İNSAN SURE’Sİ ÜZERİNE NOTLAR…

 

Bu mübarek süre, Er-Rahmân süresinden sonra Medine-i Münevvere’de nazil olmuştur. Mekke-i Mükerreme’de nazil olduğunu söyleyenler de vardır. Otuzbir âyet-i kerîmeyi içermektedir. İnsanların durumlarını bildirdiği için kendisine böyle „İnsan süresi“ adı verilmiştir. Ayrıca  bu  sureye „Dehr süresi“, „Ebrar süresi“, „Emşac süresi“, „Hel’ate süresi“ isimleri de verilmiştir. Çünkü bunlar da bu sürede zikredilmektedir. Bundan evvelki kıyamet süresinde isyankârların kıyamet gününde uğrayacakları pek korkunç felâketleri, azapları bildirilmişti.

 

Bu mübarek sürede de, sâlih mü’mînlerin âhirette ne kadar büyük nimetlere nail olacakları müjdelendiği için bu iki süre arasında mükemmel bir irtibat vardır… Bu sürenin başlıca içeriği şunlardır: İnsanların ilk yaradılışına ve kâfirlerin uğrayacakları korkunç akıbetlere işaret etmek. Sâlih kulların âhirette ne kadar muazzam nimetlere, mevkilere kavuşacaklarını müjdelemek. Kur’an-ı Kerim’in nüzulünü, bu sürenin ilâhi bir öğüt olduğunu ve Resül-i Ekrem’in teşbih ve takdis ile mükellef bulunduğunu ve kimlerin Allah’ın rahmetine erişeceklerini kimlerin elim azaplara uğrayacaklarını beyan etmek. İnşallah bu  dersimizde bu sûreyi anlamaya  ve  anlatmaya ğayret  edeceğiz.

 

İnsan  suresi  İşlenen konu açısından daha çok mekkî sûrelere benzemektedir.  Kıyamet ile ilgili durumları ve özellikle salih kimselerin ahirette kavuşacakları nimetleri anlatmayı hedef edinen süre, insanın dünya hayatına gelişini ve oradaki gelişimini özet olarak dile getirmek sû-retiyle giriş yapar: „İnsan, anılmaya değer bir şey olacak kadar uzun bir zaman geçmedi mi? Biz insanı katışık bir nutfeden yarattık. İmtihan etmek için onu işiten ve gören kıldık. Biz ona yolu gösterdik. İsteyen şükreder, isteyen de küfreder“ (1-3).

 

Ömer  Nasuhi  Bilmen  Merhum  diyorki: *Bu mübarek âyetler, Cenab-ı Hak’kın insanları hiç mevcut, ve belli değillerken bilâhare birer damla sudan işitir ve görür bir hâlde yaratmış ve onları imtihana tâbi tutmuş olduğunu bildiriyor. Sonra onlara hidâyet yolunu gösterdiğine, onların ise bir kısmının şükredici, diğer bir kısmının ise nimete karşı nankörlükte bulunucu olduğuna işaret buyurmaktadır. Şöyle ki: (Muhakkak insan üzerine) Adem oğluna ait (sınırsız zamandan) asırlardan sonra (bir mahdut zaman gelmiştir ki:) insan o zamanda bilinip (anılmış bir şey olmamıştı.) yâni: İnsan nevi, başlangıçta hiç mevcut değildir, sonra bir müddet içinde bir damla sudan bir topraktan ve çamurdan şekillenmiş bir ceset hâline gelmiştir.

 

O insan, o zaman bilinir değildir, onun ne gibi bir isme sahip ve ne için yaratılmış olduğu gök ve yer hakkınca bilinmiyordu. Sonra kendisine ruh üflenmiş, hayata kavuşmuş, yaradılışındaki gaye anlaşılmış, kendisi de bilinip hatırlanmaya başlanılmıştır. „Dehr“; Sınırsız zaman, dünya, tabiat demektir. Şüphe yok ki: Biz insanı karışık bir damla sudan yarattık, onu imtihan ediyoruz, imdi onu işitici, görücü kıldık.  İşte Yüce Yaratıcı, Adem Aleyhisselâm’ın çocuk ve torunlarını da ne şekilde yaratmış olduğunu şöylece beyan buyuruyor: (Şüphe yok ki: Biz insanı karışık bir damla sudan yarattık.) Erkek ile kadının birbirine karışan sularından vücuda getirdik.

 

Evet.. İnsanlar, bir müddet, nutfe, yâni: Duru, safi bir su hâlinde ve bir müddette „alâka“ yâni: Uyuşmuş kan hâlinde ve bir müddette muzga, yâni: Küçük et parçası hâlinde bulunmuşturlar. Daha sonra da kemik kesilip et ile bürünmüş, hayat sahibi bir hâle gelmişlerdir. Bu yaradılışta ki gayeyi beyan için de Cenab-ı Hak buyuruyor ki: (Onu imtihan ediyoruz.) Yâni: Onun ileride mükellef bir hâle gelip de Yüce Yaratıcıyı bilip tasdik edeceğini veya inkârda bulunacağını açıklamak için kulluk vazifesini yerine getirip getirmeyeceğini meydana çıkarmak için kendisini bir imtihana     tâbi tutmuş bulunuyoruz.

 

Aslında onun bütün hâlleri ve işleri Hak Teâlâca malûm ise de onun o durum ve hareketlerini meydana çıkararak bir mazeret ileri sürmesine imkân kalmamak için hakkında böyle bir ilâhî imtihan cereyan etmiştir. o yaratılan insanı (işitici, görücü kıldık.) onu böyle mükemmel özellik ve kuvvetlere sahip bulundurduk. Artık Allah’ın birliğine, ve yüceliğine şahitlik eden delilleri, âyetleri görüp işitecek bir kabiliyette bulunmuştur. (ÖmerNasuhi Bilmen)

 

Bizler  bu  ayetlerden  anlıyoruzki: insan denen varlık imtihan sebebiyle bu dünyada bulunmaktadır. İşte Rabbimiz: “İnsanı katışık bir nutfeden Biz yarattık ve imtihan için onu semî ve basîr yaptık, yani görsel ve işitsel âyetleri görebilecek, duyabilecek, anlayabilecek ve bunlarla kulluğa yönelebilecek, imtihanı başarabilecek bir özellikte yarattık” buyurmaktadır. İnsan bu dünyada imtihan, kulluk için bulunmaktadır.

İnsanın varlık sebebi de, onun imtihanına konu olan görsel ve işitsel âyetlerin varlık sebebi de işte budur. Hal böyleyken insanla alâkalı, insanın tanımı ve varlık sebebiyle alâkalı pek çokları yanlışa düşmüşlerdir. Örneğin, İnsan, kimilerinin zannettiği gibi oluş gâyesi dünyada tamamlanan ve sonunda yok olup giden bitki ve hayvan değildir. Kimi rahiplerin zannettikleri gibi dünya insan için takdir edilmiş bir azap yeri, bir işkence mahalli değildir. Dünya insan için bir imtihan salonudur.

 

Rabbimiz bu imtihan salonunu insana yol gösterecek milyarlarca görsel âyetlerle donatmış ve bir de işitsel âyetlerini ihtiva eden ilahi beyanlar göndermiştir. Yine kimi tenasühçülerin zannettikleri gibi, dünya, yaptıklarının cezasını çekmek üzere insanın tekrar döndüğü bir arena değildir. Ne materyalistlerin inandığı gibi bir eğlence yeri, ne de Marxçı ve Darvincilerin ileri sürdükleri gibi bir harp meydanı değildir bu dünya.  Dünya, insanın imtihanı için kurulmuş ve baştan sonra bu imtihanda insanın lehine görsel ve işitsel âyetlerle donatılmış imtihan salonudur.

 

İşte biz semi ve basir olarak yaratılan bu insanın önüne yol açtık buyuruyor Rabbimiz. Böylece artık insan ya şâkir ya da kâfir olabilecektir. Biz ona yolu gösterdik bundan sonra artık ister şâkir olsun ister kâfir. Delillerle peygamberler ve kitaplar göndererek biz insana yolu beyan ettik demektir bu. Çünkü yolu insanlara açtık, onlara yol gösterdik demek olunca, Cenâb-ı Hak ya bize bizzat yaratılışla yol gösterdi demektir ki insanın fıtratında yolu bulabilme, yolu tanıyıp girebilme özelliği, kabiliyeti vardır. Rabbimiz insanı hidâyeti bulabilecek bir kapasitede, kabiliyette yarattığı, mayasına hidâyeti yerleştirdiği, kâinatı onun gözüne hitap eden milyonlarca görsel âyetlerle donattığı gibi, bir de arkasından kitaplar ve peygamberler göndererek kullarına yolu açmıştır.

 

Örneğin; Semûd kavmine de peygamberleri Salih Aleyhiselam vasıtasıyla Allah hidâyeti, kulluğu, doğru yolu göstermişti. Kendilerinden önceki toplumların yok edilişlerini göstermişti. Kendilerinden önce Nuh kavminin suyla, Âd kavminin dondurucu bir fırtınayla helâk edildiklerini göstererek hidâyet etmişti Allah Celle  şanuhu  insanlara biz onlara gereken hidâyeti gösterdik, buyuruyor. Onlara doğru yolu, hakkı, kulluğu, hidâyeti gösterdik. Ama onlar hidâyet yerine dalâleti, görür olmak yerine körlüğü tercih ettiler. Güya kendilerinden önceki toplumların helâkine uğramamak için, sudan yahut fırtınalardan etkilenmemek için yüksek yüksek kayaları yontarak barınaklar yaptılar kendilerine.

 

Ama onlar da Rabbimizin helâkinden kurtulamadılar. Bir ses, bir sayha, “geberin!” diye bir tek nidayla yok oldular. Yani durup dururken biz onları helâk etmedik, onlar helâki hak ettiler de onun için helâk ettim, buyuruyor Rabbimiz. Kardeşlerim, Allah Celle  şanuhu  her  dönemde  ve  zamanda  insanlara hidâyeti, basireti, basiret yollarını göstermiştir. Bilinmelidirki İnsanlar  için İki yol, iki gidiş vardır. Birisi hidâyet yolu ötekisi de dalâlet yoludur. Birisi Allah kurallarına göre gidilen hidâyet yolu, ötekisi de insanın kendi hevâ ve hevesleri istikâmetinde, şeytanların vahiyleri, ya da bir kısım tâğutların, bir kısım yeryüzü yapay tanrıları ve tanrıçalarının yasaları istikâmetinde gidilen dalâlet yollarıdır.

 

Allah yarattığı bu insanın karşısına böyle iki yol çıkarmış,   Sebil, hayır ve şer yoludur. İnsan diler onu,  dilerse diğerini tercih eder. Dalâletten hidâyete bir yol göstermiştir Allah. Yani insan bilmezdi yolu, tanımazdı. Bilmez haldeyken biz ona yol gösterdik, buyuruyor Rabbimiz. Dikkat  edilirse  İtaat  edenlere,  teslim  olanlara mükafatlar  verildiği  gibi  Eşkıyalık  edene,  bozgunculuk  yapana,  Teröriste,  isyankara, Allahın  dinine  uymayanlar  Rabbimiz  şiddetli  ceza  vereceğini  beyan  buyuruyor… İnsan  suresi  ayet.4  mealen  şöyle: *** Doğrusu, inkârcılar için zincirler, demir halkalar ve çılgın alevli cehennem hazırladık.”***

 

Evet biz kâfirler için zincirler, tomruklar ve bir de saîr hazırlamışız, diyor Rabbimiz. Bu âyette hemen hemen her tefsirde nerdeyse kıraat problemi üzerinde durulmuş. Acaba Selâsil miydi, Selâsila mıydı? Uzun uzun tartışılmış, ama bu husus kulluğa râci Selâsil boyunda, Ağlâl ise ellerde olana denir. Tasma, pranga, bukağı, ya da lâledir. Rabbimiz kâfirler için bunları hazırlamıştır. Elleri, ayakları cehennemde, ateşin içinde tasmalarla, prangalarla, bukağılar ve lalelerle bağlanıp kelepçelenecektir.

 

Zaten ateşin içindeler, zaten kaçıp kurtulmaları mümkün değildir de ama bir de böyle bağlanacaklarmış. Çılgın bir ateş. Cehennemin isimlerinden birisidir. Hutame, Cahiym, Nâr gibi cehennemin isimlerinden birisidir. Kardeşlerim bu dinin sahibi buyuruyor ki: “Ey insan! Seni Biz yarattık! Ey insan biz seni böyle yarattık işte. Seni yaratmakla kalmadık, seni başıboş bırakmadık da üstelik yolu da gösterdik. Seni yolu bulabilecek bir kapasitede yaratmanın yanında bir de kitaplar ve elçiler göndererek sana doğru yolu da, eğri yolu da gösterdik.

İmtihanın sebebiyle, iraden sebebiyle artık bundan sonrası sana kalmıştır. Kâfir de olabilirsin, şâkir de olabilirsin, serbestsin bu konuda, ama bil ki kâfir olursan biz sana selâsil hazırladık, ağlâl ve saîr hazırladık. Sen bilirsin” dendi ve önce kâfirler uyarıldı ve hemen arkasından Rabbimiz  mealen  şöyle  buyuruyor: *** Şüphesiz iyiler kafur katılmış bir tastan içerler. Bu ancak Allah’ın kullarının taşıra taşıra içebileceği bir pınardır…*** İnsan sûresini  okuduğumuzda  ağırlıklı  olarak  cennet ve  cennet  niğmetlerinin  anlatılmış  olduğunu  görüyoruz…

 

İman  edenlere,  Namaz  kılanlara,  zekat  verenlere, Sabredenlere, şükredenlere,  Allahı  ve  emirlerini  tasdik  edenlere, Peygamberlerinin  yolundan  çıkmayanlara,  Muvahhidlere,  takva  ehine Kısaca yolunu Allah celle  celaluhu  ile bulanlara. Hayatlarını Allah için yaşayanlara. Yaptıklarını Allah celle  şanuhu  emretti diye yapanlar, amellerini Allah’ın kitabına ve Resûlünün sünnetine dayandıranlara  Cennet  ve  cennet  niğmetlerinin  anlatıldığını  görüyoruz. Buradaki  Ebrar  sözü  bizim  uymamız  gereken en  güzel  yolun  ta kendisidir. Birri, takvayı, en doğru, en güzel Müslümanlığı sağda solda, onun bunun kitabında değil Allah’ın kitabında arayanlardır ebrar  olanlar.

Ebrâr’ın bir anlamı da demişler ki baba ve evlâdına iyilik yapan, ya da eziyet etmeyenlerdir. Öyleyse babalarımıza karşı iyi davranmak, onların Allah yasalarına ters düşmeyen arzularını yerine getirmek zorundayız ki ebrârdan olabilelim inşallah. Bakın babası hayatta olmayan kimseler için bile Resûl-i Ekrem efendimiz bu imkânın bulunduğunu Abdullah İbni Ömer efendimizin rivayet ettikleri bir hadis mealen  şöyle: ** Bir kişi eğer babası öldükten sonra onunla ilgisini kesmek istemez, devam etsin dilerse, babasının ölümünden sonra onun dostlarıyla ilgisini devam ettirsin…**

 

Bir gün Abdullah İbni Ömer Medine çarşısında Çölden gelen bir adamla karşılaşır. O yaz sıcağında başındaki örtüyü, bindiği merkebini ona hediye eder, ikram eder. Görüşür, konuşur uzunca, hal hatır sorar, onun gönlünü almaya çalışır. Sonra arkadaşlarının yanına gelince onlar derler ki; ey Abdullah, neden o adama o kadar çok izzetü ikramda bulundun? O verdiklerinden birini verip diğerini kendinde tutsaydın olmaz mıydı? Dediklerinde, hayır der Abdullah İbni Ömer; çünkü o babamın arkadaşıydı ve ben Rasûlullah Efendimizden; “Babalarınızın arkadaşlarına ikram edin” buyurduğunu duydum, onun için böyle yaptım diyor.

 

Öyleyse babalarından dolayı, kardeşlerinden dolayı, annelerinden dolayı, dayı ve amcalarından dolayı insanlara bir farklı muamele, ama diğerlerini ihmal etmek şeklinde olmamak kaydu şartıyla birilerine bir farklı muamele yapmaya izin verilmiştir. İşte ebrar olmanın yollarından birisi de budur denilmiştir. Bir de ebrâr, Allah’ın hakkını ödeyen, Allah’ın hukukuna riâyet edenler, Allah’ın emirlerini ifa edenlerdir. Birr sosyal hayata iki şekilde yansır: Birincisi sıla’dır ki bu insanlara karşılıksız mal yardımında bulunmaktır. İkincisi ise ma’ruf’tur ki bu da, söz ve davranışlarla insanların iyilikleri ve mutlulukları, dirlik ve düzenliği için çalışmak demektir.

 

Örneğin  Bu inanç  ve  iman  içinde  yaşayan  insanlara  Cennet  niğmetlerinden bazıları  şöyle  anlatılır:   Onlar öyle dolgun bir kadehten içeceklerdir ki, onun mizacı kafurdur. Onun karışımı, katkısı kâfûr olmuştur. Öyle bir pınar ki, diledikleri yere götürebilirler, istedikleri kadar karıştırabilirler, diledikleri yerde çıkarabilirler, yani istedikleri yerde fışkırır durur o pınar. Orada onlar için tertemiz su ırmakları vardır. Hiç bozulmayan sürekli taptaze su ırmakları vardır. Tadı, kokusu hiçbir zaman bozulmayan süt ırmakları vardır.

 

Rabbleri tarafından yaratıldığı gibi fıtratı aslîyesi bozulmamış süt ırmakları. Ama bu sütler hayvanların göğüslerinden sağılmış sütlerden değildir. Allah tarafından kaynak olarak çıkarılmış ve akıp giden nehirlerdir bunlar. Sonra yine orada mü’minler için içenlere zevk ve lezzet veren şarap ırmakları ve süzme bal ırmakları vardır. Ama bu şaraplar dünya şaraplarına benzemez. İçenlere sarhoşluk vermez. Akıllarını gidermez, abuk sabuk konuşturmaz.

 

Tarihte, Bazı  sapık  insanlar  ben  de  CENNET  kurarım  zannına  kapılmış örneğin, Hasan Sabbah müritlerini kendisine bağlayabilmek için şöyle bir düzen kurmuş: Ülkenin belli bir yerinde ağaçlık, içinde suların aktığı, kadın, kız, içki gibi şeylerin bulunduğu bahçelik bir yer hazırlamış. Adamlarından birisine vuruyormuş morfini ve adam bayılınca da götürüp o bahçelik yere bırakıyormuş. Adam ayılıp da gözünü açtığında müthiş bir ortamda buluyormuş kendini.

 

Ağaçlar, kuşlar, ırmaklar, meyveler, şaraplar, kadınlar, kızlar, zevk, eğlence her şey var. Soruyormuş oradakilere: “Ben neredeyim? Burası neresi?” Oradakiler de: “Sen şu anda cennettesin.

Efendimiz Hasan Sabbah’ın cennetindesin. Burada ne istersen yapacağız, senin hizmetindeyiz” diyorlar ve üç beş gün orada onu izzeti ikrama boğduktan sonra bir morfin de onlar vuruyorlarmış ve adam Hasan Sabbah’ın huzurunda açıyormuş gözlerini. Hasan Sabbah soruyormuş: “Nasıl? Beğendin mi efendinin cennetini? Tekrar gitmek ister misin oraya? Eğer istiyorsan benim sözümden çıkmamalısın!” diyor ve adam oraya gidebilmek için efendisinin her dediğini yapmaya başlıyormuş. Hattâ şu uçurumdan at kendini dediğinde veya şu bıçağı kalbine sapla dediğinde hiç tereddütsüz yapıyormuş adam.

 

Peki Hasan Sabbah’ın bu dünyadaki HAŞHAŞİLERE kıt kanaat imkânlarıyla hazırladığı cennet yutturmacasını bile gören adam oraya gidebilmek için hiç tereddütsüz ölümü göze alabiliyor da, ya bu insanlar bir de Rabbimizin gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, beşer kalbinin asla ihata edemeyeceği o cenneti bilseler, tanısalar ne yaparlar, bir düşünün. Terörün,  bozgunculuğun, isyan  ve eşkıyalığın  son  sürat ilerlediği  bir  zaman  diliminde  yaşıyoruz.

 

İRİ  devletler müslümanların  üzerine çullanmak  için  fırsat  kolluyorlar  yurt  içindeki  hain,  işbirlikçilerin  yardımıyla  hayatı  mazlum  insanlara  dar  etmeyi  hedefleyen  menfaatının esiri  olmuş imkanları  geniş  insanlar  ve  devletler  kendilerinden  başkalarına   kesinlikle  tahammül  etmezler  ve   çılgınlığın  zirvesinde  geziniyorlar. Son  haftalar  içinde  İslam  düşmanları  açık  açı  çirkin  yüzlerini  gösterdiler… Rabbimizin  bizlere  emir  buyurduğu  ayetlerin  ifadesini  bilfiil  gösterir  oldular…

 

Hala  onlara  müttefik  diye  sarılan   aymazlara açık  açık  diyorlarki  bizler  Yahudi  ve  hristiyanız,  bizlerden  Müslümanlara  dost  ve  müttefik  olmaz,  bizler  ancak  yakar,  yıkar,  talan  ederiz,  öldürür  ve  sizlere  hayatı  zindan  ederiz… Son  zamanlarda insan  öldürme  olayları  o  kadar  arttıki sanki  insanlık  kendi  neslini  bitirmek  için  sözleşmiş  gibi  bir  hal  aldı. Yöneticiler,  aydın  geçinenler, toplumu  idare  ettiğini  sanan  zavallılar ne  yazıkki terör  ve  insan  ölümlerini  görmez  hale  geldiler.  Büyüklerimizin  bir  sözü  vardı  hani *vakayi  adiyeden  diye* İnsan  öldürmekte   olağan  hale  yani  vakayı  adiyeden durum  arzetti.

 

Örneğin  Türkiyede  son  aylarda birileri  bir  şeyleri  fena  kurcalar  hale  geldi. Nedir bu siyasilerin, aydın geçinenlerin hali? Din,  İman, mukaddesat, Memleket, millet, devlet, vatan, … düşmanlıkları tescilli insanların yaptıklarının karşılığı olan ‘ceza’ görmeleri, mahkemelerce mahkûm edilmelerine gösterilen tepkiler neyle izah edilebilir? Bunların savunuculuğunu yapan, sahip çıkanlar, bu mel’unların yaptıkları eylemleri teşvik eden basın mensuplarının, kısmen susturulmasına ‘basın özgürlüğü ülkemizde yok’ diyebilenler, hangi konumda olursa olsunlar, ‘ihanet şebekesi’ne ortaktırlar.

 

Terörün kıyıcılığı bambaşka bir şey. Aklın alacağı gibi değil. İnsanlık dışı bir hal. Terörü de anlamıyorum, “zorda kaldı terör yaptı!” diyebilenleri de. İnanıyoruzki  durduk  yerde İnsan  öldürmenin  mazereti  olamaz. Hiçbir terör meşru olamaz. Terörün meşru gerekçesi olamaz. Nereden gelirse gelsin, kim yaparsa yapsın, olamaz. Tanımadığın insanları, pusuyla, tuzakla, çeşitli cinayet düzenekleriyle öldürüyorsun. Yahut öldürtüyorsun, bu durumu onaylıyorsun… Allah sana bunu ödetir. Can, sahibinin bile değil; o bir emanet, Allah’ın emaneti. Böyle bir zulüm bu dünyada da karşılıksız kalmaz. Döner dolaşır, alnına kara bir bedbahtlık damgası gibi yapışır.

Yeryüzünde bir masumu katleden hiç kimse âbâd olmamıştır. Cehennemi kendi içinde, sinende yaşarsın önce. Ruhun kirlenir pislenir, körelir. Kendini, insanlığını, fıtratından gelen değerini, Allah sana unutturur. İnsan olmaktan çıkarsın. Bundan büyük bedbahtlık ve hüsran mı olur? Senin için anlam ifade edici bir amaç kalmayacak. Yaptığın terör seni bir “hiç” haline getirecek. Senin için sevgi mutluluk hiçbir şey ifade etmeyecek. İçin boşalacak, kendi içindeki boşluk sana devamlı korku verecek. “Masum bir insanı öldürmek bütün insanlığı öldürmek gibidir” ölçüsü bunun içindir.

Göreceğin dünyevi karşılık; bütün insanlığın, bütün hayatın seni yok saymasıdır. İnsan olarak yoksun artık… Cana kastetmek, Allah’ın rızasına saldırmaktır, bütün mukaddeslere saldırmaktır. Halkın “yatacak yeri yok” dediği hal işte budur. Elleri kanlı olanın içi katran doludur denilmiştir. Hiçbir nimetten tat ve lezzet alamaz. Hiç kimse herhangi bir teröre hak vermek gafletine düşmesin. Allah’ın gücüne gider, gayretullaha dokunur. Mazlumun da zalimin de dini kimliği önem taşımaz. Zalim zalimdir, mazlum da mazlum. Bunlar insani gerçekliklerdir. 

Cana kastetmek, bambaşka bir günahtır, çok derin, çok şümullü bir isyandır. Hele bir çöpü tekmeler gibi adeta keyif için insan öldürmek, manevi bir intihardır. Her terörist canlı bombadır, canlı silahtır; azmettirenler ve destekleyenler dâhil. İnsan olan, bunları yapmaz, yapamaz, yapmamalıdır. Önce terörün ve terörü desteklemenin insani manasını ve terörün her türlüsüne karşı çıkmayı öğrenmeliyiz. Terörü meşru saymak bütün meşru değerlerin içini oyar, boşaltır; her işiniz ters gider, sebebini anlayamadığınız musibetlerle karşılaşırız.

Yaşadığınız hayat bütün gerçekliğini, sahiciliğini ve normalliğini kaybeder. Konumuz  İnsan  suresi  ve  insanın  kendisi kardeşlerim ne  yazıkki son  zamanlarda  insanlığın düşünmeyi, hassasiyet göstermeyi, teröristlerle, bozguncularla,  fitne,  fesat  ehliyle onlarla mücadele edenleri ayırmayı, bütün bu özellikleri kaybettiğine  şahit  oluyoruz.  Maddi, Manevi bir muhasebe yapamaz kaçınılmazdır  inancını  taşıyoruz.

İnsan ne isteyeceğini, ne istediğini, ne istemesi gerektiğini bilmeli. Lehine ve aleyhine olanı bilmeli. Lüzumsuz  polemiklerden  kendimizi  korumamız  inancını  taşıyoruz. Akli  selim  düşünmeyi öğrenmemiz  zaruridir. Devletler,  insanlar  sadece kendi çıkarını,menfaatını düşünüyor da, herkes kaybediyor ise; bu noktada bir düşünce arızası var demektir. Eğer  Allahın  emir  ve  yasaklarına  mesafeli  duruyorsak,  Kuranı  kerimi  okuyor  lakin  başkalarının  yollarını  takip  ediyorsak,  demek ki halâ gerçek menfaatımızın,çıkarımızın kaynağından  fersah  fersah uzaklarda  yaşıyoruz demektir…

Günümüzde  yaşananlara  baktığımızda diyoruzki; Aslında  herkes  kendi  karakterinin  geregini  ortaya  koyuyor…Amerikanın  yeni  seçilen  başkanı Müslümanlara  düşman  siyaset  izleyecegini  her  platformda  çekinmeden  ifade  etti, bundan  önceki  başkanları  dünya’da  barış  ve  istikrar  vaat  ederken  iki  dönemde  dünya  ülkelerine  bilhassa Müslümanlara  kan  kusturmuştur… AB ülke  liderleri  ise  son  hafta  içinde  kimden  ya  da  kimlerden  yana  olduklarını aynel  yakin  göstermeye  devam  ediyorlar… Ama  teslim  olanlar  öylemi  kesinlikle  hayır…

 

Allaha  iman  eden  mü’minler  asla  itikadlarının  dışında davranamazlar  ve  İman’larını  geregini  yerine  getirirler… İnsan  suresi  ayet7.de Rabbimiz  mealen  şöyle  buyurmaktadır: *** Onlar verdikleri sözleri yerine getirirler, fenalığı yaygın olan bir günden korkarlar…***  İman  edenler, Gerek Allah’a karşı, gerekse insanlara karşı verdikleri sözlerini, ahitlerini, randevularını yerine getirirler ve şerri salgın olan bir günden de korkarlar. Allah’a itaate nezredince yaparlar.

 

Yani Allah’a bir konuda söz vermişlerse, söz ya Rabbi şunu yapacağım, söz ya Rabbi bunu yapmayacağım diye, onu yaparlar. Adaklarını, nezirlerini îfa ederler. Rabblerine karşı başta verdikleri söze uygun bir hayat yaşayarak ilk ahitlerini yerine getirirler. Hani henüz yaratılıp dünyaya gelmeden önce Rabbimiz kendisinin Rabliği, bizim de kulluğumuz konusunda bizden bir ahit almıştı ya, işte o cennetlik mü’minler bu ahde, Allah’ın hayat programına uygun bir hayat yaşayarak bu ahde vefalı davranırlar. Allah Celle  şanuhunun farzlarını îfa ederler.

 

Rabbleri gönderdiği kitabında kendilerine neleri farz kılmış, neleri yapmalarını istemişse onlar bunları yerine getirirler. Yasak kılınanlardan da şiddetle sakınırlar. Bir de Rabblerine karşı ahitlerini, sözlerini yerine getirdikleri gibi kendi aralarında anlaştıkları, ahitleştikleri, sözleştikleri kimselere karşı da anlaşma konusuna riâyet ederek hareket ederler. Kime ne söz vermişler, ne taahhütte bulunmuşlarsa onu yerine getirirler. Sözlerinin eridir onlar. Hangi konuda yemin etmişlerse gereğini yerine getirirler.

 

Vallahi, billahi, tallahi diyerek, Allah’ı şahit tutarak bir şeyi yapmayı, ya da yapmamayı taahhüt etmişlerse mutlaka onun gereğini yerine getirirler. Yeminlerine karşı sâdık davranır onlar. Selâm verilince alır, Mü’min  kardeşlerinin  meşru davetine icabet ederler. İşte bu güzel vasıfları üzerinde taşıyanlar gerçek mü’minlerdir, Ebrâr’dır ve de cennete gidecek olanlardır. Müslüman  şahsiyyet  günah  işlemekten,  haramlarla  meşgul  olmaktan korkar  ve  bilirki  dünya  hayatı  çok  kısa  ama  Ahiret  ebedidir. Bilirki; Kıyamet göz açıp yumacak kadar kısadır.

 

Kişiye en yakın olan şey onun kıyametidir. Peygamber efendimizin (sav) bir hadislerinin beyanıyla kişinin ölümü onun kıyametidir. Kişiye en yakın olan şey de onun kıyametinin kopmasıdır. İşte böyle bir günden korkacağız, korkacak insanlar ki o zaman cennete gidecekler. Müslüman  birey, Rabbimizin  her  ayetine  titizlikle uymaya  gayret  eder  okur, anlar,

tefekkür  eder  ve  ögrendiklerini  amel  sahasına  aktarmaya  gayret  eder  bunun  haricinde  uyacak  başka  yol  bilmiyoruz. Ayet 8,9,10. Mealen  şöyle: *** Onlar içleri çektiği halde, yiyeceği yoksulla, öksüze ve esire yedirirler. Biz sizi ancak Allah rızası için doyuruyoruz, bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz. Doğrusu biz çok asık suratların bulunacağı bir günde Rab-bimizden korkarız” derler…*** Bu âyet’ler  Kurtubî ’nin beyanına göre bütün Ebrâr olanlar hakkında imiş.

 

Yani şu anda bir müslüman varsa, ve o müslüman da yetime, yoksula,  öksüze, miskine, ve esire yemek yediriyorsa işte  bu  ayet  aynı  asrı  saadette  ve  tarihte  oldugu  gibi muttaki  mü’minleri  anlatıyor ve bizlerde  böyle yapanların cennete gideceklerine  inanıyoruz… Müslüman  her  zaman  güzel  sözlü  olandır. İnanırki; İhtiyaçlı olan kişiye güzel söz söylenir, güler yüz gösterilir. Eğer ona o anda verebilecek bir şeyimiz yoksa: “Kardeşim şu anda imkânım yok. Allah sana hayırlı  rızık’lar  versin. Allah ihtiyaçlarını gidersin. Allah yardımcımız olsun!” gibi güzel söz söylenir…

 

Müslüman  inanırki  bu  hareketiyle hem Allah’ın rızasını kazanmaya  çalışır, hem de ihtiyaç sahibi kişinin kin, haset ve nefreti engellenmiş olur. Peygamber  efendimiz (sav)  bir hadislerinde  mealen  şöyle  buyurmaktadır: **Güzel söz sadakadır. Müslüman kardeşini güler yüzle karşılaman iyiliktir…** İnanıyoruzki; İnsanlara söylenebilecek en güzel söz dilimizde  ifadesini  bulmalıdır.  mü’min Allah için doyuracak, Allah için yedirecek.  Ve  yaptığı  bütün  iyilikleri Allah  rızasını  esas  alarak  yapacaktır…

 

Bizler sevdiğimiz,  ğıpta  ettiğimiz İyi  insanı  tarif  ederken  gerçek  Mü’min  sözünü  çok  kullanırız… Peygamber  Efendimiz (sav) bir  hadisinde  gerçek  mü’mini  mealen  şöyle  tarif  ediyor: ** Benim yanımda en gıpta edilecek insan şu özelliklere sahip olandır: 1: Yükü hafif olan; 2: Namazdan nasibi olan; 3; İnsanlar arasında sıradan biri olan ve kendisine özel muameleye razı olmayan;4: Kendisine özel bir paha biçilmesine razı olmayan; 5: Rızkı yeterli olup ona sabreden; 6: Ölümü kolay olan; 7: Mirası az olan; 8: Ve arkasından ağlayanı az olandır…***

 

Peygamber Efendimizin  (sav) yaşantısı  tabiiki sözlerine  uygundu söylediklerini  aynen  yaşamıştır. Allahın  Rasuülüydü,  seçilmiş  kuluydu, Şerefli  biriydi  ama sıradan  bir  hayat  yaşamıştı… Görünüşte, Kendini diğer insanlardan ayırt edecek bir özellik taşımayan bir peygamber  idi. Oturduğu mecliste ne farklı bir makamı, ne farklı bir kıyafeti, ne bir koltuğu vardı onun. Hattâ taşradan gelip de onu tanımayanlar soru sormak için peygamber efendimiz zannıyla bazen Ebu Bekir Efendimize, bazen Ömer Efendimize yöneliyorlar da onlar da hayır peygamber karşıda diye uyarıyorlardı.

 

Sahabeside  aynı  Peygamber  efendimiz  (sav)  gibi  Sıradan bir  hayat  yaşamışlardır Örneğin Anlatılır ki Bizans’tan bir adam gelir Medine’ye. Arabistan’ı, Yemen’i, Hadramut’uyla, hattâ Gassan ve Şam diyarıyla, dahası Mısır’a doğru, İran’a doğru bütün beldeleriyle fethetmiş bir toplumun halifesiyle, yani Ömer efendimizle görüşmek ister. Bir devlet başkanı diye kafasında canlandırdığı bir model arar. Der ki; ben reisinizle, başkanınızla, emirinizle, melikinizle görüşmek istiyorum.

 

Ararlar biraz Ömer efendimizi, adam yadırgar. Bu ne acayip  bir  şey. Onun sarayı, köşkü, makamı, korumaları yok mu? Der. Sahabe  için  Çok yabancı kelimeler bunlar… Ama müslümanların tavrı da gelen yabancıya karşı çok garip ve yabancıdır. Adam gerçekten şaşırır. Derler ki o da biz gibi bizimle beraber yaşar. Bu dediklerinizin hiç birisine ihtiyacı yoktur hepimiz gibi. Bu sözleri duyan adam şaşkınlık  içerisinde  kalmış, gördüklerine  inanamamış  kafası  böyle  bir  durumu  almamıştı.

 

Sonra bulamadıkları Ömer için derler ki, bazen şehrin dışında şöyle dinlenmek için bir ağaç gölgesine gittiği olur. Haydi bir bakalım. Gerçekten de öyledir o gün mü’minlerin emiri. Şöyle şehrin dışında bir hurma ağacına yaslanmış, dinlenen bir Ömer vardır. Bir İslâm devletinin, bir müslüman toplumun başkanıdır. Emiru’l mü’minindir, ama kendi başınadır. Korumaları yok, bekleyenleri yok, muhafızları yok kendi başına bir insan. Yabancı Adam’ın  ağzından  şu  cümleler  dökülür… Uyu Ömer uyu. Uyumak senin hakkındır. Çünkü sen korkacak bir şey yapmadın ki.

 

İşte böyle insanlar arasında sıradan biri olmak. Lakin  Rabbine  karşıda  itaatkar  bir  kul  olmak  ğayet  önemli,  gereklidir  inancını  taşıyoruz… İnsan  Suresini  anlamaya  ve  anlatmaya  devam  ediyoruz… İmam  Taberi  Cennet  ve  Cennet  niğmetleriyle  alakalı  Tefsirinde  diyorki: Allah da onları o günün şiddetinden korur. Yüzlerine güzellik ve­rir, kalblerini sevinçle doldurur, Allah da, dünyada iken, onu razı edecek ameller yaptıklarından dolayı bu takva sahibi insanları o şiddetli kıyamet gününün şerrinden korur.

 

Yüzlerine parlaklık, kalblerine sevinç verir.“ Onların sabırlarının mükafaatı cennet ve ipekten elbiselerdir. Takva sahibi müminlerin, dünyada iken Allah itaatte sabretmelerinin ve onu razı edecek amellere tahammül etmelerinin karşılığı olarak Allah onları cennete koymakla ve onlara orada ipekten elbise giydirmekle mükafaatlandırmıştır. Onlar cennette koltuklara yaslanırlar. Orada ne güneşin sıcaklı­ğını ne de soğuğun şiddetini görürler. Takva sahibi müminler, cennette koltuklara yaslanırlar.

 

Onlar cennette ne kendilerine eziyet verecek bir güneş sıcaklığı ne de kendilerini üşütecek bir so­ğukluk göreceklerdir. Âyette geçen „Zemherir“ kelimesinden maksat, „Şiddetli soğuk“  demektir. Allah teala, cennetlikleri hem güneşin sıcağından hem de kışın soğuğundan koruyacak olan gerçek selamet yurdu olan cennette huzur içinde yaşatacaktır. Peygamber efendimiz bir hadis-i şerifinde cehennemin soğuğunun „Zem­herir“ adını taşıdığını beyan etmiş ve buyurmuştur ki: „Cehennem ateşi rabbine şikayetçi olarak „Ey rabbim, kendi kendimi ye­dim.“ demiştir.

 

Bunun üzerine Allah ona iki kere nefes alma izni vermiştir. Bir nefesi kışta diğeri yazdadır. İşte bu sizlerin hissettiğiniz en şiddetli sıcak ve yine sizlerin hissettiğiniz en şiddetli zemherir soğuğudur.“Cennetin ağaçlarının gölgesi onların üzerine düşmüş ve meyvele­rinin koparılması kolaylaştırılmıştır. Mücahid diyor ki: „Cennetlik olan kimse cennetteki ağaçtan meyveyi koparmak için ayağa kalktığında ağaç onun ulaşacağı bir yere kadar yükselir. Yatacak olursa yine onun ulaşacağı bir yere kadar eğilir. İşte meyvelerin toplan­masının kolaylaştınlmasından maksat budur.

 

Katade ise diyor ki: „Cennetliklerin, ağaçlara uzattıkları ellerine ne uzak­lık ne de diken engel olacaktır.“ Çevrelerinde gümüşten billur kaplar ve kupalar dolaştırılır. Cennetliklerin yemek yedikleri ve su içtikleri kaplar billur gibi şeffaf gümüştendir. Bunların dünyada benzeri yoktur. Çünkü bu dünyada gümüşten olan ve aynı zaman şeffaf olan bir madde yoktur. Abdullah b. Abbas diyor ki: „Cennette hiçbir şey yoktur ki onun benzeri size dünyada verilmiş olmasın. Ancak gümüşten olan şeffaf kristaller müstesna­dır.“ Takva sahibi müminlerin içtikleri, içine zencefil katılmış olan meşrubat, cennette, selsebil diye adlandırılan bir pınardan çıkar.

 

O müminlerin çevrelerinde, cennette ebedi kalacak gençler dola­şır. Onları görsen, saçılmış birer inci sanırsın. Abdullah b. Amr diyor ki: „Cennetliklerden hiçbir kimse yoktur ki onun için bin „ĞILMAN“ hizmet görmüş olmasın. Bunlardanher biri diğerinden ayrı bir vazife yapacaktır.“ Cennetin neresine bakarsan bak, bol nimet ve büyük bir mülk görürsün. Cennet halkının üzerinde ince yeşil ipekten ve kalın atlastan elbi­seler vardır. Gümüş bileziklerle süslenmişlerdir. Rableri onlara tertemiz içecekler ikram eder.

 

Takva sahibi müminlerin üzerinde iç elbiseleri olarak ince yeşil ipek, dış elbiseleri olarak da parlak kalın atlas vardır. Onlar, gümüşten bileziklerle süslenecekler, rableri onlara tertemiz meşrubatlar bahşedecektir. Öyle ki, onla­rın içtikleri bu meşrubatlar, idrara ve necasete dönüşmeyecek, vücutlarından misk gibi kokan ter olarak atılacaktır. Ebu Kılabe diyor ki: „Cennetlikler, diledikleri kadar yeyip içtikten sonra tertemiz meşrubatlar isteyecek ve onu içeceklerdir. Bununla karınları temizlene­cektir. Öyle ki onların yedikleri ve içtikleri, tere ve misk gibi kokan havaya dö­nüşecektir.

 

Bu nedenle karınları devamlı çekik olacaktır.“ Mücahid, burada zikredilen temiz meşrubattan maksadın, Allah tealanın, cennetliklere lütfedeceğini beyan ettiği meşrubatlar olduğunu söylemiştir. Âyette geçen ve „Tertemiz içecekler“ diye tercüme edilen „Şeraben Tahuran“ kelimesinden maksadın, suyu cennette akan bir nehir olduğu, günah işleyenlerin o nehirde yıkanarak benek benek hale gelen tenlerinin onunla temizleneceği rivayet edilmiştir. Şüphesiz bütün bu nimetler, dünyadaki çalışmalarınızın mükafatıdır. Çalışmalarınız makbul sayılmıştır“ denir.

 

Takva sahibi müminlere âhirette şöyle denecektir. „Size verilen bu ik­ramlar, dünyada iken işlediğiniz salih amellerin karşılığıdır. Zira sizin dünyada­ki gayretleriniz rabbiniz tarafından makbul görülmüş ve bu yüzden mükafaatlandınîmıştır. Katade diyor ki: „Allah onların günahlannı affetti ve yaptıkları iyiliklere karşı da teşekkürde bulundu.“Ey Muhammcd, şüphesiz ki Kur’anı sana biz İndirdik biz.  Rabbinin hükmüne sabret. İnsanların günahkarlarına veya nan­kör olanlarına uyma. Ey Muhammed, seni imtihan etmek için sana Kur’anı biz indirdik biz.

 

O halde sen, rabbinin farzlarını yerine getirmek ve peygamberliğini tebliğ etmek hususundaki imtihanına karşı sabret. Kavminin müşriklerinden günah işleyene veya rabbinin nimetlerine karşı nankörlük edene itaat etme. Katade diyor ki: „Ebu Cehil „Vallahi şayet Muhammed’in namaz kıldı­ğını görecek olursam ayağımı boynuna basacağım.“ dedi. Bunun üzerine Allah teala: „İnsanların günahkarlarına veya nankör olanlarına uyma“ âyetini indirdi. Sabah akşam rabbinin adını an. Ey Muhammed, sabah namazında, öğle ve ikindi namazında rabbinin is­mini an. İbn-i Zeyd, sabah kelimesinden maksadın, „Sabah namazı“, „Akşam“diye tercüme edilen kelimesinden maksadın da öğle namazıolduğunu söylemiştir.

 

Zuhayli  İnsan  suresindeki  son  ayetler  hakkında  diyorki: Kulun, Allah ile irtibatlı olmaya, Ondan yardım dileyip yalnızca O’na güvenip dayanmaya son derece ihtiyacı vardır. Bundan dolayı namaz kul ile Rabbi arasında bir irtibat eylemi, imanı güçlendiren, itikadı, metanetini arttıran, Yüce Allah’a karşı heybet duygularını besleyip büyüten ve yaşayışı güzelleştiren bir eylemdir. Bunun için Yüce Allah gece gündüz kendisini anmayı, sabah akşam onun için namaz kılmayı emir buyurmuştur.

 

Bu emir farz olan beş vakit namazı kapsadığı gibi ayrıca buna geceleyin tatavvu da (teheccüd de) eklenmiştir. Yüce Allah kâfirleri yalnızca dünyayı sevip ahiret için amelde bulunmayı terkettiklerinden dolayı azarlamaktadır. Onlar ahiret gününe iman etmiyorlar, o günde pek zor ve çetin olan hesap için Allah’ın huzurun­da durmaya hazırlanmıyorlar. Bu sure ve Kur’an’daki benzeri diğer sureler bir öğüt ve bir ibrettir. Kendi adına hayır isteyen bir kimse Rabbine itaate ve O’nun rızasını elde etmeye ulaştıran bir yol edinir.

 

Fakat itaat, istikamet ve Allah’ın yolunu izlemek, Allah’ın mülkünde Allah’a rağmen olmaz; ancak Allah’ın dilemesiyle olur. İş Onun elindedir, kullarının elinde değil. Yüce Allah’ın dilemesi bulunmadıkça kimsenin dileği gerçekleşmez, ya da Allah’ın dilemesinin önüne geçemez. Fakat bütün bunlar kulun kahredilmesi, mec­bur edilmesi, belirli bir şeyi seçmek için Allah tarafından zorlanmasıyla da olmaz. Seçim ve tercih insana aittir. Allah kullarının amellerini çok iyi bilir. Onlara verdiği emirlerinde ve yasaklarında hikmeti sonsuzdur.

 

Aynı şekilde cennete girmek de Allah’ın rahmeti ile olur, cehenneme girmek de onun dilemesiyledir. Mümin kullarına rahmet eden, kâfir ve zalimleri de cehennem ateşinde can yakıcı bir azap ile azablandıracak olan da Odur.(Zuhayli) Seyyid  Kutub  Rahmetli  diyorki: O halde insanlar bilsinler ki, sorumsuz yapıcı ve güçlü yönlendirici yüce Allah’tır. Böylece insanlar O’na nasıl yöneleceklerini, nasıl O’nun plânına teslim olacaklarını öğrensinler. İşte bu tür ayetlerin içerdiği gerçeğin alanı ve çerçevesi budur. Bu arada şu gerçek de vurgulanıyor.

 

Yüce Allah özgür dileği ile kullarını doğru ile eğriyi birbirinden ayırd etme yeteneği ile donattı, onlara kalplerinin özünü bilen dileği uyarınca bu ikisinden birine yönelme iradesi sundu. Yine O kullarını kavrama gücü ile ve bilgi ile destekledi. Onlara Peygamber göndererek ve Kur’an’ı indirerek kendilerine gidecekleri yolu gösterdi. Yalnız bütün bunlar son aşamada varıp O’nun plânına dayanır. Herkesin tek sığınacağı merci O’nun dergahıdır. O kendisine sığınanları adını anmaya ve ibadet etmeye muvaffak eder.

 

Buna karşılık eğer kul O’nun karşı durulmaz gücünü gerçek anlamda tanımaya yanaşmaz da yardım ve başarı dileği ile O’nun dergahına sığınmazsa ne doğru yolu bulabilir, ne O’nun adını anmayı ve iyilik işlemeyi başarabilir. O’nun iradesi özgür ve sınırsızdır, dilediğini yapar. Bu özgür dileğin bir sonucu olarak O, dergahına sığınanlardan, doğru yola iletilmelerini ve ibadet etme başarısı ile donatılmalarını isteyenler arasında dilediklerini rahmetinin şemsiyesi altına alır.

 

Ama „Zalimlere gelince O, onlar için acıklı bir azap hazırlamıştır.“ Dünyada O’nun onlara meydan vermesi, mühlet tanıması sonunda bu acıklı azapla yüzyüze gelsinler diyedir. Surenin bu „son“u „baş“ı ile bütünleşiyor, İmtihanın sonucunu açıklıyor. O İmtihanki, yüce Allah, insanı onun uğruna karışım nitelikli bir su damlasından yarattı, onu işitme ve görme yeteneği ile donattı, ona yolunu gösterdikten sonra isterse cennete doğru, dilerse cehenneme doğru gidebileceğini belirtti.(Seyyid Kutub)  Rabbim  düşünüp,  tefekkürle  İBRET  alanlardan  eylesin…

 

Allahım  bizleri  Yasakların  ve  emirlerine  muti  olan  kulların  zümresine  dahil  eyle. Bizleri  İnsan  olma  şerefini  hakkıyla  yaşayanlardan  eyle.  Bizleri  Mükafatına  nail  olan  kullarınla  bir  ve  beraber eyle.  Bizleri  kabir  azabı  ve  cehennem  azabından  muhafaza  eyle. Bizleri  en  sonunda  cennetinde  dinlenenlerden  eyle.  Bizleri  Son  nefesini  kelimeyi  tevhid  ve  kelimeyi  şehadetle  teslim  edenlerden  eyle.  Bizlere  sıratı  müstakimden  ayırma.  Bizleri  Ehli  sünnet  vel  cemaatta  sabit  duranlardan  eyle.  Sen her  şeylere  kadirsin  Allahım…Amin…

 

Sermedkadir… LU.11.11.2016.

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht.