Tefsire Giriş

Hakkında yüzlerce kitabın yazıldığı ve her zaman ilim adamlarının baş vurduğu kaynak olmak özelliğini koruyacak olan Kur’an-ı Kerim’in mazhar ol­duğu bu ilgi ve ihtimam, varlık aleminde hiç bir kitaba nasib olmamıştır. İnanıyoruzki İnsanı bilgisizliğin vehimlerinden ve hurafelerden kurtaran, onu Allah’tan başkasına kul olmaktan, hevâ ve arzulara boyun eğmekten, materyalizmin az­gınlığından koruyan, kalpleri de akılları da dirilten bir akideye ve bir düşünce­ye çağıran ancak İslamdır. Kur’an’m bu çağrısı adalete, hakka ve bütün insanlığı kuşatıcı rahmetedir. Hayatın, düşüncenin, tasavvur ve yaşayışın dosdoğru metodunadır.

İnsanın Al­lah ile, kainat ve hayat ile ilişkisine açıklık getirecek şekilde bütün varlık âle­mini kuşatan bir bakış açısınadır. Bu çağrı ilme, doğru bilgiye ve tecrübeye, idrak melekelerinin çalışmasına bağlı akıl ve fikre ve yerden göğe bütün kainat üzerinde düşünmeye dayalıdır. Yine bu çağrı güce, izzete, şeref ve haysiyete, Allah’ın dinine güven duyup onunla şeref duymaya, bağımsızlığa bir çağrıdır. Aynı zamanda bu çağrı, baş­kalarının sahip oldukları bilgi ve marifetlerden yararlanmaya da yöneliktir. Çünkü bilim her hangi bir toplumun tekelinde değildir. O bütün insanlığın mahsulüdür. Ayrıca insanlığın gerçek özgürlüğe kavuşturulması ve yüce insanî değerlerin gerçekleştirilmesi de ilâhî bir hedeftir.

Bu hedef, kendi özel menfa­atlerini korumak, başkalarına üstünlük kurup diğer insanlara egemen olmak üzere insanın insanlığını ele geçirmeye gayret eden tâğût ve zorbaların menfa­atlerinden daha üstündür. Önceki semavi kitapların kaybolup ortadan kalkmasından veya insan kay­naklı ve özlerine ters bilgilerle karışmasından sonra ilâhî hikmetin varlık âle­minde kendisinden başka ilâhî vahyin sabit bir eserinin kalmamasını uygun gördüğü Kur’anı Mecid; hidayetin nuru, teşriin anayasası, hayatın Rabbânî kurumlarının kanunu, helâl ve haramı bilmenin yolu, hikmetin, hak ve adale­tin pınarı, insanın gidişini doğrultmak, yaşantısını düzenlemek için gerekli olan ahlâk ve edep kaynağı bir kitaptır.

Rabbimiz Enam Suresi ayet.38.de mealen şöyle buyurmaktadır:*** Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve (gökyüzünde) iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa hepsi ancak sizin gibi topluluklardır. Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Nihayet (hepsi) toplanıp Rablerinin huzuruna getirilecekler….*** Fıkıh usûlü âlimleri bu kitabın yani Kur’an’ın tanımını şu şekilde yapmışlardır: Kur’an: Mu’ciz Peygamber Muhammed (s.a.)’e Arapça olarak indirilen, mushaflarda yazılı, okunması ile ibadet olunan tevatür yolu ile nakledi­len, Fatiha Suresi ile başlayıp Nas süresiyle sona eren Allah’ın kelâmıdır. On­ların bu kitabın tanımını yapmalarının sebebi onu bilmemeleri yahut insanla­rın onu tanımamaları değildir.

Onlar kendisiyle ibadet edilecek miktarı ve ne kadarı ile namazın caiz olduğunu ve olmadığını tespit etmek, helal haram gibi ilâhî şer*î hükümleri açıklamak, hüküm çıkartmakta delil olmaya neyin elve­rişli olduğunu, neyi inkar ederse kişinin kâfir ve neyi inkâr etmekle de kafir ol­mayacağını beyan etmek üzere bu tanımı yapmışlardır. Kur’anın bazı isimleri vardır. Kur’an, Kitab, Mushaf, Nur, Furkân, Ona Kur’an denilmesinin sebebi, Allah tarafından indirilip okunan kitap olmasından dolayıdır. Ebû Ubeyde der ki: Ona Kur’an denmesinin sebebi sure­leri bir araya getirip toplamasından dolayıdır. Kur“an’a „Kitap“ denilme sebebi toplamak anlamına gelen „el-ketb“ den tü­reyen bir isim olmasından dolayıdır.

Çünkü Kur’an-ı Kerim, türlü kıssaları, ayetleri, hükümleri ve haberleri özel bir şekilde bir araya getirmektedir. Kuran’a „Mushaf deniliş sebebi ise, içinde sahifelerin toplandığı kitap ol­duğundan dolayıdır. Sahife ise üzerinde yazı yazılan bir parça deri veya yaprak demektir. Hazreti Ebu Bekirin Kur’an-ı Kerim’i topladıktan sonra ona verile­cek isim hususunda insanlarla danıştığı ve sonunda „Mushaf adını verdiği ri­vayet edilmektedir. Kur’an-ı Kerim’in bir diğer adı da „Nur“dur. Çünkü Kur’an gerçekleri açı­ğa çıkarır, helal, haram, gaybî haberler gibi aklın idrak edemediği üstü kapalı şeyleri kesin bir ifade ile açıklayıp ortaya koyar. Ona „Furkân“ da denilmiştir. Çünkü Kur’an hak ile batılı, iman ile küfrü, hayır ile şerri birbirinden ayırt etmiştir. Rabbimiz Furkan suresi ayet.1.de mealen şöyle buyurmaktadır: *** Âlemlere uyarıcı olsun diye kulu Muhammed’e Furkan’ı indiren, Allah, yüceler yücesidir….***

Kur’an-ı Kerim, Tevrat’ın Musa aleyhiselama, İncil’in İsa Aleyhiselama nazil olduğu gibi hükümleri mükelleflere ağır gelmesin diye- bir defada nazil olmamıştır. Kur’an-ı Kerim şerefli Peygamberimizin kalbine vahiy yoluyla Cebrail (a.s.) va­sıtası ile şartların, olayların, durumların gereklerine uygun olarak veya olay ve münasebetlere cevap teşkil etmek üzere ya da soru ve açıklama isteklerine uy­gun cevaplar vermek üzere kısım kısım nazil olmuştur. Kur’an-ı Kerim, Ramazan ayında Kadir gecesinde inmeye başlamıştır. Kimi zaman Mekke’de, kimi zaman Medine’de, kimi zaman ikisi arasında yol­da, kimi zaman da başka yerlerde olmak üzere Kur’an-ı Kerim’in nüzûlu 23 yıl süreyle devam etmiştir.

Kur’an-ı Kerim ya Fatiha, Müddessir, En’am sureleri gibi bütün bir sûre halinde yahut Nûr sûresinde yer alan „ifk kıssası“ ile Müminûn suresinin baş tarafı gibi onar ayet halinde yahut beşer ayet veya bir ayetin bir kısmı şeklinde nazil olmuştur. Yüce Allah’ın Kur’an-ı Kerim’i kısım kısım indirme yönteminin hikmetleri pek çoktur. Nitekim Rabbimiz isra suresi ayet 106.da mealen şöyle buyurmaktadır: ***Biz onu, Kur’an olarak, insanlara dura dura okuyasın diye (âyet âyet, sûre sûre) ayırdık; ve onu peyderpey indirdik….*** Bu hikmetlerden birisi de Peygamber efendimizin (sav) kalbine sebat ve onu iyice ezberleyip bellemesi için metanet vermektir. Çünkü Hz. Peygamber okuyup yazma bilmeyen, ümmî bir kimse idi.

Bu hikmetlerden bir tanesi de teşrî’de, toplumun eğitilmesinde, yeni İslam cemaatini bir öncekinden daha iyi bir aşamaya götürmek, kulları ilâhî rahmete gark etmektir. Çünkü bu ilk toplum, her şeyi mutlak olarak mubah gören, her hangi bir ahlakî kayıt tanımayan cahiliyet döneminin insanları idi. Kur’an-ı Kerim onların üzerlerine bir defada indirilmiş olsaydı ilahî yükümlülükler üzerlerine ağır gelir, emir ve yasaklan uygulamakta zorlanırlardı. Buhari’nin rivayetine göre Âişe validemiz şöyle demiştir: „Kur’an-ı Kerim­den ilk nazil olan Mufassal bölümünden bir suredir. O sûrede Cennet ve Ce­hennemden söz edilmektedir. Nihayet insanlar İslama yönelince helâl ve ha­ram hükümleri nazil oldu. Eğer ilk olarak şarap içmeyiniz; hükmü nazil olmuş olsaydı ebediyen biz şarabı bırakmayız, derlerdi ve eğer zina etmeyiniz hükmü nazil olmuş olsaydı biz zinayı bırakmayız, derlerdi“

Kur’an-ı Kerim’in kısım kısım indirilmesinin hikmetlerinden bir tanesi de; Müslüman cemaatin çalışma ve faaliyetlerini ilahi vahye uygulamaktır. Çünkü Peygamber (s.a.)’in vahiy almaya devam etmesi hem onun sabretmesini hem de başkasını sabra davet etmesini kolaylaştırmıştır. Bu hususta ona yar­dımcı olup çeşitli sıkıntılara, müşriklerden çekip gördüğü türlü eziyet ve zor­luklara katlanmasını sağlamıştır. Aynı şekilde bu, İslama girenlerin akideleri­nin güçlenmesine yardımcı olmuştur. İnen vahiyler beraberinde bir problemin çözümünü getiriyordu. Bu ise Peygamber (s.a.)’in davetindeki doğruluğunu da­ha bir pekiştiriyordu. Peygamber (s.a.) sorulan bir soruya cevap vermekten ge­ri durduktan sonra o konu ile ilgili vahiy gelince, müminlerin imanlan daha da pekişir, sahip olduklan inançlarına, izledikleri yolun doğruluğuna dair gü­venleri artar.

Yüce Allah’ın kendilerine vaadetmiş olduğu nihai amaç ve vaadlere güvenleri artar. Yüce Allah onlara dünyada düşmanlara yahut müşriklere karşı zaferi ya da Cennette kendilerine vaadedilenleri elde etmeyi ve ilahi rı­zaya nail olmayı, kâfirlerin ise cehennem ateşinde azap görmelerini vaadediyordu. Vahiy ile gelen Kur’an-ı Kerim’in iki ayrı rengi ve üslubu vardır. Bu, Kur’an-ı Kerim’in Mekkî ve Medenî olmak üzere iki ayrı tür olması sonucunu vermiştir. Buna bağlı olarak Kur’an-ı Kerim sûreleri de Mekkî ve Medenî ola­rak iki kısma ayrılmıştır. Mekkî sûreler, Peygamber (s.a.)’in Mekke’den Medine’ye hicret etmesin­den önceki onüç yıl boyunca nazil olan buyruklardır. Bunlar ister Mekke’de, is­ter Taifte isterse de bir başka yerde inmiş olsun, Mekkî suredirler. Kâf, Hûd, Yûsuf sûreleri gibi.

Medenî sûreler ise, hicretten sonraki on yıl boyunca inen sûrelerdir. İster Medine’de, ister yolculuklarda veya savaşlarda, isterse de fetih yılı Mekke’de inmiş olsun farketmez; Bakara, Âl-i İmran sureleri gibi sureler böyledir. Mekke dönemindeki teşriin yoğunlaştığı hususlar akide, ahlâk, şirk ve put­perestliğin tenkit edilmesi, tevhid akidesinin açıkça vurgulanması, öldürmek, zi­na, diri diri kız çocukları gömmek gibi bilgisizliğin etkilerinin tasfiye edilmesi, adalet, verilen ahde bağlılık, ihsan, iyilik, takva üzere yardımlaşmak, kötülük ve düşmanlık üzere yardımlaşmamak; hayırlı işleri yapmak, kötülüklerden uzak durmak akıl ve düşünceyi kullanmak, kör taklidin vehimlerini çürütüp atmak, insanı özgürlüğüne kavuşturmak, Peygamberlerin kavimleriyle olan kıssaların­dan gereken ibretleri çıkarmak, İslamın edep ve ahlakı ile bezenmek gibi husus­lardır.

Medine’deki inen surelerin ağırlık noktasını ise çeşitli kurumların tespit edil­mesi, ibadetlere dair etraflı hükümler, sosyal ilişkiler, suçlara verilecek cezalar, Medine’de İslam toplumunun temellendirilip kurulması esnasında yeni haya­tın gerekleri, politika ve yönetim işlerinin düzene sokulması, hükümlerin veril­mesi için şûra ve adalet ilkelerinin yerleştirilmesi, müslümanlann işkenceye maruz kalmaları, düşmanlık görmeleri, yurdlanndan edilmeleri, sürülmeleri, hicrete mecbur edilmeleri gibi haklı gerekçeleri bulunduğundan dolayı cihada dair yasamalar ile barış ve savaş esnasında Medine’nin içinde veya dışında müslümanlarla müslüman olmayanlar arasındaki ilişkilerin düzenlenmesi, di­ğer taraftan barış ilkelerinin sağlamlaştırılıp güvenliğin yerleştirilmesi için antlaşmalara dair düzenlemelerin getirilmesi gibi hususlar teşkil eder.

Kur’an-ı Kerim’in ilk nazil olan ayetleri Alak Suresinin şu ayetleridir: „Yaratan rabbinin adı ile oku. O insanı sülük gibi yapışan bir kan pıhtısından yarattı. Oku Rabbin en kerim olandır ki, O, kalemle yazmayı öğretendir; insana bilmediğini O öğretmiştir.“ (Alak, 96/1-5) Bu buyruklar, Peygamber Efendimize doğumunun kırkbirinci yılında, Ra­mazanın yirmiyedinci günü pazartesi Hira dağı mağarasında vahyin başladığı sırada Cibril-i Emin aracılığı ile inmiştir. Kur’an-ı Ke­rim’in en son nazil olan buyrukları şu ayeti kerimedir: „Öyle bir günden korkun ki o günde Allah’a döndürüleceksiniz; sonra herkese kazandığı eksiksiz olarak verilecek ve onlara zulüm olunmayacaktır.“ (Bakara, 2/281). Bu ayeti kerime Peygamber efendimize veda haccından sonra ve vefatından dokuz gün önce nazil olmuş­tur. Bunu pek çok kimse İbni Abbas (r.a)’tan rivayet etmektedir.

es-Süddî’den rivayet edilen: Kur’an-ı Kerim’in son nazil olan buyruğunun: „Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslamı beğenip seçtim…“ (Maide, 5/3) olduğu şeklindeki riva­yet bu şekliyle kabul edilmemektedir. Çünkü ilim adamlarının ittifakıyla bu ayet-i kerime Veda Haccında arefe gününde ve Nasr suresinden ve kaydettiği­miz Bakara suresinden önce nazil olmuştur.(Tefsiri Münir Zuhayli) Bugün elimizde olan ve ilahî bir tespitle belirlenen ayet ve su­relerin sıralanışı, nüzul sırasına göre değildir. Çünkü Kur’an-ı Kerim ya tam bir sure ya tam bir kaç ayet veya bir ayetin bir kısmı şeklinde olaylara ve mü­nasebetlere uygun olarak nazil olmuş ve daha sonra üç defa bir araya getirilip toplanmıştır. Peygamber Efendimiza (sav) döneminde ilk toplama Kur’an’ın adeta taşa nakşedilmişcesine sapasağlam bir şekilde Peygamberin kalbinde sabit olan hıfz ve ezberi ile olmuştur.

Bu ise Yüce Allah’ın şu vaadinin gerçekleşmesi demektir: „Onu çabuk bellemek için onunla dilini kıpırdatma. Çünkü onu kalbinde toplamak ve onu okutmak bize düşer, O halde biz onu okuduğumuz vakit sen de onun okumasına uy! Sonra onu açıklamak da hiç şüphesiz bize aittir“ (Kıyame, 75/5). Peygamber Efendimiz (sav), Kur’an-ı Kerim’i defalarca Cebrail (a.s) huzurunda oku­muştur. Her Ramazan’da bir defa okuduğu gibi vefatından önceki Ramazan ayında da onun önünde iki defa okumuş; daha sonra da Cebrail’e okuduğu bu şekillere (arzlara) uygun olarak insanlara karşı da okumuş; ashabı kiram da ondan öğrendikleri şekliyle Kur’an-ı Kerim’i yazmışlardır. Vahiy katipleri en az yirmibeş kişi kadar idi. Konu ile ilgili yapılan araştırmalar onların altmışa ka­dar ulaştığını göstermektedir. Bunların en ünlü olanları dört Raşid Halife Olan Hazreti Ebubekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman ve Hazreti Ali, Ubey b. Kab, Zeyd b. Sabit, Muaviye Ebî Süfyan kardeşi Yezid, Muğire b. Şube, Zubeyir b. Avvam, Halid b. Velid’dir. Diğer taraftan bir çok sahabi Kur’anı Kerim’e olan sevgileriyle ezber ve hafıza güçlerine dayanarak Kur’anı Kerimi ez­berlemişlerdi. O kadar ki mürtedlerle yapılan savaşlarda yetmiş kadar Kuran hafızı (kurra) şehit edilmişti Ebu Ubeyd el-Kıraat adlı eserinde hafızların bazı­larını saymaktadır; muhacir hafızlar arasında dört raşid halife, Talha b. Ubey-dullah, Sa’d b. Ebi Vakkas, Abdullah b. Mes’ud, Huzeyfe b. Yeman, Ebu Hu-zeyfenin mevlası Salim b. Makil, Ebu Hureyre, Abdullah b. el-Saib, dört Abdul­lah (İbni Ömer, İbni Abbas, İbni Amr, İbni Zubeyr) Hz. Aişe, Hz. Hafsa, Ümmü Seleme’yi de sayar. Ensardan ise, Ubâde b. Samit, Ebu Halime Muaz, Mucemmi b. Cariye, Fadale b. Ubeyd ve Mesleme b. Muhalled’i zikreder. Hazreti Osman,Hazreti Ali, Ubeyy b. Kab, Ebu’d-Derda, Muaz b. Cebel, Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Mes’ud ve Ebu Musa el-Eş’arî hafızların en meşhurları idiler.

Kur’an-ı Kerim, Resulullah (s.a.) döneminde yeni bir vahiy inme ihtimali dolayısıyla tek bir mushaf halinde bir araya getirilmemişti. Onun döneminde Kur’anı Kerim’in bütün ayetleri deri parçaları, kemikler, taşlar ve kabuklan soyulmuş hurma dalları üzerinde yazılı idi. Daha sonra Hazreti Ebu Bekir döneminde Yemâme Savaşında birçok Kur’an hafızı şehid düştü. Nitekim Buharî (cüz 6) da Fedâilü’l-Kur’an adını taşıyan bölümde şunu ifade etmektedir: „Ömer b. Hattab, Kur1 anın bir araya toplanması konusunu ortaya attı. Ebu Bekr onun bu görüşünü uygun buldu ve Zeyd b. Sabit’i bu görevi yerine getir­mekle görevlendirdi. Hz. Ebu Bekir, Zeyd’e şöyle dedi: Sen akıllı bir gençsin, herhangi bir kusur ile itham edilmiş değilsin. Resulullah’a (s.a.) gelen vahyi yazıyordun.

Şimdi Kur’an-ı Kerim adına kimde ne varsa onu iyice tespit et ve bir araya getir. Zeyd emrolunduğu işi yaptı ve dedi ki: „Ben de Kur’an-ı Kerim kimde varsa tespit ettim ve onu kabuklan alınmış hurma dallarından, ince be­yaz taşlardan, onu ezberlemiş olanların hafızasından derleyip topladım. Sahifeler, Yüce Allah’a ruhunu teslim edinceye kadar Ebu Bekir’in yanında mahfuz kaldı; daha sonra hayatı boyunca Hz. Ömer’in yanında kaldı, sonra Hz. Ömer’in kızı Hz. Hafsa’nın ya­nında kaldı.“Bundan açıkça şunu öğreniyoruz: Kur’an-ı Kerim’in toplanma işi bir anda iki hususa dayanılarak gerçekleştirilmiştir: Bunlar kemik ve benzeri şeyler üzerine yazımı ve Ashâb-ı Kiramın Kur’an-ı Kerim’i ezberlemeleri idi. Hz. Ebû Bekir dönemindeki toplama işi özel şekildeki sahifelerin bir araya getirilmesin­den ibaret idi. Daha önce ise pek çok sahifede dağınık halde bulunuyor idi.

Hz. Zeyd kendisinin Kur’anı Kerim’i ezberlemiş olmasıyla yetinmedi; aynı şekilde kendisinden başka ashâbı kiramın ezberlemelerine de dayandı. Bu ise kendisi vasıtasıyla tevatürün gerçekleştiği yani adeten yalan söylemek üzere anlaşma­yacaklarından emin olunan büyük bir kitlenin birbirlerinden nakletmesiyle sağlanan bir bilgi kaynağı idi. Hazreti Osman döneminde tek bir şekil ve tek bir yöntem üzere mus­hafların çoğaltılarak yazılmasıyla yetinilmiştir. Hz. Osman bu yazılan nüsha­ları İslam ülkesinin çeşitli bölgelerine dağıtmıştır. Bunlardan üç tanesini Küfe, Şam ve Basraya göndermiş, iki tanesini Mekke ve Bahreyn’e veya Mısır ve Cezire’ye göndermiş, kendisi de bir tanesini Medine’de yanında alıkoymuştu.

Sa­dece Irak ve Şam’da bulunan ve bu hatta uymayan diğer nüshalarının yakıl­masını da emretmişti. Hz. Osman dönemindeki bu toplamaya sebep Buharî’nin, Fedâilü’l-Kur’an bölümünde rivayet ettiğine göre şöyledir: Enes b. Mâlik (r.a) dedi ki: Huzeyfe b. el Yeman, Hz. Osman’ın huzuruna geldi, Huzeyfe Er­menistan’ın ve Azerbeycan’ın fethedilmesi için Iraklılarla birlikte Şam bölge­sinden gelen askerler arasında gazaya katılmış idi. Huzeyfe bu askerlerin Kuran okumalarındaki ihtilaflarından dehşete kapılmıştı. Hz. Osman’a şöyle dedi:

„Müminlerin emiri! Allah’ın Kitabı etrafında Yahudi ve Hristiyanların ihtila­fa düştükleri gibi ihtilafa düşmeden önce bu ümmete bir çözüm sun! Bunun üze­rine Hz. Osman, Hz. Hafsa’ya: Bize o sahifeleri gönder, onları istinsah edeceğiz,çogaltacagız sonra da onu sana oldukları gibi iade edeceğiz“, diye haber gönderdi. Hz. Hafsa bu sahifeleri Hz. Osman’a gönderdi. O da Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Zübeyr, Said b. As, Abdurrahman b. Haris b. Hişam’a emir verdi;

onlar da bu sahifeleri mushaflar halinde çogalttılar. Böylelikle Hazreti Osman’ın çogalttıgı bu mushaf yani „Mushafı Osma-nî“ şu anda dünyada bulunan mushaflarm basım ve yayımına esas teşkil etti. İnsanlar önceleri Hz. Osman dönemine kadar farklı kıraatlerle okur iken Hz. Osman insanları tek bir mushaf, tek bir okuyuş etrafında topladı; bu mushafı „imam“ kıldı; bundan dolayı bu mushaf ona nispet edildi ve Hz. Osmana „Ca-miu’l-Kur’an yani Kur’an’ı toplayıcı“ adı verildi. Özetle Hz. Ebû Bekir döneminde Kur’an-ı Kerim’in toplanması güvenilir tek bir nüsha ortaya koyma şeklinde idi. Hz. Osman’ın döneminde ise Hz. Haf­sa yanında bulunan sahifelerden tek bir yazı şekli ile altı mushaf halinde istin­sahı yani çogaltımı gerçekleştirildi. Bu yazı şekli Kur’an-ı Kerim’in kendisiyle nazil olduğu „yedi harfe uygundu.

Sûrelerin ayetlerinin sıralanışının tevkifi yani Peygamberimizden bu şe­kilde nakledildiği kesin olduğu hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Yine tercih edilen görüşe göre sûrelerin de sıralanışı aynı şekilde tev­kifidir. Ayetlerin sıralanışının böyle olduğuna delil Osman b. Âs (r.a)’ın şu söz­leridir: „Resulullahın (s.a.) yanında oturduğum sırada önce kafasını kaldırıp yukarı doğru sonra da önüne baktı ve arkasından şöyle dedi: Cebrail bana gel­di ve bana şu ayeti kerimeyi bu sûrenin şu yerine koymamı emretti: „Şüphesiz Allah adalet ile iyilik ile ve yakınlara birşeyler vermekle… emreder“ (Nahl, 16/90).Sûrelerin sıralanışının tevkifi olduğunun deliline gelince: Kur’an-ı Kerim’i ezberleyen İbni Mesud gibi birtakım sahabilerin Cebrail ile Peygamberin (s.a.) karşılıklı olarak Kur’an’ı okumalarında hazır bulunmaları ve bu okuma da sû­re ve ayetlerde bilinen sıralanışın takib edildiğine şahitlik etmeleridir.

Ömer b. Hattab (r.a)’dan Resulullah (s.a.) in şöyle buyurduğu rivayet edil­mektedir: „Şüphesiz bu Kur’an-ı Kerim yedi harf üzere nazil olmuştur. Siz ondan kolayınıza geleni okuyunuz“ „Yedi harfin anlamı yedi vecih demektir. Bu ise Arapların yedi şive ve lehçesi anlamındadır. Bunların her birisiyle okumak caiz­dir. Yoksa bu, onun her bir kelimesi yedi vecihte okunur ve bunların dışına çıkı­lamaz, anlamına gelmez. Buna göre bu yedi vecih ya Kureyş lehçesiyle olacaktır ki, çoğunlukla uygun görülen budur veya bir başka kabilenin lehçesinden birisiy­le olacaktır. Çünkü en fasih olanlar bunlardır. Üslubu tatlı, yaygın ve ünlü olan bu lehçeler Kureyş, Huzeyl, Temim, Ezd, Rabia, Hevazin ve Sa’d b. Bekr lehçele­ri idi. Bu „yedi harfe dair en meşhur ve en tercihe değer görüş budur.Kur’an bütünüyle Arapçadır.

Arap diliyle nazil olmuştur. Kur’an-ı Ke­rim’in bütün kelimeleri ya asıl itibariyle Arapçadır veya Arap dilinin vezinle­rine, kalıp ve ölçülerine uygun şekilde Arapçalaştırılmıştır. Kur’an-ı Kerim’in anlamlarının veya tefsirinin -Kuran’ın kendisi olarak görülmemesi şartıyle- tercüme edilmesi, şeran caizdir. Buna göre artık Kur’an’ın tercümesi Kur“an sayılmaz. Tercüme istendiği kadar incelikli olsun, şeri hükümler çıkartmakta bu tercümeyi dayanak kabul etmek sahih değildir. Çünkü ayet-i kerimelerden neyin kastedildiğini anlamakta hataya düşme ihti­mali vardır. Bu ayetleri başka dillere tercüme etmekte de aynı şekilde hataya düşme ihtimali vardır. Bu iki ihtimal var olmakla birlikte,bu hususta tercüme­yi dayanak almak doğru olamaz.Kur’an tercümesiyle namaz sahih değildir. bu tercümeyi okumakla da ibadet yapılmaz. Çünkü Kur’an-ı Kerim, hem söz dizisinin, hem de anlamın adı­dır.

Söz dizisi (nazm) Kur’an-ı Kerim’in mushaflardaki ibaresidir; anlam ise bu ibarelerin delâlet ettiği şeydir. Kur’an-ı Kerim ile sabit seri hükümleri öğrenmek ise, ancak Kur’an’ın nazmını (söz dizisini) ve manasını bilmekle mümkün olur. Arapça inmiş olan Kur’an-ı Kerim, dili kullanması açısından Arap dilinin tabiatı dışına çıkmış değildir. Kur’anı Kerim otuz cüzdür. Kur’an-ı Kerim’deki sûre sayısı yüzondörttür. Kur’an-ı Kerim’in Kûfelilere göre ayet sayısı altıbin ikiyüzotuzaltıdır. Bunlardan bin ayet emir, nehiy bin, va’ad bin, va’îd (tehdit) bin, kıssa ve haberler bin, ib­retli hususlar ve misaller bin, haram ve helal beşyüz; dua yüz, nâsih ve mensûh altmışaltı ayettir. (Tefsiri münir.Zuhayli)

Ashabın arasında Kuranı kerimi okumak ve okutmakta en meşhur olanlar: Hz. Osman, Hz. Ali, Ubey bin Kâab, Zeyd bin Sabit, İbni Mes’ud, Ebu Derda, Ebu Mus’el Eş’ari gibi sahabelerdi. Kuranı kerimin Kıraatların Sayıları ise,Bazıları yedi, bazıları on, bazıları ondörttür, demiştir. Bütün bun­lar, meşhur olmuş kıraatiardır. Yedi Kurra şunlardır: Nafi, Asım, Hamza, Abdullah ibn Amr, Abdullah bin Kesir, Ebu Amr bin Ula, Ali-yil Kisai… On kıraat ise bu yedi kıraatla beraber Ebu Cafer, Yakub ve Halefin kıraatlarından meydana gelir. Kıraat ilmi başlıbaşına bir ilim dalıdır. Bu gerekli bilgilerden sonra tefsir çalışmalarına geçebiliriz. Tefsir; Bir şeyi iyice açıklamak, keşfetmek anlamında bir kelime.İslami Istılâhta beşerî takat oranında, Allah Teâla’nın muradına delâlet etmesi yönünden Kur’ân-ı Kerim’i inceleyen bir ilimdir.Konusu, Kur’an ayetleridir. Gayesi, iki cihanda selamete ve mutluluğa ulaşmak için Allah Teâla’nın kitabını yine O’nun murâdına uygun bir şekilde anlamak, anlatmak ve yararlı hükümler çıkarmaya kudret kazanmaktır.

Tefsir ilminin şerefi: Bu ilmin şerefi, bilinen bir gerçektir. Allah Teâlâ; „Dilediğine hikmeti verir, hikmet verilen kimseye çok şeyler verilmiştir“ (Bakara, 269) buyurmuştur. İbn Abbas (r.a)’dan gelen bir rivâyete göre ayet-i kerimede geçen „hikmet“ kelimesi, Kur’an’ın nasihini, mensuhunu, muhkem ve müteşabihini, ilk ve son inen ayetlerini, helâl ve haramını, mesellerini bilmek anlamındadır. Alimlerin İcma’ına göre Tefsir ilmini öğrenmek farz-ı kifayedir. Bu itibarla Tefsir ilmi Şer’i ilimlerin en yücelerindendir. Mevzu, gâye ve kendisine duyulan ihtiyaç yönünden de ilimlerin en şereflisidir (Mennâ‘ el-Kattan, Mebâhis-Ulumi’l-Kur’an, Beyrut, 1408/1987, s. 327).

îbni Abbas’tan vârid olmuştur: Tefsir dört kısımdır. Birincisi hiçbir kimsenin bilmemesinde mazur sayılmayacağı helâl ve haram tefsiridir. İkincisi, Arapların dilleriyle yapmış oldukları tefsirdir. Üçüncüsü, âlimlerin yapmış olduğu tefsirdir. Dördüncüsü, Allah’tan başka kimsenin bilmediği bir tefsirdir. Ez-Zarkeşî «El Burhan» adlı eserinde: «Bu taksim doğrudur» diyor. Arapların lisanlanyla bildiği tefsir kısmı, lügat ve irab yönünden arap lisanına dönüşen kısmıdır.

Tefsir âlimi lügatin mânâlarını ve isimlerin mânâlarını bilmelidir. Fa­kat okuyucuya bu lâzım gelmez. Hiç kimsenin bilmemekte mazur sayılmayacak tefsirine gelince; bu kısım ahkâm sistemlerini ve tevhid delillerini kapsayan Kur’an naslarından bilinen ve zihinlere süratle gelen mânâların tefsiridir. Açık bir mânâyı ifade eden ve mânâsı Allah’ın muradı olduğu bilinen her lafzın tefsiridir. Bu kısım tefsirde teville iltibas yoktur. Meselâ: «Bil ki şüphesiz O, ondan başka ilâh olmayandın) (Muhammed: 19) âyeti celîlesinden herkes tevhid mânâsını idrak eder. Allah’tan başkasının bilmediği tefsire gelince; kıyametten, ruh­tan bahseden âyetlerin tefsirleri ile sûrelerin başında gelen hece harf­lerinin ve Kur’an’da bulunan her müteşabi hâyetin tefsiri gibi…

Bu âyetlerde içtihad etmeye cevaz yoktur. Ancak bunların tefsiri sima yoluyla (yani, peygamberin Allah’tan ve Cebrail’den öğrendiği bir yol­la) bilinir. Alimlerin bildiği tefsire gelince; bu tefsir onların içtihadına dö­nüşür. İşte ekseriyetde buna tevil denilir. Bu tefsir hükümlerin istinbat edilmesi, mücmelin açıklanması ve umumun tahsis edilmesi gibi bir tefsirdir. Bazı âlimler başka bir itibarla tefsiri üç kısma taksim etmişler­dir: 1) Rivayet tefsiri, Tefsiri Bîrrîvaye: buna hadisle Kur’an’ı tefsir etmek de denilmektedir.Aynı zamanda «Tefsiri bilme’sur» yani hadis ve sahabelerden gelen eserlerle bilinen tefsir denir. 2) Dirayet tefsiri, Tefsiri «Bîddıraye». Buna aynı za­manda tefsiri «Bîrrey» de denilir. Yani insan ilme dayanarak içti­had eder ve tefsir yapar. 3) İşari tefsir, Tefsiri «Bilişare». Buna «Tefsiri işarî» de denir.

Bütün zamanlarda Kur’an-ı Kerîm’in tefsirine büyük bir ihtiyaç vardır. Kur’an-ı Kerîm bir belâğat mucizesidir, birçok meseleleri, hükümleri pek açık lafızlarla beyan buyurmuştur. Fakat ne kadarda ilmî, edebî, ahlâkî, hukukî, sosyal hakikatlerine kadar açık bir tarzda yazılmış olurlarsa olsunlar; yine bunları herkes gereği gibi anlayamaz; bu hususta şerhlere, izahlara ihtiyaç görülür. Bunun içindir ki, en beliğ ediplerin, en güçlü yazarların eserleri hakkında birçok şerhler, haşiyeler yazılmıştır. Tefsir Kuranı kerimi izah ve açıklamayı hedef edinmiş yüce bir ilim dalıdır. Ashabın Tefsir Âlimleri öncelikle Hulefai Erbaa (yani dört halife), İbni Mes’ud, İbni Abbas, Ubey bin Kâb, Zeyd bin Sabit, Ebu Musa el Eşarı, Abdullah bin Zübeyr gibi zatlardır. Dört halifeden en fazla tefsir Hz. Ali’den rivayet edilmiştir. Diğer üç halifeden pek fazla tefsir rivayet edilmemiştir. Sebebi de bun­ların erken vefat etmeleridir.

Ma’mer Vehb bin Abdullah bin Ebu Tüfeyl’den rivayet ediyor: Hz. Ali, hutbede «Benden sorunuz. Allah’a yemin ederim, ne sorarsanız size haber veririm. Allah’ın kitabını sorunuz. Yemin ederim, hangi âyet olursa olsun onun gece mi gündüz mü, dağda mı ovada mı na­il olduğunu biliyorum» dedi. Başka bir rivayette «Hz. Ali; yemin ediyor ki, hangi âyetin kimin hakkında ve nerede nazil olduğunu biliyorum. Benim Rabbim bana çok idrak edici bir kalb ve çok (soran) bir dil ihsan etmiştir, dedi.»Tefsir rivayetleri çokça îbni Mesud’dan gelmiştir. İbni Mesud’un ne derece yüce bir ahlâka sahib olduğu bütün müminlerin malumudur. Ebu Naim, Ebul buhteri’den rivayet ediyor: «Hz. Ali’ye dediler: Bize İbni Mes’ud.dan haber ver. Hz. Ali: O Kur’an ve sünneti bildi ve sonra nihayete vardı, ilim olarak bu kâfidir. Yeter artar dedi.»

İbni Abbas’a gelince Kur’an’m tercümanıdır. Bu hususta Resûlullahın şehadeti vardır: Mücahid îbni Abbas’tan şu hadisi rivayet ediyor: Resûlüllah bana: «Sen Kur’an’m en güzel tercümanısın dedi.» Beyhaki, «Delailül-Kur’an’da îbni Mes’ud’dan rivayet etti: «Kur’anın en güzel tercümanıdır Abbas oğlu Abdullah. Resûlüllah ona: Ya rab! onu dinde fakıh kıl ve ona tevil ilmini öğret» diye dua etti.»Fakat buna rağmen îbni Abbas’a nisbet edilen tefsir hususunda çok dikkat gerekiyor. Çünkü İbni Abbas’ın kesesinden birçok tefsir yapılmıştır.

Ubey bin Kâb bin Kays «el-Ensari», vahyin kâtiblerinden birisi, olduğu gibi tefsirde de çok fikir beyan eden bariz âlimlerden biridir. Ziraatta da bariz bir âlimdir. Ebu Cafer er Razi, Rebi bin Enes’den, oda Ebu-Âliyeden o da Ubey bin Kâb’tan tefsir rivayet etti. Senedi sahihdir. Zeyd bin Sabit, Ebu Musa «el-Eşari», Abdullah bin Zübeyr;gibi zatlara gelince tefsirde meşhur olmakla beraber, bu zatlardan dört halifeden daha az tefsir nakledilmiştir. Sahabelerden birçok kimse tefsir ilmine çalışmıştır. Ancak azdırlar. Enes, Ebu Hüreyre, İbni ömer, Cabir, Âmr İbn As, Müminlerin annesi Hz. Aişe bunlardandır.Tefsir bakımından sahabelerin en fazlası İbni Abbas’tır. Kur’an’ın tercümamdır. Kendisinden çok ve sayılmayacak kadar rivayetler gelmiştir. Cernabı hak cümlesiden razı olsun…

Sermedkadir…

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht.