TARİKAT İKLİMİNE BİR BAKIŞ …

Cenabı Hak Ebedi hayat metebimiz Kuranı Kerimde Tevbe Suresi ayet.119.da mealen şöyle buyurmaktadır: *** Ey iman edenler Allahtan korkun. Bir de sadıklarla beraber olun…*** Yine Maide Suresi Ayet. 35.te mealen şöyle buyurulmaktadır: *** Ey iman edenler Allahtan korkun. O2na yaklaşmaya vesile arayın ve onun yolunda savaşın, ta ki umdugunuza kavuşasınız…***

 

Tarikat, YOL, yollar.Tasavvufta Allaha ulaşmak için tutulan yol, bu yol boyunca yapılan YOLCULUK bir şeyiın öncülügünde gerçekleşir. Her yolun kurucusu, öncüsü tarafından belirlenen bir takım kuralları töreleri vardır. Hicri altıncı yüzyıldan başlayarak çok sayıda tarikat kurulmuş ve bunlar şubelere, kollara ayrılarak bütün İslam dünyasına yayılmış ve günümüze kadar gelmişlerdir. Tasavvuf erbabına göre Allaha ulaşan yollar  sayısızdır.

 

Her Tarikatın vuslatı ayrı, ayrı kural, yöntem ve yollarla gerçekleşebilir. Esas olan yönelmedir. Örnegin Kâbenin belirli bir yanında bulunmak degil ona yönelmek önemlidir. Kâbeye ulaştıran bu yöneliştir. Necmeddini kübra (Rh.a) demiştirki; * Állaha ulaşan yollar yaratıkların sayısıncadır.* Ebubekir talemsani (Rha) ise diyorki; * Allaha ulaşan yollar yıldızların sayısıncadır.* Zamanımız yazarlarından Prfesör Seyyid Mehmed Şen, şu misâli veriyor; * Sınırları, yani kenar çizgileri iyice belirlenmiş bir büyük yol veya bir büyük cadde düşünelim.

 

Bu büyük yolun kenar çizgilerinin hemen dışında,her türlü yol ve trafik işaretleri mevcuttur. Keskin ve uzun virajlar, Viyadükler, kaygan yüzeyler,heyelan bölgeleri ve bunlara benzer diger işaretler… Bu işaretlere özen göstererek giden bir sürücünün her hangi bir tehlike ile karşılaşması düşünülebilirmi ? Kendine ayrılan şeritte giden ve gerektiginde itina ile şerit degiştiren bir sürücünün kime ne zararı olabilirki ? İşte bu büyük yol, yani büyük cadde dini mübini İslamdır. Yol içindeki  ŞERİTLER  ise Tarikatlardır.

 

Sürücüler tarikatların mensupları, sürücülerin ve yolcuların bindigi araçlar ise, tarikatların düsturları, yani esaslarıdır. Yolun kenarındaki çizgiler ise, Dinin haram ve yasak ettigi şeylerdir. Eger bu çizgilere uyulmayacak olunursa düşük bankete kapılmak ve şarampole yuvarlanmak her an için mümkündür. Yol kenarındaki işaretler ise mekruhlardır. Bu işaretlere dikkat edilmiyecek olunursa elde olmadan yol dışına çıkıp yuvarlanma tehlikesi ile karşılaşılır.*

 

Abdulkadir suhreverdi (Rha) diyorki; * Helâli aramak farzdır. Yeryüzünde helâl her zaman bulunur. Allahû teâla, kullarından helâli aramalarını istedi. Helâl bir yerde çok, diger yerde azdır. Arayıp bulmak kula düşer…* Tarikatlarda her yolun kurucusu, öncüsü tarafından  belirlenen kuralları, yöntem ve metodları vardır. Miladi On ikinci yüzyıldan itibaren başlayarak çok sayıda Tarikat kurulmuştur. Bu Tarikatlar Şubelere, kollara ayrılarak bütün İslam dünyasına yayılmış ve günümüze kadar da hayatiyetlerini devam ettirmişlerdir…

 

Kuralları, yöntemleri farklı olsada bütün Tarikatlarda ortak olan ögeler vardır. Zikir, Çile ve seyru sûluk (yani Allaha dogru yaptıgı manevi yolculuk.) bunların başında gelir. Pir, Piri sani, Şeyh, Halife, Derviş, Mürid, İnabe (yani tövbe ederek Allaha yönelme) Biat, Şeyhe bağlanma, Silsile, Rabıta, kollara, şubelere ayrılma, İstigase (yani şeyhten yardım isteme) Tevessül (yani şeyhi aracı kılma gibi. Tasavvufta en önemli kavramlardan ikisi üzerinde durursak faydalı olur kanaatindeyim.

 

Birncisi SEYRÜ SÜLÛK meselesi: Seyr ve süluk kelimeleri lügatte gitmek, yürümek, girmek demektir. Tasavvuf ıstılahı olarak, Tarikate giren bir Salikin-kişinin işin başından vuslat makamına ulaşmasına, yani Tarikattaki ğayesini gerçekleştirmesine kadar yapmış oldugu kalbi ve manevi yolculuk anlamındadır. SEYRÜ SÜLÛK tamamıyle psikolojik bir olaydır. Müridin, Tarikat prensipleri çerçevesinde yapmış oldugu İBADET, Dua, Riyazet, Mücahede, Halvet, Tefekkür ve saire neticesinde RUHUN tedrici olarak saflaşması ve İLAHİ hakikatleri kavramasına mani olan perdelerin kalkıp asli berraklıgını kazanması demektir.

 

Bu olaylar bütünüyle RUHİ bir hadise oldugu için, SEYRÜ SÜLÛK anında Salikin yaşadıgı halleri kelimelerle tam olarak anlatmak mümkün degildir. Bununla beraber, TASAVVUF erbabı seyrü süluk hakkında olsun ve Nefsin mertebeleri hakkında olsun çok geniş izahlar yapmışlardır. Bu manevi yolculukta tedrici bir RUHİ tekamül – gelişme, ilerleme sözkonusudur…

Biz burada bir misal olması açısından sadece Nefsin mertebelerini sayacak olursak: 1.Nefsi EMMARE: Salik yani işin başında olan mürit bu safhada tamamiyle hayvani ve Şehvani arzularının esiri durumundadır denilmiştir. 2.Nefsi LEVVAME: Bu safhada Salikin ruhunda kötülüklerden iyiliklere dönüş arzusu dogar ve önceki kötü fiillerinden dolayı kendi kendini kınamaya başlar denilmiştir. 3.) Nefsi MÜLHİME: Salik yani bu yola baş koymuş olan kişi, yapmış oldugı ZİKİR, Riyazet ve Mücahede sayesinde bir merhale daha kat eder, devam ettigi Zikir ve İbadetlerden tam bir zevk almaya ve kalbinde İLAHİ aşk ateşi yanmaya başlar. Nefsi Levvame mertebesinde dünyaya ait zevklerden vazgeçen salik, bu mertebede UHREVİ mükafatlardan da vaz geçer ve sadece Allah sevgisi ile meşgul olur denilmiştir…

 

4.) Nefsi MUTMAİNNE: Bu mertebede salikin kalbinde İlahi aşk ta yerleşmiş, dünyayı ve orada olan her şeyi kalbinden çıkarmış, her şeyde Hakkın fiillerinin tecellilerini  müşahede eder hale gelmiş olur. Bu yüzden  itminan içerisinde ve huzur doludur denilmiştir. Allahın dışında hiç bir şeye deger vermedigi için bu yolun yolcusu son derece cömert olur. Bütün bu hallerini mutlaka bu mertebedeyken ŞEYHİ ile paylaşması, olan her türlü KERAMETLERİ Şeyhine haber vermesi gereklidir yoksa ayagı kayar ben oldum derken Nefis ve Şeytanın esiri olur Allah korusun denilmiştir…

 

5.)Nefsi RAZİYE: Bu mertebede bu yolun yolcusu olan salik Allahtan razı oldugu gibi, Allahta ondan Razıdır. Bu safhadaki salik, Allahtan başka her şeyi terk eder, mahlukata-bütün yaratılmışlara lütuf ve güzelliklerle muamele eder. Allaha yakınlık babında, Cenabı Hakkın sanatlarını tefekkür, onun taksimine rıza ve Marifetullahı elde etme gibi durumlara vakıf olur denilmiştir ki; Bu makama ulaşan Kamil zat, eşyanın hakikat ve sırlarına vakıf olmuştur. En iyisini bilen yalnız Allahu Tealadır…

 

6.) Nefsi KAMİLE-SAFİYE: Artık bu mertebede salik en yüce makama ulaşmıoş, KAMİL sıfatını kazanmıştır. Bütün güzel sıfatları kendinde toplamış ve adeta cisimleşmiş bir melek halini almıştır.  Bu makamdaki kimsenin hareketleri ve davranışları hayır, hasenat ve İbadetten ibarettir. Sözleri hikmettir. Yüzündeki nur, bakanlara huzur ve ferahlık verir. Onu görenler ister istemez Cenabı Hakkı hatırlarlar. Bu makama ulaşıp vuslat’ın sırrına eren kişi, bütün ilahi sırlara vakıf olmuştur.

 

Bütün bu özellikleriyle MÜRŞİDİ KAMİL sıfatıyla insanları İRŞAD etme yetkisini eline almıştır. Yedi mertebe halinde kısaca izah ettigimiz bu nefis mertebelerinden birincisini  yani NEFSİ EMMAREYİ mertebe kabul etmeyip, NEFSİ LEVVAME, NEFSİ MÜLHİME ve NEFSİ MUTMAİNNE’yi üç ayrı mertebe kabul eden , bundan sonra gelen NEFSİ RAZİYYE, NEFSİ MARZİYYE ve NEFSİ KAMİLE mertebelerini de mertebe kabul etmeyip, Allahu Tealanın kulunu lütfuyla kendine cezbetmesi olarak gören Tasavvuf ve Tarikat baglılarıda olmuştur.

 

Yani bu anlayışa göre Nefsin mertebeleri üç tane olup, kulun kendi gayreti ve kesbiyle – kazanıp ilerlemesiyle ilgili bir durumdur. Son üç mertebede kulun kesbinden – kazanıp başarmasından ziyade Allahın lütuf ve İHSANI söz konusu oldugu için bu mertebeler Makam olarak kabul edilmemiştir. Bu konuları anlatmak hayli zordur, bilfiil yaşantıyla alakalı olan bir haldir burada söz asli durumunu yitirir diye inanıyorum yalnız tekrar hatırlatmakta fayda vardır ki; SEYRÜ SÜLÛK  ve Nefis mertebelerini katetmek, İlimden dahada öteye yaşamaya, tecrübeye ve bu mananın getirdigi zevke dayanmaktadır.

 

Bu anlatılan hususların şartlarını bilfiil yaşamadan bu mertebeleri elde etmek mümkün degildir. Onları okuyarak ögrenmek, onları elde etmek yani KAMİL İNSAN olmak anlamına gelmez. Kısaca Tasavvufun KÂL yani söz ilmi olmayıp HÂL ilmi olmasının sırrı buradadır. Tasavvufa ve Tarikata giren ve ilerlemeyi gönlünden geçiren kişi SABIR ve MÜCAHEDE hususunda çok gayretli olması gerekir ve en önemlisi bu husus MÜRŞİT’siz de kolay kolay başarılacak bir durum degildir.

 

Günümüze kadar bu hususlarda binlerce eserler yazılmış her Tarikatın, Tasavvuf ekolünün ayrı ayrı yolları Usulleri anlatılmış bu konularda İslam Alimleri gerekli bilgi birikimlerini ve uyarılarını her an yerine getirmişlerir. Bu konuda yazılan eserlerin başında inanıyorum ki Miftahul Kulub – Kalplerin Anahtarı adlı eseriyle Evliyayı Kiramın büyüklerinden Mehmed Nuri Şemseddin Efendinin müstesna bir yeri vardır.

 

Biz Tasavvuf ve Tarikatlar hakkında ulu orta konuşmak niyyetinde degiliz diyoruz ki; Bu konuda da orta yolu takip etmek gerekmektedir. Yani İfrat ve Tefritten yani aşırılıklardan kaçınacagız. Adımlarımızı saglam ve Ehli Sünnetin gösterdigi Sıratı Müstakim dogrultusunda atacagız inşaallah. Günümüzün Cahil insanlarına bakarak Tasavvuf ve Tarikatları reddetmeyecegimiz gibi Mürşidimizi, Kamil İnsan konumundaki Tasavvuf ve Tarikat büyügünü de Tövbe haşa Kitap ve Sünnetin önüne koyarak sapık bir yolun temsilcisi de olmamaya bakacagız İnşaallah. Tasavvuf  ve tabiiki her tarikatta kurucu Şeyh, Mürşit, PİR olarak anılan birisi mutlak surette olmalıdır. Eger Tarikatın âdab ve erkânı, sonraki Şeyh’lerden birisi tarafından belirlenmişse bu kişiye PİRİ SANİ denilir.

 

Tarikat kurumunun merkezinde şeyh bulunur. Bu şeyh tarikatın kurucusu degilse, onun yada onu izleyen şeyhlerin halifesidir. İnanıyorum ki Burada KAMİL İNSAN konusu meselemizin merkez noktasıdır. Mürşit yani Kamil İnsan olmadan ya da öyle bir kişiyi bulmadan bu MEŞREBE dahil olunamıyor o zaman Kamil insan kavramına bir göz atalım. Toplum  yaşantısında sıkça kullanılan bir deyim vardır: Kâmil İnsan. Bu ifade, maalesef MİSTİK çevrelerde bile amacına uygun şekliyle tanımlanmıyor. “Olgun, dürüst, hoşgörülü, vakar sahibi… “  gibi çağrışımlar yapan kâmil bir insanı, gerçek anlamdaki insan, yani İnsan-ı Kâmil‘e eşdeğerde kabul ediyor.

 

Ne yazık ki, aralarında bir toz tanesi ile Everest Dağı  kadar fark bulunmaktadır. Tabiidirki Cahille Alimin arasındaki farkı anlıyamadan bu gibi önemli unsurları kavramak cidden zor bir hadisedir diye inanıyorum. İnsan-ı Kâmil, bildiğimiz şekil ve suretteki tek düzey, basit anlamda gelişi güzel yapıda bir insan değildir. Duyu araçlarıyla var olan ve  aynada kendini  et – kemik karışımı bir yapı olarak gören insan, varlığını, mistik deyimle “Ahsen-i Takvim” olarak yaratılan gerçek anlamdaki suretsiz ve şekilsiz olan İnsan-ı Kâmil’den alır. Bunu model olarak bir yoğunlaşma gibi kabul edebiliriz.

 

Karın aslının su oluşu gibi. Âyet-i Kerime’de, bu varolma  şöyle vurgulamaktadır: *** Biz İnsanı en mükemmel şekilde yarattık…(95/4)*** İnsan-ı Kâmil, en kâmil bir zuhur mahalli, en faziletli tecelligâhtır. Asla belirli bir tekâmül neticesinde meydana gelmemiş, aksine, alemler onun orijin yapısından varolmuştur. Bir diğer ismi de, İmam-ı Mübin’dir. Bütün mertebeler, idraklar, soyut ve somutlaşan tüm yapılar, varlığını hep O’ndan alır. Varlık aşamasındaki dizayn dikkâte alındığında İnsan-ı Kâmil’in bir nesneye sirâyeti, dışarıdan nüfuz etmesi veya tasarruf etmesi gibi değil, özünden gelen biçimde olduğu görülecektir.

 

Şâyet bu oluş, aynı hassasiyetle değerlendirilirse, Kur’an’ın, Peygamber  efendimize (sav) dışarıdan bir yerden değil, özünden geldiği anlaşılır. Buna göre Cebrail Aleyhiselamın,  Peygamber  efendimizin (sav) özündeki bir boyut olduğu düşüncesi doğruluk kazanır. Peygamber efendimizin (sav) bu meleği ilk etapta kendi dışında ve değişik suretlerde görmesinin  izahı  vardır. Konumuz ile ilgisi olmadığı için bu noktalara girmeyi uygun bulmuyorum…

Âlem’de görünen veya görünmeyen, hissedilen, vehmedilen, akla gelebilen her şey, varlığını O’na borçludur. Zira O, bildiğimiz anlamdaki insanın orijinalidir. Evrensel boyutta bahsi geçen bu varlık, yani İnsan-ı Kâmil aslen bir melektir. Ruh adlı melek diye tanımlanır. Mukarrebun zümresindeki melekler, cin kökenli melâike, yeryüzü melaikesi diye tanımlanan Rahmet ve Gazab melekleri  de,  onun varlığı ile varolma şansını yakalayabilmişlerdır. Mutlak Yaratıcı, O’nu kendi Zâtına ayna yapmıştır. Peygamber  efendimizin (sav) hakikâti de ona dayanır.

Tefsir Alimlerinin bildirdigine göre; Kur’anı Kerimin  hemen başlarında ve diğer bölümlerinde geçen mim harfi ile kastedilen, O’dur. Hz. Muhammed (s.a.) O İnsan’ı yani bu meleği tanımıştır. Peygamber efendimizin (sav) bu bilince ulaşması dolayısıyla Hakikât-i Muhammediye olarak isimlenir. Bildiğimiz, suretini beş duyu ile müşahede edebildiğimiz, duyu araçları ile sınırlı olan insan, O’na alternatif bir varlık olamaz. Olması da beklenemez.

Sonsuz  Alemleri Hûviyetinde  toplayan İnsan-ı Kâmil’in, aşağıların aşağısına inişi (esfeli safilin),   O’nun varlık âleminde en son halka olan ve toplum içinde yaşayan insan tarafından algılanır hale gelmesi içindir. O; Âlemlerin varlığı, Özü, Ruhudur. Bütün suretler O’nun suretidir. O; kimliği, kişiliği ile İnsan-ı Kâmil, (genel anlamdaki kimlik ile bağlantısı yoktur) hayatiyeti ile Ruhu Azam, Kudreti ile Nefs-i Kül, İlmi ile Aklı Evvel, hûviyeti ile Hakikat-i Muhammediyye’dir. (Bildiğimiz) insan, bu noktada yoktur, adı bile geçmez, anılmaz. (İnsan/1) âyeti ile bu gerçeğe değinilmektedir.

Bütün bu ayrıntıları anlayıp Kur’anı Kerimi kavramaları İnsanların, bireyin  ancak kendi  özünden dışa bakışıyla mümkün olmaktadır. Zaman üstü boyutlarda hazırlanarak yakın melekler tarafından (Cebrail Aleyhiselam) Hz.Muhammed’e ulaştırılan Kuranı Kerimin bir Ayetinde: ** Biz EMANETİ göklere, arz’a ve dağlara arz ettik de onlar bunu yüklenmekten kaçındılar, endişeye düştüler. İNSAN bunu yüklendi!..  Hakikât, O, çok zâlim ve çok cahil oldu. Ahzab Suresi. Ayet.72…*** buyurulmaktadır.

Burada emaneti kabul edenin, ‘Ahseni Takvim’ üzere halk edilen İnsan-ı Kâmil’ olduğu ortaya çıkıyor denilmiştir. Çünkü geniş bir bakış açısından bakılınca evrensellik hissedilecektir. Bu ilk dışa vurumun hedeflediği nokta, bahsi geçen gerçek anlamdaki insana aittir. O’nun zalim oluşu, Nefsin hakkının verilmediği bir boyutu, kısaca nefissiz kalınan bir mertebe ile ilgilidir. Buna işaret eder.  Olmayan bir şeyin hakkının verilmesi düşünülemez. Bu husus, mecazen  zalim oluşu ile anlatılmaktadır. Yine Âyet-i Kerime‘de bahsi geçen cahil olma hali, İlmin bu noktada sukût etmesi ile alâkalıdır. İfade, tamamen mecazidir.

O‘nun CAHİL oluşu bildiğimiz cehalet anlamının dışında, sembolik bir cahillikle tanımlanmaktadır. Bu husus ta tabiidirki KÂMİL  İNSAN sözü ve onun getirdigi anlam ile bagdaşmaz diye düşünüyorum. Müslümanların önüne geçen kişi Müslümanlara yol ve usül gösterecek bir donanımı taşımalıdır diye İtikad ediyorum. Kamil İnsan ya da MÜRŞİD ya da bazı Tarikatlardaki adıyla ŞEYH ya da PİRİ  FÂNİ  Öncelikle İlim ehli olmalıdır.

Fkıh bilgisi, Tefsir ilmi ile mücehhezligi, Hadis ilmi ile her yönüyle baglantılı, Kelam ilmine vakıflıgı, Tasavvuf ilmini aynel yakin derecede yaşayışı ve Dünyevi ilimlerle donanmışlıgı ile Müslümanların önünde yürüyebilecek İLMİ, Manevi ve Maddi kuvvetinin göstergesi olmalıdır. Şimdiki bazı Cahil sözde Tarikat önderleri gibi daha Kuranı Kerimi yüzünden okuyamayacak kadar İLİMDEN yoksun olanlar ancak insanları kendileri gibi sapıklıga taşır diye düşünüyorum…

Daha önce de beyan ettigimiz gibi; Tarikat ve Tasavvuf geleneginde, bir Şeyhe, bir Mürşide baglanmadan Hakka ulaşmanın mümkün olmadıgı bilinen bir gerçektir. Beyazidi Bestamiye (Rha) atfedilen * Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır * sözü Tarikatlar arasında çok yaygındır, Hatta bazılarınca Hadis olarak dahi kabul edilir. Mürşid, ya da Tarikat Şeyhi Tarikata giren ve O’na baglanan, intisab eden kimse için her haliyle İDEAL ve ÖRNEK İNSANI temsil eder. Tarikat Şeyhi bir yol gösterici, Terbiye edici ve her türlü meselelerin, problemlerin çözümü için öncelikle baş vurulacak yegane insandır.

Dolayısıyla onun bütün emir ve tavsiyelerine riayet etmek, bütün kalbiyle ve ruhuyla ona baglanmak ve onu MANEVİ  BABA ve egitici, ögretici mesabesinde görmek  icabeder. Tarikata girmiş olan MÜRİD Şeyhine ne derece baglı olursa, İlerleyecegi vuslat yolunda o kadar çabuk yol alır. Hatta bu konuda bir de Hadis rivayet edilmiştir: ** Ümmetime göre Nebi ne ise, müride göre ŞEYH odur. (Keşful Hafâ, Acluni.)** Unutmamak gerekir ki; Her VELİ MÜRŞİD degildir. Seyrü Sülûkunu tamamlayarak VUSLAT’A eren herkes Velidir.

Ancak, ŞEYH ve MÜRŞİD olmak için VELİ olmak katiyyen yeterli olmaz. Mürşid, Allahın insanları İRŞAD etmekle görevlendirdigi Velidir. Buna göre, Her MÜRŞİD veya ŞEYH Velidir. Fakat her veli Mürşid degildir. Buradan anlıyoruz ki; ŞEYHLİK Tarikat ve TASAVVUFTA son derece önemli olup aynı zamanda çok büyük mesuliyet ve de sorumlulugu olan önemli bir mertebedir. Son zamanlarda oldugu gibi kendi kendisini ŞEYH olarak ortaya atan herkes ŞEYH degildir ve de olamaz. MÜRŞİDLİK ve ŞEYHLİK bir çok vasıflar ve mertebeler kazandıktan sonra Hak tarafından tevdi edilmekle- işaretler gösterilerek elde edilecek mübarek bir makamdır.

İslam Alimleri; Yaşadıgımız zaman dilimine kadar Mürşidlik ve Şeyhlik makamına geçmiş olan şahsiyetlerde bulunması gerekli vasıfları zikretmişlerdir. Mesela İsmail Hakkı Bursevi Hazretleri bu hususta yani Şeyhte, Mürşidde bulunması gereken 235. Vasıf zikretmiştir. Biz buraya altı tanesini alalım. Genelde, Mutlaka Şeyhte bulunması gereken özellikleri kısaltırsak şöyle sıralayabiliriz: 1.) Bu makamda olan Mürşid, Şeyh İlim, İrfan ve Manevi zevk sahibi olmalıdır… 2.) Mürşid İslami İlimleri dolayısıyla ŞERİATI çok iyi bilmelidir…

3.) Belli bir TARİKATIN usulüne göre SEYRÜ SULÛK’ ünü tamamlamış ve İRŞAD ile vazifeli olmuş olması gerekir Yani hem VELİ hem MÜRŞİD mertebesine erişmiş olacak…  4.) Kötü ahlâklardan arınmış, iyi ahlâklarla donanmış İnsanlara karşı ve bütün yaratılmışlara karşı Şefkat ve himmeti, koruyuculuk vasfı en ileri seviyede olacak. 5.) Mürid yetiştirmeye, yani insanları egitmeye, terbiye etmeye kabiliyeti olacak…6.) Mutlaka ve mutlaka Dini görevlerini vazifelerini titizlikle yerine getirecek, Ciddi, vakarlı, cesur ve her yönüyle cömert olacak…

İsmail hakkı Bursevi Hazretlerinin saymış oldugu hususları sayacak olsak zamanımız Şeyh ve Mürşidleri kaçacak delik ararlar ve hatta kızaracak yüzleri varsa insan içerisine çıkamazlar. Bu makam ve mertebeleri de bu kadar ayaga düşürmezler…

Şu hususa kesinlikle inanıyor ve İtikad ediyorum ki; Allahın Kitabına baglı olmayan ve Onun şanlı Rasulunün Sünnetini hayatına aksettirmeyen yani İslami dogruları, Haram ve Helalleri kendi nefsinde uygulamayan insanlar boyundan büyük işlere kalkışmamalı ve haddini bilmelidir. Misal olması açısından yazıyorum, İçinde ikamet ettigimiz Ludwigshafende öyle insanlar tanıyoruz ki; Hanımının, kızının çalışmasına ses çıkarmazlar lakin Hafta sonlarında sabahlara kadar Zikir meclislerinden kopmayan Sofi konumunda görünen İnsanlar hiç te az degildir. Öyle tahmin ediyorum ki;  herhalde diger şehirlerde ve memleketlerde de benzeri konumda olanlar vardır…

Kimleri ve ne adına kandırdıgımızı çok iyi hesap etmek durumundayız. Kendimizi her an daha da yaklaştıgımız hesap gününe çok iyi hazırlamak mecburiyetindeyiz.  Birazcık Tefekkür edersek, düşünürsek zararımızın özelde bizlere oldugu sonra topluma sirayet ettigi sonucuna varmamız zor olmayacak sanırım. Önce kendi nefsimizi sonrada bizlere inanan insanları aldatmayalım, kandırmayalım. Söyleyecek çok sözümüz var ama biz bu kadarla iktifa edelim İnşaallah…

Tarkat ve Tasavvuf ıstılahı olarak üzerinde duracagımız bir kavram da RABITA kavramıdır. RABITA: Arapça Lisanında baglantı, baglantı vasıtası, alâka, münasebet manalarına gelen RABITA, Tasavvuf ıstılahı olarak; Müridin, salikin yani Tarikata girmiş olan kişinin Kamil bir ŞEYHE kalbini baglayıp, onun huzurunda ve ğıyabında O şeyhin sureti, sireti ve bilhassa RUHANİYETİNİ hayalinde kendi ile birlikte muhafaza ederek, yanında bulundugu zamanki EDEBE BÜRÜNMESİ HALİ demektir…

Büyük İslam Alimi Halidi Bagdadiye göre RABITA: Müridin, Kamil Şeyhin suretini hayalinde saklamak suretiyle RUHANİYETİNDEN istimdadda yani medet ve yardım isteme halinden ibarettir. En yaygın ve bilinen bir şekliyle RABITA Nakşibendiyye Tarikatında uygulanan ve Tasavvuf psikolojisi açısından büyük önem arz eden bir hâldir. Rabıta sebebiyle Arabistan da ve bilhassa kuzey afrika yörelerinde Dervişlere * MURABIT * ve ayrıca içinde bulundukları Tekke’lerede * RİBAT * yani baglanacak yer denmektedir…

RABITA, bir bakıma Müridin, cismen beraber olmadıkları anlarda da RUHEN Mürşidin huzurunda olmasını ve böylece Mürşidin manevi otoritesinin devamlılıgını temin eden bir vasıta durumundadır. Bilhassa daha işin başında olan Müridlerde Rabıtanın bir OTO KONTROL  vazifesi gördügü ve bu yönüyle RABITANIN çok faydalı oldugu Tarikat ehlince kabul edilmiş vazgeçilmez bir egitim sistemi olarak hayatiyetini zamanımıza kadar devam ettirmiştir…

Mürid, Şeyhine Rabıta ile baglanmakla onun vasıtasıyla Peygamber Efendimize (sav), Onun vasıtasıyla da Hak Tealaya (cc) RABITA etmiş olmaktadır.  Rabıta konusunda müstakil bir eser yazan Abdulhakim Arvasi Hazretleri (Rh.a) , Dogrudan dogruya Allah celle celaluhudan  feyiz alıp istifade etmeye muktedir olamayan Müridin-salikin RABITAYA ihtiyacı oldugunu, Allahtan dogrudan feyz alma kudretini kazandıktan sonra da RABITAYI terk etmesinin VACİB oldugunu söyler. (Rabıtayı şerife. Abdulhakim Arvasi.s.2.)

Müridin derecesi ve bulundugu konumlar mertebeler açısından RABITA üç’e ayrılmıştır. 1.) Tarikada daha yeni giren yani Mübtedi Müridin Şeyhine yaptıgı Rabıta:  Müridin her an ve her yerde şeyhinin huzurunda imiş gibi davranması, Şeyhinin hayalen daima kendisiyle beraber bulundugunu, hareket ve duygularına muttali olduguna, hatta uyurken dahi Şeyhinin yanı başında uyudugunu düşünmesi ve davranışlarını ona göre kontrol edip edebden ayrılmaması halidir.

Bu olayı gerçekleştirmeye * FENÂ FİŞ-ŞEYH* denir. Bazı olayları anlamasakta bu olay zamanımıza kadar bu şeklde anlatılmış ve o şekilde yaşanması arzulanmıştır. En iyisini bilen Allahu Tealadır. 2.) Tasavvuf ve Tarikat ehli Müridin Rasulullaha yaptıgı RABITA: Bu çeşit Rabıta da, Seyrü sulûkte  belli bir mesafe kat etmiş olan mürid, hayatının her anında Rasulullahın huzurunda ve murakebesi altında oldugunu düşünerek O’nun ahlâkını hayatına hakim kılmaya çalışmasıdır.

Bunu başarabilen mürid-salik, Şeyhe fani olma mertebesini yani yukarda anlatmaya gayret sarfettigimiz birinci maddeyi aşarak * FENÂ FİR-RASUL* mertebesine yükselmiştir. 3.) Bu yolda epey mesafeler kat etmiş olan Müridin yapmış oldugu RABITA: Vuslat makamına eren Mürid-salik, hem Şeyhte  hem de Rasulullahta fani olma mertebelerini aşarak, * FENA FİLLAH * mertebesine ulaşmıştır Bu mertyebede SALİK, her an ve her yerde, Allahu Tealanın huzurunda oldugunun şuuruna varmıştır.  Onun bu şuuru her an muhafaza etmesi ve tüm duygu, düşünce ve davranışlarını ona göre tanzim etmesi, RABITANIN en son ve en mütekâmil olanıdır.

Yani Rabıtanın Zirve Noktasıdır. Bu safhada mürid, bütün varlıgını  Allaha adayarak, kendisinin  ve Dünyanın  Allahın varlıgı karşısında bir hiç oldugunun şuuruna varır. Başka bir anlatıma göre RABITA üç çeşit izah tarzında anlatılmıştır bunlar suırasıyla.1.)RABITAYI MEVT: Müridin ölüm olayını bir an bile hatırdan çıkarmaması hâli. 2.) Rabıtayı MÜRŞİD: Şeyhin hayalini iki kaşının ortasında hazır bulundurmak, Kalbini onun yani ŞEYHİNİN kalbine rabtetmek – baglamak ve onun kalbindeki feyizin, bereketin kendi kalbine aktıgını tahayyül etmek, düşünmek, tefekkür etmek, o hali devamlı bir şekilde canlı tutmak…

3.) RABITAYI HUZUR: Allahtan başka her şeyi akıl ve hayalden silerek tamamiyle Allah sevgisiyle dolu bir kalble, Hakkın huzurunda bulundugu düşüncesini daima muhafaza etme halidir. Bu konuda Bir hususu zikredelim: Rabiyatül Adeviyye Hazretleri o büyük Hanım evliya mealen şöyle demiştir: * Allahınm yeterki senin bana karşı olan dostlugun devamlı olsun. Bütün dünya düşmanım olsa yinede gam yemem.  Allah korusun bütün dünyadakiler dost olsa senin dostlugundan mahrum olsam neye yararki…

Şeyhe yapılan RABITA da üç türlü yerine getirilmektedir diye izah edilmiştir. Şöyleki: 1.) Mürid, Şeyhini tam karşısında hayal edip, onun iki kaşı arasına bakarak, bu bakışını kesintisiz olarak, kendinden geçinceye kadar sürdürür…2.) Mürid kendisini Şeyhin suretinde görür ve kendinden geçinceye kadar bu hali devam ettirir. Bu şekilde RABITA yapan salik-mürid, kendi zatını şeyhinin zatında, sıfatlarını da onun sıfatlarında fani kılmış demektir.  Zat ve sıfat olarak bir bakıma Müridin şeyhi zat ve sıfatlarında erme yok olma hali diyede meseleyi anlatabiliriz…

3.)Şeyhin hayali suretini karşısında görerek, Onu kalbinin tam ortasına indirir ve kalbini uzun ve geniş bir dehliz-tünel gibi farzederek şeyhini o dehlizde yürüyor ve kendisine dogru geliyor şeklinde hayal eder. Melamiler RABITA yapma olayına * GÖNÜL BEKLEMEK * Adını vermişlerdir… (Tasavvuf Tarihi. Osman Türer)  RABITA: Niyyet ile dogrudan orantılıdır. İnsanların birbirleriyle olan münasebetlerinde, onları birbirlerine yaklaştıran veya uzaklaştıran, sevdiren veya nefret ettiren olgu, O insanda niyeti çerçevesinde hissettiklerinin neticesidir.

İnsanda menfaat hisleri gelişmiş ve niyeti de o menfaatı dogrultusunda ise  kişi menfaatine uygun oldugunu hissettigi şeye yaklaşacak ve sevecektir.  Aksi takdirde ondan uzaklaşacak  ve nefret edecektir. Gerçekte bu yaklaşma ve uzaklaşma, sevgi veya nefret menfaatin veya zararın sergilendigi şeylerden olacaktır…(Tasavvuf ve Tarikatlar.Selçuk Eraydın.)

İnsanın inandıgı kutsallıgı gerçekleştirmek niyyetiyle yaptıgı bütün davranışları, inancı ve hedefi dogrultusunda oldugu sürece bu ferdi ve sosyal davranışlarda meydana gelen bütün hareketler, inandıgı şey için  olacagından, degerlendirmelerde o tarz da olmalıdır.Tasavvuf dinin labaratuvarı, Tarikatlar ise Tasavvufun tezgahı mesabesindedir denilmiştir. O sebepten biz bu Rabıta konusunu burada baglama niyetindeyiz. Bu konu sözden çok bir hâl olayıdır, yaşayıştır Allah (cc) herkesin niyyetine göre insanları mükafatlandırsın…

İzahlara kısaca baktıgımızda diyebiliriz ki; Rabıta, oldukça hassas bir konudur. Ne oldugu yolundaki esprisi tam olarak anlaşılamayan ve usulüne uygun yapılamayan RABITA, Müridin gizli şirke sapmasına sebep olur Allah korusun. Nitekim bazan RABITA yapıyorum derken, haşa ŞEYHİNİ Allah yerine koyup her şeyi ondan bekleyenlere rastlamak ta mümkün oluyor ne yazıkki. Tabiidir ki bu durumlar son derece tehlikeli ve bir o kadar da İnsanlık ve tabiiki İslamiyet adına korkunç bir durum arzetmektedir…

Sadece bu sebeplerden dolayıdır ki Tasavvuf ve Tarikatlara karşı tavır alanların  çogunlukla itiraz ettikleri birinci olay öyle sanıyorum ki RABITA olayıdır.

Günümüzdeki Cahili kesim ne yazıkki Rabıta yaptıracagım diye kadın – Erkek Müslümanları Akıl ve fikir Nimetinden yoksun bırakıyorlar. Sadece bu sebeplerden dolayı Psikolojik tedavi görenlerin hiç te az olmadıgını duyuyoruz ve onlar adına üzülmekten başka elimizden hiç bir şey gelmiyor…

Halbuki İslami İlimlerin her kolunda yani Tefsir, Hadis, Fıkıh, İslam Tarihi – SİYER, Kelam, Edebiyat, Tarih, Lügat ve Tecvid, Mantık, hendese  eger Arap  degilse Arapça ilimlerini bilmeden ögrenmeden tâbir  caizse balıklama Tasavvuf ve Tarikat konusuna dalınırsa yüzme bilmeyen kişinin gölde, ırmakta iki metrelik suda boğuldugu gibi yok olur gider. Allah (cc) bizlere her konuda oldugu gibi bu konularda da Firaset, akıl ve fikir ihsan eylesin, bozulmaktan, sapıklıga düşmekten korusun Cenabı Hak bizleri Ehli sünnet çizgisinden ayırmasın Kitap, Sünnet İcmayı ümmet ve Kıyası Fukahaya baglılık yönünde gayretlerimizi daim eylesin.

Rabbim Nefsimizin şerrinden, Şeytanın şerrinden, Vesvese verenlerin şerrinden, Sapıkların – Bid’atçıların şerrinden sana sıgınırız Allahım. Tasavvuf  ve  tarikatlarda  mutlaka Her Şeyhin Hz.Muhammede (sav) uzanan silsilesi vardır. Her silsile merkeze dogru birbirinde icazet alan kişiler halinde ehli beyt imamlarına, onlardan genellikle Hz Ali’ye bazan da Hz.Ebubekir’e ulaşır. Ve böylece silsile Peygamber Efendimize (sav) baglanmış olur. Tarikat etkinlikleri  Tekke, Zaviye, Dergah, Hankâh, Asitane gibi ad’larla anılan yerlerde yürütülür.

Her Tarikatın Asitane adıyla anılan merkez tekkesi, tarikat pirinin bulundugu yada gömülü oldugu yerdir,Tekkedir. Tarikata girmek isteyen talibler-Tarikata girmek isteyenler, BİAT veya İNABE adı verilen bir törenle Şeyh tarafından Tarikata kabul edilir. Tarikatklar düşünce sistemleri, Zikir biçimleri ve yöntemlerine göre çeşitli sınıflara ayrılırlar. Zikir biçimleri açısından Tarikatlar dörde ayrılır. KIYAMİ Tarikatlar; Kadiriler, Mevleviler, Halvetiler gibi zikirlerini daha çok ayakta yapan tarikatlardır…

Nakşibendiler ve Melamiler gibi oturarak yapanlarada KUUDİ Tarikatlar adı verilir. Nakşibendiler gibi zikirlerini ses çıkarmadan gizlice yapan tarikatlar HAFİ tarikatlar, Kadiriler gibi sesli olarak açıktan yapanlarada CEHRİ tarikatlar adı verilir. Zaman zaman aynı tarikatın hem oturarak, hem ayakta (Halvetilik gibi) hem gizli, hemde açık zikir yaptıgı (Bayramilik gibi) görülmektedir. Tarikatlar kuruluşlarından itibaren yalnız DİN’i, Tasavvufi bir müessese halinde kalmayarak sosyal, siyasal, kültürel, sanat ve askeri bakımdan birer komple kurum olarak önemli görevler yüklenmişlerdir.

 

Tarikatler Anayasayla Türkiyede faaliyetleri 1925 yılında durdurulmuş, yasaklanmıştır. Günümüzde gizli gizli hayatiyetlerini, faaliyetlerini devam ettirenler vardır. Bizler ana hatlarıyla ve özetin özeti olarak Tarikat’a bir TANIM getirmeye  ğayret  ettik. Allah (cc) Dogru yoldan ayrılmayan  SIRATI MÜSTAKİM üzerine varlıklarını devam eden kullarından razı olsun. Ehli Sünnet ve cemaattan ayrılmayan  kullarına selamet versin. Onların yollarını açık, başarılarını devamlı kılsın.

 

Şeriat, Tarikat, Hakikat bütünlügünden sapıp yeni yeni yollar ihdas eden cahillerinde lâyıgını versin. Zaten bu tür hareketler içinde olan cahillerin yaptıkları bir gün mutlaka ayaklarına dolanır diye düşünüyorum. Allah (cc) Hakkı hak bilip hakka baglanan, Batılı batıl bilip batıldan sakınan kullarına da yardım eder inşaallah. Allahım Bizleri EHLİ SÜNNET VEL CEMAAT yolundan ayırma. Bizleri senin razı oldugun Dinin İSLAM dan ayırma. Bizlere Rasulüyün ÜMMETİ olma şerefein ihsan ettin Onun yolundan ayırma. Bizleri senin dosdogru  yolun olan SIRATI MÜSTAKİM den ayırma. Sen her şeye kadirsin Allahım… Amin…

 

Sermedkadir…LU…29.07.2018…

 

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht.