Rabbimiz Nahl Suresi ayet.90.da mealen şöyle buyurmaktadır: *** Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor…*** Tarihi kaynaklardan edindigimiz bilgilere göre, Hulefai Raşidin’den sonra hilafet Ümeyye oğullarının eline geçti ve bir sultanlık hâline geldi. Hilâfetin mahiyeti ve muhtevası, İslâmî siyasetin hikmetine ve Peygamber efendimizden (sav) beri gelen uygulamaya tamamı ile yabancı pek çok şey katılarak değişti.
Bu hususta, halife seçiminde tatbik edilen usûlden halifelerin yaşayış tarzlarına, Beytülmal’in kullanımından fikir hürriyeti üzerindeki baskıya, müşavere usûlünün kaldırılmasından adlî bağımsızlığın son bulmasına, kavmiyetçiliğin hortlamasından hukukun üstünlüğünün rafa kaldırılmasına kadar pek çok şey sayılabilir. Bütün bu değişiklikler Hazreti Ali efendimizin vefatından sonra seri bir şekilde gerçekleşti ve hilafet statüsünü karaladı, uygulamada saltanata daha çok benzer hâle geldi. Kararlarda daha çok bir keyfilik görülüyor ve fevkalâde lüks bir yaşantı sürülüyordu.
Bu yeni yöneticiler siyaseti, din ve ahkâmın üzerine çıkararak ve siyasî ikbâl ve maksatları için Şeriat’in hudutlarını aştıkları görülüyordu. Gerçi bütün bunlar siyasî sahada cereyan ediyordu. Gerileme genellikle yönetici sınıfı ve daha çok üst mevkideki memurları tehdit ediyordu. Ümeyye oğullarının siyasette oynadıkları rol, dini aynı samimiyet ve gayretle yaşamaya devam eden halkı başlangıçta etkilemiyordu. Yöneticileri de içine alan birkaç ferdî olay hariç, adalet sistemi mâkul bir seviyede muhafaza edildi. Halk arasındaki ihtilâflar âdil ve insaflı kadılar tarafından halledildi.
Hatta bu yöneticiler bile hiç olmazsa halk içindeyken şeriat’in açık ve kesin emirlerine ve Kur’ân ve Sünnet’in emirlerine ters hareket edemiyorlardı. Siyasî destek kazanmak için dinî hükümlere itibar etmek ve halka Allah’ın ve Rasûl’ünün adıyla müracaat etmek zorundaydılar. Bu, sultanların baskıcı idareleri altında dahi, İslâm’ın ve hayat tarzının gücünü gösteren açık bir delildir diyebiliriz. îbn-i Haldun’un ifadeleriyle „Daha sonra halifeliğin nasıl saltanat otoritesine dönüştüğü gösterildi.
Bununla beraber dinin emirlerini yerine getirmek yolunu araştırmaktan, hak ve adalet üzere hareket etmekten ibaret olan halifeliğin, Muaviye ile Mervan, Mervan’ın oğlu Abdülmelik ve Abbasiler halifeliğinin İlk çağından Harun Reşid’in son gününe kadar ve oğullarından bazıları devrinden, halifeliğin hâli bu şekilde sürüp gidiyordu. Bunlardan sonra halifeliğin mânası neredeyse ortadan kayboydu, halifeliğin ancak adı kaldı. İdare bütün manasıyla hükümdarlık şeklini aldı. Kuvvet ve şiddetle elde tutmak, idare etmek son haddini buldu, kahretmekten, şehvet ve lezzetler içine dalmaktan ibaret olan maksatlara alet edildi.
Abdülmelik oğullarının ve Abbasilerden Harun Reşid’den sonra hükümet sürenlerin hali işte böyle idi. Arap asabiyyeti mevcut olduğu için halifeliğin adı baki kaldı. Halifelik ile hükümdarlık her iki devlette birbirine karışmış bir halde idi. „Son derece açıktır ki devlet ilk önce ancak halifelik şeklinde olup, hükümdarlık/sultanlık şeklinden uzaktı. Sonradan halifelik ile hükümdarlığın mânası birbirine karıştı. Üçüncü devirde ise büsbütün hükümdarlık şeklini aldı. Çünkü hilafet asabiyyeti, yani halifeliği koruyan kuvvet ortadan kalkmış, yerine hükümdarlık asabiyyeti türemişti.“ Diyor,ibni Haldun.(Mukaddime).
Bununla beraber, Beni Ümeyye’nin kara bulutları arasında bir parlak yıldız vardı. Bu Ömer b. Abdülaziz’in kısa hükümdarlık devridir. Hayatını anlatmaya gayret edecegimiz beşinci Raşid halife olarak bilinen Ömer bin abdulaziz: Emevîlerden Abdülaziz b. Mervan’ın oğludur. Doğum tarihi hakkında. H. 59 ile 63 yılları arasında değişen farklı rivayetler bulunmaktadır. Bir rivayete göre Medine’de diğer bir rivayete göre de babasının Mısır’da vali bulunduğu sıralarda Hulvan kasabasında dünyaya gelmiştir . Annesi tarafından nesebi Hazreti Ömer efendimize ulaşmaktadır. Annesi Ümmü Âsım olup, Hz. Ömer (r.a)’in oğlu Âsım’ın kızıdır.
Ömer b. Abdülaziz’in yetiştiği dönem, İslamî ilimlerde seçkin âlimler tarafından yürütülen yoğun ilmi faaliyetlerin yaşandığı bir dönemdir. Resulullah (s.a.s)’in hadisleri yavaş yavaş derlenmeye başlanmış, özellikle mutlak müctehid seviyesinde âlimlerin gözetiminde fıkhî sahada çalışmalar yoğunlaşmıştı. Ömer b. Abdülaziz, İslâm ilim tarihinde isimleri hiç bir zaman unutulmayacak olan bu müctehid alimlerin çevresinde gençlik yıllarını ilim tahsil etmekle geçirmiştir. Babası, Mısır’a vali tayin edildiği zaman o, ilme karşı duyduğu derin ilgiden dolayı babası ile Mısır’a gitmek istememiş ve şöyle demiştir: „Beni Medine’ye gönder. Oradaki fakîhlerden ders alırım.
Onların ilim ve faziletlerinden istifade ederim“ Bunun üzerine babası Ömer bin Abdulazizi Medine’ye göndermişti. Ömer b. Abdülaziz’in çocukluğundan beri kalbinde taşıdığı ve hiç bir zaman gafil olmadığı Allah korkusu, onu Allah’ın dinini öğrenmeye ve onunla amel etmeye sevk ediyordu. Hanedana mensup biri olmasına rağmen genç yaşta dünya zevklerini ve eğlencelerini terk edip, ilim tahsili yoluna meyl etmesinin sebebi budur. Medine’ye ulaşınca Salih İbn Keysan’ın ders halkasına katıldı. Çocukluk çağında Kur’an-ı Kerim’i hıfz etmiş olan Ömer b. Abdülaziz, Medine’de disiplinli bir şekilde gördüğü fıkhî eğitim sonucunda müctehid derecesine yükselmişti (İbnu’l-İmâd).
Onun ilmî kabiliyetinin yanında, hayatına ve bütün uygulamalarına yön veren ve onları kuşatan şey kalbinde taşıdığı ölüm korkusuydu. Hocası İbn Keysan’ın onun hakkında söylediği şu söz bunu açıkça ortaya koymaktadır: „Kalbinde Allah korkusunun bu kadar yerleştiğini gördüğüm bir kimse yoktur“. Ömer b. Abdülaziz’in Peygamber şehri, ilmin kaynağı Medine’de böyle bir halet-i rûhiye ve ümmetin seçkin âlimlerinin bulunduğu bir terbiye ortamında yetişmiş olması, onun Hicaz valiliği ve kısa hilafeti dönemindeki uygulamalarıyla, Beşinci Raşid Halife unvanına layık bir kimse olarak tarihteki yerini almasını sağlamıştır.
Ömer b. Abdülaziz, Medine’de tahsiline devam ettiği bir sırada babası vefat etmişti (H. 85). Abdülmelik b. Mervan, onu kendi çocukları arasına almış ve onlardan biri gibi onunla ilgilenmişti. Abdülmelik, Ömer’i çok sevdiği için kızları içinde fazilet ve takva sahibi Fatıma ile evlendirmişti. Ömer b. Abdülaziz’in Hicri 87 yılında Velid b. Abdülmelik tarafından Medine valiliğine getirilmiş olduğu görülmektedir. Bu göreve getirildiği zaman yirmi beş yaşlarında bulunmaktaydı. Onun Hicaz valiliğine tayin edilmesi gerçekten çok isabetli olmuştu. O, tahsilini Medine’de tamamlamış olması sebebiyle burayı tanımakta ve her türlü idarî, sosyal ve ekonomik problemlerine âşina bulunmaktaydı.
Ayrıca onun ilme olan sevgisi ve insanlara karşı gösterdiği muhabbet, talebeliği zamanında Medineliler tarafından sevilip sayılan bir şahsiyet olmasını sağlamıştı. H. 93 (m. 711-712) yılına kadar bu görevde kalan Ömer b. Abdülaziz bu zaman zarfındaki uygulamalarıyla, Emevîlerin gelenekleştirmiş oldukları siyasetin dışına çıkarak, İslâm’ın gerektirdiği ve Raşid Halifelerin bıraktığı örneklere uymaya çalıştı. O, takvası, adâleti ve ilmi seviyesi ile diğer Emevî emir ve valilerinden apayrı bir kişiliğe sahipti. Hicaz valisi sıfatıyla Medine’ye ulaşır ulaşmaz, Medine’nin büyük âlimlerinden on kişiyi seçerek kendisine bir istişare heyeti oluşturdu. Bu âlimlere şöyle hitap ediyordu:
„Sizinle danışmadan ve İslamî hükmünü iyice ortaya çıkarmadan her hangi bir iş görmek istemem. Ayrıca memurlarımdan birinin zulüm ve haksızlığını görür veya işitirseniz mutlaka bana bildirmelisiniz“ Ömer b. Abdülaziz’in Medine valiliği esnasında, Mescid-i Nebi genişletilmiştir. O, Tabiinden âlimlerle sürekli görüşüp ilim tahsiline devam ederken, Sahabilerden hayatta olanlardan da Peygamber efendimiz (s.a.s) hakkında bilgiler almayı ve hadis dinlemeyi ihmal etmiyordu. Onun bu konuda istifade ettiği alimlerin başında Enes İbn Malik gelmektedir. Saîd İbn el-Müseyyeb de onun sürekli sohbetlerine katıldığı ve ilim tahsil ettiği alimlerden biridir.
Tarihi kaynaklara baktığımızda, Onun Hicaz valiliği sırasında bölgede İslâmî adâletin, huzur ve güvenin yerleşmiş olduğu görülmektedir. Öte yandan Kufe ve Basra taraflarında ise müslümanlar Haccac’ın zulüm ve baskısı altında kötü günler yaşamaktaydılar. Haccac’ın sınır tanımaz zalimliğinden kaçanlar, Mekke ve Medine’ye sığınıyorlardı. Bunların arasında Said İbn Cubeyr ve Mücahid gibi kimseler de bulunmaktaydı. Ömer b. Abdülaziz kendisine sığınan bu insanlardan Haccac’ın işlediği zulümleri öğrendiğinde çok müteessir olmuş ve bunun önüne geçmek için durumu derhal bir mektupla, Velid b. Abdülmelik’e bildirmiştir.
Haccac ise, ayrı bir mektupla, Kufe ve Basra’da fitne çıkaranların Hicaz bölgesine kaçtıklarını ve bunların Ömer tarafından korunduklarını yazarak kendini sağlama almaya çatışıyordu. Haccac’ın mektubunu alan Velid, Ömerden bilgi alma ihtiyacı bile duymadan onu azletme yoluna gitti (Şaban 93-Mayıs 712). Haccac’ın ne tip bir insan olduğu ve önceki uygulamalarında nasıl zalimce kan döktüğü bilindiği halde, Velid’in, onun isteği doğrultusunda hareket etmesinin sebebi, tahtını ne şekilde olursa olsun emniyet altına alma gayreti idi.
Velid ibn Abdülmelik’ten sonra hilafet-saltanat kardeşi Süleymana geçmişti. Bu arada Haccac ölmüş ve hapislerde tutulan yüzlerce masum insan serbest bırakılmıştı. Süleyman’ın halifeliği kısa sürmüş, hastalandığı sırada yerine Ömer b. Abdülaziz’i, peşinden de Yezid b. Abdülmelik’i veliaht tayin etmişti. Görüldüğü gibi, Ömer b. Abdülaziz’in halef tayin edilmesi, ne İslamî kurallara göre tesbit edilmişti ve ne de onun bu işte gözü vardı. Aksine o, İslâmdan bir çok sapmaların ortaya çıktığı, cahilî âdet ve davranışların toplumu kuşattığı bir ortamda böyle bir sorumluluğun altına girmekten kaçınıyordu. Ömer bin Abdulaziz, eğer bu insanları düzeltemez, devletin işlerini Allah Teâlâ’nın çizdiği doğrultuda düzene sokmayı başaramazsa Rabbine nasıl hesap verebileceğinin endişesi ve korkusu içerisindeydi. Kısa bir zaman sonra Süleyman vefat etmiş Ömer bin Abdulazizin hilafeti gündeme gelmişti. Ömer bin Abdulaziz veliaht sistemiyle getirilen kimsenin hilâfetinin meşrû olmadığını ve bu bey’atın hür iradeyle gerçekleşmediğini ileri sürerek yapılan bey’atı geri iade etti. Ömer b. Abdülaziz’in müslümanlara yaptığı ilk konuşması şuydu:“Ey Müslümanlar! Benim bu işten dolayı başım dertte.
Bu görev omuzlarıma yıkılıverdi. Ben bunu hiç istememiştim. Bana bu görev verildiği zaman da müslümanlara danışılmamıştı. Ben bu bey’atınızı iade ediyorum. İşlerinize bakacak, başınıza getireceğiniz bir başkasını ve istediğinizi seçiniz“ (A. Ağırakça). İşte, Ömer b. Abdülaziz’in son Raşid halifeden altmış sene sonra tekrar İslamın özüne dönerek müslümanların işlerini onlara havale etmesi ve müslümanların da hür iradeleriyle tekrar bey’at edip onu halife seçmeleriyle İslâm tarihinde bir altın sayfa daha açılıyor ve beşinci Râşid halifenin iş başına geçişi sağlanmış oluyordu.
Ömer b. Abdülaziz, müslümanların beyatını aldıktan sonra yaptığı konuşmasını, dedesi Hz. Ömer (r.a)’ın takındığı tavırla şu cümlelerle bitiriyordu: „Ey insanlar!. Allah’a itaat edene itaat etmek gerekir. Allah’a isyan edene itaat edilmez. Allah’a itaat ettiğim müddetçe bana itaat ediniz. Allah’a isyan ettiğim anda bana itaat etmeyiniz“ (A. Ağırakça). Üzerine yüklenen sorumluluğun altında ezildiğini hisseden beşinci Raşid halife, hemen orada kağıt kalem ister ve üç ayrı yere mektup yazar. Onun bu aceleciliğine herkes şaşırır. Ancak o, eline yetki geçtiği andan itibaren hiç bir haksızlığın ve yanlış uygulamanın devam etmesine razı olamazdı.
Bu mektuplardan biri, uzun süredir İstanbul’u karadan ve denizden kuşatan ve bir netice alamayan perişan haldeki ordunun geri çağrılmasıyla alakalı Mesleme İbn Abdülmelik’e yazdığı mektuptur. Diğer iki mektubun biri, Mısır valisi Usame İbn Yezid’in diğeri de Kuzey Afrika valisi Yezid İbn Ebi Müslim’in görevlerinden azledildiğini bildiren mektuplardır. Bu iki vali, idaresinden sorumlu oldukları insanlara zulmetmekteydiler. İslâm devletinin yönetiminin Emevilerin eline geçmesinden Ömer İbn Abdülaziz’in hilafetine kadar geçen süre içerisinde yöneticiler, İslamî uygulamalardan adım adım uzaklaşmış ve topluma İslâm öncesi cahili yaşantı hakim olmuştu.
Adâletsizlik ve hak sahiplerine haklarının verilmemesi, İslâm toplumunun sosyal ve ekonomik dengesinin bozulması sonucunu doğurdu. Örneğin zekat, zenginlerden alınıp fakir kimselere dağıtılan bir hak olduğu halde, toplanan zekatlar, zengin kimselere ve dalkavuklara dağıtılıyordu. Gerçekte sahibi ümmet olmakla birlikte beytülmal, bir avuç azınlığın şehevî arzularını tatmin etmek için saltanat sürenler tarafından gasbedilmişti. Topluma hakim olan cahilî yaşantının boyutları gözönüne alındığında, Ömer bin Abdulaziz’in neden bu görevden şiddetle kaçındığı açıkça anlaşılır.
İradesi dışında bu görevin üzerine yıkılmasından sonra artık yönetime ait olan câhilî yaşantının pisliklerine ve ümmetin mallarının şahsi menfaatler için kullanılmasına göz yumamazdı. Bundan dolayıdır ki o, Süleyman’ın cenazesinden dönerken kendisine sunulan süslü saltanat atlarına binmemiş, onların satılmasını ve elde edilen paranın beytülmal’e konulmasını emretmişti (Suyutî). Ömer b. Abdülaziz İslâm devletinin yönetimini Rasûlüllah (s.a.s) ve Raşid halifeler dönemindeki şekline döndürmek için yoğun bir çalışmanın içine girdi.
İlk önce insanlarla yönetim arasında bir set teşkil eden saray protokolünü kaldırdı. Böylece zulme uğrayan ya da bir isteği olan kimselerin engellenmeden, doğrudan doğruya kendisine ulaşabilmelerini sağladı. İdare merkezindeki her türlü pahalı ve lüks şeyleri beytülmal’e devrederek israf ve gereksiz harcamaları ortadan kaldırdı. Ömer b. Abdülaziz, halife olmadan önce zengindi ve yemesiyle, giyinmesiyle hayatını çok farklı yaşayan biriydi. Ancak ümmetin sorumluluğunu devraldığında, aniden değişmiş ve her türlü ihtiyacını asgari seviyede karşılama yoluna gitmişti. Hilafet makamındaki değerli süslü minderleri kaldırarak yerdeki kilimin üzerine oturmayı tercihle, Rasûlüllah (s.a.s)’in halifesine yakışır bir tevazu ve alçak gönüllülükle insanların kendisine yaklaşabilmelerini sağlamaya çalıştı.
Zira o, biliyordu ki Rasûlüllah (s.a.s)’in halefi olmak, O’nun yaşadığı ve gösterdiği doğrultuda yaşamakla mümkün olabilirdi. O Raşid Halifelerinki gibi sâde ve basit bir hayat sürdü. Takvayı kendi şahsî hayatında uyguladı; doğruluk ve adaleti tekrar tesis etti. Sultan ailesine Beytülmaldan tahsis edilen malları geri aldı. Gerçekte onun dönemi Hulefa-ı Raşid’in hilafetine bir ek gibidir.
O, gökyüzünü aydınlatan bir ışık misali parlamasıyla insanların net olarak İslâm’ın doğru yolunu görmelerim sağladı; halk korku ve endişeden uzak güveli hayatlarını devam ettirdiler. Ömer bin abdulaziz Minberden şöyle hitabediyordu: „Ey insanlar! Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Zira Allah korkusu her şeyden hayırlıdır. Bütün iyiliklerin anahtarıdır. Ahiretiniz için çalışınız. Allahu Teâlâ, ahireti için çalışanın dünyasını da mamur eder. İç âleminizi mâmur ediniz ki, Allah dış dünyanızı ıslâh etsin. Devamlı ölümü hatırlayınız. Gelip çatmadan Önce Ölüm için hazırlıklı olunuz. Hz. Âdem’den bu güne kadar gelip geçmiş ecdadınızı düşününüz. Hepsinin ölüm hayatına nasıl daldıklarını görünüz.
Bu ümmet, Rabbı, Peygamberi ve kitabı konusunuda ihtilâfa düşmez. İhtilâflar ise hep mal ve makam için oldu. Ben vallahi haklı kişinin hakkını asla kısmadığım gibi, hakkı olmayana da asla vermeyeceğim (dedi ve sesini yükselterek devam etti). Ey İnsanlar! Allah’a itaat edene itaat etmek gerektir. Allah’a isyan edene itaat edilmez. Allah’a itaat ettiğim müddetçe bana itaat ediniz. Allah’a isyan ettiğim anda bana itaat etmeyiniz.“ (İbn el-Cevzî). Beşinci raşid Halife, Ömer bin Abdulaziz Rahmetullahi aleyh, Halife olur olmaz bütün saltanat usûllerini bir çırpıda kaldırdı.
Dedelerinin ve babasının tutumunu tamamen terketti ve yepyeni bir hayat tarzı seçti, yani ilk dört halifenin hayat tarzını. Bundan başka, elinde bulunan ve gayri meşru usûllerle iktisap edildiklerine, kazanıldıgına inandığı bütün mal, mülk ve servetin, hatta hanımının mücevherlerini bile, beytülmale iade etti. Senede 40 bin dinar gelir getiren emlâk ve arazisinden sadece yıllık iradı 400 dinar olanı kendine alıkoydu ve „ancak bu, meşru şekilde elime geçmiş emlâktir“ dedi. Hatta geçimi için dahi olsa Beytülmaldan hiçbir şey almadı.Dar imkânları ile hayatını sürdürme ğayreti içinde oldu.
Ömer b. Abdülaziz, hilafetinin ilk günlerinde yaptığı ilk icraatlardan ve en önemlilerinden birisi de Ümeyye oğullarının ve özellikle Abdülmelik oğulannın ellerindeki malları devlet hazinesine iade etmesidir. Ömer bu malları „mezâlim“ yani zulümle elegeçirilmiş mallar diye anardı. Rivayet edilir ki Hıms’tan bir zımmî gelerek, „Ey mü’minlerin emiri! Senden Allah’ın kitabı ile hükmetmeni istiyorum“ dedi. Halife hangi konuda hüküm istediğini sorduğunda adam Abbas b. Velid b. Abdülmelik’in arazilerini gasbettiğini söyledi. Abbas orada oturuyordu. Halife ona „Abbas, sen ne diyorsun?“ diye sordu.
O, arazilerin kendine „emi-rülmü’minîn Velid b. Abdülmelik tarafından verildiğini“ söyledi ve bu husustaki belgeyi gösterdi. Halife zımmiye „buna ne dersin?“ diye sorunca adam: „Ey Mü’minlerin emiri, ben senden Yüce Allah’ın kitabına göre hüküm vermeni istemiştim.“ dedi. Halife „Evet, Allah’ın emirleri, Velid bin Abdülmelik’in belgesinden uyulmaya daha uygundur. Abbas! Ona arazilerini geri ver!“ dedi. Arazi zımmîye geri verildi. Ömer bin Abdulaziz, Mervan oğullannın âmir ve memurları tarafından gayri meşru yollarla alınan malları asıl sahiplerine teslim ettikten sonra derhal „Hanedan ve ümerâdan her kimin şikâyeti varsa, istediği gibi dâva edebilir. Malından, mülkünden birşeyler gaspedildiğini İspat edene bunlar iade edilecektir“ şeklinde ilânda bulundu.
Ömer bin abdulaziz’in sorumluluk ve mesuliyet duygusunun genişliğini anlamak için şu misâl kâfi gelir sanıyoruz. Selefi Süleyman bin Abdülmelik’in defni sırasında onun çok üzgün olduğunu gördüler. Halk buna hayret etti. Zira beklemediği, ümit etmediği halde hükümdar olmuştu. Üzüntüsünün sebebini sordular. „Doğudan batıya kadar yayılmış bulunan Ümmet-i Muhammed’den biri çıkar da hakkını benden isterse, ben de bunu ödeyemezsem, o zaman hâlim nice olur?“ dedi (İb-nü’l-Esîr, c. IV). Hanımı şöyle anlatmıştır: „Çoğu defa Ömer b. Abdülaziz’İ, odasında seccadesinin başında ağlarken görürdüm. Niçin ağladığını sorduğumda şöyle cevap verirdi: ‚Ümmetin işlerini omuzlarıma aldım. Düşünüyorum da onlann arasında aç olanı var, parasız pulsuz olanı var.
Hastası, mazlumu ve yoksulu var. Sebepli-sebepsİz hapiste bulunanları var, zayıfı var, zengini var. Çoluk çocuk sahibi olup da fakru zaruret içinde olanlan var. Hülâsa memleketin her tarafında bin-bir hâlde olan insanlar var. Biliyorum ki Rabbim kıyamet gününde hepsinin hesabını benden soracaktır. Dâvalanna ne şekilde baktığımı nasıl anlatacağım? Rasûlullah (sav) „ümmetimin işlerini nasıl idare ettin?“ diye sorarsa, korkarım ki bu dâva aleyhimde neticelenir. İşte bu korkunun şiddetinden ağlamaktayım.“ (İbnü’l-Esîr, c. IV).
Ömer bin abdulaziz, Zâlim ve zorba idarecileri, valileri azlederek yerlerine iyilerini tayin etti. Bütün gayri meşru vergileri ortadan kaldırmakla kalmadı, aynı zamanda Ümeyye oğulları devrinde haksız olarak alınmış bulunanların da sahiplerine iadesi hususunda emirler verdi. İslâm’a giren kimselerden cizye alınmamasıni kararlaştırdı. Kadı ve valilere kesin emirlerle, hiçbir müslüman veya zımmîye dayak atılamayacağını ve kırbaçlanamayacağını tekrar tekrar hatırlattı.
Kendisine sorulmadan ve izni alınmadan hiçbir had cezasının infazına teşebbüs edilmemesini emretti. (Tarih-i Taberi). Emeviler’in en kötü alışkanlıklarından biri, hutbelerde Hazreti Ali ve soyuna küfür etmeleriydi. Ömer b. Abdülaziz ilk cum’a hutbesine çıktığı zaman, samimi müslümanlar onun ne yapacağını dikkat ve heyecanla bekliyorlardı. Âdil ve muttaki halife Ömer, altmış yıldır süren bu uygulamaya son vererek hutbede ilk defa Nahl suresinin 90.ayetini okudu. Rabbimize binlerce ve binlerce kez şükürler olsunki bu uygulama zamanımıza kadar aynen devam etmektedir.
İncelememizin başında okudugumuz ayet mealini burada tekrar edecek olursak Rabbimiz mealen şöyle buyurmaktadır: *** Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor…*** Ömer bin abdulazizi her anışımızda bu hayırlı davranışı baş köşeye yerleşmektedir. Firasetli bir idarecinin yeri geldiginde ne kadar güzel davranışlar sergiledigine en güzel örneklerden birisidir bu uygulama. Tabiidirki ve Muhakkak ki Allah adâleti emrediyor. Her şeyi yerli yerinde tutmayı, yerli yerince kullanmayı emrediyor. Kendimizi ve eşyayı Allah’ın yarattığı gaye istikâmeti içerisinde tutmayı, kullanmayı emrediyor. Kendimizi ve eşyayı Allah’a kulluk ortamında tutmamızı emrediyor.
İhsanı, güzelligi, dogrulugu, hayırlı olanı, Allah’ı görüyormuşçasına O’na kulluğu, sürekli O’nun kontrolü altında olduğumuzu unutmadan bir hayat yaşamamızı emrediyor. Ana babalarımıza karşı, çoluk çocuklarımıza karşı, akraba ve tüm insanlara karşı münâsebetlerimizi kendi istediği gibi ayarlamamızı emrediyor. Yakınlarımıza, akrabalarımıza karşı sahip olduklarımızdan vermemizi emrediyor. Rabbimiz bizlerin Cömert olmamızı, paylaşmadan yana olmamızı istiyor ve öyle emrediyor. Rabbimiz bizleri kötülüğün her türlüsünden, fahşadan, münkerden ve azgınlıktan, haddi aşmaktan, Allah’ın sınırlarını tecavüzden, Allah’ın yasalarını çiğneyip kendi hevâ ve heveslerimiz istikâmetinde bir hayat yaşamaktan da nehy ediyor.
Tüm kötülüklerden, hayasızlıklardan, ahlâksızlıklardan ve aşırılıklardan bizleri men ediyor. Umulur ki, tefekkür ederiz, Rabbimizin ilahi uyarılarını hafızalarımızda canlı tutup hayatımızı Rabbimizin emir ve yasaklarıyla düzene koyarız. Allahın emirleri dogrultusunda hayatımızı sürdürürüz inşaallah… İnanıyoruzki; Allah’a kulluğun, Allah için bir hayat yaşamanın, Allah kontrolünde olmanın, Allah’ı görüyormuşçasına O’na kul olmanın yasaları bunlardır. Adâlet, ihsan, akrabaya vermek, fuhşiyatın, münkeratın, ahlâksızlığın her türlüsünden, azgınlığın, bâğîliğin, haddi aş-manın, sınırları çiğnemenin,
Allah’a isyanın her türlüsünden uzak durmak bizlerin uyacagı ilahi emirler bütünlügüdür inancındayız. İmam Kurtubi bu ayetler hakkında diyorki; * Rivayet edildiğine göre, Osman b. Maz’ûn şöyle demiştir: Bu âyet, nazil olduğunda, ben bunu Ali b. Ebi Talibe (r.a) okudum. O, hayrete düştü ve şöyle dedi; Ey Galib hanedanı! Ona uyunuz. Felah bulursunuz. Allah’a yemin ederim, Allah onu size, ahlakın üstün değerlerini emretsin diye göndermiştir. Bir başka hadiste de nakledildiğine göre, Ebu Talib’e: Senin kardeşinin oğlu, yüce Allah’ın üzerine: „Şüphesiz ki Allah adaleti, İhsanı… emreder“ buyruğunu indirdiğini iddia ediyor denilince, şöyle demiş:
Kardeşimin oğluna uyunuz. Allah’a yemin ederim ki o, size ancak güzel olan ahlakî değerleri emreder, îkrime der ki: Peygamber (sav) el-Velid b. el-Mugire’ye: „Şüphesiz ki Allah adaleti, İhsanı… emreder“ âyetini sonuna kadar okudu. el-Velid ona: Kardeşimin oğlu bir daha oku demiş Hz. Peygamber, bir daha bu âyeti ona okuduktan sonra, el-Velid şunları söylemiş: Allah’a yemin ederim, bu sözün kendine has bir farklılığı, bir çekiciliği vardır. Onun gövdesinin yaprakları bol üstü de meyve vericidir. Kesinlikle bu bir insan sözü değildir.
Nakledildigine göre bunu okuyan Osman b. Maz’un imiş. Osman da şöyle demiş: Önceleri Rasûlullah (sav)’dan haya ettiğimden dolayı İslâm’a girmiştim. Bu, ben onun yanında iken bu âyeti kerimenin indiği vakte kadar böylece devam etti. O vakit iman kalbimde iyice yer etti. Sonra bu âyeti el-Velid b. ei-Muğire’ye okudum, o da şöyle dedi: Kardeşimin oğlu, tekrar oku. Ben, ona tekrar okuyunca: Allah’a yemin ederim» bu sözün kendine has bir tatlılığı vardır… dedi ve haberin geri kalan kısmını zikretti. İbn Mes’ud der ki: Bu, Kur’ân-ı Kerim’de, uyulacak her bir hayrın ve uzak durulması gereken her bir şerrin dile getirildiği en kapsamlı âyet-i kerimedir. (İmam Kurtubi,Ahkamul Kuran)
Seyyid Kutub Rahmetullahi aleyh bu ayet hakkında diyorki: Kur’an adaletin yanında bir de „iyilik“ ilkesine yer verir. Böylece adaletin acımasız, şaşmaz kesinliğine bir ölçü yumuşaklık getirir. Bazı haklarından özveride bulunmak isteyen, böylece kalplerin sevgisini tercih eden, göğüslerini huzura kavuşturmak isteyenlere kapıyı açık bırakır.
Hayatın temel ilkesi olan adaleti bir yarayı tedavi etmek isteyenlerin veya bir erdemlilik örneği vermeye kalkanların önünde engelleyici bir unsur olarak kullanmaz… „İhsan“ gerçekten çok geniş anlamlı bir kavramdır. Her güzel iş ihsandır. İhsanı emretmek her işi ve her davranışı kapsar. Böylece ihsanın hayat denizinin tümünü kapsadığı görülmektedir. İnsanın Rabbiyle olan ilişkilerini, ailesi ile olan ilişkilerini, toplumu ile olan ilişkilerini ve bütün bir insanlıkla olan ilişkilerini içine alır.
„Akrabaya yardımda bulunmak“ „ihsan“dandır. Burada özellikle akrabaya yardımının öne çıkarılışı, onun önemini ortaya çıkarmakta ve pekiştirmektedir. Bu yardımlaşma aile tutkusundan kaynaklanan bir yardımlaşma değildir. Bu yardımlaşmanın dayanağı, İslâmın kendi dayanışma düzeninin ilkesine göre yakın çevreden uzak çevreye doğru yayılan dayanışma ilkeleridir. Ayeti kerimede geçen „Fahşa“ sözcüğü, aşırı kaçan, yani haddi aşan her şeydir. Fahşa’nın fuhuş anlamı da vardır ki, genellikle bu anlamda kullanılır ve ırza tecavüz anlamına gelir. Çünkü bu aşırı bir iştir.
Saldırı ve aşırı gitmeyi bünyesinde barındırır. Böylece fahşa kelimesini üzerinde yoğunlaştırır ve fahşa denildiğinde, özellikle bu fuhuş anlamı kastedilir. Ayette geçen „münker“ kavramı ise fıtratın hoşlanmadığı, dolayısıyla şeriatın da hoş karşılamadığı her iştir. Zira İslâmın şeriatı fıtratın şeriatıdır. Bazen fıtrat sapabilir. Fakat İslâmın şeriatı olduğu gibi kalır, değişmez. Fıtratın bozulmadan önceki asıl halini gösterir. „Bagiy“ kavramı ise zulmü, hakkı ve adaleti çiğnemeyi ifade eder.
Rezalet, çirkinlik, ïğrençlik‘, azgınlık ve isyan (Fahşa-münker-Bagy) temeline dayalı bir toplumu ayakta tutmak mümkün değildir. Rezaletin bütün boyutlarıyla, iğrençliğin bütün aldatıcılığıyla ve azgınlığın bütün sonuçlarıyla yayıldığı bir toplum uzun süre ayakta kalamaz. İnsanın fıtratı belli bir süreden sonra, bu yıkıcı etkenlere karşı harekete geçer ve onlardan silkinir. Bu yıkıcı etkenlerin kuvveti ne kadar fazla olursa olsun ve tağutlar düzenlerini korumak için ne kadar vasıta kullanırlarsa kullansın farketmez.
İnsanlık tarihi tümüyle rezalete, çirkinliğe ve azgınlığa karşı peşpeşe gelen başkaldırılardan ibarettir. Kısa bir dönem için insanlığın veya devletlerin bunlara dayanarak ayakta durması önemli değildir. İnsanın fıtratında ona karşı silkinişlerin ve direnişlerin bulunması gösteriyor ki, bunlar insanlık hayatına, bedenine yabancı düşen unsurlardır. Fıtrat onları üzerinden atmak için silkinir. Tıpkı canlı organizmanın kendi içine giren yabancı bir unsura karşı silkinişi ve direnişi gibi. Yüce Allah’ın adaleti ve ihsanı emretmesi, rezaleti, iğrençliği ve azgınlığı yasaklaması, düzgün ve sağlıklı fıtrata uygun düşer. Onu destekler ve Allah adıyla direnişe geçmeye iter. (Seyyid Kutub, Fi zilal…)
Kardeşlerim Neredeyse kırk yıldır yani Ömer bin Abdulaziziin hayatını okudugum andan itibaren Nahl suresinin doksanıncı ayetini ne zaman okduysam anında Ömer bin abdulazizi düşünmüşümdür. Bu sebeple hem Bu ayeti kerimeyi hemde Ömer bin Abdulazizi anlatma ve anlama fırsatını bahşeden Rabbimeze binlerce ve binlerce kez şükürler olsun diyoruz… Ayrıca, Ayeti kerimede ifade edilen bu güzellikler bütün İslam alimleri için yol gösterici ve kılavuz olmuş ve bu ayet tebiğ ayeti olarak görülmüş, İslamı anlatım ve tanıtmada bu ayet anlatılmaya ve tanıtılmaya çalışılmıştır. Ehli sünnet alimleririn tavsiye ve öğütleride bu yolda olmuştur. Allah hepsinden razı olsun…
Beşinci Raşid Halife Ömer bin abdulaziz’in uygulamalarına dönecek olursak, Aynı zamanda hemen her konuda yetişmiş bir İslam alimi olan, Ömer b. Abdülaziz’in ekonomik uygulaması sayesinde İslâm devletinin her yerinde refah seviyesi yükselmiş, daha önce yoksulluk içinde bulunan kalabalık halk kitlesi, normal bir refah düzeyine kavuşarak ihtiyaçlarını rahatça karşılayabilecek bir duruma gelmiştir. O, ticaret yapan kimselerin dışında kalan herkese beytülmaldan maaş bağlamıştı.
Uyguladığı âdil siyaset ile fakir zümre ortadan kalkmış, toplanan zekâtların dağıtılması için memurlar zorluk çekmeye başlamıştı. Çünkü zekâta ihtiyacı olan kimse bulunamıyordu (İbn Abdilhakem’den A. Ağırakça) Bu konuda Yahya ibn Sâıd’den şöyle bir rivayet nakledilmektedir: „Ben Afrika bölgesinin zekât amili idim. Zekatları topluyor, fakat dağıtacak ihtiyaç sahibi kimse bulamıyordum. Ömer’in uygulaması insanları zengin yapmıştı. Ben bu paralarla köle satın alıp azat ediyordum“.
Ömer b. Abdülaziz’in iki buçuk sene gibi kısa bir zaman zarfında sağladığı refah, İslâm Şeriatının hayata uygulandığında ne kadar kısa bir zamanda âdaleti yerleştirip toplumu her yönüyle emniyet içerisinde bir yaşama kavuşturma gücüne sahip olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. İbn Kesîr diyorki: „Ömer b. Abdülaziz çarşı pazarlara memurlar göndererek şöyle bağırmalarını emrederdi:
„Ey borçlular! Ey evlenmek isteyen gençler! Ey yetimler! Ey fakir ve muhtaçlar! Neredesiniz, geliniz! Nasibinizi alınız“ Ömer böylece bütün bu insanları zengin yapmıştı“ demektedir (İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihaye). Ömer b. Abdülaziz’in hilafetine kadar geçen süre içerisinde, İslâm’dan sapmanın sonucu olarak, insanlar kültürel ve ahlakî yönden süflîleşme eğilimi göstermeye başlamışlardı. O, işbaşına geldiği zaman insanların sosyal, ahlâkî ve kültürel yapılarında bir ISLAHI gerçekleştirmeye büyük gayret sarfetmişti. İslâm öncesi câhili yaşantının karanlıklarına doğru yol alan topluma Allah’ın dinini tekrar hatırlatmış ve onu günlük hayata tam anlamıyla hakim kılmayı başarmıştı.
Taberî’nin şu rivayeti, yöneticilerin toplum üzerindeki yönlendirici etkilerini ve Ömer bin Abdulaziz’in gerçekleştirdiği Şeriata baglanınca toplum yapısının ne kadar güzelleşeceğini bütün boyutlarıyla çarpıcı bir şekilde gözler önüne sermektedir: „Velid b. Abdülmelik’in büyük binaları, yazlıkları, işletmeleri vardı. Onun hükümdarlığı döneminde insanlar bir araya geldiklerinde birbirlerine binalar, işletmeler ve köylerinden bahsederlerdi. Velid’ten sonra iş başına gelen Süleyman ise çok sayıda cariyeye sahipti ve çokça evlilik yapmıştı. Ayrıca kendisine bol bol ziyafetler çekerdi.
Onun döneminde de insanlar cariyelerden, evliliklerden ve yemeklerden bahsederler, bunlarla meşgul olup övünürlerdi. Ömer bin Abdülaziz Hilafete geçip yepyeni bir idare şekli ve âdil bir yönetim oluşturunca, halk arasındaki konuşmalar şu şekilde cereyan eder olmuştu: „Bu gece Kur’an’dan ne ezberleyeceksin? Dün gece teheccüd namazına kalktın mı? Kur’an’ı ne zaman hatmettin? Kaç günde bir Kur’an’ı hatmediyorsun? Ayda kaç gün oruç tutuyorsun?.” (Taberî, Tarih, IV/ 139).
Tarihi verilere baktıgımızda Ömer bin abdulaziz’in hilafetinden önce müslüman sayısı bir milyon civarında idi. Ömer bin abdulaziz’in kısa halifeligi döneminde Müslümanların sayısı ve aynı zamanda müslümanların torakları yer yüzünde beş misli artmıştır. Bu artışın güney asya ülkelerine endonezyaya kadar ulaşmasında diger taraftan Afrikanın en dogusuna ve ortalarına kadar tanıtılmasında tabiidirki müslüman tacirlerin rolünüde unutmamak gerekir. Çünkü bu iki buçuk sene gibi kısa dönemde kayda değer bir savaşın oldugu zikredilmemektedir.
Ömer bin Abdulazizin hayırlı çalışmaları ve örnek hayatı bir sohbet konusu olmaktan çok çok uzun oldugu için biz konuyu burada yine onun güzel bir sözüyle bağlayalım inşaallah. * Peştamalımı kuşandığım ve yalanın, sahibine zarar verdiğini öğrendiğimden beri asla yalan söylemedim…* Bir başka güzel ifadesi şöyle: *Benden size hakka muhalif bir emir ulaştığında, onu yere çarpınız ve sadece hakka sarılıp tutununuz…*
Allahım bize senin sevdiklerini sevdir. Bizlere adil, olmayı sevdir, iyi insan olmayı, akrabalarımıza, din kardeşlerimize ve bütün insanlığa yardım etmeyi sevdir. Çirkin işleri yapmaktan, kötülüğe dalmaktan, fena yollara sapmaktan, azgınlığa düşmekten sana sıgınıyoruz. Bizleri sıratı müstakimde olanlardan eyle. Bizleri ehli sünnet vel cemaatta olanlardan eyle. Bizleri RAZI oldugun kulların zümresine dahil eyle…Sen her şeylere kadirsin Allahım…Amin…
Sermedkadir…LU…12.08.2015…