bunun için de her ikisi de dindarlıkta birbirlerini örnek almalıdırlar.Saadetin temel şartı budur inancındayız. Karı-koca arasındaki,sevgi ve hoşgörü,ancak İslâmî şuur ve âdapla gerçekleşir inancındayız.

Onun ötesindeki sevgi, arizî (geçici) ve yapmacık bir sevgidir. O nevi sevgilerin ömrü, çok kısadır. Halbuki, dindar karı-kocalar arasındaki sevgi gerçek mânâda sonsuzdur. Zira o sevginin asıl meyvesi, ebedî hayatta ortaya çıkacak, o dindar karı-koca Cennette ebedîyyen bir arada olacaklardır. Kardeşlerim  her  dönemde  oldugu  gibi insanlar tabiiki  kendi  yaşadıkları  zaman  diliminden  sorumlu  olacaklardır. Yalnız  zamane  kavramını tek  suçlu  kabul  ederek bütün  günahlarıda  zamana  yıkmak  dogru  bir  hareket tarzı  olmamalıdır. Bizler  içinde  bulundugumuz  zaman  diliminden  ve  yaptıklarımızdan  sorumluyuz…

Hz. Aişe r.a. validemiz Rasulullah s.a.v. sonrasında toplumun eskisi gibi olmadığından dert yanmış, zühd dünyasının önderleri de hep geçmiş dönemlere olan hasretlerini dile getirmişlerdir. Bununla birlikte, bugüne kadar müslümanları huzura erdiren ve onların kardeş gibi bir arada yaşamalarını sağlayan temel kural Allah’a gerçek anlamda kul olmaları ve bunun gereklerini yerine getirmeleri olmuştur. Bu kural, gerçekleştiğinde bundan sonra da müminlerin hem kendi içlerinde huzuru yakalamalarını hem toplum güzelleşmesini sağlayacaktır.

İslâm tarihinin çeşitli dönemlerinde ve farklı coğrafyalarında yakalanan mutluluğun kökenlerine inildiğinde, karşımıza hep aynı temeller çıkacaktır. Bu nedenle, işe önce Allah’a iman etmekle, daha sonra da bunun gereklerini yerine getirmeye çalışmakla başlamak gerekmektedir. İnancındayız.Allah’a kul olmak İnsanın en büyük sorunu hiç şüphe yok ki, yaratılış gayesinden uzaklaşmasıdır. Kur’anı  kerim  ve sünneti  seniyyeye  baktıgımızda  insanın yeryüzüne Allah’a kulluk etmesi için getirildiğini, bu amaçla bir sınava tabi tutulduğunu anlamamız gerekir. Bu sınavda insandan istenen temel ödev, Allah ve Rasulü’ne iman etmesi ve bu ikisini hayatının merkezine alarak ömrünü sürdürmesidir. Dolayısıyla yaşantımızdaki  an  ğaye ve her şeyin Kur’an ve Sünnet’e uygun olması istenmektedir. Kul, Allah ve Rasulü’nün rızasını ve isteklerini hayatının köşesine doğru ittiğinde,

Allah ve Rasulü’nün dışında kalan şeylerin isteklerini ve beklentilerini karşılamaya yönelir. Bu nedenle de Allah ve Rasulü gönül dünyasından yavaş yavaş çekilir. Bunların yerini dünya hırsı, şehvet, tamah, kibir, riya, samimiyetsizlik gibi kötü hasletler almaya başlar. Bu durum devam ettikçe kul öyle bir noktaya gelir ki, kalbi Allah ve Rasulü’nün asla razı olmadığı isteklerle dolar, dünya ve onun sundukları gayesi haline gelir. Dindarlığı sadece sözde kalır, sözleriyle yaşadığı hayat arasında neredeyse bir bağlantı kalmaz. Kulluğu Allah’tan başka yöne doğru kayar. Zihnini meşgul eden şeylerin kulu-kölesi olur. Tabiidirki,Biz müslümanlar kulluğun nasıl yapılması ve nelere dikkat edilmesi gerektiğini Hz. Peygamber’den öğreniyoruz. Zira Hz. Peygamber s.a.v. Kur’an’ın yaşayan tefsiri idi.

Kardeşlerim iç huzuru  bulmak  için kulluk sadece namaz kılmak, zekat  vermek, oruç tutmak, hacca gitmek gibi ibadetlerle sınırlı değildir. Bunlar çok önemlidir ancak haram ve helale dikkat etmek de bir o kadar önemlidir. Hiç şüphe yok ki, yaşadığımız dönemde helale ve harama dikkat etmek önceki dönemlere göre çok daha zorlaşmıştır. Bu nedenle kulluk da zorlaşmıştır. Gözlerimizin bir harama takılmasına engel olarak yolda yürümemiz veya bir televizyon haberini izlememiz neredeyse imkansız hale gelmiştir. Pek çok harama da istemeden bulaşmaktayız. Ancak durum ne olursa olsun, bütün bu olumsuz şartlar bizim kulluktan uzak durmamız için bir mazeret olamaz.

Sıkıntı ve zorluk ne kadar fazlaysa, hiç şüphe yok ki mükafat  ve ecir de o derece fazla olacaktır inşaallah. Kul, helal ve haram çizgisine dikkat etmez, kendisinin ve ailesinin midesine inen lokmaların hangi yoldan geldiğini önemsemez, gözleri sürekli haramda dolaşır, gıybet yaparak tanıdığı herkesin günahını yüklenir, etrafındaki insanlar tarafından kötü anılırsa; bu kişi Allah’a kulluğun bir yönünü ihmal ediyor demektir. Esasında böyle bir insanın farz ibadetlerine özellikle de namazına dikkat etmesi beklenemez. Bunları yerine getirse bile lezzet alamaz. Hem Allah’ın yasakladığı şeyi yapacak hem de bir müddet sonra O’nun huzurunda divana durarak “Rabbim ibadetimi kabul et, beni iyi kullarından eyle” diye yalvaracak.

Düşünebiliyor musunuz, hem oruç tutuyor hem de o anda bir müslümanın gıybetini yapıyor veya alışverişinde hile yapıyor, dürüst davranmıyor. Aynı anda hem Allah’a ibadet hem de isyan ediyor.

Bu nedenle harama ve helale dikkat etmeyen insanların ibadetlerden manevî haz almaları  ve  yeterince  huzur  bulmaları beklenemez, ibadetleri sadece şekildedir, görünüştedir. Ayrıca bu insanlar yaşantıları tamamen çelişkilerle dolu olduğundan huzurdan da uzaktırlar. İçlerinde sürekli bir çatışma yaşarlar; kalpleri, iğneleniyormuşçasına devamlı tedirgindir. Ne kulluktan uzak kalabilmektedirler, ne de haramlara dalmaktan…

Esasında ifa ettikleri ibadetlerin Allah katında tam olarak karşılığını bulmadığını da bilmektedirler. Bunun hem kendilerini ibadete veremeyişlerinden hem de ibadetlerini haramlarla kuşatmalarından kaynaklandığının farkındadırlar. Teşbihte  hata  yoktur  derler, Bir evi soyan hırsızın, “aman yatsı namazını kaçırmayayım” diyerek çaldığı eşyaları bir kenara koyarak namaza durması gibi bir  durum  ortaya  çıkar… Allah’ın yasakladığı haramları işledikten sonra namaza durmanın veya diğer farz olan ibadetleri yerine getirmenin bu misaldekinden hiç farkı yoktur. Hatta haram helal dinlemeden sadece para kazanmaya bakan bir insanın bu parayla hacca gitmesi, Kâbe’de Rabbin huzurunda durarak ibadetini kabul etmesi için yalvarması ne derece makuldür allahu  teala  bilir…

Bu insanların imanlarını kontrol etmeleri ve gerçekten iman etmeleri gerektiği gibi, kulluğu sadece farz ibadetlerin ifasına indirgememeleri gerekir. Böyle yapmadıkları takdirde ise, kalpleriyle ve bildikleriyle barışık olmayan, gelgitli ve çelişkilerle dolu bir hayatı yaşamaya mahkum olacaklardır. Böyle bir hayatın onlara mutluluk getirmeyeceği aşikardır. Peygamber efendimiz (sav)  bu hususta bir  hadisinde  mealen  şöyle  buyurmaktadır: **Helal nafaka aramak her müslümana farzdır…(Kenzü’l-Ummâl).**

Bir diğer hadislerinde de çelişkili hayat süren müslümanın durumunu şu misalle açıklar:
**Bir kimse (hak yolunda) uzun sefere çıkar, saçları dağılmış, toza toprağa bulanmış bir halde ellerini semaya uzatarak ‘ya rabbi, ya rabbi’ diye dua eder. Halbuki yediği haram, içtiği haram, giydiği haram. Haram ile beslenmiş olursa böylesinin duası nasıl kabul edilir?” (Müslim)** Aynı hususa dikkat çeken Abdullah b. Ömer “Namaz kılmaktan yay gibi, oruç tutmaktan (zayıf düşüp) çöp gibi olsanız da haram ve şüpheli şeylerden kaçınmazsanız, Allah o ibadetleri kabul etmez.” derken,

İbrahim b. Ethem de “Kemale erenler, ancak midelerine gireni kontrol etmekle kemale erebilmişlerdir.” diyerek aynı gerçeğe vurgu yapmıştır.Kaybolan kanaat duygusunu kuşanmak “Hale rıza duygusu”nu kaybeden insan müthiş bir açlık içine düşer. Hiçbir şeyden doymaz.

Ne kadar maddi servete sahip olursa olsun hep daha fazlasını elde etmek için kendisini paralar. Bu, insanın servetini artırmasının ötesinde bir durumdur. Gözleri sadece maddeyi görür ve her şeyi buna göre ayarlar. İnsanlarla olan ilişkilerinden tutun da yaptığı hayırlarda bile maddi gücünü artırmayı ve etrafındakiler nezdindeki itibarını sağlamlaştırmayı hedefler. Bu insan sürekli olarak kendisini etrafındakilerle kıyas eder. Başkalarının sahip oldukları içini kemirir. Kendisinde yoksa ruhu daralır.

Birine komşuluğa gittiğinde eğer gözü kullandıgı arabasında ise, evine  vardıgında ev  sahibini mobilyalarına  ve  mutfagına ya  da  diger  eşyalarına  göre  degerlendiriyorsa, Çocuklarının başarılarını da başkalarının çocuklarıyla kıyas ediyorsa, Haline şükretmek yerine etrafıyla yarışmayı kendisine yol seçince, diğer evlerdeki başarılar veya maddi imkanların artması onun evi için huzursuzluk kaynağı olur. Haset ve çekememezlik onu yer bitirir.

Oysa Peygamber efendimiz (sav) mealen şöyle buyurmuşlardı: **Kanaat en  büyük  hazinedir…(Taberanî)** bir  başka  hadis  mealen  şöyle:**Gerçek zenginlik mal çokluğu değil, gönül zenginliğidir.” (İbn Mace)** Yine  İbni  macede  bizlere  ulaştırıan  hadis  mealen  şöyledir: ** İslâm ile hidayet bulan, yetecek kadar rızkı verilen ve buna kanaat eden kimse felaha ermiştir.” (İbn Mace)…**

Kardeşlerim  en  çok ifade  ettigimiz  sözlerden  birisi İslam  dini  cemaat  dinidir  sözüdür. Tabiiki İslâm birlikte yaşanması gereken bir dindir. Kişi ne kadar iyi müslüman olursa olsun, toplumda var olan kötülüklerden etkilenmeye ve değerlerinden uzaklaşmaya her an meyyaldir. Bu yüzden kendi başına bırakılmayacak kadar değerlidir. Olumsuzlukların, kötülüklerin fazla yer aldığı bir toplumda insanın tek başına kendisini etkilerden koruyabilmesi, buna ilaveten arkadaşlık yaptığı kimseleri güzelliğe doğru çekebilmesi çok zordur. Zira kendisi de zaafları olan birisidir. Bu nedenle, adı ne konursa konsun, insanın kendisini kontrol edecek, kalbindeki ahlâkî meziyetleri her zaman canlı tutacak, Allah ile olan bağını asla koparmayacak bir topluluğa ihtiyacı vardır.

Böylesi bir topluluktan kopan ve toplum içinde savrulup duran bir insanın iç huzurunu yakalayabilmesi oldukça  zordur. Allah Tealâ Ali  imran  suresi ayet.102.ve 103.te  mealen  şöyle  buyurmaktadır: *** Ey iman edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.

Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişileridiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O’nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız…***

Peygamber efendimizde (sav) çeşitli hadislerinde aynı hususa vurgu yapmaktadır: Taberani  rivayeti  mealen  şöyle : **Bir arada olun. Çünkü Allah’ın yardımı birlikte olanlaradır… (Taberanî)** Tirmizide  geçen  hadis  mealen şöyle: **İslâm topluluğundan ayrılmayın. Ayrılıktan zinhar sakının. Çünkü şeytan yalnız kalanla beraberdir ve (birlik olan) iki kişiden uzakta durur. Her kim, cennetin mutena yerini istiyorsa müslümanlar topluluğundan ayrılmasın…** Yine  Tirmizi de  geçen  hadis  mealen şöyle: ** Allah benim ümmetimi dalalet üzerinde biraraya getirmez. Allah’ın yardımı birlikte olanlaradır. Kim müslümanlar topluluğundan ayrı düşerse, şüphesiz cehenneme doğru yol tutar…**

İstanbul’un mânevî fâtihi olarak  bilinen, büyük âlim,velî Akşem- seddîn (rahmetullahi aleyh) diyorki:*  Mânevî huzûra ermek ve bu yolda ilerlemek için dört şey lâzımdır.  Az yemek,  Az uyumak, Halka az karışmak, Allahü teâlâyı çok zikretmek…* Yine Evliyânın büyüklerinden Alâeddîn Âbizî (rahmetullahi  aleyh) diyorki: * Zâhirî ve bâtınî bütün saâdetlerin, rahatlıkların hepsi, Resûlullah efendimize tâbi olmakla ele geçer. O’na uymak nisbeti ne ise, hu zûr ve saâdet de o nisbettedir. Bu yolda ilerlemek, kâbiliyet, gayret ve is teğin bir araya gelmesiyle mümkündür…*

Osmanlı ulemasının meşhurlarından Kınalızâde Ali bin Emrullah rahmetullahi aleyhe  göre insanın hakîkî sa­âdete kavuşması iki şeyle gerçekleşir: Birincisi; doğru bir îtikâda yâni Ehl-i sünnet îtikâdına sâhib olmak. İkincisi; sahîh amelleri yapmak ve güzel ahlâka sâhib olmak. Bunları elde etmek için de, önce bunları iyice öğrenmek, sonra da öğrendikleriyle amel etmek lâzımdır. Îtikâd mahalli olan kalp; bâtıl, bozuk inançlarla dolmuşsa ve âdî, kötü huylarla kirlenip kararmışsa, insan, fazîlet sâhibi olan ve saâdete kavuşan kimselerin de­recesine yükselmekten son derece uzaktır.

Böyle kimselerin kalbleri, ulvî âlemin feyzlerine kapalıdır. Bir insan, tabîatı ve kendini inceleyerek, hemen müslüman olduktan sonra, İslâm âlimlerinin kitaplarından, Muhammed aleyhisselâmın hayâ­tını ve güzel ahlâkını da öğrenirse, îmânı kuvvetlenir. Ahlâk bilgisi öğre­nerek, iyi ve kötü huyları, faydalı ve zararlı işleri anlar. İyi işleri yapıp, dünyâda olgun, kıymetli bir insan olur. İşleri düzeninde ve kolaylıkla hâsıl olur. Dünyâda râhat, huzûr içinde yaşar. Kendisini herkes sever. Allahü teâlâ ondan râzı olur. Âhirette de, Allahü teâlânın merhametine, mükâ­fâtlarına kavuşur…*

Tasavvuf büyüklerinden Ebû Yâkûb Nehrecûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: „İnsanda huzûr ve sevinç, şu üç şeyle hâsıl olur: Bi­rincisi; kişi Allahü teâlâya ibâdet edip, beğendiği işleri yaptığı zaman duyduğu sevinç ve rahatlık. İkincisi; kalbini Allahü teâlâdan başka her şeyden sıyırıp, sâdece Allahü teâlâ ile berâber kılmak. Üçüncüsü; Allahü teâlâdan başka şeyler hakkında konuşmayı bırakıp, Allahü teâlâyı an­maktan hâsıl olan tatlılık ve sevinç. Allahü teâlânın anılması sebebiyle meydana gelen neşe ve sevincin alâmeti üç şeydir: Birincisi; kulun dâ­ima, tâat yâni Allahü teâlânın beğendiği şeyler üzere olması. İkincisi; dünyâdan ve dünyâya düşkün olanlardan uzak kalması. Üçüncüsü; yap­tıkları ibâdet ve tâatlerde, sâdece Allahü teâlânın rızâsını gözetmesi. İn­sanların da görmesi ve bilmesi düşüncesinden kurtulması.“

Hirat’ta yetişen âlim ve büyük velîlerden Molla Câmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün bir kimseye; „Ne iş yapıyorsun?“ diye sordu. O da; „Hamdolsun huzûrluyum. Sıhhat ve âfiyette bulunduğum hâlde dünyâyı terkederek bir köşeye çekildim. Cenâb-ı Hakk’ın zikri ile meşgûl oluyo­rum.“ dedi. Molla Câmî buna cevap olarak; „Huzûr ve âfiyet bu değildir. Huzûr ve âfiyet, insanın nefsinin emmârelikten kurtulup, itminâna ka­vuşmasıdır. Nefsi itminâna kavuştur da, ister sâkin bir köşede otur, is­terse insanların arasında.“ buyurdular.

İmamı  Rabbani  hazretleri  diyorki:* Saadet, ömrü uzun ve ibâdeti çok olanındır. Ebedi  saadete kavuşmak, peygam­berlere uymağa bağlıdır. Yine buyurdular ki: Dünyâ hayâtı pek kısadır. Bunu en lüzumlu şeyde kullanmak gerekir. Bu en lüzûmlu şey de, kalbini toparlamış olan­ların yanında bulunmaktır. Hiçbir şey sohbet gibi faydalı olmaz. Sonsuz kurtuluşa kavuşmak için, üç şey muhakkak lâzımdır: İlim, amel, ihlâs.

Kardeşlerim nasılki  zamanımızda güzel  haslatler  için ugraş  veriliyorsa bizden  önceki  nesillerde huzuru, mutlulugu, saadeti,aramış bu hasletler  üzerinde  kafa  yormuş  ve  kendilerinden  sonra  gelecek  nesillere reçete  mahiyetinde güzellikler  sunmuşlardır Bu  alimlerimizden  biriside  Ebû Bekri Şiblî’dir (rahmetullahi aleyh) huzur  ve  saadet  hususunda  diyorki: * Dört yüz hocadan ders okudum. Bunlardan dört bin hadîsi şe­rîf öğrendim. Bütün bu hadîslerden bir tânesini seçip kendimi ona uydurdum, diğerlerini bıraktım. Çünkü, kurtuluşu ve ebedî saadete kavuşmayı bunda buldum ve bütün nasîhatleri hep bunun içinde gördüm. Seçtiğim hadîs-i şerîf şudur: Peygamber efendimiz (sav) bir Sahâbîye buyurdu ki: ** Dünyâ için, dünyâda kalacağın kadar çalış. Âhiret için, orada sonsuz kalacağına göre çalış. Allahü teâlâya muhtâç olduğun kadar itâat et! Cehennem’e dayanabileceğin kadar günâh işle…**

Allahım bizlere senin  dinini  hakkıyla yaşama  ve  yaşatma  kudreti  ver. Bizlere örnek  ve  önderimiz Peygamber  efendimize  hakkıyla ümmet  olma  şuuru  ihsan  eyle. Bizlere sana kulluk  yolunda saglık, sıhhat, afiyet  ve  huzur ihsan  eyle. Bizleri sonunda pişman  olacagımız amellerden  muhafaza  eyle. Bizleri  en  sonunda  senin  rızana  mıvafık olan kulların  zümresine  dahil  eyle. Bizlere seni  sevenleri  sevdir. Bizleri her  iki  cihanda ebedi mutluluk  ve  huzur duyacak  olanlardan  eyle…Sen  her  şeylere kadirsin  allahım…Amin…

Sermedkadir…LU…16.01.2015…

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht.