İNFAK ŞUURU ÜZERİNE NOTLAR…

Rabbimiz  Bakara Suresi  ayet.261.262.de  mealen  şöyle  buyurmaktadır: *** Allah yolunda mallarını harcayanların örneği, yedi başak bitiren bir dane gibidir ki, her başakta yüz dane vardır. Allah dilediğine kat kat fazlasını verir. Allah’ın lütfu geniştir, O herşeyi bilir. Mallarını Allah yolunda harcayıp da arkasından başa kakmayan, fakirlerin gönlünü kırmayan kimseler var ya, onların Allah katında has mükâfatları vardır. Onlar için korku yoktur, üzüntü de çekmeyeceklerdir…***

İNFÂK  kısaca  mana  olarak  Malı, Allahü teâlânın yolunda harcama. Nafaka zekat gibi verilmesi lâzım olan malı hak sâhibine vermek  demektir. Aynı  ifadeleri  içeren Nafaka sözcüğüde verip geçindirme, besleme, Allah yolunda harcama  anlamlarına  gelir. Bir terim olarak; gerek hısımlardan ve gerekse diğer insanlardan yoksul ve muhtaç olanlara para veya maişet yardımı yaparak, onların geçimini sağlama, demektir. Zarûrî ihtiyaç ve maişet için sarfolunacak paraya ve azık çeşidinede  aynı  zamande  „nafaka“ denir. Bir kimsenin kanunen geçindirmek zorunda bulunduğu kimselere mahkeme kararıyla bağlanan aylık miktarına  da  NAFAKA  denilmektedir…

İslâm fıkhında infakın kapsamı geniştir. Aile reisinin bakmakla yükümlü olduğu kimselere harcama yapmasını kapsadığı gibi; diğer yoksul ve muhtaçlara yapılan zekât, sadaka ve benzeri yardımları da anlamı içine alır. Kur’an-ı Kerîm’in pek çok âyetinde, varlıklı müminlere „Allah yolunda infak“ emir ve tavsiyesinde bulunulmuş, Allah yolunda harcayanlar övülmüştür. Örneğin  Rabbimiz, Bakara  suresi  ayet. 267.de  mealen  şöyle  buyurmaktadır: *** Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden size çıkardıklarımızdan hayra harcayın. Size verilse, gözünüzü yummadan alamayacağınız kötü malı, hayır diye vermeye kalkışmayın. Biliniz ki Allah zengindir, övgüye lâyıktır..***

Kardeşlerim, Tefsirlerimizide  göz  önünde  bulundurarak bu  ayete  bakalım  inşaallah. Rabbimiz rızasına uy­gun olarak yapılacak infakın katında kabul edilebilmesi için infak edilecek malda bulunması gereken şartları anlatıyor. Ve infak edilecek malların türünü anlatıyor. Buyuru­yor ki Rabbimiz: „Kazandıklarınızın en temizinden.“ Kazandıklarınızın en temiz ve en güzellerinden infak edin. Bura­daki „Tayyibat“ ifadesini iki mânâda anlıyoruz.

 

Kazandıklarınızın en temizinden infak edin demektir bu­nun mânâsı. Yâni kaynağı temiz olan, kazanma yolu temiz ve he­lâl olan, helâl yollardan kazandığınız mallarınızdan infak edin. Ka­zanç yolu haram olan, temiz olmayan malları infak etmeyin. Zaten bunlara İslâm mal demez. Nitekim Abdullah Bin Mes’ud’un rivâyet ettiği bir hadisi  şerif te  Peygamber  efendimiz  mealen  şöyle  buyurmaktadır:

 

***Haramdan mal kazanan bir adam ondan infak ede­cek olursa kesinlikle bu infakını Allah kabul etmez. Sadaka verecek olursa sadakası kabul edilmez. Onu ver­meyip geri bırakacak olursa o mutlaka onun için cehen­nem azığıdır. Muhakkak ki Allah kötüyü kötü ile silmez. Fakat kötüyü iyi ile siler. Çünkü pis ve bayağı olan bir şey, pis ve bayağı olan bir şeyi asla silmez.“ (İmam Ahmed)

 

Fıkıh  kitaplarımıza  baktığımızda Hanefî ulemâsının ifadesine göre herhangi bir kimse, ha­ram yollardan kazandığı bir malı, Allah adına ve sevap bekleye­rek infak edecek olursa bu adam kâfir olur. Çünkü bu haliyle bu adam ha­ramı helâl kabul etmiştir. Ve yine bu adamın bu malı, kendisine infak ettiği fakir onun haramdan kazandığını bile bile kendisine: „Allah sen­den razı olsun“ gibi bir dua da bulunursa, bu fakir de kâfir olur. Bu iki­sinin durumunu bilerek onların bu konuş­malarını duyan ve „Amin“ di­yen kişi de kâfir olur. Evet mallarınızın temizinden yâni helâlinden infak edin diyor Rabbimiz.

 

Mallarınızın en güzellerinden, en kıymetlilerin­den infak edin demektir. Bakıyoruz bugün kimi insanlar kendileri­nin beğenmedikleri, değer vermedikleri yaramaz mallarını infak ediyorlar. Eski olduğun­dan, değersiz olduğundan, tadı tuzu güzel olmadığından, ya da başka kusurları sebebiyle kendilerinde bu­lundurmayıp başkalarına savmak istediklerinden veya başka se­beplerle kendilerinin ondan kurtulmak istedikleri mallarını infak etmeye çalışıyorlar.

 

Başkaları bu tür malları kendilerine verecek olsalar, gözlerini kapatarak ancak kabul edebile­cekleri malları infak etmeye çalışıyorlar. Kardeşlerim  inanıyoruzki; Bu kâinat, kudret eli ile kurulmuş binbir nakışla tezyin edilmiş umûmî, fânî bir ikâmetgâhtır. Bir imtihân âlemi olan şu dünyâda geçireceğimiz günler, ciddiyet ve ince bir şuur, derin bir idrâk ile tefekkür ister. Çünkü bizim için asıl kalıcı olan nîmetler, bâkî ikâmetgâha, yâni sonsuz hayata götürebildiğimiz güzelliklerdir.

Kullarının böyle ebedî güzellikler ile huzuruna gelmesini arzu eden Cenâb-ı Hak, kendi katındaki yüce mükâfatı ve rızâsı istikametinde yapılacak sâlih amellere  verdiği değeri Kur’ân-ı Kerîm’de sık sık beyân buyurur. Allâh Teâlâ, bilhassa lutuf ve kerem, cömertlik ve ihsân gibi ulvî sıfatlarının tezâhürü olan sadaka ve infak hakkında ısrarlı teşviklerde bulunur. Öyle ki, yüce rızâsı için verilecek her sadaka ve yapılacak her infakı kendisine verilmiş  güzel bir borç yani karz-ı hasen olarak kabul eyler ve bunun karşılığını kat kat ödeyeceğini vadeder.

 

Rabbimiz  Hadid  suresi  ayet.11.de  mealen  şöyle  buyurmaktadır: *** Kim Allah’a güzel bir ödünç verecek olursa, Allah da onun karşılığını kat kat verir ve ayrıca onun çok değerli bir mükâfatı da vardır…*** Bu âyetinde Rabbimiz bizden karz istiyor, borç istiyor. Karz-ı hasen, kişinin Allah tarafından kendisine verilen her şeyini, onların gerçek sahibi olan Allah yolunda sarf etmesinin adıdır. Malını, canını, zamanını, fırsatını, imkânını, ilmini, düşüncesini, sağlığını, sıhhatini, parasını onların gerçek sahibi olan Allah yolunda sarf etmesinin adıdır karz-ı hasen.

 

Mallarınızı, canlarınızı, zamanlarınızı, ilimlerinizi, fırsatlarınızı, imkânlarınızı Allah’ın istediği yerlerde harcayın. Bir borç olarak Allah’a sunun onları. Allah’ın yanında emanette kalsın ve en lâzım olacağı zaman da O’ndan alın. Ne zaman lâzım oldu? Cennet için mi lâzım oldu? Cehennemden kurtuluş için mi lâzım oldu? O zaman alırsınız O’ndan.             Bilelimki ki Allah buyurdu diye, Allah emretti, Allah istedi diye ne yaptıysak, Allah rızası için ne hayır işlediysek onu mutlaka ve mutlaka Rabbimizin katında hazır bulacagız  inşaallah.

 

Üstelik yaptıklarımızdan, işlediklerimizden daha hayırlı olarak bulacağız onları. Daha güzel olarak, daha çok olarak, daha fazla olarak bulacağız onları. Tabii, malı ve canı karz olarak Allah’a sunabilmenin, bunu becerebilmenin yolu mallarımızın ve canlarımızın gerçek sahibinin bizler değil, Allah olduğuna inanmaya bağlıdır. Bu gerçeği anlamaya bağlıdır. Bunu anlayan, tüm sahip olduklarımızın gerçek sahibinin Allah olduğunu bilen kişi çok rahat malını da, canını da onların sahibinin yolunda kurban edebilir  inancını  taşıyoruz.

 

Öyleyse  bilelim ki bu canlarımızın, bu mallarımızın, bu evlerimizin, bu eşyalarımızın, bu ağaçlarımızın, bu bahçelerimizin, bu paralarımızın gerçek sahibi Allah’tır. Rabbimiz her birimize şu sahip olduklarımızı vermiş, mülkünde bizleri emanetçi kılmıştır. “Kullanın bunları, ama mülkün sahibi olarak benden size gelen mesajı aynen uygulayın” buyurmuş. Sonra katından bize bir haberci göndermiş. O haberci Allah’tan getirdiği bir haberiyle bizlerden Allah adına karz istiyor.

 

Rabbimiz bu âyetiyle tüm varlığımızı kulluk adına kendisine sunmamızı istiyor. İkinci olarak da bizzat fakirlere, muhtaçlara kendi rızası adına borç vermemizi emrediyor. Allah kendini fakir kullarının safında kılarak kendi adına onlara karz yapmamızı istiyor. Kendi rızası adına, sıkıntı içinde kıvranan kardeşlerimize karz-ı hasen adı altında borç vermemizi istiyor. Fakir kullarına yapılacak karzı kendisine yapılmış kabul ediyor.

 

İşte bir Müslüman eğer mülkün gerçek sahibi olarak Allah’ı unutmamış, kendisini mülkün sahibi görmeye başlamamış ve mülkün sahibi olan Allah’ın bu mesajını yerine getirmediği zaman zorla Allah’ın o mülkü onun elinden söküp alacak güçte bir Allah olduğuna inanıyorsa ve Allah’tan gelen Şanlı  Rasule inanıp güveniyorsa, peygamberden (sav) bir şüphesi yoksa, hiç tereddüt etmeden malını da, canını da Allah yolunda yatırım yapabilecektir. Ama bunların zıddı söz konusuysa, elbette zırnık bile vermeyecek, veremeyecektir.

 

Öyleyse bir insan meselâ sırtındaki gömleğine varıncaya kadar her şeyini Allah yolunda infak etse, harcasa, bu adam övünülecek bir şey yapmış sayılmaz. Neden? Zaten Allah’ın malını yine O’nun yolunda harcadı o kadar. Fazla bir şey yapmadı ki… Yine bir adam meselâ canını, gözünü kırpmadan Allah yolunda fedâ etse, bu adam da övünme hakkına sahip değildir. Neden? Çünkü zaten Allah’ındı o can, onu sahibine verdi o kadar.

 

Ama Rabbimiz zaten kendinin olan mallarımızı ve canlarımızı bizden cennet karşılığında bir daha satın almak istiyor. “Verin bana onları, size cennet vereyim” diyor. Değilse bir gün gelecek zaten bu canlarımız da, mallarımız da O’nun olacaktır. Mülkün de, hayatın da gerçek sahibinin Allah olduğuna inanan ve bu inanca dayalı olarak mallarını da, canlarını da, hayatlarını da Allah’a karz olarak sunan, Allah için bir hayat yaşayan insanlar Allah’ın razı olduğu Müslümanlardır. Kardeşlerim, Bilmeliyiz ki, bu dünyada sıkıntı veya ferahlık, Allâh’ın takdirine bağlıdır.

Gerçek mü’minler, Allâh kendilerine nimet verdikçe kibirlenip şımaran, Allâh’ın lutfettiği nimeti O’nun rızası için sarfetmeyen gâfillerden olamazlar. Onlar karz-ı haseni her iki mânâsıyla idrâk ederek tatbik ederler. Yâni: Hem ihtiyaç sahibi kullara borç verirler, Hem de infakta bulunmak suretiyle Allâh’a borç verirler…Evet karz-ı hasenin bir mânâsı da, Kur’ân-ı Kerîm’de bahsedilen şekliyle Allâh’a borç vermektir. Bu da ihtiyaç sahiplerine infak etmek sûretiyledir ki, Allâh Teâlâ bu ameli; teşvik eder ve mükâfatını beyan sadedinde kendisine verilen bir borç olarak ifadelendirir.

 

Yâni infakı Cenâb-ı Hak, bizzat borç olarak kullarından istemektedir: Rabbimiz  Bakara  suresi  ayet.3.te  mealen  şöyle  buyurmaktadır: *** Onlar gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar…***  Kardeşlerim, Cenâb-ı Hakk, yüce rızâsı istikametinde kulun infakını karz-ı hasen (güzel bir borç) olarak isimlendirmekle insanoğluna lutufta bulunmaktadır. Tabiî, halis niyetle ve bu dünyada şahsî hiçbir menfaat beklemeden, gösteriş ve şöhret niyeti olmaksızın verilmesi şartıyla…

 

Bunun için verildikten sonra teşekkür beklenilmemeli ve sadece Allâh rızası için sarfedilmelidir. Hazret-i Ali ve Hazret-i Fâtıma -radıyallâhu anhumâ-’nın Kur’ân-ı Kerîm’de buyurulan:“Onlar kendi canları çektiği halde, yiyeceği yoksulla, yetîme ve esire yedirirler: «Biz sadece Allâh rızâsı için yediriyoruz, sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz. Biz, çetin ve belâlı bir günde Rabbimizden (O’nun azâbına uğramaktan) korkarız.» (derler). İşte bu yüzden Allâh,onları o günün fenâlığından esirger;  (yüzlerine) parlaklık, (gönüllerine) sevinç verir…”  şeklindeki güzel ahlâka riayet edilmelidir.

 

Ayet-i kerîmelerde infak ile ilgili güzellikler sayılamayacak  çoktur biz  bazı hususlara  dikkat  çekelim  inşaallah. İnfakta Mü’min kardeşini tercih etmek daha  güzeldir. Fânî ve dünyevî gâyeler için değil, Allâh rızâsı için infâk etmek düşüncesiyle  hareket  etmemiz esastır. Kıyâmetin şiddetinden infâk ile korunma yollarını  aramamız  nasihat  edilmiştir. Mü’minlerden bu nevi sâlih ameller işlenmesinin istendiği hususunu  kesinlikle  aklımızdan  çıkarmamamız  öğütlenmektedir.

 

İbn Mesud’un rivayet ettiğine göre Ebû Dehda el-Ensari, Allâh’a güzel borç verme hakkındaki ayet nazil olduğunda Rasûlullâh’a:“–Ya Rasûlallâh! Allâh bizden borç mu istiyor?” diye sorduRasûlullâh –sallâllâhu aleyhi ve sellem-:“–Evet, ya Ebâ Derda, Allâh borç istiyor!” diye cevap verdi.Bunun üzerine Ebu Dehda, Hazret-i Peygamber –sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den elini uzatmasını istedi ve O’nun elini alarak:“–Ben bağımı Allâh’a borç (Karz-ı Hasen) olarak veriyorum!” dedi.İbn Mesud, Ebu Dehda’nın bağında 600 hurma ağacı olduğunu ve O’nun bağı içindeki evinde, ailesiyle birlikte oturduğunu söyler.

 

Bu infaktan, Allâh’a borç verme sözünden sonra Ebu Dehda evine gelir ve hanımına:“–Ey Dehda’nın annesi! Bu bağı ve evi boşaltacağız. Çünkü ben bu bağı Allâh’a borç verdim…” der.Hanımı da ona:“Ya Ebâ Derda! Çok kârlı bir alış veriş yaptın!” diye cevap verir.Daha sonra da eşyalarını ve çocuklarını alarak bağdaki evi boşaltırlar. (İbn Ebî Hatim)Bu şuur ve fazîletin zirvede olduğu her devirde mü’minler topluluğu dâima huzur ve saadet içinde yaşamışlar hem dünyalarını hem de âhıretlerini korumuşlardır.

 

Kardeşlerim  Ceddimiz, Atalarımızda  İnfak  hususunda mümkün  oldugu  kadar dikkatli  davranmışlar

Bizlere  bu  konuda  örnek  teşkil  edecek ameller  işlemişlerdir  örneğin, Osmanlının son döneminde İngiltere’nin Orta Doğu politikasına dair kitabın bir ekinde anlatıldığına göre 19. yüzyıl sonlarında Doğu Anadolu’da müthiş bir kıtlık başgöstermişti. Bunun üzerine İngilizler kıtlıktan hareketle bölgede Osmanlıya karşı bir isyan çıkarıp çıkaramayacaklarını tespit için oraya bir casus gönderdiler. Casusun yaptığı araştırma neticesinde müşahede ettiği gerçek son derece şaşırtıcı idi.

 

Raporda deniliyordu ki: “Burada kıtlık var, ama açlık yok! Herkes birbirini gözetiyor, yardımda bulunuyor. Bu yüzden de kıtlık, açlığa dönüşmüyor. Sonuç olarak böyle güçlü bir ictimâî yapı içinde kıtlıktan hareketle isyan üretmek imkânsız!..”Hiç şüphesiz bu yüksek seviye, ihtiyaç ve yoksulluğun had safhaya ulaştığı anlarda ve bir de zor zamanlarda infakın değerine dikkat çeken âyet-i kerîmenin muhtevâsı içerisinde yaşayabilmenin dünyevî bir mükâfât ve bereketidir. Cenâb-ı Hak bu hususta gevşeklik ve gaflet gösterilmesini istemeyerek kullarını îkâz ile buyurur:

 

Hadid  suresi  ayet.10.mealen  şöyle: *** “Size ne oluyor ki, Allâh yolunda infak etmiyorsunuz? Oysa göklerin ve yerin mirası Allâh’ındır. İçinizden, fetihten önce infak eden ve savaşanlar (başkasıyla) bir olmaz. İşte onlar, derece olarak sonradan infak eden ve savaşanlardan daha büyüktür. Bununla beraber Allâh, her birine en güzel olanı va’detmiştir. Allâh’ın, yaptıklarınızdan haberi vardır…***Yâni Cenâb-ı Hak, bilhassa İslâm’ın ve müslümanların zor zamanlarında kullarından fedâkârlık istemektedir. Unutmamalıyız ki bize emanet olarak verilen bu beden, can ve mal, elimizde ebedî kalacak değildir. Muhakkak bir gün âniden hepsi ile vedâlaşacağız ve her şey mülkün gerçek sahibi olan Allâh’a kalacak, yâni ona dönecektir. Dolayısıyla şimdiden, yani hayatta iken bu emanetleri Allâh yolunda yerlerine teslim etmeliyiz ki ebedî mükâfata nâil olabilelim. Biz teslim etmesek bile asıl sahibi zaten dünyaya veda anında bizden her şeyi geriye teslim alacak. Ancak arada büyük bir fark olacak.

 

Birinci şekilde, yâni infak ettiğimiz takdirde Allâh Teâlâ, bunu kendisine verilmiş bir borç olarak kabul buyuracak ve karşılığını kat kat ihsân eyleyecek. İkinci şekilde, yâni infak etmediğimizde ise elimize hiçbir şey geçmeyecek, mes’uliyetini yüklenmiş olacağız. Peygamber efendimiz (sav)  ömrünü infaktan uzakta kalarak geçirenleri şöyle îkâz buyurur:“Âdemoğlu: «malım, malım…» deyip duruyor… Ey âdemoğlu! Yeyip tükettiğin, giyip eskittiğin veya sadaka olarak verip sevap kazanmak üzere önden gönderdiğinden başka malın var mı ki?!.” (Müslim, Zühd, 3,4; Tirmizî, Zühd,)

 

Rabbimiz Ali İmran  Suresi  ayet.92.de  mealen  şöyle  buyurmaktadır: *** En çok sevdiğiniz şeylerden harcamadıkça birre ula­şamazsınız. Ve neyi infak etmişseniz Allah onu bil­mek-tedir…*** . En çok sevdiklerinizi Allah yolunda infak etme­dikçe, en çok sevdiğiniz şeyleri harcamadıkça, en çok sevdikleri­nizi eliniz­den çıkarmadıkça, onlardan vazgeçmedikçe birre ulaşa­mazsınız eb-râr olamazsınız buyuruyor  Rabbimiz.

 

Eğer sizler dünya birimlerinden sevdiğiniz bir şeyleri, elinizdeki, ayağınız­daki, cebinizdeki şeyleri veya işinizi, aşınızı, mesleğinizi, meşrebi­nizi, diplomanızı, makamınızı, koltuğunuzu Allah için, ondan vaz­geçebilecek bir konum ortaya çı­kınca bunu gerçekleştirebiliyor ve ondan Allah için vazgeçebiliyorsa­nız, işte o zaman Ebrâr olursu­nuz birre ulaşırsınız diyor Rabbimiz. O halde Ebrâr olabilmek için, birre ulaşabilmek için en çok sev­diklerimizi Allah adına infak edeceğiz. Allah adına vazgeçiverece­ğiz.

 

En çok oğlunu mu seviyorsun? Onu Allah’ın dinini öğrenip öğ­retme yo­luna vakfederek Allah adına infak ediver. Oğlunu mühendis­liğe, mimarlığa, ya da çok para getirecek bir mesleğe değil de Allah adına bir hayat yaşayacağı ve Allah’ın dinine hizmet edeceği, bir mesleğe adayıp infak ediver. Yanlış  anlaşılmasın  yine  doktor olsun, mühendis, mimar ya  da her  mesleğin  erbabı  olsun  ama  önce  müslüman  olsun. İslamı  şahsiyyeti  ön planda  olsun, Öncelikle  bakış  açısı  dini  değerlere  yönelik  olsun, Öncelikle Rabbini  bilen firasetin  sahibi  olsun…

 

En çok kızını mı seviyorsun onu Al­lah’ın istediği biçimde eğitip Allah’ın istediği bir kul haline getirip Allah adına infak ediver. En çok bir kâlemini mi seviyorsun, bu kâlemle yazmayı çok sevdiğini mi söylüyorsun? Onu Allah adına, Al­lah’ın kullarından bir kardeşine infak ediver. Yeri gelince onu Allah için elinden çıkarmayı beceriver. Meselâ öyle yorgunsunuz öyle yorgunsunuz ki, uykuyu o ka­dar seviyorsunuz ki o anda, ayakta duracak haliniz yok, hemen yat­mak istiyorsunuz.

 

İşte o anda sevdiğiniz ve can attığınız bu uy­kunuzu İslâmî bir ihtiyaç, İslâmî bir dert adına harcayabiliyorsanız o zaman işte sevdiğinizi infak etmiş olursunuz. İnfak onun adına ondan vaz­geçmek demektir. Allah adına sizdeki olan o im­kândan vazgeçmek demektir. Meselâ hanımınız var çok seviyor­sunuz onu, veya arkada­şınız var çok seviyorsunuz onu. Onunla beraberliği o kadar seviyor­sunuz ki hiç ondan ayrı kalmaya daya­namıyorsunuz.

 

Ama Allah’ın di­nini, Allah’ın arzularını icra etme adına ondan ayrılmamız gerektiği noktada eğer bunu ifa edebili­yorsak, işte bu Allah adına infaktır. Hanımlarımız, arkadaşlarımız, sevdiklerimiz, sevecekleri­miz, evimiz barkımız, makamımız konumumuz, mesleğimiz, dük­kanımız, okulumuz, diplomamız, doktoramız bizim için bizim Al­lah’a kulluk or­tamımıza engel oluşturacak bir noktaya gelmişse bunların tümünden vazgeçmemiz infaktır ve o zaman birre ulaşa­cağız demektir.

 

Şayet kalben, ruhen, bedenen, sosyal biçimde, ekonomik bi­çimde ya da aile biçiminde meylettiğimiz, sevdiğimiz, onunla iç içe olmak istediğimiz tüm sevgi unsurlarına infak gö­züyle bakabiliyor, onları Allah adına harcayabiliyorsak o zaman birre ulaşabileceğiz demektir. Meselâ öğleyin saat birle iki ara­sında uyumayı mı seviyor­sun o zamanı Allah adına birilerine âyet anlatmaya, hadis anlatmaya tahsis edip Allah adına infak ediverin.

 

Veya o saatte bir müslümanın bir derdi mi çıktı hemen koşup Allah adına infak ediverin. Veya en çok sevdiğiniz bir malınızı, en çok sevdiğiniz ye­meğinizi infak ediverin. Rebî bin Enes kendisine gelenlere hep şeker ik­ram edermiş.

Bunun sebebini kendisine soranlara da ben bunu çok seviyorum, Rabbimin de en çok sevdiklerinizden infak edin buyurdu­ğunu biliyorum, onun için şeker ikram ediyorum bu­yurur. Devenin ci­ğerini çok seven bir sahâbe de gelen misafirle­rine hep ondan ikram edermiş. Meselâ malı, parayı çok seviyor­sunuz. Para kazanmaya ayırdığınız zamanları da çok seviyorsunuz. yada öğleden sonra saat iki üç arası, böyle müşterilerin kaynaştığı, paraların bol olduğu bir zaman, çok para getiren bir zaman.

 

Bu zamanda dükkanı kapatıverip bir hasta kardeşinizin zi­yaretine giderek  o zamanı Allah için infak ediverin. Gazeteden, TV den haber öğ­renme zamanlarınızı Allah’tan haber öğrenme adına Kur’an ve Sünnete ayırın ve böylece infak ediverin. Evet en çok sev­dikleri­nizi Allah yolunda infak edin. Evet biz bugün elimizde ne varsa Allah’ın istediği yerde harcaya­lım da yarın Allah Kerîm diyelim. Yarın Allah’ın huzuruna var­dığı­mız zaman da:

 

Ya Rabbi! Ne yapayım ben bu kadarını becerebil­dim. Sen verdin ben dağıttım. Sen verdin ben harcadım. Sen ver­din ben imkân dahilinde sana kulluğa sarf ettim! E şimdi de senin huzu­runa geldim, şu anda elimde avucumda olsaydı senin hatı­rına yine verirdim. Ama şu anda mal senin, mülk senin, para se­nin, altın senin, gümüş senin! diyecek duruma gelmeliyiz inşallah.

Zeyd b. Hârise (r.a) „Seyl“ adındaki ünlü atını tasadduk etmesini Hz. Peygamber’den istemiş, O da atı Usâme b. Zeyd (r.a)’e vermiştir. Hasan el-Basrî şöyle der: „Bir kimse sevdiği bir tek hurmayı bile Allah rızası için sadaka olarak verirse bu ayetteki „birr“e mazhar olmuş olur“. İnfakın en fazîletlisi ve en önde geleni kişinin muhtaç durumda bulunan hısımlarına yaptığı harcamalardır. Bir kimsenin bakmakla yükümlü olduğu kimseleri geçindirmesi, onun üzerine vaciptir. Eğer bu masrafları yaparken Allah rızasını kazanmayı kastederse, sürekli sadaka ecri alır. Ancak bu konuda Allah rızasını kasdetmezse, üzerinden borç düşer, fakat ayrıca bir ecir alamaz denilmiştir.

Veda Haccı yılı Mekke’de hastalanan Sa’d b. Ebî Vakkas tek varisi olan kızına çok servet kalacağını düşünerek servetinin üçte ikisini vasiyet yoluyla başkasına bırakmak ister. Hz. Peygamber razı olmaz. Yarısını bırakmak ister. Resulullah (s.a.s), „üçte birini vasiyet etmesi“ ne müsaade eder ve şöyle buyurur: ** Ey Sa’d! Senin mirasçılarını zengin bırakman, onları yoksul ve başkalarına avuç açar bir halde bırakmandan daha hayırlıdır. Sen, Allah rızası için harcadığın nafakadan dolayı ecir alırsın. Hatta, yemek yerken eşinin ağzına verdiğin lokmadan ötürü de ecir alırsın“ (Buhârî, Merdâ)

Ancak Sa’d, bu hastalığından iyileşip uzun bir müddet daha yaşamış ve bu kızından başka çocukları olmuştur. Buna göre, bir kimse, malının üçte birine kadar olan kısmını vasiyet yoluyla Allah yolunda harcayabilir. Servetin üçte ikisi mirasçıların korunmuş hissesidir. Zekât gibi miktarı belirli yardımlaşma hükümleri gelmeden önce, Ashâb-ı kiram yoksullar için ne kadar harcayacaklarını bilmiyorlardı.

Muaz b. Cebel ile Sa’lebe Hz. Peygamber’e „Kölelerimiz ve hısımlarımız var. Bunlara malımızdan ne şekilde ve ne miktarda harcayalım“ diye, şu ayet inmişti: „Ey Muhammed! Sana, hangi şeyi nafaka vereceklerini sorarlar. De ki: „İhtiyacınızdan artanı verin“(el-Bakara, 2/219). Zekât farz kılınmadan önce, kazanç sahipleri, bu ayete göre, her günkü kazançlarından kendilerine yetecek kadarını alır, gerisini tasadduk ederlerdi. Altın, gümüş gibi nakit sahipleri de, bir yıllık geçimini ayırır, geri kalanını Allah yolunda harcarlardı (ez-Zebîdî, Tecridî Sarîh, Terc. K Miras, Ankara 1978, XI, 371).

Kardeşlerim İnfak  ibadetiyle  birlikte  kişinin  bakmakla  yükümlü  oldugu  kişileri  düşünmesi  zorunludur. Kişinin gücü yettiği zaman kendisi için gerekli olan nafaka. Bu, başkalarına yapılacak yardım ve Allah yolunda harcamadan önde gelir. Çünkü kişinin yaşamını sürdürmesi ve başkalarına olan infak görevini yerine getirebilmesi buna bağlıdır. Peygamber efendimiz  bu  hususta mealen  şöyle  buyuruyor: ** İnfaka önce kendinden, sonra nafakası senin üzerine vacip olan kimselerden başla…**Buhari, zekat…,

Müminin başkalarına olan infakı. Başkasına infakın farz olmasının üç sebebi vardır: Evlilik, hısımlık ve mülk. Evlilikte, koca eşinin yeme, içme, giyim ve mesken ihtiyacını karşılamak zorundadır. Emsalinin evinde hizmetçi bulunuyorsa o da nafaka kapsamına girer denilmiştir. Eşler dışında, biri diğerine evlenme engeli teşkil edecek kadar yakın hısım (mahrem) olunca, bunlar arasında nafaka cereyan eder. Anne, baba, dede, nine, çocuk ve torunlar, kardeşler, hala, amca, dayı ve teyze bunlar arasında sayılabilir.

 

Rabbimiz  Nisa  suresi  ayet.36.da  mealen  şöyle  buyurmaktadır: *** Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlar (köle, cariye, hizmetçi ve benzerlerine) iyi davranın; Allah kendini beğenen ve daima böbürlenip duran kimseyi sevmez…***

Peygamber efendimiz ( sav)  iyilik yapmaya en lâyık kimin olduğunu soran bir sahabeye şöyle cevap vermiştir: „Annen, sonra, yine annen, sonra yine annen. Sonra, baban. Sonra en yakınından başlayarak uzağa doğru diğer hısımların“ Fıkıh  alimlerimiz  akraba  ve diğer hısımların nafakasının; yiyecek, katık ve giyeceğin belde örfüne göre ve yükümlünün durumu dikkate alınarak „yetecek ölçüde“ olması gerektiği konusunda görüş birliği hâlindedir…

Kardeşlerim bize  verilen  her  türlü niğmetlerden  mutlaka  sorulacagız  örneğin  Dünyâ malını nerede  nasıl  kazandık  ve  nerelere  harcadık  bu  hususunda  hesabını  verecegiz emanetleri ehline  vermeye  ğatret  edelim cimri  ve  sadece  kendi nefsini düşünen  bahtsız, niğmet  azgınlarından  olmayalım. Zekat, sadaka  ve  İnfak  hususunda duyarlı  olmaya  ğayret  sarfedelim bizden  önceki  müslümanların  güzel  yolunu  takip  edelim…

Bu hakîkati en güzel şekilde idrâk eden ecdâdımızın infak hususunda sergilediği gayretler ve faaliyetleri  devam  ettirelim. Ecdadımızın  en  güzel  faaliyetlerinden  biriside  VAKIF  medeniyeti  idi. Atalarımız, ceddimiz tarihe muazzam bir «vakıf medeniyeti» hediye etmişlerdir. Onlar âdeta bir hayır yarışı içerisine girmişler ve bu yarışta her çeşit varlığa ve her türlü ihtiyaca cevap verecek mâhiyette müessseseler, vakıflar kurmuşlardır. Bunların yanında iffet ve utancından dolayı kimseden bir şey isteyemecek olanların şahsiyetlerini zedelememek ve onları istemek zorunda bırakmamak için eski İstanbul’un bazı semtlerine koydukları sadaka taşları pek meşhurdur.

Bu sadaka taşlarından Üsküdar Doğancılar Caddesi boyunca yol ayırımında evlendirme dairesi karşısındaki kaldırımın yanında yaklaşık bir metre yüksekliğinde ve otuz santim çapında olan tarihî hatıranın dışındakiler bugün yerlerinde değiller.Oysa bunlar, bir zamanlarne büyük bir hizmete ve hayır yarışına şahid idiler. Hâli vakti yerinde olanlar:“Sağ elin verdiğini sol el görmeyecek şekilde” infakta bulunabilmek için gece karanlığında sadakalarını bu taşın tepesindeki çukura bırakırlardı.Daha sonra semtin fazîletli fakirleri de ihtiyaçları kadar oradan alırlar, fazlasına ilişmezlerdi.

Bilhassa ihtiyacı olmasına rağmen dilenmekten çekinenler gecenin geç saatlerinde taşın yanına para almaya gelir, ihtiyaçları kadar alırlardı. 17. yüzyıl İstanbul’unu anlatan bir Fransız gezgin,üzerinde para bulunan bir taşı tam bir hafta boyunca gözetlediğini, ancak oradan sadaka almaya gelen kimseyi göremediğini yazmaktadır.Rivayete göre İstanbul’un dört yerinde sadaka taşı vardı: Üsküdar’da Gülfem Hatun Camii’nin avlusunda, yine Üsküdar Doğancılar’da Karacaahmet’te ve Kocamustafapaşa’da…

Şanlı ecdâdın, böyle bir hizmeti niçin yaptığı mâlûm. Ancak her toplumda ve her devirde düşkünler ve muhtaçlar daima mevcut olacaktır. Dolayısıyla âyet-i kerîmede buyurulan:“Zenginin malında fakirin hakkı vardır.” düstûrunu  gönlümüzün şiarı edinmeli ve “sadaka taşlarındanvakıflara” uzanan hayır yarışını devam ettirmeliyiz ki, iffetli muhtaçların haysiyetlerini koruyalım. Dünkü kâh vermek kâh almak için sadaka taşına uzanan ellerdeki samimiyeti ve ihlâsı muhafaza etmeliyiz…

Gönlümüz bir sadaka taşı hâline gelmelidir. Muhtaç, bizlere bir tebessüm ve ana kucağı sıcaklığı hissederek yaklaşabilmelidir. Bizler de lutfen ve keremen «Rezzâk» olan Rabbimizin bir kulu olarak şükür secdesinde bulunmalıyız. Dünyevî ve uhrevî ölçümüz:“İnsanların hayırlısı, insanlara faydası olandır.” beyanı ile,“De ki: Rabbim, kullarından dilediğine rızkı yayar ve ona tekrar rızkı kısar. Siz Allâh için ne infak ederseniz, Allâh onun yerine başkasını verir. O rızk verenlerin en hayırlısıdır.” (Sebe: 39) âyet-i kerîmesidir.

Netice olarak gerek infak gerekse karz-ı hasen şeklinde yapılan güzel ibadet ve davranışlar, aslında Cenâb-ı Hakk’ın bizlere lutfeylediği nimetler sayesinde yapılabilmektedir. Yâni Allâh Teâlâ bizlere bahşettiği nimetler ile yapacağımız hayır ve hasenâtı bizden kendisine borç olarak telâkkî buyurmaktadır. Bir bakıma bu tecellî, Cenâb-ı Hakk’ın bizlere bahşettiği nîmetleri yine nîmetlerle taçlandırmasıdır.Yâni hakîkatte sayısız nimetleri veren Allâh, onları alıp istifade eden kullardır. Buna göre de asıl borçlu olan taraf insan, alacaklı olan da Cenâb-ı Hak’tır.

Bilmelidir ki Cenâb-ı Hakk’ın bu kadar sayısız nimet, lutuf ve ihsanına mukabil gönüller, şayet O’nun ve rızasının dışında kalan, yâni nefsânî ve fânî tuzaklarda ziyan edilirse insanlık şeref ve haysiyetini yitirmeye başlar. Bu şekilde ilâhî ölçülerin dışında yaşayarak gelip geçici güzellikleri gözlerinde büyütenler, daima aşağılara, düşkünlüklere uğrarlar. Bir bakıma özlerindeki ahsen-i takvîm sırrını unutarak kendilerinden çok daha aşağıda, daha fakir, daha muhtaç ve âciz varlıklardan borç isteyen zavallılar durumuna düşerler.

Neticede farkında olamadıkları aslî cevherlerini helâk ederler. İnsan ruhu da, Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ânî bir ifadeyle «Kudretimden bir sır üflediğim.» buyurduğu rabbanî bir nurdur. Fakat insanların çoğu ruhun yüceliğini, kıymetini bilmeyerek, onun hakîkatinden habersiz yaşarlar. Bunlar kendilerine bahşedilen azîz ve mukaddes nîmeti, o ilahî emaneti, maddî ve fânî zevklere feda ederek, sadece ten plânında yaşama sevdasındadırlar.

Konumuzu  bir  ayet  ve  bir  hadisi  şerifle  noktalayalım  inşaallah…Rabbimiz Yasin  suresi  ayet.46.47.de  mealen  şöyle  buyurmaktadır: *** Onlara Rablerinin âyetlerinden bir âyet gelmeyedursun, ille de ondan yüz çevirmişlerdir. Allah’ın size rızık olarak verdiklerinden hayra sarfediniz, denildiğinde, kâfirler müminlere dediler ki: Allah’ın dilediği takdirde doyuracağı kimseleri biz mi doyuracağız? Siz gerçekten apaçık bir sapıklık içindesiniz…***

Peygamber  efendimiz Titmizinin  bizlere  ulaştırdığı bir  hadisinde mealen şöyle  buyurdu:**Cömert kişi, Allaha yakındır, insanlara yakındır, cennete yakındır, cehennemden uzaktır. Cimri olan ise, Allahtan uzaktır, insanlardan uzaktır, cennetten uzaktır, cehenneme yakındır. Allah katında, cömert bir bilgisiz câhil, cimri bir ibadet edici âbidden daha sevimlidir…Ebû Hureyre…**

Cenabı  hak  bizleri Hiddetin, şehvetin, şöhretin, cismanî zevklerin girdabına düşmüşmekten  muhafaza  buyursun. Bizleri Nefsine kul  olanlardan  eylemesin. Cenabı  hak  verdiği  niğmetleri  hakkıyla üzerinde  taşıyan  şerefli  kullarından  eylesin. Rabbimiz  bizleri  egoist,  bencil, kendini  beğenen yalnız şahsını  düşünenlerden  eylemesin. Cenabı  hak  bizleri İnfak  şuurunu  anlayan  ve anlatan,  yaşayanlardan  eylesin. Cenabı  hak  bizleri Kuranı  kerimin  Nurundan  ve  Sünneti  seniyyenin  özünden  ayırmasın…Amin…Amin…Amin…

Sermedkadir…LU…12.05.2016…

Sermedin sayfası: ( www.sermedkadir.de  )

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht.