Rabbimiz Nebe suresi ilk 12.ayette mealen şöyle buyurmaktadır: *** Birbirlerine hangi şeyden soruyorlar? Büyük haberden mi? Ki onlar onda ayrılığa düşmüşlerdir. Hayır! Anlayacaklar! Yine hayır! Onlar (hakikati) anlayacaklar! Biz, yeryüzünü bir beşik, dağları da birer kazık yapmadık mı? Evet sizi çift çift yarattık. Uykunuzu bir dinlenme kıldık. Geceyi bir örtü eyledik. . Gündüzü de geçimi kazanma zamanı yaptık. Üstünüzde yedi sağlam gökyüzü bina ettik. Nebe‘ ya da Amme diye bildigimiz bu sure Mekke’de nazil olmuştur. 40.ayettir.
Bu sûre hakkında Teberî’nin, Celalettin Suyuti’nin tefsirlerinde zikrettikleri bir nüzûl sebebi rivâyet edilir. Bu rivâyete göre Rasulullah Efendimizin bi’setinden sonra yani Peygamber olmasından sonra, müşrikler birbirlerine sorup soruşturmaya başlıyorlar. Acaba nedir bu? Acaba ne getirdi bu adam? Neden söz ediyor? Ne yapmak istiyor? Hedefi ne ki? Ne ki bunun hali? Diye birbirlerine sorup soruş-turmaya, hakkında bilgi toplamaya başladılar. Ondan sonra da bu sûre nâzil oldu deniliyor.
Hz. Osman efendimizin tespitine göre, bu sûre nüzûl sırasında Mekke’de gelen sûrelerin sondan altıncısı Yâni Nebe’ sonra Nâziât, sonra İnfitar, sonra İnşikâk, sonra Ankebût daha sonra da Mutaffifin sûreleri nâzil olmuş. Nebe suresi adından da anlaşılacagı üzere Peygamber ve Peygamberligin anlatımı anlatılışıdır. Bu sûrenin merkez konusu, ana konusu Nebe’, Peygamberlik, peygamberimiz veya vahyin insanlara gelişindeki nihaî hedef olan cennet ve cehennem konularıdır. O zamanın müşrikleri, Bütün bu konuları birbirlerine sorup soruşturuyorlardı. Ne olup ne olmadığını, aslını esasını öğrenmeye çalışıyorlardı. Tefsir ulemasının ifadelerine göre, bu sûre de kıyamet, öldükten sonra dirilme ve haşr hakkında önemli haber verildiği için buna Nebe‘ sûresi denilmiştir.
Evet, Mekke döneminde inen bütün surelerde olduğu gibi, bu surede de ahiret hayatından ve kıyametten şüphe içerisinde olan Mekkeli müşriklere, başlarına mutlaka gelecek olan o günün dehşetli anları tablolar halinde sunularak „ah keşke.“ dememeleri için şimdiden hakka dönüp Peygamber efendimizin (sav)’in getirdiği ilkelere uymaya çağrılmaktadırlar. Kardeşlerim bilindiği gibi Resûlullah’ın (sav) tebliğinde üç ana ilke vardı: Allah’tan başka ilahlara tapmamak, Muhammed (s.a.s)’in O’nun kulu ve elçisi olduğunu kabul etmek, bu geçici dünya hayatının ardından ebedî bir ahiret yurdunun var olduğu ve insanların bu dünyada yaptıklarının karşılığını orada ceza veya mükâfat olarak görecekleri gerçeğine iman etmek. Bilindiği gibi, mekkeliler bu üç ilkeye de karşı çıkıyorlardı.
Onlar, Allah’ı yaratıcı, rızık verici, gören, bilen, gözeten olarak kabul etmelerine rağmen, dünyadaki hayatlarına yön vermesine tahammül edemiyorlar, bu konuda atalarının ve önde gelenlerin, tağutların yolunu izliyorlardı. Hazreti Muhammed’in peygamberliğini de bir türlü anlamlandıramıyorlardı. Onların inancına göre bir peygamber ya melek olmalı ya hiç değilse toplumun ileri gelen zenginlerinden seçilmeliydi. Hazreti Muhammed (s.a.s) onlar için iyi, ahlâklı dürüst biriydi ama, peygamber olacak kadar zengin değildi. Onlar, ölümün yokluk olduğuna inanıyor, ikinci bir hayatın varlığına akıl erdiremiyor, akılları bunu kavrayamıyor ve „Çürüyen vücudumuz toztoprak olduktan sonra tekrar mı dirilecek“ (Vâkıa,97) diye peşin hükümler veriyorlardı.
İşte Anlamaya ve anlatmaya çalıştıgımız Nebe suresi, onların bu inançlarını değiştirmek için örnek üzerine örnek veriyor; onların gözlerini göğe, yeryüzüne, dağlara, geceye, gündüze, güneşe, yıldızlara, bulutlara, yağmurlara, kuru topraktan çıkan rengarenk bağ , bahçeye, çift çift canlılara çeviriyor; belki bunlardan kıyasla Allah’ın, ölümden sonra tekrar diriltmesinin, zannettikleri kadar zor olmadığını anlattıyor. Hiç bir yanlış anlamaya meydan vermeyecek şekilde hitabını şöyle devam ettiriyor: „Yapmadık mı biz, yeryüzünü bir beşik; dağları birer kazık? Ve çift çift yarattık sizi. Uykunuzu dinlenme, geceyi bir elbise, gündüzü ise çalışıp geçiminizi kazanma zamanı yaptık. Üstünüze yedi sağlam gök bina ettik. Parıl parıl parlayan bir lamba astık. Sıkışan bulutlardan şarıl şarıl su indirdik, ki onunla taneler, bitkiler ve bir birine sarmaş dolaş bahçeler çıkaralım“ (6-16).
Bunun peşinden dünya gözüyle görebilecekleri çeşitli ibretli manzaralar gösterildikten sonra, o inkâr edip durdukları, kıyamet gününün şiddetli olaylarının ayrıntılı bir tasviri yapılmaktadır: Muhakkak ki hüküm günü belirlenmiş vakittir. O gün sura üflenir de bölük bölük gelirsiniz. Gök açılmıştır. Dağlar yürütülmüş, bir serap olmuştur. Cehennem de durmadan gözetlemektedir. Azgınların varacağı yerdir. Orada çağlar boyu kalacaklardır; orada ne bir serinlik ne de içilerek bir şey tatmazlar. Yalnız kaynar su ve irin içerler“ (17-25). Surei celiledeki bütün bu cezaların nedeni ise, onların dünyada iken böyle bir hesap görüleceğini yalanlamalarıdır. Onlar, kendilerine sunulan Allah’ın ayetlerini de tamamen yalanlamışlardı. Buna karşın Allah Tealâ da her şeyi sayıp, yazdırmıştı.
Onlara, madem ki böyle bir günün varlığım inkâr etmiştiniz, o halde kesin bir bilgiyle inanasınız diye „Tadın artık. Size azaptan başka bir şey arttırmayacağız“ (30) denilecektir. Ama o gün henüz gelip çatmış değilken, bu gerçeğe uyar, Allah’tan gereği gibi korkarsanız, siz de ahirette azap yerine, „takva sahipleri için olan kurtuluş“tan (31) faydalanırsınız. Eğer bunu yaparsanız, sizin için orada; „bahçeler bağlar, göğüsleri tomurcuklanmış yaşıt kızlar, dolu dolu kadehler vardır“ (32-34). Oraya gidenler; „ne boş bir söz ne de yalan işitmezler“ (35) Bütün bu nimetler ise yaptıklarınızın karşılığı olarak Rabbinizin size vereceği bir lütuf ve bağıştır. Yoksa sizler bu kadar nimeti, Allah’ın lütfu olmasa elde edemezsiniz. Nebe Suresinde, Ahiretteki acı ve mutlu son ve bunun yolu açıklandıktan sonra süre, uyarının tekrarlanmasıyla sona eriyor: O gün ruh ve melekler sıra sıra dururlar.
Rahmanın izin verdiğinden başka kimse konuşamaz. Rahmanın konuşmasına izin verdiği de ancak doğruyu söyler. İşte bu hak gündür. Artık dileyen Rabbine varan bir yol tutar. Biz sizi yakın bir azap ile uyardık. O gün kişi ellerinin yapıp öne sürdüğü işlere bakar ve kâfir, keşke ben daha önce toprak olsaydım der” (38-40). Kardeşlerim bu giriş bahsinden sonra Nebe suresini anlamaya ve anlatmaya ğayret edelim inşaallah: Allah Teâlâ, kıyametin vukuunu inkâr ederek soru soran kâfirleri reddedip buyuruyor ki: «Neyi soruşturuyorlar? Büyük haberi mi?» Sordukları şey nedir? Kıyametin durumunu mu soruyorlar. Bu dehşet verici, göz kamaştırıcı, feci bir haberdir.
İbni Kesirin ifadesine göre, Katâde ve İbn Zeyd, «büyük haberin» ölümden sonra dirilme olduğunu söylerler. Mücâhid ise bunun Kur’ân olduğunu söyler. Birinci görüş daha açıktır. Çünkü Allah Teâlâ âyetin devamında: «Ki onlar, bunun üzerinde ihtilâfa düşmektedirler.» buyuruyor. Yani insanlardan bir kısmı onu kabul edip inanmakta, bir kısmı da inkâr etmektedir. Müteakiben de kıyameti inkâr edenleri tehdîd ederek: «Hayır, ileride göreceklerdir. Yine hayır, elbette görüp bileceklerdir.» buyuruyor. Bu, kuvvetli bir tehdîd ve ağır bir azâb vaadidir… (ibni Kesir.)
Ali Küçük hocaefendi diyorki: müşriklerin sorup soruşturmaya çalıştıkları “Nebeü’l Azîm”? nedir sorusuna verilecek cevaplar şunlardır: Kur’an, Vahiy, Kıyamet günü demektir. Müşrikler Kuranı kerim konusunda itilaf ediyorlardı. Kur’an konusunda ihtilâf halindeler. Müşrikler tasdik ve tekzipte ihtilâf ediyorlar. Kimileri tasdik ederken, kimileri tekzip ediyor. Ya da üçüncü bir ihtimal, ihtilâf Kur’an’da olmuş, Kur’an konusunda ihtilâf ediyorlar. Kur’an’a şiir diyorlar, sihir diyorlar, kehanet diyorlar, ya da esâtıru’l evvelin yani eskilerin uydurdukları hikayeler diyorlar. Yani Kur’an konusunda ihtilâf içindeler, böyle bir istikrarı da yok. Ne diyeceklerini şaşırmışlar, ihtilâf ediyorlar. Sorup soruşturuyorlar, haberdar olmaya çalışıyorlar. İnsanlar merakla bilmek, duymak öğrenmek istemektedirler.
Hattâ semadan, yıldızlardan, yarından, yarından sonrasından da haberdar olmak istemektedirler. Kardeşlerim haber konusuna biraz eğilelim inşaallah. Allah Celle şanuhu insanlara beş duyu vermiştir. Koklamak, tatmak, dokunmak, duymak isterler, haberdar olmak isterler. İnsan fıtraten öğrenmeye hazır yaratılmıştır. İslâm insanın bu fıtrî özelliğini hayra kanalize eder. Ama bakıyoruz da bugün insanların haberdar olma merakları çoğunlukla İslâm’ın hakim olmadığı konulara yöneliktir. Yani insanların merak konularında İslâm söz sahibi değil. Birisi bir ev yaptırıyordur, merak ederiz. Acaba kaça mal oluyor? Hattâ adamın evini ölçüp adımlamaya bile kalkarız.
Önümüzdeki arkamızdaki tüccarın ticaretini, Memurun maaşını işçinin kazancını, Meslek erbabının sanatını merak edip öğrenmeye çalışırız. Filan artistin kocasını, falan sanatçının karısını, falan siyasînin oğlunu, kızını, karısını, damadını merak edip haberdar olmaya çalışanlar var. Acaba bugün Avrupa kupalarında kaç gol atıldı? Hangi takımlar düştü? Falan futbolcu ne kadar transfer bedeli aldı. Falan şarkıcı bir gecede ne kadar kazanıyor. Hangi yayınevi hangi yayınları çıkarmış? Amerika’daki tren kazasında kaç kişi ölmüş? Hindistan’daki Budha tapınagına kaç ton altın harcanmış.
Çin devletinin nüfusu 2050.yılında ne kadar olacak. Acaba Amerika ve Rusya yakında güney komşumuz olabilirmi. Bu gün Türkiye’de ne kadar asker, polis tuzaga düşürülmüş, Ne kadar terörist öldürülmüş, Türkiyede ne kadar mason var. Türkiyedeki ve dünyadaki Yahudiler neden bu kadar etkili. Neden hep ortadogu teknik üniversite sinde okuyanlar din düşmanı oluyor. Acaba şu politikacıda alevi’mi, Profesör ve akademisyenlerin neden çogunlugu mezhepsiz. İranlı mollalar ve kızılbaşlar neden hala Ashabın büyüklerine küfrediyorlar. Müslüman oldugunu söyleyen bunca insan neden Namaz kılmıyor. Müslüman oldugunu ifade eden bunca kadın neden tesettüre icabet etmiyor. Bu kadar varlık sahibi oldugu halde hatta yaşlarıda kemale erdigi halde neden hacca gitmeyi, Zekat vermeyi, Kurban kesmeyi ve bunun gibi, Allahın emrine uymayı erteleyen insanlar neyin peşindeler.
Fitne ve fesata yol açan, iftira, gıybet, dedikodu din’deki tehlikesi bilindigi halde neden hala insanlar birbirini çekiştiriyor. İnsanlar neden birbirlerinin yarım tarafını araştırırlar, neden birbirlerine tuzak kurarlar, neden sinsi sinsi kumpas peşinde koşarlar, neden birbirlerinin açığını yakalamaya çalışırlar. Ay’da , Mars’ta ve diğer gezegenlerde hayat varmı acaba. Bu ve bunun gibi menfi ve müsbet bir sürü merakı var insanların. Hayatımızın her döneminde herşeyi merak içinde öğrenmeye çalışırız. Şu evlerimize aldığımız aygıtlara bakılırsa, basın ve yayın mensuplarının yıldırım süratiyle koşturmalarına bakılırsa internet hızı, süratinde daha çoook haber peşinde koşacagız. Günümüzde bunu çok daha iyi anlayabiliyoruz. Ömrümüzün elverdigi ölçüde hep haber peşinde koşuyoruz.
Hattâ sabahleyin gazetem evime gelmedikçe tuvalete bile gitmem diyen insanlar var oldugunu duyuyoruz. İnsan her şeyden haberdar olacak. Kardeşlerim Aslında Haberin mutlak dogrusunu, en hakiki, en gerçek olanını, haberin en büyügünü, Sözlerin en güzelini, Kur’anı kerim bizlere bildirmektedir. Merakımızı Allah rızası için degişmez hayat rehberimize yönlendirelim. Haberin özünü Mukaddes kitabımızdan ögrenelim. Rabbimiz yarattığı insanın yaratılış özelliklerini, yani fıtratını göz ardı etmeden onun haberdar olma ihtiyacını gidermek için haberler göndermiş kitabında. Bu mânâda Kur’an’ın tümüne haberler de diyebiliriz. Cenabı hak Sâd sûresi ayet.67.de mealen şöyle buyurmaktadır: De ki, o azim bir haberdir.”
Evet kardeşlerim, Bu Kur’an Azîm bir haberdir. Kur’an en büyük haberdir. Önünde saygıyla eğilinmesi, durup dinlenilmesi gereken, insanların tümünü, zamanın tümünü, mekânın tümünü ilgilendiren bir haberdir Kur’an. Bizi ilgilendiren, hem bugünümüzü, hem yarınımızı, hem dünyamızı hem de âhiretimizi ilgilendiren Kur’an’dan başka bir haber yoktur. Örnegin Nebe suresinin ilk ayetlerinde beyan edildiği gibi, kıyametten daha büyük, daha önemli bir haber olabilir mi? Bundan daha önemli, bundan daha büyük bir haber olur mu? Yani en büyük haber, azamet sahibi, önünde saygıyla eğilinmesi gereken, dehşeti, büyüklüğü kabul edilmesi gereken bir haber ancak Kur’an’dır, Kur’an haberleridir.
Kardeşlerim, Bugün herhangi bir haber programı değil, dünyanın bütün haber şebekelerini meşgul edecek bir haber yayınlansa kaç gün sürer? Ya da kaç kişiyi ciddi ilgilendirir bu haber? Meselâ bir dünya savaşından söz edin. Kimi ülkelerdeki, kimi şehirlerdeki, kimi köylerdeki insanlar gerçekten hiç tanınmayacaktır değil mi? Hiç ilgilenmeyeceklerdir değil mi? İsterseniz takip edin dünya çapındaki haber şebekelerini, CNN’i, BBC’yi, gazetelerini tarayın, size lâzım olanları ayırarak tarayın, on milyon insanı ilgilendirir. Yüz milyona lâzımdır diye yeniden bir ayırım daha yapın, bakın ki ne kadar az habercik kalacaktır. Evet en büyük haberler kaç kişiyi ilgilendirir?
Veya ilgilenseler bile ne kadar süreyle ilgilendirir insanları?Kaç gün?Kaç ay? Kaç yıl süreyle ilgilendirir insanları? Bir yıl, elli yıl, belki yüz yıl. Ama bakıyoruz, Kur’an kıyamete kadar bütün insanları, bütün zamanları, bütün mekânları kapsayacak gerçekten azamet sahibi bir haber. Kur’an’ın bize verdiği haberler öyle azîm, öyle büyük ve önemli haberlerdir ki tüm insanları, tüm zamanları ilgilendiren haberlerdir. İşte bundan haberdar olun buyuruyor Rabbimiz. Ne soruyorsunuz? Ne öğrenmeye çalışıyorsunuz? Ne oluyor? Nepal’deki tapınakta dalay lama’ya baglı ne kadar keşiş var ögrensek ne olacak ögrenmesek ne olacak. Boş ve lüzumsuz şeylerin peşinde koştuğumuz yeter artık.
Rabbimiz buyuruyorki ne oluyor size? Neyin peşindesiniz? Neleri öğrenmeye? Nelerden haberdar olmaya çalışıyorsunuz? Haber mi arıyorsunuz? Okuyun kitabınızı. İşte size azametli bir haber: Kıyamet. Eğer etkisinden kurtulabilecekseniz, altından kalkabilecekseniz alın size bir diriliş ve hesap kitap haberi, haşr, kabir, mahşer, sırat, mizan, cennet, cehennem, azap, ateş, ikab, âhiret, hayat, ölüm, İslâm, Kur’an. Bundan daha büyük haber olur mu? Yer yerinden oynarken, yıldızlar yerinden sökülüp sağa sola düşerken, denizler alev alev kaynarken, dağlar yerinden sökülüp yürütülürken, ana kucağındaki çocuğunu atarken, altı aylık çocuğun sıkıntıdan başı ağarıp yetmişlik bir ihtiyara dönerken, kişi en çok sevdiklerini terk edip onlardan kaçarken İnananlar O halleri tefekkür etsinler.
Kardeşlerim Kur’anı kerim bizlere haberlerin en azametlisini veriyor. Bütünüyle Kur’an’ın bize öğrettikleri en büyük haberdir. Ben gazetenin yazdığını, televizyonun ulaştırdığını onlar ulaştırmasalar da öğrenebilirim. Bir saat sonra, bir gün sonra, bir ay, bir yıl sonra da öğrenebilirim. Ama bu kitap öyle bir haber kaynağıdır ki onun verdiği haberleri ondan başka hiçbir kaynaktan öğrenme imkânına sahip değilim. Keşke insanlar kendilerine lâzım olmayan haberler peşinde koşacaklarına, gerçekten kendilerine lâzım olan haberlere yönelebilselerdi. Allah insana beş duyu vermiştir. Haberdar olmak zorundadır insan. Ama bunları yönlendirecek, hayra kanalize edecek, kontrol edecek akıl da vermiştir Rabbimiz. Kardeşlerim mutlaka Kuranı kerimdeki gerçekleri, mutlak dogruları okumaya,
ögrenmeye ve amel etmeye ihtiyacımız var. Mutlaka Kur’an’a zaman ayırmamız gerekiyor. Uzun bir süre internet başında otururuz, saatlarca televizyon seyrederiz, reklamlara vakit ayırırız çeşit çeşit levhalar ilgimizi çeker, lakin Allah için biraz da Kur’an levhâlârını, Kur’an tabelâlarını okumaya, Rabbimizin emir ve yasaklarını ögrenmeye zaman ayıralım, ilim ögrenmeye ve ögrendiklerimizi hayata aktarmaya, Allaha kul Onun Rasulüne hayırlı bir Ümmet olmaya gayret sarfedelim inşaallah… Nebe suresini anlamaya ve anlatmaya ğayret ediyoruz inşaallah… Zuhayli Tefsirul Munirde diyorki: „Sizi çift çift yarattık“ Yani insan cinsinin korunması, yardımlaşma ve ünsiyet için erkekler ve dişiler olarak sizi sınıflar halinde ortaya çıkardık.
Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: „Size nefislerinizden, kendilerine ısınmanız için zevceler yaratmış olması, aranızda bir sevgi ve esirgeme meydana getirmesi da O’nun ayetlerindendir. Şüphe yok ki bunda iyi düşünecek bir kavim için elbette ibretler vardır.“ (Rûm, 30/21) „Uykunuzu dinlenme yaptık. Geceyi örtü kıldık.“ Uykunuzu bedenleriniz için bir rahatlık, hareket ve gün boyu süren yorucu işlerinize bir fayda yaptık. Uyku ile kuvvetiniz yenilenir, akıl ve vücut canlılık kazanır. Buradaki „dinlenme,“ ruh bedende olduğu halde hareketten kesilmedir.
Geceyi bir rahatlık, karanlığı da eşyayı ve cisimleri örten bir elbise gibi yaptık. Nasıl, elbise bedeni örtüp onu sıcaktan ve soğuktan koruyor ve avret yerlerini kapatıyorsa, gece de düşmandan saklanma ve kimi ihtiyaçlarını giderme gibi yararları elde etmek ve gündüz mümkün olmayan faydaları sağlamak için gizlenmek isteyenlerin gizlenebildiği zamandır.6- „Gündüzü geçim zamanı kıldık.“ Gündüz vaktini aydınlık yaptık ki, insanlar hayatını sürdürmek için kazanma, ticaret, ziraat ve sanat gibi rı-zık imkânlarını değerlendirebilsinler. „Üstünüze sağlam sağlam yedi (gök) bina ettik. (Ona) parıl parıl parıldayan bir kandil astık.“ Yani üzerinizde, yaratılışı ve yapısı muhkem, üstün sanat eseri, yıldızlarla süslenmiş yedi gök bina ettik.
Güneşi bütün aleme, aydınlığından ve ısısından yararlanılan parlak bir kandil yaptık; böylece kâinatta bulunan bütün canlılar ondan istifade ediyor. „Sıkışarak (su) çıkaran (bulut)lardan şarıl şarıl su indirdik, onunla dane, nebat ve (ağaçları birbirine) sarmaş dolaş bahçeler çıkaralım diye.“ Yani bulutlardan şarıl şarıl su indirdik ki o bol, temiz ve yararlı su ile insanlara gıda olacak buğday, arpa, mısır ve pirinç gibi muhtelif daneleri, ot saman gibi hayvanların yiyeceği nebatat, aynı toprakta olmalarına rağmen güzel görünümlü, dalları sarmaş dolaş olmuş bostan ve bahçeler, çeşitli meyvalar çıkaralım. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: „Yeryüzünde birbirine komşu kıtalar vardır, üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır ki hepsi bir su ile sulanıyor.
Biz onlardan bazısını, yemişlerinde bazısından üstün kılıyoruz. İşte bunlarda da aklını kullanacak zümreler için elbet ayetler vardır.“ (Ra’d, 13/4). Bu ayetler hakkında, Mevdudi merhum Tefhimul Kuran da diyorki: 8. Gece karanlık yaratılmıştır, çünkü insan karanlıkta daha iyi istirahat edebilir. İnsanın geçimini sağlayabilmesi için ise, gündüz aydınlık yaratılmıştır. Gece ve gündüzün birbiri ardınca gelişinden doğan sayısız yararlardan sadece biri burada zikredilmiştir. Buradaki vurgulama, içinde yaşadığımız nizâmın, gayesi olmaksızın bir rastlantı sonucu oluşmadığına işarettir. Bu gerçeğin ardında sayısız yararlar vardır ve gerçekten de insanın çıkarları doğrudan doğruya buna bağlıdır. Örneğin rahatça uyuyabilmeniz için vücudunuzun gece karanlığına ihtiyacı vardır.
„Biz bunun için geceyi karanlık yarattık ve rızık sağlayabilmeniz için aydınlığa olan ihtiyacınızı gündüzü yaratarak karşıladık. Bu muazzam nizam sizin ihtiyaçlarınıza cevap verecek şekilde yaratılmıştır.“ İşte böylesine eşsiz bir nizâmın, bir Hâlık’ı ve Hakîm’i olduğunu, bu sistemin bizzat kendisi kanıtlamaktadır. „Şidaden“ kelimesi, „sağlam“ anlamında kullanılmıştır. Göğün sınırları sağlamdır. Yani gökyüzünde sayısız yıldızlar dolaşıyor, herbiri kendi yolunu takib ediyor ve buna rağmen birbirleriyle çarpışmıyorlar. „Vehhacen“ kelimesi, güneş için kullanılmıştır. Asıl anlamı çok parlak ve çok sıcak demektir.
Biz bu kelimeyi tefsir ederken, iki anlamı da tercih ettik. Allah (c.c.) bu ayetiyle büyük bir kudret ve hikmete işaret etmektedir. Güneşin çapı yeryüzünün çapından 109 kat daha geniştir ve güneşin sıcaklığı 4 milyon C°’dir. Yeryüzünden 933 milyon mil uzaklıktadır. Buna rağmen bir kimse, çıplak bir gözle güneşe bir süre baksa, gözleri aşırı derecede kamaşır. Yine güneşin sıcaklığı o kadar şiddetlidir ki, bazı bölgelerde bu sıcaklık 140 F° kadar yükselir. Güneşin yeryüzü ile arasındaki uzaklığın orantılı bir ölçüye göre ayarlanması, Allah’ın (c.c) yüce kudretinin bir göstergesidir. Güneş şayet dünyaya belli bir mesafeden daha yakın olsaydı, yeryüzü sıcaklıktan kavrulurdu. Yine belli bir mesafeden uzak olsaydı yeryüzünde herşey soğuktan donar, insan, hayvan ve bitkilerin yaşamaları mümkün olmazdı. Güneşin ölçülü bir ısı yayması ile yeryüzünde hayat devam eder.
Bu ölçülü ısı yayılmasıyla birlikte, bitkiler yeşerir, olgunlaşır ve kendilerinden yararlanılacak hale gelirler. Aynı zamanda bu sıcaklık buharlaşmaya neden olur ve bulutlara yükselerek çeşitli bölgelerde yağmurun yağmasını sağlar. Allah Teâla’nın güneşi yegâne enerji kaynağı olarak yaratması nedeniyledir ki, milyonlarca seneden beri, yeryüzünde aydınlık, ısı ve ışınların yayılması mümkün olabilmektedir. (Mevdudi) Mahmut Toptaş Hocaefendi diyorki: Uykunuzu dinlenme kıldık. Yani uykusunu dinlenme yeri kılmadık mı? Dinlenmek çok ayrı bir şey. Mesela çok ağır bir yükün altından kalkan bir insan 5 saat uzanıp yatsa, ama uyumasa, o zaman mı daha iyi dinlenir?, yoksa 5 dakika uyusamı daha iyi dinlenir. Bir adamı uyutmadan iki gün oturtsalar, o adam bitkin bir hale gelir, yorulur. Amma beş dakikalık uyuması vücudunun dinlenmesine sebeb oluverir.
Uyku öyle bir nimetki, yokluğunda ancak anlayabiliyoruz. Uyku da ölüm gibi bir şey. Akşam ölüyor, sabahleyin tekrar dinliyoruz. Allah (c.c) ahirette dirilmenin nasıl olacağını bize uykumuzra gösterip duruyor. Geceyi elbise yaptık. Gece, bütün bir yarım kürede kalan insanların elbisesi oluyor. Bir taraf uyandığında dünyanın öbür yarım küresindekilere o elbise giydiriliyor. Kem gözlerden saklanıyor. Ayrıca güneşin ışın ve ısısının da etkisinden korunmuş olarak insanlar geceyi geçiriyorlar. Günümüzde bu konuda araştırma yapanlarımız, gündüz uykusu ile gece uykusu arasında fark olduğunu, gece uykusunun daha faydalı olduğunu söylüyorlar.
Niye? Çünkü tabiat şartlarında bir değişiklik var, güneşin ısı ve ışığının insan üzerinde etkisi var. Doğrudan sizin üzerinize doğmasa bile, aldığınız havanız O’nun etkisi altındadır, O’nun yaydığı ışık ve ısının insan üzerindeki etkisi farklıdır. Gündüzü, geçinebilmeyi(maişeti) sağlama vakti kıldık. Gündüz, çalışmak ve maişet temin etmek içindir. Gündüzün ışığı ve ısısı yal nız görmek için değil çalışmanız için, enerjinize enerji katmak içindir. O halde, geceyi uyku ve istirahat yeri, gündüzüde bir maişet yeri kılan Allah (c.c) dır. Üzerinize sapasağlam yedi (gökyüzü) bina ettik. Bu ayette „sapasağlam“ kelimesi geçmektedir. Bundan neyi anlıyoruz biz?
Dünyanın kuruluşundan beri güneş ve ay yörüngesinde, insanoğlunun sayımını yapamadığı yıldızlar yörüngesinde devam edip gidiyor. Bundan daha sağlam bir şey olur mu? Rabbim böylesine sağlam yedi kat gökyüzü yarattığnı ifade ediyor. Ve (gökyüzünde) parlayan kandili (güneşi) yarattık. Güneşe bakıyoruz, hem ısı hem de ışığıyla bizi aydınlatıyor, kandil görevini yapıyor. Böyle bir kaynağı insanların faydasına sunan Allah(cc)’dür. Günümüzde tükettiğimiz elektriğin parasını ödemede sıkıntı çekiyoruz. Ayrıca insanoğlunun ürettiği elektrikler, kandiller, ısılar bitiyor veya arıza yapıp kesiliveriyor. Halbuki güneş, Hz. Adem’den günümüze kadar ışığını ve ısısını vermeye devam ediyor. Eğer güneşin yakıtını biz verecek olsaydık, bir anlığına bile yetiştiremezdik.
Çünkü dünyanın güneşten ne kadar küçük olduğunu bize ilim adamları söyleyiveriyor. Rabbİmiz kasas sûresi 71 ve72. ayetlerinde;“Gece veya gündüz kıyamete kadar devam etse, Onu Allah’tan başka geri getirecek birinin olmadığını“ haber vermektedir. Dünyayı her şeyiyle güneşin içerisine alıvermiş olsak, sobanın içerisine atılan kağıt gibi bir anda yanıp bitecek. Öyleyse O Allah (c.c)’m ısı ve ışığına karşı ne kadar hamdu sena etsek yine azdır. O sıkıştıran (bulut) lardan şakır, şakır su indirdik. İlim adamlarımız yağmurun nasıl olduğu konusunda bize bilgiler veriyorlar. Doğrudur. Denize güneş vuruyor, oradan buhar oluyor, rüzgar atına biniyorlar gökyüzüne yükseliyorlar, orada belirli bir tabakaya varıyorlar yağmura dönüşüyorlar. Bu bir kanun. Ama çok ince işleyen bir kanun.
İnce işleyen bir kanunun da koyucusu olur. Allah (c.c) de; „biz bunu indirmedik mi?“ buyuruyor. Yani bu kanunları koyan ve O bulutlardan şarıl şarıl yağmurlar indiren Allah (c.c)’dır. Hani! ahirete aklı yatmayanlar var. Bakınız bir su, bir havuzdan yok olup gidiyor, buhar olup yükseliyor. Bu, „İnsan öldü toprak oldu veya yandı, tekrar bunu Allah nasil toplayacak?“ diyenlere bir cevaptır. Tencereyi ateşin üzerine koydunuz, suyu buharlaştırıp gökyüzüne yükseltiyorsunuz. Allah’ın onu nasıl topladığını görüyoruz. Yukarıda bulutlarda bir araya getiriyor ve tekrar geriye indiriveriyor. İşte Allah (c.c) toprak olup giden,yanıp duman olup giden insanlarıda bir gün ahirette öyle toplayiverir.(M.Toptaş,Şifa Tefsiri)
Nebe Suresinini anlamaya ve anlatmaya ğayret ediyoruz inşaallah. Rabbimiz, 17-40.ayete kadar mealen şöyle buyuruyor: *** Şüphesiz hüküm günü vakit olarak belirlenmiştir. Sûr’a üflendiği gün, bölük bölük Allah’a gelirsiniz. Gökyüzü açılır ve orada pek çok kapılar oluşur; Dağlar yürütülür, serap haline gelir. Şüphesiz, cehennem pusuda beklemektedir. Azgınların barınacağı yerdir (cehennem). Azgınlar) orada çağlar boyu kalacaklar, Orada bir serinlik ya da (susuzluk gideren) bir içecek tatmazlar, Kaynar su ve irin (tadarlar). Ancak (dünyada yaptıklarına) uygun karşılık olarak. Çünkü onlar hesap gününü (geleceğini) ummazlardı.
Bizim âyetlerimizi yalanladıkça yalanlamışlardı. Biz ise her şeyi bir kitapta sayıp yazmışızdır. Tadın! Bundan sonra yalnızca azabınızı arttıracağız. (31) Şüphesiz takvâ sahipleri için de başarı ödülü vardır. Bahçeler,bağlar, Göğüsleri tomurcuk gibi kabarmış yaşıt kızlar, Ve içki dolu kâse(ler). Onlar orada ne boş bir lâkırdı ne de yalan işitirler. Bunlar Rabbinin yeterli bir bağışı, mükâfatıdır. O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir. O, rahmândır. O gün insanlar O’na karşı konuşmaya yetkili değillerdir. Ruh (Cebrail) ve melekler saf saf olup durduğu gün, Rahmân’ın izin verdiklerinden başkaları konuşmazlar; konuşan da doğruyu söyler. İşte o, kesin olarak gelecek gündür.
O halde dileyen Rabbine varan bir yol tutsun. Biz, yakın bir azap ile sizi uyardık. O gün kişi önceden yaptıklarına bakacak ve inkârcı kişi: „Keşke toprak olsaydım!“ diyecektir…*** Ömer Nasuhi Bilmen merhum bu ayetler hakkında diyorki: Bu mübarek âyetler de inkarcıların yalan sandıkları kıyamet gününün, bir va’ad edilmiş zaman olduğunu beyan ile o inkarcıları kınıyor ve tehdîd ediyor, o günü inkâr edenlerin o günde ne müthiş azaplara uğrayacaklarını bildiriyor. İlâhî âyetler yalanlayan dinsizlerin bütün fenalıkları Allah katında bilinip ve bir kitapta yazılı olup kendilerini ebedî bir azaptan kurtulamayacaklarını şöylece beyan buyurmaktadır.
(Şüphe yok ki: O ayırt etme günü) O inkarcıların alay yoluyla soruşturdukları kıyamet zamanı ki: O, yaratıklar arasındaki muhtelif inançların, düşmanlıkların halledileceği bir gündür. İşte o gün; Cenab-ı Hak’kın takdirîle, ezeli ilmi ile (tâyin edilmiş bir vakittir.) o herhalde meydana gelecektir. Onu inkâra mahal yoktur. O gün ki:sûre üfürülür, artık bölük bölük geliverirsiniz. (O gün ki) O haşr ve neşr günü ki, İsrafil Aleyhisselâm tarafından (sûra üfürülür) ikinci üfürülme vuku bulur, (artık) Ey insanlar!. Hepiniz (bölük, bölük) takım takım cemaatler hâlinde durmaktasınız durağa, hesap mahalline (geliverirsiniz.) orada muhtelif cemaatler toplanmış olurlar. Dünyadaki amellerine göre çeşitli vaziyetlerde bulunurlar, samimi mü’minler, güzel birer sîma ile haşrolunurlar, isyan ve kötülük edenler kâfirlerden çirkin bir şekilde mahşere sevk edilmiş olacaklardır.
Gök de açılmış, artık kapı kapı oluvermiştir. O kıyamet gününde meleklerin inmeleri için vesâir faydalardan dolayı (Gökte açılmış) kendisinde o kadar fazlaca açıklık meydana gelmiş olur ki: Sanki göğün genel görünümü (artık kapı kapı oluvermiştir.) o gök öyle bir değişime saha olmuştur. Dağlar da yürütülmüşte, su gibi görülen bir hayâl olmuştur. O kıyamet gününde (Dağlar da yürütülmüş) o kadar sağlamlıklarına rağmen yerlerinde sabit bir hâlde bulunamamış (su gibi görülen bir hayâl olmuştur.) Öyle ki: Karşıdan bakılacak olsa bir su gibi görünür, yanına yaklaşılacak olsa bir şey bulunmuş olmaz, o darmadağın olarak uçmuş, bir hayâl mesabesinde kalmış gibi olur. Serab“ çölde uzaktan su gibi görünen bir hayâldir ki: Işığın kırılmasından ileri gelir.
Muhakkak ki: Cehennem, bir gözetilen yerdir. (Muhakkak ki:) O kıyamet gününden (Cehennem, bir gözetilen yerdir.) orada bulunan cehennem bekçileri, cehenneme sevk edilecek kimselerin gelmelerini beklemekte bulunurlar, tâ ki: Onların haklarında ilâhî azabı tatbik vazifelerini yerine getirsinler. Mirsâd“ gözetilen yer, gözetim mahalli, geniş yol manasınadır. Azgınlar için bir dolaşılıp gidilecek yerdir. O cehennem (azgınlar için) Cenab-ı Hak’kın hükümlerine, âyetlerine karşı inkarcı, kibirli vaziyet alıp, muhalefette, karşı olmada bulunan inkarcılar için (bir dolaşılıp gidilecek yerdir.) onların dönüp gidecekleri yer nihayet o cehennemden başka değildir. Tagî“ dik başlı, âsi, azgın kimse demektir. Onun içinde asırlarca kalıcılardır. Öyle azgın kimseler (Onun içinde) o cehennem ateşinde (devîrlerce) sonsuz asırlarca (kalıcılardır.) onların azap müddeti son bulmayacaktır.
Böyle bir azap, kâfirlere mahsus bulunmaktadır. „Ahkâb“ uzun, bilinmeyen zaman müddetleri demektir, dehr, sonsuz müddet mânâsında kullanılmaktadır. Tekili „Hukbe“ dir „Meâb“ dönüp gidilecek yer manasınadır. Orada bir serinlik içilecek bir su tadamazlar. O cehenneme atılacak olan azgınlar (Orada) o cehennemde (bir serinlik) o ateşîn tesirini azaltacak bir şey (ve içilecek bir su) bulup (tadamazlar.) hararetlerini, yanıp yakılmalarını azaltacak bir şeye nail olamazlar. Ancak bir kaynar su ve bir irin -tadarlar-. Onlar cehennemde (Ancak bir kaynar su ve bir irin) tadarlar, onlar, bundan başka bir su bularak onunla hararetlerini gideremezler. „Hamîm“ kaynar su, sıcak yağmur demektir.
„Gassâk“ da Sedîd, yâni: İrin, kan ile karışmış ince sudur ki, asıl cehennemin gövdesinden çıkar. Uygun bir ceza olarak. Cehenneme atılacaklar, kendi kötü amellerine (Uygun) o günahlarına göre (bir ceza olarak..) öyle cehennem ateşine atılmış bulunacaklardır. Âhirette herkesin cezası, dünyadaki halleriyle uygun bir şekilde olacaktır. Küfür ise en büyük bir isyan olduğundan onun cezası da en büyük azap olan ebedî cehennem ateşidir. „Vifâk“ iki şev arasındaki uygunluk ve ceza ve rast gelmek manasınadır. Şüphe yok ki, onlar, bir hesabı ummaz olmuşlardı.
Evet.. Onlar, böyle bir cezaya lâyık olmuşlardır. Zira, (Şüphe yok ki, onlar) o inkarcı kimseler (bir hesabı ummaz olmuşlardı.) dünyadaki amellerinden dolayı âhirette bir muhasebeye tâbi olacaklarına ihtimâl vermez bulunmuşlardır. Âhiret hayatını yalanlıyorlardı. Ve âyetlerimizi yalan saymakla yalan sayar olmuşlardı. Evet.. Onlar pek kötü kanaatlerde bulunmuşlardı. (Ve) Özellikle (âyetlerimizi) Allah’ın birliğine ve âhiret hayatına işaret ve şahitlik eden delilleri, kanıtları (yalan saymakla yalan sayar olmuşlardı.) Kur’an-ı Kerim’in beyanlarına inanmıyorlardı, bir nice isyanları işliyor, onlardan dolayı mesul olacaklarını hiç düşünmüyorlardı. Ve her ne şey var ise biz onu bir kitapta saydık -kaydettik-.
Halbuki: O inkarcıların bütün harekât ve sükûnları Allah katın bilinmektedir. (Ve her şey var ise) Bütün kevni olayları ve o meydanda o inkarcıların da bütün arzu ve düşüncelerini (bir kitapta saydık.) muhafaza ettik, levhi mahfuzda veya hafaza meleklerinin sahifelerinde kaydettik. Artık tadınız, imdi size azaptan başkasını atırmayacağızdır. Hak Teâlâ Hazretleri, o inkarcıların pek çirkin hâllerini beyandan sonra haklarındaki tehdidi arttırmak için de buyuruyor ki, (artık) ey kâfirler!. Dünyada iken bu hesap ve ceza gününü inkâr ve ilâhî âyetleri yalanlar olduğunuzdan dolayı şimdi bu âhiret âleminde ebedî azabı (tadınız) siz ancak o kötü inançlarınızdan, amellerinizden dolayı böyle cehennemin eksilmeyip dâima artan azapları içinde kalmış bulunacaksınızdır.
İşte küfrün ebedî ve pek şiddetli neticesi, bundan ibarettir. Bu âyeti kerîme, dinsizler hakkında pek şiddetli bir tehdidi içermektedir. Muhakkak ki, takva sahipleri için kurtuluşa erecek bir yer vardır. Bu mübarek âyetler de takva sahibi zâtların kavuşacakları uhrevî mükâfatları bildiriyor. O meydana gelmesi muhakkak olan âhiret âleminde bir takım yüce, ruhanî mahlûkların nasıl saf tutmuş olacaklarını haber veriyor. O gün için tedarikli bulunmanın lüzumuna işaret ediyor. İnkarcıları tekrar tehdîd ederek onların âhirette nasıl pişmanlıklar içinde kalacaklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Takva sahibi zâtların akıbetleri pek güzeldir. Evet.. (Muhakkak ki, takva sahipleri için) küfürden sakınan, haram şeyleri işlemeyen, Allah’ın azabından korkan zâtlara mahsus (kurtuluşa erecek bir yer vardır.) onlar, âhirette kurtuluş ve selâmete vesîle olacak bir makama nail olacaklardır.
„Mefaz“ zafer ve kurtuluşa erecek yer ve ova, sahra manasınadır. Bahçeler ve üzümler -vardır-. Evet.. O takva sahibi zâtlar için (Bahçeler ve üzümler) vardır. Onlar, öyle kurtuluş ve safa sahalarına kavuşacaklardır. „Hadâik“ çeşitli ağaçları, meyveleri bulunan bostanlar demektir. „Anab“ de yaş üzüm demek olan „(nebin“ çoğuludur. Üzüm bağları yerinde de kullanılmaktadır. Ve nâr memeli, hep bir yaşta -cariyeler vardır-. (Ve) O takva sahibi kullar için cennetlerde (nâr memeli) memeleri büyüyüp gelişmiş, kabarmaya başlamış, turunç bir hâle gelmiş (hep bir yaşta) on altı yaşlarında pek genç cariyeler de vardır. „Kevâib“ memeleri kabarmaya başlamış kızlar demektir.
„Etrâb“ da aynı yaşta bulunan kimselerdir. Ve dop dolu kâseler vardır. Ve o takva sahipleri için cennetlere (Dopdolu kâseler) de vardır ki, billurdan yapılmış şeffaf kadehlerdir. Onlar ile teiniz, lezzetli suları içer, zevk alırlar. „Dihâk“ ağzına kadar su ile dolmuş demektir. Orada bir boş lâkırdı ve bir yalanlama işitmezler. O cennete giren zâtlar (Orada) o cennette (bir boş lâkırdı) söylemezler, ve dinlemezler (ve bir yalanlama işitmezler.) birbirlerini yalanlamazlar, dâima uyanık, pek güzel bir akıl ve şuura sahip bulunurlar. İçecekleri temiz, lezzetli sular, şerbetler, dünya şarabı gibi zararlı, akılları sarsacak bir mahiyette değildir. -Bunlar- Rab’binden bir mükâfat ve bir yeterli ihsandır.
Evet.. Takva sahipleri böyle nimetlere nail olurlar, bütün bunlar (Rab’binden bir mükâfat ve bir yeterli ihsandır.) Allah tarafından o takva sahibi zâtlara ihsan olarak verilen bireryeterli hediyeden ibarettir, mahiyeti hertürlü düşüncenin üstündedir. Göklerin ve yerin ve bunların aralarındakinin Rab’bi Rahman ki:lnsanlar O’na karşı konuşmaya yetkili değillerdir. Evet. O âlemlerin Rabbi (Göklerin ve yerin ve bunların aralarındakilerin Rabbi) dir ki: O (rahman) ve rahîm olan bir Kerem Sahibi Yaratıcıdır (ki: Ondan bir hitaba mâlik olamazlar.) semâlardaki ve yerlerdeki malûkattan hiç biri, O Yüce Yaratıcının müsaadesi olmadıkça o ezeli Mâbud ile konuşma ve hitab etmeye, ondan bir şey istemeye, şefaatte bulunmaya selâhiyetli bulunamazlar, Onun azamet ve yüceliğine, umumi hâkimiyetine karşı bütün mahlûkatın tam bir hürmetle teslimiyette bulunmaları icabeder. 0 gün ki:
Ruh ve melekler saf saf ayakta duracaklardır. Kendisine Rahmanın izin verdiğinden başkaları konuşamıyacaklardır ve -o da-doğruyu söylemiş olur. Evet.. (O gün ki:) O kıyamet zamanı ki: (Ruh ve melekler saf saf ayakta duracaklardır) Pek saygılı bir vaziyet alacaklardır. (Kendisine Rahmân’ın) Cenab-ı Hak’kın (izin verdiğinden başkaları konuşamayacaklardır.) Bir şey talebine, bir kimse hakkında şefaatte bulunmaya cür’et edemeyeceklerdir, (ve) Kendisine Allah tarafından izin verilen herhangi bir zât da (doğru söylemiş olur.) O doğru sözlü bir zât olduğundan dolayıdır ki:
Öyle bir ilâhî izne nail olmuştur. Cenab-ı Allah’tan bâzı mü’minler hakkında şefaatte bulunmaya izin verilmiştir. Diğer bir görüşe göre de ruh ile melekler, ancak dünyada iken doğru söylemiş olan kimse hakkında söz söyleyerek şefaatte bulunabilirler. Bu âyet-i kerîme’deki ruhtan maksat, ya Cebrail Aleyhisselâm’dır, veya hafaza melekleridir. Veya meleklerin en şerefli bir zümresidir. Veya melâike kabilinden olmayan başka Allah’ın askerleridir veya mü’mîn olan Adem Oğlunun ruhlarıdır. İşte bunlar, bu kadar yüksek bir mertebeye nail bulunmuş oldukları hâlde yine o kıyamet günü ilâhî müsaade olmadıkça hitab etmeye selâhiyetli bulunmayacaklardır.
İşte bu, hak olan gündür, artık kim dilerse Rab’bine sığınacak bir yer edinsin. (İşte bu) kıyamet zamanı (o hak olan gündür.) o sabit, meydana geleceği muhakkak, olan ve kararlaştırılan bir muhakeme ve muhasebe gününden ibarettir. (Artık kim dilerse Rab’bine sığınacak bir yer edinsin.) Yâni: Salih amellerde bulunarak o sayede Cenab-ı Hak’ka manen yakınlaşmaya, onun sevabına, lütuf ve ihsanına erişmeye lâyık bulunsun. Şüphe yok ki: Biz, sizi yakın bir az ab ile korkutmuş olduk. O gün ki: Herkes iki elinin ne yapmış olduğuna bakacaktır. Kâfir de: Ah ben keşke, bir toprak olaydım, diyecektir.
Hak Teâlâ Hazretleri, kullarını uyanmaya davet için lütfen şöyle de, buyuruyor: (Şüphe yok ki, biz) Kudret ve azamet sahibi olan yüce zatını (sizi) Ey insanlar!, (yakın bir azap ile korkutmuş olduk.) Kâinatın yaradılışına göre vuku bulacağı yakın olan kıyamet azabı ile tehdîd etmiş bulunduk. Zâten her gelecek şey, yakın mesabesinde bulunmaktadır. Artık o gün için hazırlanmalıdır. (O gün ki: Herkes iki elinin) Daha dünyada iken (ne takdim etmiş olduğuna) nasıl işler ile meşgul bulunmuş olduğuna (bakacaktır.) dünyada iken hayır mı yapmış, yoksa şer mi işlemiş olduğunu dikkate alacaktır, o yaptığı şeylere göre, mükâfat veya ceza görecektir.
(Kâfir de) Herhangi bir dinsiz de uğradığı şiddetli azaplardan dolayı heyecanlarını, üzüntülerini göstererek (ah ben keşke) âhirette veya daha dünyada iken (bir toprak olaydım) mükellef olmayan bir taş, bir toprak mahiyetinde bulunsa idim de şimdi bu azaplara mâruz kalmasa idim. (diyecektir.) Böyle boş yere pişmanlık gösterecektir. Heyhat ki: Artık pişmanlığı kendisine bir fâide veremeyecektir. Binaenaleyh her akıl sahibi insan için lâzımdır ki: Daha dünyada iken, daha fırsat elde iken hayatını tanzim etsin üzerine düşen kulluk vazifelerini yerine getirmeye çalışsın, yapmış olduğu kusurlardan dolayı pişmanlık duyarak tevbe ve istiğfarda bulunsun, takva, ibâdet ve itaat yolunu çalışarak muttakî kullar hakkındaki ilâhî müjdelere kendisi de aday olsun, kerîm, rahîm olan yaratıcımızdan böyle bir müjdeye kavuşma niyazında bulunuruz. (Ö.Nasuhi bilmen)
Kardeşlerim önemine binaen tekrar edelim. Hesabın, kitabın korkunçluğunu görünce, amellerinin, hayatlarının, hayat programlarının kitaba uygunsuzluğunu görünce kâfirler diyecekler ki, bugün ne cennet, ne de cehennem görmeden hayvanlar gibi keşke toprak olsaydım! Çünkü o gün hayvanlar da dirilecek ve onların hesabı, kitabı kolay bitecek. Çünkü onlara: Sizi insanlar için yaratmıştım! diyecek Allah, onlar da toprak olacaklar. Onların böyle kolay bir hesapla işlerinin bittiğini gören kâfir de böyle diyecek. Keşke bizler de hayvan olsaydık da hesabımız böyle kolayca görülseydi, diyecekler. Bu sözü söyleyen kâfirler şöyle söylüyorlar: “Keşke Adem gibi olsaydım.
Keşke topraktan yaratılan Adem’in yerinde olsaydım, Adem’in yolunda olsaydım da kurtulsaydım! Keşke ateşten yaratılan şeytanın safında değil de topraktan yaratılan Adem’in safında olmasaydım” diyecekler. Çünkü onlar ateşten yaratılan İblis peşinde koşarken sonunda soluğu ateşte aldıklarını anlayınca, “eyvah!” diyecekler, “biz ateş üstündür zannediyorduk!” Meğer ne korkunç bir şeymiş bu! diyecekler. (Ali Küçük) Rabbim bizleri yaşadıgı hayattan pişmanlıklarla ve keşke diye başlayan nedamet sözleriyle ayırmasın. Son sözünü, nefesini kelimeyi tevhid ve kelimeyi şehadeti zikrederek verenlerden eylesin…
Son nefeste kelimeyi tevhid ve kelimeyi şehadetle çene kapamalar nasib eylesin. Rabbim bizleri Dinimiz hak dindir, Rabbimiz Haktır, Peygamberi haktır onu hak ile gönderdi, semâvât ve arzı hakla yaratmıştır, kitabı hak ile indirmiştir, Mizan haktır, terazi haktır, kıyamet gününde hesap, kitap haktır ve bugün de hak bir gündür, oyun, eğlence günü değildir, gerçek gündür bugün. Diyenlerden eylesin. Bizleri İman ve İslamın deger ve kıymetini bilenlerden eylesin. Bizleri Kuranı kerime ve sünneti seniyyeye sımsıkı tutunanlardan eylesin…Amin…
Sermedkadir…LU…20.01.2016…