GÜNAH  KAVRAMINDAN  BAZILARI…

Rabbimiz  Enam suresi  ayet.120.de  mealen şöyle buyurmuşlardır: *** Günahın açığını da, gizlisini de bırakın! Günah kazananlar, yaptıklarının cezasını çekecekler…*** Peygamber  efendimiz (sav) Sahihi  buharide  bizlere  ulaştırılan  hadisinde  mealen  şöyle  buyurmuşlardır: ** „Yedi helâk ediciden kaçının!“ Denildi ki: „Ey Allahın Resûlü, onlar nedir?“ Şöyle buyurdu: „Allaha ortak koşmak, sihir yapmak, haksız yere adam öldürmek, yetim malı yemek, zina etmek, cihad günü cepheden kaçmak, namuslu hanımlara iftira atmak…**

 

İslami ıstılahta GÜNAH: Allah’ın emirlerine aykırı olan ve ahirette cezayı gerektiren iş, dini suç“ mana­sına gelmektedir. Arapçada günah keli­mesinin karşılığı olarak zenb, masiyet, ism, cürm, seyyie, fahişe, günah, hatta, zelle ve  benzeri pek çok kelime kullanılmakta­dır. Ancak bunların her birinin ifade etti­ği mana diğerinden farklıdır. Bütün dini yasaklara günah diyoruz. Bilinmelidirki GÜNAH, hayatı kaplayan fitnenin içine düşmektir. GÜNAH işleyenler kadar  o  günaha  sebep  olanlarda İslam  dininde  sorumludur. Örnegin  YALAN  SÖYLEMEK  GÜNAH’TIR…

 

Yalan söylemek günahtır, ayıptır, yerine göre suçtur, her hâl ü kârda kötüdür, ahlaksızlıktır. Bir Müslüman; dünyanın her kötülüğünü yapsa bile, her kötülüğün anası olan yalana asla bulaşmamalı, kendisine söylenmesini istemediği yalanı, bir başkasına asla söylememeli ve insanları aldatmamalıdır. YALAN; gerçekleri saklayıp yerine aksini söyleme yüzsüzlüğüdür, Hakikati  gizleme  sahtekârlığıdır, Gerçek değerleri saptırıp yerine  İLLETLİ  ifadeleri  yerleştirme, Aslı  astarı  olmayan sanal  ve  fantezi  düşünceleri  realitenin  yerine  yerleştirme utanmazlığıdır.

 

Sahih ve  essah olmayan değerleri öne çıkarma ameliyesidir, doğruları farklı gösterme HİLE’SİDİR. Var olanı yok; yok olanı da var sayma ahlaksızlığıdır. YALAN  ve  Yalancılık tertemiz  beyinlere  yerleşen mikrobik  bir VİRÜSTÜR. YALAN  temel  alt  yapısı  olmayan Çürüklük, İNSAN  olmanın  vermiş  oldugu TEMİZ FITRİ  yapıyı kirletme  ameliyesidir… YALAN  söyleyene  yalancıya, sahtekâra  değer  vermeyelim o şahsı  İTİBARA  almayalım. Eger  gücümüz  yetiyorsa, YALAN sözlerini  anında aşikâr  edelim, yalancılığın  bir  gün  mutlaka  kendisine  ZARAR  vereceğini  anlatmaya  ğayret  edelim. Kötü sözden, yalan sözden de sakındırmaya  çalışalım.

 

Önce  bu  uygulamayı  kendi  şahsımızda gerçekleştirelim, Kendimiz asla yalan söz söylemediğimiz gibi, yalan sözlere de asla değer verip itibara almayalım. Allah’ın haram helâl koyma yetkisini reddedip kendilerinin bu konuda yetkili olduklarını söyleyenlerin yalanlarına asla inanmayalım. Allah’ın hayat programını, Allah’ın haramlarını helâl, helâllerini de haram sayan yalancıların sözlerine asla kanmayalım. Küfrün, şirkin ve  münafıklığın dayanak noktası olan YALAN SÖZLERE asla  prim  vermeyelim…Muhterem  kardeşlerim…YALAN ve Yalancılık onulmaz  bir  hastalıktır.

 

Bu hastalık, birey  olarak, fert’lerin maneviyatlarını sarstığı kadar, bulundukları toplumun temel direklerini de sarsar. YALAN ve yalancılıkla işlerini yürüten bir toplumda, sosyal huzur, sosyal güvence ve sosyal adaletten söz  edilmesi  mümkün  değildir. Yalan  ve  yalancılık DİN  ve  diyanette  en  büyük  günahlardan  bir  günahtır. Bu  hususu ifade  eden, Peygamber  efendimiz (sav) bir  hadisinde mealen şöyle  buyurmaktadır: ** Dikkat ediniz …Büyük günahların en büyüğü yalancılıktır…(Muslim)**

Başka  bir  hadisi  mealen  şöyledir: ** Yalan kötülüğe, kötülük te cehenneme götürür. İnsan yalancılık yapa yapa nihayet Allah katında yalancılardan yazılır…** YALAN  sözün, beyazından  ve  her  türlüsünden uzak  duralım…Yalancıları, yalan  yere  yemin  edenleri  uyaralım. Kolayca  yalan  konuşanlara yüzlerine  karşı yaptıklarının ÇİRKİN bir insanlık hastalığı  olduğunu  ifade  edelim. Makamı mevkisi, konumu her ne  olursa olsun  YALANCIYA itibar  etmeyelim. İşimizi hakikate, gerçeğe, realiteye uygun bir şekilde halletmeye ğayret  edelim… İnanıyorum ki; MUTLAK  surette  faydasını  göreceğiz  inşaallah…

GIYBET  GÜNAH’TIR… Mana itibariyle gıybet; Bir kimsenin arkasından, duyduğu tak­dirde hoşlanmayacağı sözler söylemek, kusurlarından söz etmek anlamına gelen ahlâkla ilgili bir  terîmdir. Türkçede koğuculuk, gıyabında konuş­ma, çekiştirme gibi kelime veya deyimlerle de ifade edilen gıybet, İslâm ahlakında „sözlü kötülükler“ denilen fenalıkların başında yer alır. Gıybet, kişide bulunan sıfatlarla onu zikretmendir. Eğer bunlar onda bulunmazsa o zaman bu iftira olur. Muslim’in bizlere  ulaştırdığına  göre, Ebu Hureyre’nin rivayet ettiği hadisi şerifte Peygamberimiz (sav)

gıybeti şöyle tarif buyurmuştur. ** Gıybet, kardeşinin, hoşuna gitmeyecek şekilde anılmasıdır.“ „Söylediğim şeyin kardeşimde olduğunu görmüşsem ne olacak?“ denilince Peygamber efendimiz (sav) buyurdu ki: „Eğer söylediğin şey kardeşinde varsa gıybet etmiş oluyorsun, dediğin onda yoksa iftira etmiş olursun.** İslam kaynaklarında insan haklarının en önemlilerinden olan ve genellikle ırz kavramıyla ifade edilen kişiliğin dokunulmazlığı ilkesine büyük önem verilmiştir. Buna göre bir kimsenin gıyabında gerek onun şahsı ile ilgili maddî, bedenî, dünyevî veya manevî, ruhî, ahlakî ve dînî kusurlardan söz edilmesi gıybettir.

Bunların yazı, ima ve işaretle anlatılması da aynı cümledendir. Çünkü gıybet, fertler ve aileler arasındaki bağları koparıp onları birbirine düşman hale getirir. Gıybetin yapılması gibi, dinlenmesi de haramdır. İslam âlimleri gıybet edene mani olunması, bu mümkün olmazsa o meclisin terk edilmesi, bu da mümkün değilse gıybet edene karşı hoşnutsuzluğun belirtilmesi gerektiğini belirtmişlerdir. Gıybetin sebepleri kin ve öfke, başkasını kötüleyerek kendi itibarını yükseltme, kıskançlık ve benzeri olarak sıralanmış ve gıybetten uzak durmak için, öncelikle bu davranışların kontrol altına alınması gerektiği belirtilmiştir. Rabbim  bizleri  Gıybet  illetinden  uzak  durmaya  ğayret  sarfedelim  inşaallah…

TECESSÜS  GÜNAH’TIR… TECESSÜS, Mana  itibariyle: Casusluk  yapmak, her  hangi  bir şeyi derinliğne araştırmak,anlamak için her hangi bir şeyin üzerine düşmek,İster kendi  MERAKINI  gidermek  için  olsun , ister  başkalarının  adına hesabına  çalışsın * KÖTÜ  NİYETLE İŞLERİN  İÇ  YÜZÜNÜ ARAŞTIRMAK* tır TECESSÜS…Aynı  zamanda AYIPLARI  ORTAYA  KOYMAK  için uğraş  vermek  tecessüs’tür. Tecessüs  her  ne anlamda  bakılacak  olursa  olsun ŞER  ve  KÖTÜLÜĞÜ  beraberinde  getireceği  için  insan  fiilleri  olarak ÇİRKİN  bir  davranış  şeklidir…

Rabbimiz Hucurat  suresi  ayet.12.de  mealen  şöyle  buyurmaktadır:*** Ey iman edenler. Zannın bir çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerini arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir…*** Müslümanlar  olarak Zan, gıybet  ve  tecessüsten  mutlak  surette  korunmamız  zaruridir. Zan  ile  konuşmaktan  uzak  duracağız. Kesin  bilmediğimiz bir olay hakkında hüküm  verip fikir  yürütmeyeceğiz.Kati olarak emin değilsek ihtimaller  üzerinde fazla  durmayacağız.

Hattâ gözümüzle gördüğümüz, kulaklarımızla işittiğimiz bir olay hakkında bile o anda gözümüz, kulağımız sağlıklıysa, kalbimiz sağlıklıysa, iyice anlamış ve değerlendirebilmişsek ancak ondan sonra konuşmayı, fikir yürütmeyi  deneyeceğiz  inşaallah… İnsanların birbirlerinin gizli durumlarını, ayıplarını ve kusurlarını araştırıp ortaya dökmeden  önce  defalarca  düşünmek  icap  etmektedir çünkü; İnsanlar hata edebilirler, kusurları olabilir, hattâ gü-nah bile işleyebilirler. Hiç kimse melek olmadığına göre, hatasız ve kusursuz insan olmaz. Ancak, müslümana, toplum arasında hataların veya günâhların gizlenmesi, saklanması tavsiye edilmiştir.

Açıktan açığa işlenilen bir günâh,Vaaz, nasihat ve güzel öğütlerle ortadan kaldırılmaya çalışılır. Müslümanın gizli gizli işlediği, ancak kimseye zarar vermeyen bir suçu, günâhı öyle  gelişi  güzel  araştırılmaz. Kimileri kendi noksanını, gü-nahını veya hatasını ayıp sayar. Bu kendine âit ayıbın ortaya konulmasından hoşlanmaz. İslâm dininde gizli suçların, ayıpların, kişiye âit eksik hallerin,gizli sırların araştırılmasını,ortaya dökülmesini helâl görmez. Peygamber  efendimiz(sav) bir  hadisinde  mealen  şöyle  buyurmaktadır: ** Zandan kaçının, çünkü zan sözlerin en yalanıdır.

Tecessüste bulunmayın, birbirinizin içyü-zünü araştırmayın, birbirinizin sözlerine (kötü niyetle) kulak kabartma-yın. Brbirinize haset etmeyin, birbirinize buğz etmeyin, birbirinize sırtınızı dönmeyin. Allah’ın emrettiği gibi kardeş olunuz. Müslüman müs-lümanın kardeşidir; ona zulmetmez, onu yalnız bırakmaz, ona hakaret etmez. Takvâ buradadır, takvâ buradadır…** Bazı  insanlar vardır ki; fazla  merak  sahibidirler. Her  zaman başkalarına ŞÜPHE  ile  yaklaşmayı  adeta  kendilerine  iş  edinmişlerdir  beyinlerinde  her  zaman  bir *ACABA* düşüncesi  hakimdir.

Kendilerini  haklı  çıkarmak  için güya  yaptığı  suçun  örtme  çabasıyla *Ne  yapayım  merakımı  gidermek için yaptım* mazeretini arkasına  sığınırlar…Müslümanların kendilerine âit, hiçbir zaman tecâvüz edilmemesi gereken hakları, haysiyet ve şerefleri vardır.

Bunları korumak diğer müslümanların da görevidir. Gizli hallerin araştırılmaması, müslümanların diğerleri üzerinde bir hakkıdır. İnsan onuruna yakışan da onu şereflendirmek, toplum içinde rezil ve rencide etmemektir. Bu  husus  bizim  için  *İMANİ* bir  meseledir.

İSRAF  ETMEK  GÜNAH’TIR… İSRAF manâ  olarak: herhangi bir konuda aşırı gitmek, doğru ve gerçek olandan sapma, meşrû sınırların ötesine geçme; imkanları ve sahip olunan değerleri, gerekli görülen yerler dışında veya gereğinden fazla harcama anlamına gelmektedir. İslâm’da helâlinden kazanmak ve bu kazancı uygun şekilde ve gereği gibi kullanmak temel esas ve hedeftir. Dinimizde, haram kazanç yerildiği gibi, helâl kazancın da gerekli ölçüler çerçevesinde kullanılmaması kınanmış hatta yasaklanmıştır.

Kazancın ya da sahip olunan değer ve nimetlerin gereği gibi kullanılmaması, israf kavramı ile ifade edilmektedir ki, İslâm’da, her çeşidiyle israf haram kılınmıştır. Peygamber  efendimiz  bir  hadisinde  mealen  şöyle  buyurmaktadır:** Kibirlenme ve israf olmaksızın yeyiniz, içiniz,‘ gi­yiniz ve sadaka veriniz. Muhakkak ki Allah, nimetini kulunun üzerinde görmeyi sever…** (Nesei) İnanıyoruz ki; Varlığımız ve iş yapma gücümüzün devamı için gerekli gıdaları almak insanî olduğu kadar aynı  zamanda, dinî bir görevdir.

İnsan bu görevi yerine getirirken yeteri kadar gıdayı almak mecburiyetindedir. Yüce Dinimiz, ihtiyacımız olan gıdayı azaltıp iş gücümüzü kaybetmeyi tasvip etmediği gibi, gereğinden fazla yiyip içmeyi de yasaklamıştır. İnsan karnını tıka basa, ölçüsüzce doldurmayacak, ama güç ve takatten düşecek derecede de aç durmayacaktır.  Peygamber Efendimiz  bir  hadisinde  mealen  şöyle  buyurmaktadır: ** Kişinin canının çektiği her şeyden yemeye çalışması İSRAF olarak ona yeter…(Kütübi sitte)

Yaşantımızda mutedil bir hayat sürmeyi, vasat yani orta bir yolu takip etmeyi hedeflersek, İfrat  ve  tefritten  yani aşırılıklardan  kaçınırsak, Rabbimiz  tarafından ve  Peygamber  efendimizin  (sav) belirlemiş  olduğu  örnek  yaşantıyı  sınırları  aşmadan hayatımıza  tatbik  edersek inanıyoruzki kaybedenlerden olmayacağız  inşaallah…Mutlak surette Müslümanların hayatında  belli  bir  hedef, belirli  bir  durak, sınırlarının  son  bulduğu bir  hudut  olmalıdır. Bu  hudut bu  sınırlar  Allah Celle  şanuhunun ve  onun  şanlı  Rasulünün isteği ve emirleri doğrultusunda  gerçekleşmelidir…

Mesela yeme ve  içmede bir  sınır  vardır. Karın doyuncaya kadar yenilir, İhtiyaç  nisbetinde içilir. Kazanmada,  harcamada hasılı  her  türlü  uygulamalarımızda  ÖLÇÜLÜ  olmak gerekmektedir. Her nerede olursak olalım orada Allah’ın emirlerine tabii olarak, Allah’ın arzularıyla süslenelim. Her yerde Allah’ın kitabını görüntüleyelim. Allah’ın boyasıyla boyanalım, çevremize bu boya ile görünelim ve çevremizi de bu boya ile süsleyelim. Ziynet budur işte. Ziynet Allah’ın boyası, Allah’ın Müslümanlar  üzerinde görmek istediği görüntüdür. Allah ve Resûlünün ziynet dediği, süslü dediği şey ziynettir Onun dışındakilerin hiç birisi süs değildir, ziynet değildir.

Dünya  yaşantımızın, ömrümüzün  her  anında Rabbimize yakınlık gereği onun her istediğine onun istediği biçimde itaat  edelim, teslim  olalım inşaallah… Peygamber  efendimiz (sav) bir  hadisinde  mealen  şöyle  buyurmaktadır: Günümüz  insanına maalesef  İSRAFI  anlatmak  oldukça  zordur. İnsanlar İhtiyaca  göre  harcama  yerine, kazandığı  paraya, malına, mülküne ya da sosyal  statülerine  göre  harcama  alanları  açma  gayretindedirler böyle  olunca  söylenecek  söz  ne  yazıkki  BOŞTA  kalmaktadır.

Yemekten, içmekten,  alıp  satmaktan, başka  bir  şey  düşünmeyen toplum  haline  gelmemiz  bizleri  israf  ve  lüks  bir  yaşantının tam  göbeğine  oturtup, Allah  korusun  NİĞMET AZGINI haline  getirmesinden  korkuyoruz. Zenginliğin, lüksün  ve  refah  seviyesinin  sonu olmadığından  dolayı mal  varlığı  insanları gurur, kibir  ve büyüklenme  sahibi  yapmakta MADDİ  durumumuz  bizleri  birbirimizden  koparacak  konuma  getirmektedir.

Böylece  Zengin ile fakirin arasındaki  UÇURUM  giderek  artmaktadır. Müslüman  şahsiyet  sadece  dünyasını  değil aynı  zamanda Ahiretini  de  düşünen, hesap  gününü aklından  çıkarmayan İmanın  sahibi  olmalıdır. Namaz  kıldığı  gibi, ZEKAT  vermesinide  bilmelidir. Oruç  tuttuğu  gibi Sadaka  ve  yardım  etmesinide  bilmelidir. Hacc ibadetini  edâ  ettiği  gibi sosyal  yaşantısında kendisinden  başkalarınıda hesap  edebilmeli Hep  bana, hep  bana zihniyetinden, bencilliğinden  kurtulup  TOPLUM  yararını da  düşünebilmelidir. Velhasılı giyim  kuşam hususunda  israftan  kaçınalım, yeme  içme  hususunda  israftan  kaçınalım. Dügün, nişan, cenaze  gibi törenlerde israftan  kaçınalım ve  tabiiki  zamanımızı da boşa  harcayıp  israf  etmeyelim…Hayatımızın  her  anında  ÖLÇÜLÜ  olmaya  ğayret  edelim  inşaallah…

KİBİR VE  KİBİRLENMEK GÜNAH’TIR… Kibir: Ögünmek, kendini begenmek ve büyüklenmektir. Bu üç kötü ameli yapan insanlar haram bir fiili işliyorlar demektir. Kibir haktan, yaradandan yüz çevirmektir, hakka inanan Müslümanlara hakaret ederek , onlara tepeden bakanlar bir bilseler büyük bir günah bataklıgına battıklarını derhal bu fiillerinden vaz geçerler. Şurası bilinip iyice tefekkür edilmelidir ki; Kibir Cenabı hakka karşı ilk defe işlenen bir günahtır…

 

Kibir öyle bir hastalıktır ki,  sahibini mahşer yerinde rezil eder.  Halkın ayakları altında ezilir, kibirliyi herkes o büyük günde çigner geçer. Kibir hastalıgı kimin kalbinde zerre kadar yer etmişse sahibini cennetten uzaklaştırmaya sebep olur. Kibir, günahların ilki ve başı olmakla beraber, cehennemlik olanların işledigi suçların başında gelir. Örnek verecek olursak zalim idareci,  zekatını vermeyen zengin, Kibirli ve aynı zamanda fakir bunlar cehenneme ilk olarak girecek olanlardandır. Kibir hastalıgına tutulanlar, insanların kendisine saygı gösterip, ayaga kalkmalarını ve her zaman kendisine tazimle hürmet göstermelerini bekler. Her zaman ilgi, saygı, hürmet ve alaka göstermelerini arzu ederler…

 

Kibir sahibi olanlar yalnız olmayı ve her yere yalnız gitmeyi yolda yalnız yürümeyi severler. Kibir hastalıgına tutulanlar, fakirlerin kimsesizlerin davetini kabul etmezler. Kendi görüşüne göre zengin ve şeref sahibi  olanlarınkini hiç bir zaman geri çevirmezler. Kibirli yaptıgı münazara türü tartışmalarda Hakkı ve hak olanı kabul etmez, hatasını anlasa dahi arkadaşına  teşekkür etmeyi, hakkı teslim etmeyi aklına dahi getirmez…

 

Kibir hastalaıgının onulmaz hastaları iç huzuru diye bir olguyu tanımazlar, sukunet içerisinde huzurlu bir hayattan mahrum yaşarlar. Tek düşündükleri şey müstekbirliklerinin, dokunulmazlıgının devam etmesi ayrıcalıklı hayatlarının farklı şekilde sürmesidir. Bu isteklerinin gerçekleşmesi ugrunda elden ne geliyorsa yaparlar. Peygamber efendimiz (sav) Beyhakinin rivayet ettigi bir hadiste mealen şöyle buyurmaktadır: ** Kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunanı, Hazreti Allah yüz üstü Cehenneme atar…**

FİTNE  VE  FESAT  ÇIKARMAK  GÜNAH’TIR… Fitne, bizi Allahû Teâla’dan, Allahû Teâla’nın âyetlerinden, Rasûlüllah (sav)’den, Rasûlüllah (sav)’in sünnetlerinden/hadislerinden uzaklaştıran her şeydir. Fitne bazan gayr-i meşru bir söz veya fiil olur, bazan  Allahın  yeryüzüne  gönderdiği  şeriata muhâlif bir yasa veya anayasa olur, bazan kul kaynaklı bir ideoloji olur, bazan da ideoloji ortaya koyan münkir ve müşrik bir ideolog olur. Bu fitnelerin tümüyle ferd ve toplum olarak muhatap olmak, karşı karşıya gelmek mümkündür. Fitne sadece ferdi değil, aynı zamanda toplumsal bir musîbettir.

Fitne: Müslümanları  iyilikten,  güzellikten  meşru  ve helal  olan  bütün  yollardan  saptırıcı  şeytani  fiillerin  en  tehlikeli  olalarındandır Kuranı  kerimdeki  ilgili  ayetlerden  okuyacak  olursak örneğin fitne  büyük  bir  azaptır. Fitne  aynı  zamanda Şirk yani Allah’a ortak koşma anlamına  gelmektedir. Fitne Küfür’dür. Rabbimiz  Hadid  suresi  ayet.13,14.te  mealen  şöyle  buyurmaktadır: *** O gün (kıyamet günü) münafık erkeklerle, münafık kadınlar iman edenlere der!er ki, „bizi gözetip bekleyin, nurunuzdan biraz edinelim „. Onlara „geriye dönün de nur arayın!“ denilir. Sonra da aralarına kapısı bulunan sur çekilir. İç tarafında rahmet, dış tarafında o cihetten azap vardır. münafıklar, müminlere „biz sizinle beraber değil miydik?“ diye seslenirler. Onlar da „evet, beraberdik, ama siz kendinizi fitneye düşürdünüz (iman etmediniz, küfrettiniz) şüpheye düştünüz…***

 

Her  şeyden  önce  ifade  edelimki, Müslüman ISLAH  edicidir, Yeryüzünü  mamur  edici  hareketlerinin  yanında  insanları  iyilige,  güzelliğe  ve  doğru olana,  hakikate  yönlendirici tavrın sergileyici sahibidir. Kesinlikle  terör, fesat,  bozgunculuk, yıkıcılık,  devrimcilik, yakma,  yıkma  ve  talan Müslümanın  düşüncesi  olamaz. Allahın  Kitabından, vahiyden uzaklaşmak sûretiyle, kitabın dediklerinin dışında bir hayat yaşamak sûretiyle yeryüzünün düzenini dengesini bozmak tek  kelime  ile  İSLAMI  anlamamak  demektir. Düzen  bozmayı,  bozgunculugu  kısaca  ifade  edersek  derizki; Rabbimizin buyurduğu  güzelliklerin  hepsi düzen’dir,  nizam’dır, ISLAH  edici  emirlerdir.

 

Düzensizlik  ve  bozgunculuk  ise, Yine  Rabbimizin  ihtar  ettigi,  yapmayın  dediği,  yaklaşmayın  dediği ikaz’ların  hepsidir. Kesinlikle  ifade  edelimki  inanan  insanların Mü’minlerin  tavrı  ISLAH  etmek,  Münafıkların  tavrı  ise İFSAD  etmek, düzeni  bozmak, fitne  ve  fesat  ortamı  hazırlamak  yıkıcılığı  esas  alan  TAVIR  sergilemektir. Her  şey  zıddıyla  bilinir  kaidesince  İmansızlığın  göstergeside  ğayrı  salih  amel  işlemek  yani İSYAN  diye  nitelendirdiğimiz  her  türlü  olumsuzluklara  meyletme  halidir.

 

Öyleyse Müslümanın işi küfür ve şirk değil iman, isyan değil itaat, bozmak değil yapmak, ihtilal değil intizam, zulüm değil adâlet, fesat değil ıslahtır. Yüce Allah, garibe, yetime, kimsesize gönlünü açanları mahrum bırakmaz. İslam  Ümmeti, ırk, dil, din, coğrafya ayrımı gözetmeksizin kendisine sığınanlara her daim gönül kapılarını açmış, onlara sığınak olmuştur.

 

Bu  Ümmet  tarih  boyunca Mazlumu, yetimi, garibi, kimsesizi gözetmiştir. Ve bu millet zalime karşı mazlumun yanında durmuştur. Ve bu ÜMMET her şart ve durumda hakkı savunmuş, medeniyetler kurmuş, dünyanın dört bir yanına medeniyetler taşımıştır. Bizler inanıyoruz ki; Yüce Rabbimiz, İslam  Ümmetini mahzun etmeyecektir. Zira bu ÜMMET, geçmişten günümüze, imanını, vatanını, istikbal ve istiklalini en değerli varlığı gibi  korumayı  bilmiştir. Zaten  ŞERİAT’IN  korumayı  ğaye  edindiği  hususlarda açıkça  bu  ifademizin  göstergesidir yani  Can,  mal,  din,  akıl  ve  nesil  emniyetini  korumak  Şeriatın hedefidir.

 

Cenâbı Hak  Âdem Aleyhiselamdan  Peygamber  efendimize  kadar emrettiği  düzende: Kan dökmeyin, Adam öldürmeyin, Zina etmeyin, Küfretmeyin, Münâfıklık etmeyin, Namaz kılın, Oruç tutun  buyurmuş ve böylece inanan  insanlara  düzen  ve  nizamın güzelliklerini  öğretmiştir… Bu  düzene  riayet  eden MUTTAKİ  mü’minler  oldugu  gibi  İFSAD  edici bozguncularda olmuştur  örneğin;Âdem Aleyhiselamın oğlu Kabil bu düzeni bozuverdi. Adam öldürdü. Sonra her düzen bozulduğu dönemlerde Allah Celle  şanuhu bozulan düzenlere  çeki düzen  vermek  için Peygamber’ler gönderdi… Peygamberler  bozulan  düzenleri  ISLAH  ediyordu,  bir  zaman  sonra düzen  yine sapıklar  tarafından  bozuluyordu…

 

En  son  peygamber  efendimiz (sav) gönderildi. Peygamber  efendimiz  bir  hadisinde  mealen  şöyle  buyurmaktadır: ** Bizi aldatan bizden değildir…Muslim.** Kardeşlerim Din’imizi, sahih kaynaklardan doğru bir şekilde öğrenmeliyiz. Kalbimizi, gönlümüzü, ruhumuzu, aklımızı, fikrimizi, irademizi başkalarına teslim etmemeliyiz. Bizi Allah’a kulluk yerine kendine kul ve köle olmaya davet edenlere zerre kadar itibar etmemeliyiz. Birlik ve beraberliğimizi, huzur ve kardeşliğimizi korumalıyız. Birbirimizin varlığını kendi varlığımız, hukukunu kendi hukukumuz saymalıyız. Fitne ve fesada, hile ve tuzağa karşı feraset ve basiretle davranmalıyız. Uyanık  olmalıyız, temkinli  davranmalıyız, Bozgunculara  fırsat  vermemeye  azami ğayret  sarf  edelim  inşaallah…

 

EMANETLERİ  EHLİNE  VERMEMEK  GÜNAH’TIR… “Mü’min” ismini bizlere  bizzat Yüce Rabbimiz vermiştir. O, bu ismi de bütün nimetleri de bizlere emanet etmiştir. Hiç şüphesiz en yüce emanet, imanımız ve İslâm’davasındaki  teslimiyetimiz,  itaatımız  ve  itikadımıza  sahip  oluşumuzdur. Bizler, dünya ve ahiret saadetimizi ancak iman nimeti sayesinde elde edebiliriz. Her ne olursa  olsun  bizlere  düşen  görev  şuur  ve  bilinci, bu yüce emanete asla ihanet etmemektir. Ona her koşulda sahip çıkmaktır. Kelime-i şehadetlerimizle, kelime-i tevhidlerimizle Rabbimize verdiğimiz ahdimize sâdık kalmaktır. İmanın gereği olarak, hayatımızı salih amellerle ve güzel ahlâkla taçlandırmaktır.

 

İmanımızı ve İslam dinine  bağlılığımızı  bozmak, ifsat ve istismar etmek, sarsmak ve zedelemek isteyenlere karşı uyanık olmak  zorundayız. İman ve İslâm üzerinden maneviyat hırsızlığı yapanlara, yüce dinimizle insanları aldatanlara, ihanet içinde bulunanlara fırsat vermemek  için  elimizden  gelen  ğayreti  göstermek  zorundayız. Peygamber  efendimiz  her  zaman mukaddesata  sâdık  kaldı., emanete riayet etti. Ümmetine de güvenilir olmayı, emanete sahip çıkmayı öğütledi  Peygamber  Efendimiz (sav) Ashabına, her ne surette olursa olsun, ihanetten kaçınmamız gerektiğini bildirdi.

 

O, mü’mini inanan  insanı güven veren, itimat edilen, şerrinden emin olunan kişi diye tanımladı. Bugün bizlere düşen, Kur’an ve sünneti seniyyenin hayat veren mesajlarıyla içimizi,  dışımızı, kalbimizi, gönlümüzü mamur eylemektir. Mümince bir hayatın, ancak Kur’an ve sünnetin çizdiği yolda yani  SIRATI  MÜSTAKİMDE yürümekle mümkün olduğunu unutmamaktır. Kur’an ve sünnetle yoğrulmuş on dört asırlık muazzam ilim ve irfan birikimimizi iyi idrak etmek zorundayız.

 

Bizler bu iki yüce emanetten ilham alarak, insanlığa yeni medeniyetler takdim etmek için gayret göstermekle  yükümlüyüz. Inanıyoruzki  ademoglunun  en  güzel  hasletlerinden  birisi  Emanete  riayet  etmesidir. Çevre  çevre  genişleyen sosyal  sistemde  hepimiz, birbirimize emanetiz. Bu emanet, sevgi, saygı ve anlayış içerisinde yaşamayı gerektirir. Bu emanet, kardeşimizi kendimiz gibi görmeyi, kardeşimizin neşesini kendi neşemiz, onun kederini kendi kederimiz bilmeyi gerektirir.

Bu emanet, “Müslüman, Müslüman’ın kardeşidir. Ona hainlik yapmaz, yalan söylemez, onu zor durumda yüzüstü bırakmaz…” hadisi gereği, her durumda sadakat ve vefayı gerektirir. Paylaşmayı, yardımlaşmayı ve dayanışmayı gerektirir. Örnek  ve  önderimiz  Peygamber  efendimiz EMANET hususunda  da  bizlere takip  edeceğimiz  yol  ve  yöntemi  belirlemiştir… Peygamber  efendimiz  (sav) bir  hadisinde  mealen  şöyle  buyurmaktadır: ** Emaneti güvendiğin kimseye ver. Sana hainlik yapana sen hıyanet etme…Ebû Hureyre (ra). Tirmizî…**

 

Sayılı nefeslerimiz, akıp giden vaktimiz, şu kısacık ömrümüz bizlere  EMANET  olarak  verilmiştir. Aklımız, kalbimiz, dilimiz, bütün bedenimiz emanettir. Huzur ve muhabbet ocağı ailemiz, göz aydınlığı çocuklarımız, unutulmaya  yüz  tutsada külüne muhtaç olduğumuz komşularımız, malımız, mülkümüz, bilgimiz, birikimimiz bizlere  EMANET  olarak  verilmiştir. Bizlere düşen, bu emanetlerle Rabbimizin rızasına ulaşmanın gayret  ve  çabasında  izzetli  ve  şerefli  bir  hayat  sürmektir. Bizlere düşen, bu emanetleri canımız gibi aziz saymaktır. Yüce Rabbimiz, bizleri emanete riayetle izzetini, şerefini muhafaza edenlerden eyler  inşaallah…

 

Emaneti ehliyet sahiplerine vermek, adaletin olduğu kadar iktidarın da şartıdır. Bugün “yönetimi elinde bulundurma, yürütme yetkisine sahip olma hali” anlamına kullanılan “iktidar”, aslında “güç yetirebilme niteliği, yapabilme kudreti” yani ehliyetle kazanılmış güç demektir. Dolayısıyla makam ve yetkiden öncedir; makam ve yetkiyle elde edilmiş bir donanım değildir. Mevki, makam ve rütbe ile sağlanan yetki ve imkanlar, kişide önceden bulunması gereken bu donanımın, yani ehliyetin pratiğe yansıtılmasına, uygulamaya aktarılmasına yarar.

Değişmeyen bir kuraldır: Makamın gerektirdiği ehliyetten yoksun insanlar yürütme yetkisini ele geçirme anlamında iktidar olabilirler ama hiçbir zaman muktedir olamazlar. Bundan daha kötüsü iktidarı kullanma mevkiinin bir zulüm, haksızlık, yolsuzluk kaynağı haline getirilmesidir ki, bu durum da liyakatsizlik eseridir. “Salâhiyet” salih kişilere verilmeyince “yetki” olur, yettiği yerlerde ot bitirmez denilmiştir. Liyakat ve ehliyet mahrumiyetine rağmen elde edilecek bir makam yahut iktidar mevkiinin hayır değil şer olduğunu bilmek, bunun hem kişiye hem topluma zarar vereceğini unutmamak gerekiyor öyleyse. Makama değil liyakat ve ehliyete talip olmak, bununla yetinmek gerekiyor.

İnsan altın olursa, kıymetini bilecek bir sarraf mutlaka  bulunur  denilmiştir. Bulunmasa da gam değil. Allah her şeyi bilen, her şeyden haberdar olan ve hikmetinden sual edilmeyen değil midir? İslam ahlakında: makam istenmez, liyakat ve ehliyet bakımından müstehak olana “tevdi edilir”. Tevdi etmek, geçici olarak, emaneten vermek demektir. Bu dünyadaki her şey gibi mevki ve makamlar da hem gelip geçicidir, hem emanettir. Bir makamı birine tevdi etmenin ilk şartı olan “liyakat”, işte bu fanilik ve emanet şuuruyla belli eder kendini.

Bulunduğu veya bulunacağı makamda geçici olduğunu bilmesi ve buna göre davranması, her an ölebileceğini hesaba katıp ahirete hazırlıklı olması, liyakat sahibi bir insanın birinci özelliğidir. İkincisi emin, yani güvenilir olmasıdır. Çünkü emanet ancak emin olana, emanete ihanet etmeyecek olana verilebilir. Bir kişinin güvenilirliği Allah’a kulluktaki samimiyet ve ciddiyetiyle ölçülür. Kulluğunu savsaklayıp unutarak Allah’a ihanet edene asla güven olmaz. Ve  tabiiki  emanet’te  verilmez  verilirse  günah  işlenmiş  olur…

ALLAHIN  İNDİRDİĞİ KESİN HÜKÜMLERİ BEĞENMEYİP DİNDE REFORM, DİN^DE  YENİLİK, dinde değişiklik yapmaya cür’et etmek büyük günahtır. İslam Modernizminin en önemli özelliği; murad-ı ilahinin sadece saf akılla idrak edilebileceğini yani, sadece saf aklın şemsiyesi altında Kur’ân’da müphem olan âyetleri nakle ihtiyaç duymadan açıklanabileceğini savunmalarıdır. Dolayısıyla Kur’ân‘ın nasıl anlaşılması gerektiği konusu, onların bu iddialarının uygulama alanını teşkil eder. Nitekim Müteşebihât-ı Kur’âniyeye’ye bakış açıları hep akıl eksenli olmuştur.

 

Aslında bu düşünce tarzı görüldüğü kadar masum değildir. Bu tarz bir yaklaşımın arka planına inecek olursak; sanki akıl üstün bir otoriteymiş gibi, Kur’ân’ın bu otoritenin altında bir olgu olduğunu kabul edip Kur’ân’ı dolayısıyla da İslam’ı tam manasıyla idrak edebilmek için bu iki olgunun, aklın o üstün seviyesine çıkarılması gerektiğini savunduklarını görürüz. Bunun ne kadar problemli ve tehlikeli bir bakış açısı olduğu açık bir şekilde ortadadır. Ancak, eleştirdikleri kendi ifadeleriyle; geleneksel İslam düşüncesi olaya bu açıdan bakmaz. Yani modern düşüncenin yaptığı gibi akılla nakil arasına derin bir uçurum koymamıştır. Nakli esas almıştır ancak akıldan da ayrılmamıştır. Tüm problem, akılla nakli tamamıyla birbirinden ayırmaktır.

Ancak modernistler bu ayrımı yapmakla ne elde ediyorlar? Böyle bir soru sorulacak olursa, cevabı modernitede gizlidir. Avrupa’da modernite hareketinin aklı esas alarak dine karşı elde ettiği galibiyeti, günümüz İslam modernistleri bir rant olarak görmeleri ve bu rantı her defasında iddialarını meşrulaştırıcı bir araç olarak kullanmaları, bu soruya verilebilecek cevaplardan birini teşkil eder. Buna mukabil M. Ali Sabûnî’nin şu sözleri de bu soruya farklı bir cevap niteliğinde:

“Kur’an-ı Kerim’i anlamak için müsteşriklerin usulüne ya da onların geliştirdikleri anlam-bilime hem ihtiyacımız yok, hem de kullanmamız durumunda Allah’ın muradına aykırı manalar ortaya çıkar. Bu nasıl olabilir ki?! Arapçayı Arap gibi bilmeyenlerden Arapça inen Kur’an-ı Kerim’i anlamanın usulünü nasıl alabiliriz?! Müsteşrikler kısmen Arapça konuşabilirler; fakat ibarenin mantûk ve mefhumunu Arap gibi anlayamazlar.

Bu durum “Ben Türkçenin felsefesini sizin kadar iyi bilirim” dememe benzer. Kur’an-ı Kerim, ilahi bir nur olarak indi. Nitekim Allah Teâlâ “Biz size apaçık bir nur (Kur’an) indirdik.” Buyurmak-tadır. Bu yüzden O’nu anlayacak kişinin kalbinde nur olması gerekir. Nur olacak ki, nur olan Kur’an-ı Kerim’i anlayabilsin. Kalbinde zulmet olan ya da küfür ve fısk içinde yüzen kişiler Kur’ân’ı doğru bir şekilde anlayamazlar. Çünkü Cenab-ı Hakk böyle bir kalbi Kur’ân’ı anlayacak şekilde açmaz. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları âyetlerimden uzaklaştıracağım. (Onlar) her âyeti görseler de ona iman etmezler. Doğru yolu görseler de onu yol edinmezler.

Ama sapıklık yolunu görseler onu hemen yol edinirler. Bu onların âyetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gâfil olmaları sebebiyledir” Bu âyet göstermektedir ki, böyle kimselerin son nebi Muhammed Aleyhisselam’a indirilen ve nur olan Kur’ân-ı anlamaları mümkün değildir.(…) Buna göre müsteşriklerin Allah’ın ayetlerini anlamaları nasıl mümkün olabilir?! Allah fâsıkları, nurunu anlamaktan mahrum ederken kafirlere nasıl bu imkanı verebilir?! Bu durumdaki kişilerin anlambilimlerini kullanmak sadece Kur’ân’ın anlamını tahrif etmeye yarar. Bu, batıl bir davadır.”[25]

Bu sözler, müsteşriklerin Kur’ân’ı anlamlandırma noktasındaki durumlarını açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Dolayısıyla onların Kur’ân’ı anlama konusunda ileri sürdükleri görüşleri dayanak kabul edip bu görüşler üzerinden Kur’ân’ı yeniden yorumlamaya kalkmak -ki bu modern akımın çıkış noktasını ifade eder- İslam’ın yaklaşık 15 asırlık ilmî birikimine ihanettir diye düşünüyoruz. Tarih boyunca insanlıga yol gösteren islam düşüncesi ve itikadı, doğuşundan günümüze kadar değişmedi.

Çünkü tüm mahlûkatın yaratıcısı yüce Allah(c.c) dîni koruyacağını bizlere vaad[26] ediyor. Fakat ne var ki insanların din ve dindarlık anlayışları, çağa ayak uydurma adı altında büyük bir değişimin içinde. Bir yanda Allah’ın(c.c) vaadine diğer yanda da insanların bu değişim çabalarına bütüncül bir açıdan baktığımızda, aslında bu çabanın ne derece beyhude olduğu gayet açıktır. Çünkü “İslam Modernizmi”, müslümanın inanç bütünlüğüne ve Allah’ın(c.c) vaadine ters düşen bir akımdır.

Binaenaleyh bu akım, İslamî geleneğin bir parçası olmayan, kitaplarımızın irfanından doğmayan, kendi fikriyatımızdan teşekkül etmeyen fikrî karmaşayı ihata etmektedir. Fazlur Rahman örneğinde görüldüğü gibi fikriyâtının temellerine modernitenin ortaya koydugu- teessüs ettiği müslüman, kendi dinî kaynaklarına, tarihine, kültürüne ve toplumuna farklı bir gözle bakmayı, bunları, batılı değerleri esas alarak muhakeme etmeyi amaç haline getirmiştir.

Çünkü artık bunlar onun ait olduğu dünyayı oluşturan temel unsurlar değildir, artık o, geçmişine, kültürüne, dinine yabancı birisidir; “kendisine” yabancı birisidir. O, kendisine yeni bir yer seçmiştir ve dünyaya artık o yeni yerden bakmaktadır. Bugün müslümanların, bu durumun vahametini bir an önce kavramaları ve kendilerini, kendi teknelerinde yoğrulmuş ilmî birikimle donatmaları gerekir. En önemlisi müslümanlar, Allah(c.c)’ın tüm insanlığı uyardığı “Bilerek hakkı batıl ile karıştırmayın, hakkı gizlemeyin.” âyetindeki duruma düşmemelidirler diye inanıyoruz.

Ehli sünnet itikadına muhalif hareket ederek kendi ifadeleriyle geleneksel islamdan kurtulma çabalarını akıl,mantık,ve fikir cambazlıklarıyla süsleyip sadece kendi anladıklarını dayatma çabasında olan başta ibni teymiyye, muhammed abdulvahhab, muhammed abduh, reşit rıza, muhammed esed ve onlar gibi inanan türkiyedeki talebeleri ömürleri boyu mezhepsizligi, selefi akımı, vahhabiligi ve modernnizmi dayatmışlardır.

İnanıyoruz ki; İslam alimi BEL’AM türü  yaşantısıyla  değil, Kuranı  kerim  ve  Sünneti  seniyye den  almış  olduğu edeb ve  ahlakıyla örneklik vasfını korumalıdır mesela:

İslam Alimi bilmelidir ki; İlmi, kültürü, İrfanı ne kadar insana ulaştırırsa o kadar kendi degeri artar. Belki dünya da sıradan bir hayat yaşar ama o ögrettikleri inşaallah Ahirette Sadakayı Cariye olarak AMEL DEFTERİNE kayıt edilecek ve ebedi bir huzur yurduna bu çalışmalarıyla ulaşacaktır inşaallah.  Bundan daha güzel bir kazanç ne olabilirki..?

 

İslam Alimi İlim, İrfan sahibi,  faziletli, İhlas sahibi, Ehli Sünnet itikadından taviz vermeyen, zühd ve takva sahibi, Şer’i meselelerde Dinden taviz vermeyen bir yapıda olmalıdır. Şeri İlimlerin hepsine vakıf olacak, bilmiyorsa ögrenmek için çaba sarfedecek olan Hocaefendinin ayrıca; Tabiidirki Ahlak ve Fazilet bakımından üstün vasıflarla donanması öncelikle kendi menfaatı icabınadır. Ehli  sünnet  itikadına  sahip  Müslümanların,  günümüzde açıkça zararları bilinen Reformcu, yenilikçi, Mezhepsiz takımından uzak bulunmak mecburiyeti ve  zaruriyeti vardır  kanaatındayız…

 

Yoksa ifadeye ğayret ettiğimiz gibi, Allah’ın indirdiği kesin hükümleri beğenmeyip dinde reform, dinde yenilik, dinde değişiklik yapmaya cür’et etmek büyük günahtır. Böylesi  zevat  gibi  bu  günaha  ortak  olmayalım  inşaallah… Allahım. Bizim aklımızı, fikrimizi,İlmimizi, bilgimizi dogruluga ve gerçege ulaştır. Bizi doğru bilgilerle bilgilendir. Bizden yardımını ve hidâyetini esirgeme. Bize ilim, hikmet, doğru anlayış ve güzel kavrayış nasip eyle. Bizi düşüncesiz, fikirsiz ve zikirsiz eyleme.

Bizi hakkı hak bilip ona uymakla, Batılı batıl bilip ondan kaçınmamızda yardımcı ol. Seni bilmemizi, Sana yönelmemizi, Seni istememizi, Seni sevmemizi, Senin isim ve sıfatlarının eserlerini anlamamızı ve kavramamızı kolaylaştır. Bizleri iyi olanlara eş eyle. Bizleri  haram ve günah olan  fiillerden muhafaza  eyle. Bizleri hayırlı kulların safına dahil eyle. Sen her şeye kadirsin Allahım… Amin…

 

Sermedkadir…LU…01.09.2018…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht.