YALAN  VE  YALANCILIK  ÜZERİNE  NOTLAR… 

YALAN  VE  YALANCILIK  ÜZERİNE  NOTLAR…

Rabbimiz Nisa suresi  ayet.135.te mealen şöyle  buyurmaktadır: *** Ey iman edenler. Adaleti ayakta tutan ve kendiniz, ana babanız ve yakın akrabanız aleyhine de olsa, yalnız Allah için şahitlik eden kimseler olunuz. Zira zengin de olsa, fakir de olsa, Allah ikisine de (sizden) daha yakındır. Nefsinizin arzusuna uyarak adaletten uzaklaşmayın. Eğer (şahitlik ederken) dilinizi eğer, bükerseniz veya çekinirseniz, şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır…***

 

YALAN mana  olarak, Doğru olmayan, veya doğrunun karşıtı olan. Bir kurala, ilkeye uymama durumudur. Bu terim çeşitli disiplinlerde çeşitli mana­larda ve en çok da hata, bâtıl, sahte, sakîm, yanlış bilgi, galat, dalâl, mugalâta gibi sözlerle  ifade  edilir  yalan. Yalan,  dogrunun  aksine  söylenen  sözdür. Yalan, Hakikatin karşıtı  olan Yanlış hareketlerdir. Yalan ve  hata’lı  davranış   ve  ifadeler aynı  zamanda  gerçeğin  saptırılma  hadisesidir. Yalan, yanlış uygulamalar Vakıaya uymayan, fakat sabit ve değişmez bir inanç haline gelmiş olan yanlışlara, hatalara büyüklerimiz; Cehl-i Mürekkep yani Katmerli Bilgisizlik ifadesini  kullanmışlardır.

 

Yalanı iş edinme, Yalan  söze  sarılma, çok yalan söyleme. Yanlışta, hatada ISRAR  etme  hadisesidir. Yalan, kişinin gerçeği saklayıp bildiğinin aksini söylemesidir. Yalancılık çok çirkin bir huydur. Dinimiz yalanı haram kılmış ve şiddetle yasaklamıştır. Yalan rûhî bir hastalıktır, müslümanların kendilerini bundan korumaları gerekir. Çocuklar daha küçükken doğru sözlülüğe alıştırılmalı, yalanın zararları kendilerine anlatılmalıdır. Büyüklerimiz  İman  ile  YALAN  aynı  kalbte  egleşmez, durmaz  demişlerdir…

 

Hemen  başta  ifade  edelim ki; Bir Müslüman; dünyanın her kötülüğünü yapsa bile, her kötülüğün anası olan yalana asla bulaşmamalı, kendisine söylenmesini istemediği yalanı, bir başkasına asla söylememeli ve insanları aldatmamalıdır. YALAN; gerçekleri saklayıp yerine aksini söyleme yüzsüzlüğüdür, Hakikati  gizleme  sahtekârlığıdır, Gerçek değerleri saptırıp yerine  İLLETLİ  ifadeleri  yerleştirme, Aslı  astarı  olmayan sanal  ve  fantezi  düşünceleri  realitenin  yerine  yerleştirme utanmazlığıdır. Sahih ve  essah olmayan değerleri öne çıkarma ameliyesidir, doğruları farklı gösterme HİLE’SİDİR. Var olanı yok; yok olanı da var sayma ahlaksızlığıdır.
YALAN  ve  Yalancılık tertemiz  beyinlere  yerleşen mikrobik  bir VİRÜSTÜR. YALAN  temel  alt  yapısı  olmayan Çürüklük, İNSAN  olmanın  vermiş  oldugu TEMİZ FITRİ  yapıyı kirletme  ameliyesidir… Rabbimiz  Hac suresi ayet.30.da  mealen  şöyle  buyurmaktadır:*** Emir budur, Allah’ın yasaklarına kim saygı gösterirse, bu, kendisi için Rabbinin katında şüphesiz hayırdır. Size bildirilegelenden başka bütün hayvanlar helal kılınmıştır. O halde o pis putlardan kaçının ve YALAN sözden sakının…***
İnanıyorum ki; YALAN  ve  Yalancılık  bozuk, yozlaşmış, hastalıklı, marazi bir  bedenin dışa  yansımasıdır. Yalancının  hiç  bir  zaman sağlam  bir  İŞİ  olmaz. Yalancı kişi  TEMELİ  OLMAYAN bina  mesabesindedir. Hangi  yönden  ele  alacak  olursak  olalım; YALAN ve yalancılık, kendilerini ruhen tatminde zorlanan kimselerin düştükleri, psikolojik bir hastalıktır. Peygamber  efendimiz (sav) bir hadisinde mealen şöyle buyurmaktadır:**Kul, önemsemeden ve farkına varmadan, Allahın hoşnut olduğu bir söz söyler, bu sebeple Allah onun derecesini yükseltir. Yine kul, dikkat etmeden, Allahın öfkesini gerektiren bir söz söyler de, Allah onu, o kelime nedeniyle cehenneme yuvarlar…(Buhârî.)

Yaşadığımız DÜNYA hayatı  bir  İmtihan bütünlüğüdür. Nefes  alıp  verdiğimiz, söz, fiil  ve  hareketlerimizden mutlak  surette  hesaba  çekileceğimiz  O büyük  güne  hazırlık  yapmak  mecburiyetindeyiz. Hiç  kimseyi  kandırmıyalım, hiç  bir  şahsı  aldatmayalım aslında  böyle  yaparsak önce  kendi kendimizi  aldatmış, kandırmış oluruz şuurla  bu amelimizin  farkına  varalım. YALAN  söyleyene  yalancıya, sahtekâra  değer  vermeyelim o şahsı  İTİBARA  almayalım.

Eger  gücümüz  yetiyorsa, YALAN sözlerini  anında aşikâr  edelim, yalancılığın  bir  gün  mutlaka  kendisine  ZARAR  vereceğini  anlatmaya  ğayret  edelim. Kötü sözden, yalan sözden de sakındırmaya  çalışalım. Önce  bu  uygulamayı  kendi  şahsımızda gerçekleştirelim, Kendimiz asla yalan söz söylemediğimiz gibi, yalan sözlere de asla değer verip itibara almayalım. Allah’ın haram helâl koyma yetkisini reddedip kendilerinin bu konuda yetkili olduklarını söyleyenlerin yalanlarına asla inanmayalım. Allah’ın hayat programını, Allah’ın haramlarını helâl, helâllerini de haram sayan yalancıların sözlerine asla kanmayalım. Küfrün, şirkin ve  münafıklığın dayanak noktası olan YALAN SÖZLERE asla  prim  vermeyelim…

YALAN ve Yalancılık onulmaz  bir  hastalıktır. Bu hastalık, birey  olarak, fert’lerin maneviyatlarını sarstığı kadar, bulundukları toplumun temel direklerini de sarsar. YALAN ve yalancılıkla işlerini yürüten bir toplumda, sosyal huzur, sosyal güvence ve sosyal adaletten söz  edilmesi  mümkün  değildir. Yalan  ve  yalancılık DİN  ve  diyanette  en  büyük  günahlardan  bir  günahtır. Bu  hususu ifade  eden, Peygamber  efendimiz (sav) bir  hadisinde mealen şöyle  buyurmaktadır: ** Dikkat ediniz …Büyük günahların en büyüğü yalancılıktır… (Muslim)**

Başka  bir  hadisi  mealen  şöyledir: ** Yalan kötülüğe, kötülük te cehenneme götürür. İnsan yalancılık yapa yapa nihayet Allah katında yalancılardan yazılır…** Kardeşlerim YALAN  sözün, beyazından, yeşilinden, mavi, sarı ve  siyah’ından  her  neyse  uzak  duralım…Yalancıları, yalan  yere  yemin  edenleri  uyaralım. Kolayca  yalan  konuşanlara yüzlerine  karşı yaptıklarının ÇİRKİN bir insanlık hastalığı  olduğunu  ifade  edelim. Makamı mevkisi, konumu her ne  olursa olsun  YALANCIYA itibar  etmeyelim.

İşimizi hakikate, gerçeğe, realiteye uygun bir şekilde halletmeye ğayret  edelim… İnanıyorum ki; MUTLAK  surette  faydasını  göreceğiz  inşaallah… Zamanımızda  ne  yazık ki; En ufak bir menfaat için yalan söylenip, hatta yalan yere yemin ediliyor. Günümüz insanı yalanı gerçek gibi konuşuyor. Öyle ki, gerçekleri o kadar rahat ifade edemiyor. Ticari alışverişlerde yalan söyleniyor. Satıcı müşteriyi; müşteri de satıcıyı kandırmaya çalışıyor. Uyanık geçinmeyi meziyet zannedenler; yalan söylemeyi, gözü açıklık ve akıllılık olarak tanıtıyor ve karşı tarafı etki altında bırakmak, duygusal veya parasal sömürü sağlamak için yalan söylüyorlar.

Ruhsal dünyaları bozuk kimseler, kendilerini tatmin için, olur olmaz yerlerde yalan söylüyorlar. Günümüz dünyasında; aile, çocuğuna; çocuk ta, ailesine yalan söylüyor. İnsanlar,  evet insanlar, ağlanacak hallerine gülmek  ve güldürmek için yalan söylüyorlar. Ve, toplumun sözü başka, özü başka kimseleri; bakışları ve amelleriyle yalan söylüyor. Yalanları açığa çıkanların artık yüzleri bile kızarmıyor. Burada  şu  hususu da  ifade  etmek  gerekir ki; İslam  dini, insanlar arasında tefrika oluşturan yalanı yasaklarken; uzlaştırıcı, kolaylaştırıcı ve yapıcı noktalarda yalan söylemeye, üç maddeyle sınırlı olarak izin vermiştir.

Bunlardan birincisi; Haksızlıkla zulme uğramış bir kimseyi, can mal ve namus bakımından zalimin elinden kurtarmak için; İkincisi; dargın olan eşleri veya birbirine dargın olan kimseleri barıştırmak için ki; peygamberimiz (s.a.v.) bir  hadisinde  mealen  şöyle  buyurmaktadır: ** İnsanlar arasını düzelten, bunun için hayırlı söz söyleyen ve hayırlı söz ulaştıran kimse yalancı değildir…(Muslim) Üçüncüsü ise; savaşta, düşmana galip gelmek için yanlış bilgi vererek düşmanı aldatmak, yalan kategörüsü  içerisine  dahil  edilmemiştir. İşte bu üç konu dışındaki yalan, kişiyi ve toplumu felâkete sürükler inancını  taşıyoruz.

Peygamber  efendimiz, Enes Radıyallahu  anhın rivayetinde mealen şöyle  buyurmaktadır: ** Bana altı hasletle kefil olunuz, ben de size cennetle kefil olayım.”  Ashab-ı Kiram : “ O altı haslet nedir?” diye sorunca, şöyle buyurdu: “Konuştuğunuzda yalan söylemeyiniz, Söz verdiğiniz zaman, sözünüzü bozmayınız. Tenasül uzuvlarınızı zina’dan koruyunuz. Ellerinizi zulümden (uzak) tutunuz (zulüm yapmayınız)...(İhya.İmam Gazali). Yine  Buhari’nin  zamanımıza ulaştırdıgı  hadis  mealen şöyle: *** Kim bana iki çene arasındaki (dili) ile, iki bacağı arasındaki (tenasül uzvu)nu (gayri meşru işlerde kullanmayacağına dair) söz verirse, bende ona cenneti söz veririm...**

Mü’minler  olarak, müslümanlar  olarak, dogru  sözlü olmamız isteniyor, yalandan, yalancılıktan uzaklaşmamız  emrediliyor, Allah için şahitliği ayakta tutmamız isteniyor. Allah için şahit­liği ikâme edip ayağa kaldırmamız sorumluluk  olarak  bizlere yükletiliyor. Allah için adâletle şahitliği dimdik ayakta tutmamız emrediliyor. Rabbimiz, Allah için şehâdetinizde adâletten ayrılmayın. Allah için adâleti tam yerine getirerek Allah’a şahitlik edenlerden olun. Hayatı­nızda İslâm’ı öyle güzel yaşayın ki, öyle bir adâlet örnekleyin ki, öyle âdil bir Müslümanlık sergileyin ki varlığınız Allah’a, Allah’ın varlığına şahit olsun buyuruluyor.

 

Sizi görenler sizin şahsınızda, sizin hayatınızda Allah’ı hatırlasınlar buyuruyor. Kendimiz Allah için âdil davrandığımız gibi toplumumuzda da tüm zulümlerin kökünü kazıyıp adâleti ikâme etmemiz  isteniyor. Adâletle hakkı ve hak­lıyı ayakta tutmamız  bekleniyor. Vereceğimiz kararlarımızda Allah için adâletten ayrıl­mamamız emrediliyor. Kendinizin, kendi nefislerinizin aleyhine de olsa, ana ve babala­rınızın aleyhine de olsa, akrabalarınızın, yakınlarınızın aley­hine de olsa Allah için şahitliklerinizde, hükümlerinizde haktan, adâ­letten ayrılmayın.

 

Şehâdetlerinizde, hükümlerinizde, yargılarınızda daima hak hâkim olsun, adâlet hâkim olsun. Allah rızasının dışında hiçbir kişisel çıkar, hiçbir menfaat duygusu ve tarafgirlik anlayışı ol­masın. Allah’ın rızasını her şeyin üzerinde tutun diyor Rabbimiz. Dikkat eddersek Rabbimiz kendi aleyhimize de sonuçlansa, en yakınlarımız zarar görecek de olsalar haktan adâletten ayrılmamamız gerektiğini emrediyor. Yâni dünya üzerinde hiçbir beşer hukukunun, hiçbir beşer yasasının gerçekleştiremeyeceği en doğru, en dürüst hayat tarzını, en doğru karar alma, en doğru hareket etme özelliğini kazandırıyor Rabbimiz.

 

Eğer toplumda insanlar Allah’ın bu yasalarına teslim olur, Allah’ın istediği gibi hareket eder, hayatlarını Allah için yaşarlar, hedefleri Allah rızası olursa, o zaman kesinlikle bilelim ki insanlar ne bireysel hayatlarında, ne ekonomik hayatlarında, ne siyasal, ne aile hayatlarında birbirlerine zulmetmeyecekler, birbirle­rine haksızlık etmeyecekler, tüm hayatlarında her şey doğru olacak, her şey adâletle yerli yerine oturtulmuş olacaktır. Böyle bir toplumda Allahın hükümlerine teslim olan Müslümanlar elbette verecekleri tüm ka­rarlarında haktan, adâletten ayrılmayacaklar, kendi aleyhlerine bile olsa, en yakınlarının aleyhine bile olsa Allah’ın kitabına ve Resûlünün sünnetine uygun hareket edeceklerdir…

 

Yusuf Kerimoglu  Hocafendi, Emanet  ve  Ehliyet  edlı degerli  eserinde bu  konuda  diyorki:  İbn-i Hümam, „Yalanın bütün dinlerde haram kılındığını“ beyan etmektedir. Dolayısıyla „Yalancı Şâhidliğin“ haram olduğu hususunda icma hasıl olmuştur. Molla Hüsrev: „Bilmiş ol ki yalan yere şâhidlik eden kimsenin (Şehâdetiyle hüküm verilsin veya verilmesin) cezalandırılması gerekir. Yalancı şâhid’in ta’zir olunacağı hususunda icmâ vardır. Çünkü o kimse, müslümanlara zararı dokunan büyük bir günah işlemiştir. Yalancı şâhidlik hususunda belli bir sınır yoktur. Binaenaleyh o kimse „Bir daha yapmasın“ diye cezalandırılır.

 

Ancak Fûkaha ta’zir’in (cezâ’nın) nasıl olacağı hususunda ihtilâf etmiştir. İmam Ebû Hanife (rha) demiştir ki: „-O’nun ta’ziri (cezalandırılması) ancak teşhir edilmesidir.“ İmameyn’in kavline göre: „-Yalancı şâhidlik yapan kimse dövülür ve hapsedilir.“ İmam-ı Şafi (rha)’nin ictihadı da budur. Çünkü Hz. Ömer (ra)’in yalancı şâhidlik yapan kimseyi kırbaçladığı ve yüzüne çömlek karası sürdüğü rivâyet edilmiştir. İmam-ı Azam (rha)’ın delili ise şudur: Kadı Şureyh (rha) yalancı şâhidi teşhir eder, fakat dövmezmiş, eğer yalancı şâhid ticâret ehli ise; pazar yerinde değilse, ikindi namazından sonra insanların toplu olduğu yere gönderir ve: „-Biz bu adamı yalancı şâhid olarak bulduk, siz de bundan sakının“ diye nidâ ettirirmiş.

 

Kadı Şureyh Sahabe zamanında Kadı’lık yapmıştır. Sahâbe-i Kiram’dan hiç birisi, bu cezâlandırmaya itiraz etmemiştir. Dolayısıyle Sahabe-i Kiram’ın görüp, itiraz etmemesi icma hükmündedir“buyurmuştur. Muhakkak ki bu; Şer’i şerifle hükmeden, bir kaza makamı huzurunda yapılırsa, cezalandırılması sözkonusu olur. Bilindiği gibi Kur’ân, Sünnet ve icmâ ve diğer şer’i delillerle hükmetmeyen hiçbir kazâ (Mahkeme), kazâ hükmünde değildir. (Emanet  ve  Ehliyet.Yusuf kerimoglu).

 

Vehbe  Zuhayli  bu  konuda  diyorki: Yalan sözden kaçınmak vaciptir. Zûr, batıl ve yalan demektir. Bu cahili-yet ehlinin telbiyelerine karıştırdığı batıl sözler gibidir. Cahiliyet ehli telbiye getirirken: „Lebbeyk. Senin hiçbir ortağın yoktur. Ancak sana ait olan ortak müstesna. Sen ona da, onun sahip olduğu şeylere de maliksin.“ diyorlardı. Yine bu ifade cahiliyet ehlinin Bahire ve Sevâib hayvanları hakkında: „Bunlar ha­ramdır, Haram kılınması Allah tarafındandır.“ demelerini de, ayrıca yalan ye­re şahitliği de ihtiva eder. Ayette yalan yere şahitliğe tehdit vardır. Fakat yalancı şahidin ta’zir edile­ceğine delâlet eden bir husus yoktur. Zira bu ayet sadece yalancı şahitliğin ha­ram olduğuna işaret etmektedir.

 

Yalancı şahit ancak kamu haklarının korun­ması ve bozgunculuk çıkaranlara engel olunması için yöneticinin izlediği metod olan siyaset-i şer’iyye ve maslahat-ı âmme (kamu yararı) açısından ta’zir edile­bilir. Bu Malikîlerin ve İmam Ebu Yusuf ile İmam Muhammed’in görüşüdür. Buharı ve Müslim’in Sa/ıiMerinde Peygamberimiz’in (s.a.) şöyle buyurdu­ğu rivayet edilmektedir: „Büyük günahların en büyükleri, Allah’a şirk koşmak, anne-babaya isyan etmek, yalan yere şahitlik yapmak ve yalan sözdür.“ Rasu-lullah (s.a.) o sırada yaslanmış durumdaydı. Doğrulup oturdu ve bu sözünü o kadar tekrarladı ki biz keşke sussa (tekrarlamasa) dedik.(Tefsiri Münir.Zuhayli)

Öyleyse ey iman edenler, biri­leri kendim nefsim diye, birileri babam anam diye, birileri akrabam yakınım diye, birileri fakir diye, birileri gariban, birileri zengin diye kendileri hakkında vereceğiniz kararlarda haktan adâletten ay­rılmayacağız inşaallah. İnsanların konumları, bizlere  yakınlıkları ne olursa olsun onlar hakkında vereceğimiz hükümler konusunda taraf tutup haktan, adaletten,  dogruluktan  sapmayacağız  inşaallah.

Ne akrabalık bağları ne de menfaat düşüncelerimiz bizlerin insanlar arasında şahitliğimizi, dogru sözlü  olmamızı  âdil bir şekilde yerine getirmemizi  engel teşkil  etmeyecektir  inşaallah.

Nisa  Suresinin  bu.135. ayeti  hakkında Seyyid  kutub  tefsirinde  diyorki:  Bu iman edenlere yönelik yeni sıfatlarıyla yapılan bir çağrıdır. Kuşkusuz bu, onların eşsiz sıfatıdır. Bu sıfatla değişik bir oluşum yaşadılar. Bununla yeniden ve değişik bir şekilde doğdular. Ruhları, düşünceleri, ilke ve hedefleri yeni baştan doğdu. Onlarla birlikte, bağlandıkları yepyeni bir görev, yüklendikleri ulu bir emanet de doğdu. İnsanlığı yönetme ve insanlar arasında adaletle hükmetme emaneti. Bunun için, bu sıfatla yapılan çağrının bambaşka bir değeri ve özel bir anlamı vardır.

„Ey müminler…“ Bu sıfatla vasıflanmaları nedeniyle bu büyük emaneti yüklenmişler, bu büyük emaneti yerine getirmeleri için hazırlanıp eğitilmelerinin nedeni de bu sıfatla vasıflanmalarıdır kuşkusuz. Zor ve ağır sorumluluklar yüklemeden önce, hikmetli ilahî eğitim metodunun başvurduğu okşayıcı yöntemlerden birisidir bu:“… Kendinizin, ana-babanızın ve akrabalarınızın aleyhinde bile olsa, adalete sıkı sıkıya bağlı kalınız ve Allah için şahitlik ediniz. Haklarında şahitlik ettiğiniz kimseler ister zengin, ister fakir olsunlar, Allah kendilerine herkesten daha yakındır.“Bu, „adaleti yerine getirme emaneti“dir.

Her türlü durum ve koşulda, mutlak anlamda adaleti ayakta tutma emanetidir yüklenen. Yeryüzünde azgınlık ve zulmü engelleyen bu adalettir. İnsanlar arasında adil olmayı garantileyen, müslüman-müslüman olmayan her hak sahibine hakkını veren budur. Bu hak konusunda -yahudinin hikayesinde gördüğümüz gibi- Allah yanında müminle mümin olmayan eşittir. Akraba olsun, uzak olsun, herkes birdir. Arkadaş, düşman fark etmez. Zengin, fakir aynıdır.“… Adalete sıkı sıkıya bağlı kalınız ve Allah için şahitlik ediniz.“ Sırf Allah için. Doğrudan doğruya onunla birlikte hareket ederek. Lehinde ya da aleyhinde şahitlik edilen biri için değil.

Bir kişinin, toplumun ya da milletin çıkarı için değil. Sorunu ilgilendiren herhangi bir unsuru saran koşullara göre hareket etmeksizin, yalnızca Allah için ve onunla birlikte hareket ederek şahitlik. Her türlü eğilimden, arzudan, çıkar ve değerlerden soyutlanarak. „… Kendinizin, ana-babanızın ve akrabalarınızın aleyhinde bile olsa..“ Burada ilahî sistem kişiyi kendisine ve duygularına karşı harekete geçir meye, önce kendi şahsına, sonra da anne-baba ve akrabalara karşı durmasını sağlamaya çabalamaktadır. Bu oldukça zor bir çabadır. Zorluğu, dille söylenenden, akılla kavranan anlam ve işaretlerinden çok daha fazladır.

Şüphesiz bunu pratik olarak yaşamak, akılla kavramaktan çok farklı bir şeydir. Bu deneyimi pratik olarak yaşamaya çabalayandan başkası dediklerimizi anlayamaz. Ancak yine de ilahî sistem, mümin kişiyi bu zorlu deneyimi yaşamaya yöneltmektedir. Çünkü bunun bulunması zorunludur. Bu kuralın yeryüzünde yaşaması kaçınılmazdır. İnsanlardan bir topluluğun bunu ayakta tutması şarttır. Sonra o, kişiyi fıtrî ve toplumsal duygularına karşı çıkmaya yöneltmektedir. Lehinde ya da aleyhinde şahitlik edilen fakir biriyse, kişi onun aleyhinde doğru şahitlik yapmaktan kaçınabilir, zayıflığına yardım olsun diye şahitliği lehinde yapabilir.

Yahut kişinin fakir oluşu, cahiliye toplumlarının genel karakterleri üzere, toplumsal baskıların etkisiyle aleyhinde şahitlik edilmesine neden olabilir. Lehinde ya da aleyhinde şahitlik edilenin zengin biri olması durumunda, toplumsal sistem onu hoşnut edecek bir karar verebilir. Ya da zenginliği ve şımarıklığı kişiyi aleyhine çevirebilir, böylece de aleyhine şahitlik etmek söz konusu olabilir. Bunlar fıtrî duygular ve toplumsal zorunluluklardır. Pratik hayatta insanlar bunlarla karşılaştıkları zaman bunların etkileri son derece ağır olur.

İşte ilahî sistem kişiyi bunlara karşı harekete geçirdiği gibi kişilik sevgisine, anne-baba ve akraba sevgisine karşı da harekete geçirmektedir. „Haklarında şahitlik ettiğiniz kimseler ister zengin, ister fakir olsunlar, Allah kendilerine herkesten daha yakındır.“ Bu oldukça zor bir çabadır. Son derece zorlu bir çaba olduğunu hep tekrarlıyoruz. İşte İslâm, mümin nefisleri -realite dünyasında- pratik deneyimlerin tanık olduğu ve tarihin kaydettiği böyle bir zirveye yöneltirken, insanlık aleminde gerçek bir mucize meydana getiriyordu.

Bu mucize ancak, ulu ve sağlam ilahi hayat sisteminin gölgesinde gerçekleşebilir. „o halde nefsinizin arzusuna uyarak doğruluktan sapmayınız.“ Arzular çeşit çeşittir. Bazısı zikredildi de. Bencillik nefsin bir arzusudur. Aile ve akraba sevgisi arzusudur. Şahitlik ve hüküm noktasında fakire acımak bir arzudur. Zengine toleranslı davranmak nefsin arzusudur. Ona zarar vermek de şahitlik ve hüküm konusunda aşiret, kabile, ümmet, devlet ve vatan tarafını tutmak da keyfï bir arzudur. Aynı şekilde -şahitlik ve hüküm noktasında- din düşmanı da olsalar düşmanlara antipatik davranmak nefsin keyfî bir arzusudur.

Kuşkusuz arzular ve hevesler sınıf sınıf, çeşit çeşittir. Tümü de yüce Allah’ın müminleri etkilemekten ve etkilerinde kalarak haktan ve doğruluktan sapmaktan yasakladığı şeylerdir. Son olarak şahitliği saptırmak ve bu konuda uyulması gereken prensipten yüz çevirmek hususunda bir tehdit, bir uyarı, bir korkutma yer almaktadır. „… Eğer kaypaklık eder, yada şahitlik yapmaktan kaçınırsanız, kuşku yok ki, Allah yaptıklarınızdan haberdardır.“ Bir mümine, yüce Allah’ın yaptıklarından haberdar olduğunun hatırlatılması, bunun arkasındaki korkunç tehdidi anlayıp titremesi için yeterlidir.

Kuşkusuz bu Kur’an ile, müminlere hitab eden yüce Allah’tı. Rivayet edilir ki; Abdullah b. vaha, (r.a) Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) tarafından, hayberlilerin meyve ve ekinlerden elde ettikleri ürünleri ölçüp yarısını, hayberin fethinden sonra Resulullah (salât ve selâm üzerine osun)’a verdikleri söz uyarınca almak üzere gönderildiğinde, yahudiler, kendilerine yumuşak davranması için rüşvet teklif ettiler. Bunun üzerine; „Allah’a andolsun ki ben yaratılmışlar için en çok sevdiğim kişi tarafından size gönderilmişim. Sizden ise vallahi de sayınızca maymun ve domuzdan daha çok nefret ederim. Ancak ona karşı olan sevgimle, size duyduğum kin sizin hakkınızda adaletten sapmama neden olamaz“ dedi.

Onlar da „göklerle yer bu sayede ayaktadır“ dediler. Abdullah b. Revaha (r.a), eşsiz ilahî sistemin üzerine kurulu Hz. Peygamberin okulunda, eğitim görmüştü. O da bir insandı, böylesine zor bir deneyimden geçmiş başarıya ulaşmıştı. Kendisinden başka daha birçoklarının bu sistemin gölgesinde gerçekleştirdiği gibi o da, bu ilahî hayat sisteminin gölgesinden başka hiçbir yerde gerçekleşmesi mümkün olmayan adaleti gerçekleştirmiştir. Bu olağanüstü dönemin ardından çağlar birbirini kovaladı. Kütüphaneler fıkıh ve kanun kitaplarıyla doldu. Hayat, yargı, kurum ve kuruluşlarıyla dolup taştı.

Düzenlemeye ilişkin uygulama ve formaliteler kaydedilir oldu. Kafalar adalete ilişkin sözlerle, ağızlar ise uzun uygulamalarına ilişkin nutuklarla doldu taştı. Bütün bunları korumak için çeşitli kurum ve kuruluşlar vücuda getirildi. Ancak, adaletin gerçek tadına varmak, insanların vicdanlarında ve hayatlarında bu anlamın pratik olarak gerçekleşmesi, bu ulu ve bu erişilmez zirveye ulaşmış olağanüstü dönemin dışında hiçbir zaman gerçekleşmedi. Bir de, tarih boyunca İslâm’ın egemen olduğu topraklarda, bu inancın onardığı gönüllerde ve bu essiz ilahi sistemin yetiştirdiği fert ve toplumlarda gerçekleşmiştir.

Yeni yargı kurumlarını, çağdaş yargı uygulamalarını, gelişen ve iyice kurumlaşan yargısal düzenleme ve sistemleri almak isteyenlerin bu gerçeği iyice düşünmeleri gerekir. Bu adamlar, yukarıda sayılan şeylerin, adaletin gerçekleşmesi için daha pratik olduklarını ve eski çağların olağanüstü dönemdeki sade uygulamalardan daha garantili olduklarını, bu günkü yapılanların o dönemdeki sade şeklinden çok daha sağlam ve kalıcı olduklarını sanıyorlar. Bu, işlerin formalite ve kabarıklığının, eşya ve olayların hakikatını kavrayamayanların düşüncelerinde meydana getirdiği, bir vehimdir.

Şekil ve durumların sadeliğine rağmen insanları bu düzeye ulaştıran sadece bu ilahî hayat sistemidir. Şekil ve kurumların değişip yenilenmesine rağmen insanları tekrar bu düzeye ulaştıracak da yine bu ilahî hayat sistemidir. Bunun anlamı, yeni yargı kurumlarını geçersiz kılmak değildir. Sadece kurumların hiçbir değerinin olmadığını, önemli olanın bunun ötesindeki ruh olduğunu bilmemiz yeterlidir. Bundan sonra şekli ve hacmi ne olursa olsun, hangi zaman ve mekanda söz konusu oluyorsa olsun durum değişmeyecektir. En üstün olanın üstünlüğü,zaman ve mekana bağımlı değildir kuşkusuz.

Ne akrabanın akrabalığı, ne zenginin zenginliği, ne de fakirin fakirliği bizleri  farklı uygulamalara, adâletten sapmaya götürmeyecektir  inşaallah.Adâletten vazgeçip hevâ ve heveslerimize uymayacağız. Adâleti bir tarafa bırakarak nefislerimizin hevâ ve heveslerine tabi olmayacağız. Irkçı­lık, kavmiyetçilik, düşüncesiyle insanların bize buğz etmesi, insan­ların bizi sevmesi, kişisel çıkarlarımız sebebiyle adâleti bir kenara bı­rakıp da zulme yönelmeyecektir  inşaallah. Basit dünya hesapları sebebiyle yamukluk yapmayacağı, Nefislerimizin hevâ ve heveslerine tabi olmayacağız  inşaallah.(Fi Zilal.Seyyid kutub)

Heva  ve  hevesimize  uyarak yanlışa düşmeyelim inşaallah… Bilindiği  gibi *HEVA*; boş, hava dolu, sonuçsuz, değersiz gibi anlamlara gelir. Bu kavram nefsin şehvete ve zevke düşkünlüğünü anlattığı gibi, ilim sahibi olmadan sahibine emir veren nefis anlamında da kullanılmaktadır. Böyle bir nefis sahibini şehvete ve aşırı zevke düşürüp günaha sürükler, sahibini de uçurumlara ve cehenneme düşürür Allah  korusun.İnsanın aşırı isteklerine, Allah’tan gelen ilme yani vahye uymayan tutumlarına *HEVA* denilmektedir. Nefsin sınırları istekleri, meşru arzuları normal yoldan karşılandığı zaman hata değil sevap bile oluyor.

 

Nefis her zaman çeşitli isteklerde bulunur. Bu isteklerin bir kısmı insanın ihtiyacı değil, nefsin aşırı istekleridir. Kişi nefsinin meşru isteklerini inandığı Rabbin gönderdiği ölçüler içerisinde karşılayabilir. Aşırı isteklere uyulması; nefsin Rabbin ölçülerine aldırmaması anlamına gelir. Bu şüphesiz bir hatadır ve sahibine zarar veren bir şeydir. Eğer nefis Allah’tan gelen ilme, yani vahye uyarsa, görüşlerini, kararlarını, isteklerini bu ilme uygun bir şekilde ayarlarsa; o nefis doğru yolda olan nefistir.

 

Fakat bir kimse Allah’tan gelen ilme-vahye kulak asmaz, yalnızca kendi görüşünü, zevkini, kararını, arzusunu ön plana çıkarırsa bu nefis doğru yoldan azan bir nefistir ve o kişi heva’sına uydu demektir. Yeryüzündeki bütün günahların, bütün şirklerin, bütün kafirliklerin, münafıklığın sebebi heva’ya uymaktan ileri gelir. Bir iş yaparken, bir şey hakkında karar verirken, bir ibadet fiilini yerine getirirken, bir şey yanlış mı doğru mu diye düşünürken; kişi ya kendi aklına ya da inandığı dinin ölçülerine uyar.

 

Eğer akıl Allah’tan gelen ilme yani vahye uyuyorsa, o akıl isabetli karar verir. Eğer bir akıl Allah’tan gelen Mutlak  doğrulara inanmıyorsa, o aklın sahibi kesinlikle yanılacaktır ve heva’sına uymuş olacaktır. İşte böyle bir insan kendi görüşünden, kendi kararından başkasını beğenmiyorsa, kendi zevkinden daha üstün bir şey tanı-mıyorsa o insan kendi heva’sını, kendi nefsini İlahlaştırıyor demektir. Rabbimiz Furkan  suresi  ayet.3.te  mealen şöyle  buyurmaktadır: ***Gördün mü hevasını (arzularını-isteklerini) tanrı haline getireni? Onun üzerine sen mi vekil olacaksın…***

 

Böyle bir kimseler canlarının isteğinden başka kutsal bir şey bilmezler. Bunlarda hakseverlik yoktur. Bu gibiler bencil insanlardır. Peşine düştükleri arzuları da normal bir istek değil, canlarının istediği kuruntulardır. Böyleleri hak, hukuk, delil, âyet, şahit tanımazlar, yalnız kendi isteklerini en üstün tutarlar. Onlara göre din de, insanların vicdanlarından gelen arzularıdır. Dolaysıyla kendi nefislerini doyurmaya, keyiflerini tatmin etmeye çalışırlar.

 

Bunlar, hakkı ve gerçeği kabul etmezler ama, keyfiliği hayat anlayışı olarak alırlar.‘Heva’nın yerleştiği kalpte, başta şirk olmak üzere bütün olumsuz davranışlar, bütün kötülükler yerleşmeye başlar. Böyleleri ‘heva’-nın bir benzeri olan zanlarının (boş kuruntularının) ve keyiflerinin peşi-ne giderler. Allah’ın gönderdiği hidayet rehberine aldırmazlar bile. Öyleyse kişinin kendi ‘heva’sına uyması, Hakk’tan yüz çevirmesi demektir. Heva’sına uyan insanların çok olduğu toplumlarda hata çok yapılır, suç çok işlenir, fitne ve fesat çok yaygınlaşır, insaní değerler rağbet görmez, adaletle hareket etme ahlakı zayıflar.

 

Bu bakımdan insanlara düşen heva’larına uymak değil, kendi heva’sından konuşmayan Allahın şanlı peygamberine ve O’nunla beraber Allah Celle  şanuhu dan gelen ilme yani mutlak  doğrulara tabi olmaktır. Evet, Mü’minler olarak, adâletten vazgeçip hevâ ve heveslerimize uymayacağız. Adâleti bir tarafa bırakarak nefislerimizin hevâ ve heveslerine tabi olmayacağız. Hep Allah emirleri  doğrultusunda âdil bir hayat yaşamaya ğayret edeceğiz. Sürekli Rabbimizin kontrolünde olduğumuzun bilincinde hareket  edeceğiz, yalandan, yanlıştan,  bile  bile  hata etmekten, günaha  düşmekten korunacağız inşaallah…

 

Yalan  ve  yalancılık  üzerinde  ne  kadar  dursak  yeridir. Konumuzu Peygamber  efendimizin Yalan söz  üzerine  söylediği  hadisi  şeriflerle bağlayalım  inşaallah…Tirmizi’de rivayeti  gelen  hadis  mealen  şöyle: ** Kuşkulandığını at, kuşkulanmadığına bak! Doğruluk kalbinin yatıştığında, yalan ise kuşku duyduğundadır…** Ebu Davudun  zamanımıza ulaştırdığı  hadis mealen  şöyle: **  insanları güldürmek için yalan yanlış konuşan kimsenin vay hâline…**

 

Yine  Ebu  Davud’da  rivayet  edilen  bir  hadiste  Peygamber  efendimiz  mealen şöyle  buyuruyor: ** „Senin doğru söylediğine inanan bir adama yalan söylemen, en büyük hainliktir…** Sahihi Muslimdeki  rivayet  mealen  şöyle: **Kişiye, yalan olarak, her duyduğunu anlatması yeter…** Muslim’deki  bir  başka  rivayet yine  uyarıcı  nitelikte, mealen şöyle:** Ahirzamanda yalancı deccaller olacaktır. Sizin ve babalarınızın duymadıkları hadîsleri size sunacaklar. Dikkat edin ve onlardan uzak durun da, sizi şaşırtıp saptırmasınlar…**

 

Buhari’deki  rivayet  edilen  hadisi  şerif  ise eğitici, öğretici  ve  aynı  zamanda nasıl  hareket  etmemiz  gerektiğinin ifadesi  oluyor mealen şöyle:** Doğruluk iyiliğe götürür, iyilik cennete iletir. Kişi doğrulukta devam eder durur,sonunda, Allah katında „doğrucu“ olarak yazılır. Yalan,azıp sapmaya iletir, azıp sapma ise, ateşe götürür. Kişi yalan söylemekte devam eder, sonunda, Allah katında „yalancı“ olarak yazılır…**     Yalandan,  yanlıştan, korunmak ve  yanlışa  sapmamak  için mümkün  olduğu  kadar  ğayret  sarf  edeceğiz  inşaallah…

 

Allahım bizleri  her zaman  ve  daima hakikati, gerçeği  ifade  edenlerle  bir  ve  beraber  eyle. Bizleri  Yalan, yanlış, hatalı  sözleri  söyleyen hata, kusur  ve  günahta  ısrar  eden fasıklar güruhundan uzaklaştır. Bizleri Kur’an  ahlakıyla  ahlaklandır. Bizleri sünneti  seniyyeye  sımsıkı  tutunananlarla  bir  ve  beraber  eyle. Bizleri  kalbi  kararanlar ve hakikati örtmeye  çalışanlarla  mücadele  azmi  ve  kararlılığı  ver. Bizleri Ehli  sünnet vel  cemaatta sağlam  duranlarla  bir  beraber eyle. Bizleri  sıratı  müstakimden  ayırma…Dsen  her  şeylere  kadirsin  Allahım…Amin…

 

Sermedkadir…LU…02.02.2017…

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht.