Rabbimiz Enam suresi ayet.120.de mealen şöyle buyurmuşlardır: *** Günahın açığını da, gizlisini de bırakın! Günah kazananlar, yaptıklarının cezasını çekecekler…*** Peygamber efendimiz (sav) Sahihi buharide bizlere ulaştırılan hadisinde mealen şöyle buyurmuşlardır: ** „Yedi helâk ediciden kaçının!“ Denildi ki: „Ey Allahın Resûlü, onlar nedir?“ Şöyle buyurdu: „Allaha ortak koşmak, sihir yapmak, haksız yere adam öldürmek, yetim malı yemek, zina etmek, cihad günü cepheden kaçmak, namuslu hanımlara iftira atmak…**
İslami ıstılahta GÜNAH: Allah’ın emirlerine aykırı olan ve ahirette cezayı gerektiren iş, dini suç“ manasına gelmektedir. Arapçada günah kelimesinin karşılığı olarak zenb, masiyet, ism, cürm, seyyie, fahişe, günah, hatta, zelle ve benzeri pek çok kelime kullanılmaktadır. Ancak bunların her birinin ifade ettiği mana diğerinden farklıdır. Bütün dini yasaklara günah diyoruz. Bilinmelidirki GÜNAH, hayatı kaplayan fitnenin içine düşmektir. GÜNAH işleyenler kadar o günaha sebep olanlarda İslam dininde sorumludur. Örnegin YALAN SÖYLEMEK GÜNAH’TIR…
Yalan söylemek günahtır, ayıptır, yerine göre suçtur, her hâl ü kârda kötüdür, ahlaksızlıktır. Bir Müslüman; dünyanın her kötülüğünü yapsa bile, her kötülüğün anası olan yalana asla bulaşmamalı, kendisine söylenmesini istemediği yalanı, bir başkasına asla söylememeli ve insanları aldatmamalıdır. YALAN; gerçekleri saklayıp yerine aksini söyleme yüzsüzlüğüdür, Hakikati gizleme sahtekârlığıdır, Gerçek değerleri saptırıp yerine İLLETLİ ifadeleri yerleştirme, Aslı astarı olmayan sanal ve fantezi düşünceleri realitenin yerine yerleştirme utanmazlığıdır.
Sahih ve essah olmayan değerleri öne çıkarma ameliyesidir, doğruları farklı gösterme HİLE’SİDİR. Var olanı yok; yok olanı da var sayma ahlaksızlığıdır. YALAN ve Yalancılık tertemiz beyinlere yerleşen mikrobik bir VİRÜSTÜR. YALAN temel alt yapısı olmayan Çürüklük, İNSAN olmanın vermiş oldugu TEMİZ FITRİ yapıyı kirletme ameliyesidir… YALAN söyleyene yalancıya, sahtekâra değer vermeyelim o şahsı İTİBARA almayalım. Eger gücümüz yetiyorsa, YALAN sözlerini anında aşikâr edelim, yalancılığın bir gün mutlaka kendisine ZARAR vereceğini anlatmaya ğayret edelim. Kötü sözden, yalan sözden de sakındırmaya çalışalım.
Önce bu uygulamayı kendi şahsımızda gerçekleştirelim, Kendimiz asla yalan söz söylemediğimiz gibi, yalan sözlere de asla değer verip itibara almayalım. Allah’ın haram helâl koyma yetkisini reddedip kendilerinin bu konuda yetkili olduklarını söyleyenlerin yalanlarına asla inanmayalım. Allah’ın hayat programını, Allah’ın haramlarını helâl, helâllerini de haram sayan yalancıların sözlerine asla kanmayalım. Küfrün, şirkin ve münafıklığın dayanak noktası olan YALAN SÖZLERE asla prim vermeyelim…Muhterem kardeşlerim…YALAN ve Yalancılık onulmaz bir hastalıktır.
Bu hastalık, birey olarak, fert’lerin maneviyatlarını sarstığı kadar, bulundukları toplumun temel direklerini de sarsar. YALAN ve yalancılıkla işlerini yürüten bir toplumda, sosyal huzur, sosyal güvence ve sosyal adaletten söz edilmesi mümkün değildir. Yalan ve yalancılık DİN ve diyanette en büyük günahlardan bir günahtır. Bu hususu ifade eden, Peygamber efendimiz (sav) bir hadisinde mealen şöyle buyurmaktadır: ** Dikkat ediniz …Büyük günahların en büyüğü yalancılıktır…(Muslim)**
Başka bir hadisi mealen şöyledir: ** Yalan kötülüğe, kötülük te cehenneme götürür. İnsan yalancılık yapa yapa nihayet Allah katında yalancılardan yazılır…** YALAN sözün, beyazından ve her türlüsünden uzak duralım…Yalancıları, yalan yere yemin edenleri uyaralım. Kolayca yalan konuşanlara yüzlerine karşı yaptıklarının ÇİRKİN bir insanlık hastalığı olduğunu ifade edelim. Makamı mevkisi, konumu her ne olursa olsun YALANCIYA itibar etmeyelim. İşimizi hakikate, gerçeğe, realiteye uygun bir şekilde halletmeye ğayret edelim… İnanıyorum ki; MUTLAK surette faydasını göreceğiz inşaallah…
GIYBET GÜNAH’TIR… Mana itibariyle gıybet; Bir kimsenin arkasından, duyduğu takdirde hoşlanmayacağı sözler söylemek, kusurlarından söz etmek anlamına gelen ahlâkla ilgili bir terîmdir. Türkçede koğuculuk, gıyabında konuşma, çekiştirme gibi kelime veya deyimlerle de ifade edilen gıybet, İslâm ahlakında „sözlü kötülükler“ denilen fenalıkların başında yer alır. Gıybet, kişide bulunan sıfatlarla onu zikretmendir. Eğer bunlar onda bulunmazsa o zaman bu iftira olur. Muslim’in bizlere ulaştırdığına göre, Ebu Hureyre’nin rivayet ettiği hadisi şerifte Peygamberimiz (sav)
gıybeti şöyle tarif buyurmuştur. ** Gıybet, kardeşinin, hoşuna gitmeyecek şekilde anılmasıdır.“ „Söylediğim şeyin kardeşimde olduğunu görmüşsem ne olacak?“ denilince Peygamber efendimiz (sav) buyurdu ki: „Eğer söylediğin şey kardeşinde varsa gıybet etmiş oluyorsun, dediğin onda yoksa iftira etmiş olursun.** İslam kaynaklarında insan haklarının en önemlilerinden olan ve genellikle ırz kavramıyla ifade edilen kişiliğin dokunulmazlığı ilkesine büyük önem verilmiştir. Buna göre bir kimsenin gıyabında gerek onun şahsı ile ilgili maddî, bedenî, dünyevî veya manevî, ruhî, ahlakî ve dînî kusurlardan söz edilmesi gıybettir.
Bunların yazı, ima ve işaretle anlatılması da aynı cümledendir. Çünkü gıybet, fertler ve aileler arasındaki bağları koparıp onları birbirine düşman hale getirir. Gıybetin yapılması gibi, dinlenmesi de haramdır. İslam âlimleri gıybet edene mani olunması, bu mümkün olmazsa o meclisin terk edilmesi, bu da mümkün değilse gıybet edene karşı hoşnutsuzluğun belirtilmesi gerektiğini belirtmişlerdir. Gıybetin sebepleri kin ve öfke, başkasını kötüleyerek kendi itibarını yükseltme, kıskançlık ve benzeri olarak sıralanmış ve gıybetten uzak durmak için, öncelikle bu davranışların kontrol altına alınması gerektiği belirtilmiştir. Rabbim bizleri Gıybet illetinden uzak durmaya ğayret sarfedelim inşaallah…
TECESSÜS GÜNAH’TIR… TECESSÜS, Mana itibariyle: Casusluk yapmak, her hangi bir şeyi derinliğne araştırmak,anlamak için her hangi bir şeyin üzerine düşmek,İster kendi MERAKINI gidermek için olsun , ister başkalarının adına hesabına çalışsın * KÖTÜ NİYETLE İŞLERİN İÇ YÜZÜNÜ ARAŞTIRMAK* tır TECESSÜS…Aynı zamanda AYIPLARI ORTAYA KOYMAK için uğraş vermek tecessüs’tür. Tecessüs her ne anlamda bakılacak olursa olsun ŞER ve KÖTÜLÜĞÜ beraberinde getireceği için insan fiilleri olarak ÇİRKİN bir davranış şeklidir…
Rabbimiz Hucurat suresi ayet.12.de mealen şöyle buyurmaktadır:*** Ey iman edenler. Zannın bir çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerini arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir…*** Müslümanlar olarak Zan, gıybet ve tecessüsten mutlak surette korunmamız zaruridir. Zan ile konuşmaktan uzak duracağız. Kesin bilmediğimiz bir olay hakkında hüküm verip fikir yürütmeyeceğiz.Kati olarak emin değilsek ihtimaller üzerinde fazla durmayacağız.
Hattâ gözümüzle gördüğümüz, kulaklarımızla işittiğimiz bir olay hakkında bile o anda gözümüz, kulağımız sağlıklıysa, kalbimiz sağlıklıysa, iyice anlamış ve değerlendirebilmişsek ancak ondan sonra konuşmayı, fikir yürütmeyi deneyeceğiz inşaallah… İnsanların birbirlerinin gizli durumlarını, ayıplarını ve kusurlarını araştırıp ortaya dökmeden önce defalarca düşünmek icap etmektedir çünkü; İnsanlar hata edebilirler, kusurları olabilir, hattâ gü-nah bile işleyebilirler. Hiç kimse melek olmadığına göre, hatasız ve kusursuz insan olmaz. Ancak, müslümana, toplum arasında hataların veya günâhların gizlenmesi, saklanması tavsiye edilmiştir.
Açıktan açığa işlenilen bir günâh,Vaaz, nasihat ve güzel öğütlerle ortadan kaldırılmaya çalışılır. Müslümanın gizli gizli işlediği, ancak kimseye zarar vermeyen bir suçu, günâhı öyle gelişi güzel araştırılmaz. Kimileri kendi noksanını, gü-nahını veya hatasını ayıp sayar. Bu kendine âit ayıbın ortaya konulmasından hoşlanmaz. İslâm dininde gizli suçların, ayıpların, kişiye âit eksik hallerin,gizli sırların araştırılmasını,ortaya dökülmesini helâl görmez. Peygamber efendimiz(sav) bir hadisinde mealen şöyle buyurmaktadır: ** Zandan kaçının, çünkü zan sözlerin en yalanıdır.
Tecessüste bulunmayın, birbirinizin içyü-zünü araştırmayın, birbirinizin sözlerine (kötü niyetle) kulak kabartma-yın. Brbirinize haset etmeyin, birbirinize buğz etmeyin, birbirinize sırtınızı dönmeyin. Allah’ın emrettiği gibi kardeş olunuz. Müslüman müs-lümanın kardeşidir; ona zulmetmez, onu yalnız bırakmaz, ona hakaret etmez. Takvâ buradadır, takvâ buradadır…** Bazı insanlar vardır ki; fazla merak sahibidirler. Her zaman başkalarına ŞÜPHE ile yaklaşmayı adeta kendilerine iş edinmişlerdir beyinlerinde her zaman bir *ACABA* düşüncesi hakimdir.
Kendilerini haklı çıkarmak için güya yaptığı suçun örtme çabasıyla *Ne yapayım merakımı gidermek için yaptım* mazeretini arkasına sığınırlar…Müslümanların kendilerine âit, hiçbir zaman tecâvüz edilmemesi gereken hakları, haysiyet ve şerefleri vardır.
Bunları korumak diğer müslümanların da görevidir. Gizli hallerin araştırılmaması, müslümanların diğerleri üzerinde bir hakkıdır. İnsan onuruna yakışan da onu şereflendirmek, toplum içinde rezil ve rencide etmemektir. Bu husus bizim için *İMANİ* bir meseledir.
İSRAF ETMEK GÜNAH’TIR… İSRAF manâ olarak: herhangi bir konuda aşırı gitmek, doğru ve gerçek olandan sapma, meşrû sınırların ötesine geçme; imkanları ve sahip olunan değerleri, gerekli görülen yerler dışında veya gereğinden fazla harcama anlamına gelmektedir. İslâm’da helâlinden kazanmak ve bu kazancı uygun şekilde ve gereği gibi kullanmak temel esas ve hedeftir. Dinimizde, haram kazanç yerildiği gibi, helâl kazancın da gerekli ölçüler çerçevesinde kullanılmaması kınanmış hatta yasaklanmıştır.
Kazancın ya da sahip olunan değer ve nimetlerin gereği gibi kullanılmaması, israf kavramı ile ifade edilmektedir ki, İslâm’da, her çeşidiyle israf haram kılınmıştır. Peygamber efendimiz bir hadisinde mealen şöyle buyurmaktadır:** Kibirlenme ve israf olmaksızın yeyiniz, içiniz,‘ giyiniz ve sadaka veriniz. Muhakkak ki Allah, nimetini kulunun üzerinde görmeyi sever…** (Nesei) İnanıyoruz ki; Varlığımız ve iş yapma gücümüzün devamı için gerekli gıdaları almak insanî olduğu kadar aynı zamanda, dinî bir görevdir.
İnsan bu görevi yerine getirirken yeteri kadar gıdayı almak mecburiyetindedir. Yüce Dinimiz, ihtiyacımız olan gıdayı azaltıp iş gücümüzü kaybetmeyi tasvip etmediği gibi, gereğinden fazla yiyip içmeyi de yasaklamıştır. İnsan karnını tıka basa, ölçüsüzce doldurmayacak, ama güç ve takatten düşecek derecede de aç durmayacaktır. Peygamber Efendimiz bir hadisinde mealen şöyle buyurmaktadır: ** Kişinin canının çektiği her şeyden yemeye çalışması İSRAF olarak ona yeter…(Kütübi sitte)
Yaşantımızda mutedil bir hayat sürmeyi, vasat yani orta bir yolu takip etmeyi hedeflersek, İfrat ve tefritten yani aşırılıklardan kaçınırsak, Rabbimiz tarafından ve Peygamber efendimizin (sav) belirlemiş olduğu örnek yaşantıyı sınırları aşmadan hayatımıza tatbik edersek inanıyoruzki kaybedenlerden olmayacağız inşaallah…Mutlak surette Müslümanların hayatında belli bir hedef, belirli bir durak, sınırlarının son bulduğu bir hudut olmalıdır. Bu hudut bu sınırlar Allah Celle şanuhunun ve onun şanlı Rasulünün isteği ve emirleri doğrultusunda gerçekleşmelidir…
Mesela yeme ve içmede bir sınır vardır. Karın doyuncaya kadar yenilir, İhtiyaç nisbetinde içilir. Kazanmada, harcamada hasılı her türlü uygulamalarımızda ÖLÇÜLÜ olmak gerekmektedir. Her nerede olursak olalım orada Allah’ın emirlerine tabii olarak, Allah’ın arzularıyla süslenelim. Her yerde Allah’ın kitabını görüntüleyelim. Allah’ın boyasıyla boyanalım, çevremize bu boya ile görünelim ve çevremizi de bu boya ile süsleyelim. Ziynet budur işte. Ziynet Allah’ın boyası, Allah’ın Müslümanlar üzerinde görmek istediği görüntüdür. Allah ve Resûlünün ziynet dediği, süslü dediği şey ziynettir Onun dışındakilerin hiç birisi süs değildir, ziynet değildir.
Dünya yaşantımızın, ömrümüzün her anında Rabbimize yakınlık gereği onun her istediğine onun istediği biçimde itaat edelim, teslim olalım inşaallah… Peygamber efendimiz (sav) bir hadisinde mealen şöyle buyurmaktadır: Günümüz insanına maalesef İSRAFI anlatmak oldukça zordur. İnsanlar İhtiyaca göre harcama yerine, kazandığı paraya, malına, mülküne ya da sosyal statülerine göre harcama alanları açma gayretindedirler böyle olunca söylenecek söz ne yazıkki BOŞTA kalmaktadır.
Yemekten, içmekten, alıp satmaktan, başka bir şey düşünmeyen toplum haline gelmemiz bizleri israf ve lüks bir yaşantının tam göbeğine oturtup, Allah korusun NİĞMET AZGINI haline getirmesinden korkuyoruz. Zenginliğin, lüksün ve refah seviyesinin sonu olmadığından dolayı mal varlığı insanları gurur, kibir ve büyüklenme sahibi yapmakta MADDİ durumumuz bizleri birbirimizden koparacak konuma getirmektedir.
Böylece Zengin ile fakirin arasındaki UÇURUM giderek artmaktadır. Müslüman şahsiyet sadece dünyasını değil aynı zamanda Ahiretini de düşünen, hesap gününü aklından çıkarmayan İmanın sahibi olmalıdır. Namaz kıldığı gibi, ZEKAT vermesinide bilmelidir. Oruç tuttuğu gibi Sadaka ve yardım etmesinide bilmelidir. Hacc ibadetini edâ ettiği gibi sosyal yaşantısında kendisinden başkalarınıda hesap edebilmeli Hep bana, hep bana zihniyetinden, bencilliğinden kurtulup TOPLUM yararını da düşünebilmelidir. Velhasılı giyim kuşam hususunda israftan kaçınalım, yeme içme hususunda israftan kaçınalım. Dügün, nişan, cenaze gibi törenlerde israftan kaçınalım ve tabiiki zamanımızı da boşa harcayıp israf etmeyelim…Hayatımızın her anında ÖLÇÜLÜ olmaya ğayret edelim inşaallah…
KİBİR VE KİBİRLENMEK GÜNAH’TIR… Kibir: Ögünmek, kendini begenmek ve büyüklenmektir. Bu üç kötü ameli yapan insanlar haram bir fiili işliyorlar demektir. Kibir haktan, yaradandan yüz çevirmektir, hakka inanan Müslümanlara hakaret ederek , onlara tepeden bakanlar bir bilseler büyük bir günah bataklıgına battıklarını derhal bu fiillerinden vaz geçerler. Şurası bilinip iyice tefekkür edilmelidir ki; Kibir Cenabı hakka karşı ilk defe işlenen bir günahtır…
Kibir öyle bir hastalıktır ki, sahibini mahşer yerinde rezil eder. Halkın ayakları altında ezilir, kibirliyi herkes o büyük günde çigner geçer. Kibir hastalıgı kimin kalbinde zerre kadar yer etmişse sahibini cennetten uzaklaştırmaya sebep olur. Kibir, günahların ilki ve başı olmakla beraber, cehennemlik olanların işledigi suçların başında gelir. Örnek verecek olursak zalim idareci, zekatını vermeyen zengin, Kibirli ve aynı zamanda fakir bunlar cehenneme ilk olarak girecek olanlardandır. Kibir hastalıgına tutulanlar, insanların kendisine saygı gösterip, ayaga kalkmalarını ve her zaman kendisine tazimle hürmet göstermelerini bekler. Her zaman ilgi, saygı, hürmet ve alaka göstermelerini arzu ederler…
Kibir sahibi olanlar yalnız olmayı ve her yere yalnız gitmeyi yolda yalnız yürümeyi severler. Kibir hastalıgına tutulanlar, fakirlerin kimsesizlerin davetini kabul etmezler. Kendi görüşüne göre zengin ve şeref sahibi olanlarınkini hiç bir zaman geri çevirmezler. Kibirli yaptıgı münazara türü tartışmalarda Hakkı ve hak olanı kabul etmez, hatasını anlasa dahi arkadaşına teşekkür etmeyi, hakkı teslim etmeyi aklına dahi getirmez…
Kibir hastalaıgının onulmaz hastaları iç huzuru diye bir olguyu tanımazlar, sukunet içerisinde huzurlu bir hayattan mahrum yaşarlar. Tek düşündükleri şey müstekbirliklerinin, dokunulmazlıgının devam etmesi ayrıcalıklı hayatlarının farklı şekilde sürmesidir. Bu isteklerinin gerçekleşmesi ugrunda elden ne geliyorsa yaparlar. Peygamber efendimiz (sav) Beyhakinin rivayet ettigi bir hadiste mealen şöyle buyurmaktadır: ** Kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunanı, Hazreti Allah yüz üstü Cehenneme atar…**
FİTNE VE FESAT ÇIKARMAK GÜNAH’TIR… Fitne, bizi Allahû Teâla’dan, Allahû Teâla’nın âyetlerinden, Rasûlüllah (sav)’den, Rasûlüllah (sav)’in sünnetlerinden/hadislerinden uzaklaştıran her şeydir. Fitne bazan gayr-i meşru bir söz veya fiil olur, bazan Allahın yeryüzüne gönderdiği şeriata muhâlif bir yasa veya anayasa olur, bazan kul kaynaklı bir ideoloji olur, bazan da ideoloji ortaya koyan münkir ve müşrik bir ideolog olur. Bu fitnelerin tümüyle ferd ve toplum olarak muhatap olmak, karşı karşıya gelmek mümkündür. Fitne sadece ferdi değil, aynı zamanda toplumsal bir musîbettir.
Fitne: Müslümanları iyilikten, güzellikten meşru ve helal olan bütün yollardan saptırıcı şeytani fiillerin en tehlikeli olalarındandır Kuranı kerimdeki ilgili ayetlerden okuyacak olursak örneğin fitne büyük bir azaptır. Fitne aynı zamanda Şirk yani Allah’a ortak koşma anlamına gelmektedir. Fitne Küfür’dür. Rabbimiz Hadid suresi ayet.13,14.te mealen şöyle buyurmaktadır: *** O gün (kıyamet günü) münafık erkeklerle, münafık kadınlar iman edenlere der!er ki, „bizi gözetip bekleyin, nurunuzdan biraz edinelim „. Onlara „geriye dönün de nur arayın!“ denilir. Sonra da aralarına kapısı bulunan sur çekilir. İç tarafında rahmet, dış tarafında o cihetten azap vardır. münafıklar, müminlere „biz sizinle beraber değil miydik?“ diye seslenirler. Onlar da „evet, beraberdik, ama siz kendinizi fitneye düşürdünüz (iman etmediniz, küfrettiniz) şüpheye düştünüz…***
Her şeyden önce ifade edelimki, Müslüman ISLAH edicidir, Yeryüzünü mamur edici hareketlerinin yanında insanları iyilige, güzelliğe ve doğru olana, hakikate yönlendirici tavrın sergileyici sahibidir. Kesinlikle terör, fesat, bozgunculuk, yıkıcılık, devrimcilik, yakma, yıkma ve talan Müslümanın düşüncesi olamaz. Allahın Kitabından, vahiyden uzaklaşmak sûretiyle, kitabın dediklerinin dışında bir hayat yaşamak sûretiyle yeryüzünün düzenini dengesini bozmak tek kelime ile İSLAMI anlamamak demektir. Düzen bozmayı, bozgunculugu kısaca ifade edersek derizki; Rabbimizin buyurduğu güzelliklerin hepsi düzen’dir, nizam’dır, ISLAH edici emirlerdir.
Düzensizlik ve bozgunculuk ise, Yine Rabbimizin ihtar ettigi, yapmayın dediği, yaklaşmayın dediği ikaz’ların hepsidir. Kesinlikle ifade edelimki inanan insanların Mü’minlerin tavrı ISLAH etmek, Münafıkların tavrı ise İFSAD etmek, düzeni bozmak, fitne ve fesat ortamı hazırlamak yıkıcılığı esas alan TAVIR sergilemektir. Her şey zıddıyla bilinir kaidesince İmansızlığın göstergeside ğayrı salih amel işlemek yani İSYAN diye nitelendirdiğimiz her türlü olumsuzluklara meyletme halidir.
Öyleyse Müslümanın işi küfür ve şirk değil iman, isyan değil itaat, bozmak değil yapmak, ihtilal değil intizam, zulüm değil adâlet, fesat değil ıslahtır. Yüce Allah, garibe, yetime, kimsesize gönlünü açanları mahrum bırakmaz. İslam Ümmeti, ırk, dil, din, coğrafya ayrımı gözetmeksizin kendisine sığınanlara her daim gönül kapılarını açmış, onlara sığınak olmuştur.
Bu Ümmet tarih boyunca Mazlumu, yetimi, garibi, kimsesizi gözetmiştir. Ve bu millet zalime karşı mazlumun yanında durmuştur. Ve bu ÜMMET her şart ve durumda hakkı savunmuş, medeniyetler kurmuş, dünyanın dört bir yanına medeniyetler taşımıştır. Bizler inanıyoruz ki; Yüce Rabbimiz, İslam Ümmetini mahzun etmeyecektir. Zira bu ÜMMET, geçmişten günümüze, imanını, vatanını, istikbal ve istiklalini en değerli varlığı gibi korumayı bilmiştir. Zaten ŞERİAT’IN korumayı ğaye edindiği hususlarda açıkça bu ifademizin göstergesidir yani Can, mal, din, akıl ve nesil emniyetini korumak Şeriatın hedefidir.
Cenâbı Hak Âdem Aleyhiselamdan Peygamber efendimize kadar emrettiği düzende: Kan dökmeyin, Adam öldürmeyin, Zina etmeyin, Küfretmeyin, Münâfıklık etmeyin, Namaz kılın, Oruç tutun buyurmuş ve böylece inanan insanlara düzen ve nizamın güzelliklerini öğretmiştir… Bu düzene riayet eden MUTTAKİ mü’minler oldugu gibi İFSAD edici bozguncularda olmuştur örneğin;Âdem Aleyhiselamın oğlu Kabil bu düzeni bozuverdi. Adam öldürdü. Sonra her düzen bozulduğu dönemlerde Allah Celle şanuhu bozulan düzenlere çeki düzen vermek için Peygamber’ler gönderdi… Peygamberler bozulan düzenleri ISLAH ediyordu, bir zaman sonra düzen yine sapıklar tarafından bozuluyordu…
En son peygamber efendimiz (sav) gönderildi. Peygamber efendimiz bir hadisinde mealen şöyle buyurmaktadır: ** Bizi aldatan bizden değildir…Muslim.** Kardeşlerim Din’imizi, sahih kaynaklardan doğru bir şekilde öğrenmeliyiz. Kalbimizi, gönlümüzü, ruhumuzu, aklımızı, fikrimizi, irademizi başkalarına teslim etmemeliyiz. Bizi Allah’a kulluk yerine kendine kul ve köle olmaya davet edenlere zerre kadar itibar etmemeliyiz. Birlik ve beraberliğimizi, huzur ve kardeşliğimizi korumalıyız. Birbirimizin varlığını kendi varlığımız, hukukunu kendi hukukumuz saymalıyız. Fitne ve fesada, hile ve tuzağa karşı feraset ve basiretle davranmalıyız. Uyanık olmalıyız, temkinli davranmalıyız, Bozgunculara fırsat vermemeye azami ğayret sarf edelim inşaallah…
EMANETLERİ EHLİNE VERMEMEK GÜNAH’TIR… “Mü’min” ismini bizlere bizzat Yüce Rabbimiz vermiştir. O, bu ismi de bütün nimetleri de bizlere emanet etmiştir. Hiç şüphesiz en yüce emanet, imanımız ve İslâm’davasındaki teslimiyetimiz, itaatımız ve itikadımıza sahip oluşumuzdur. Bizler, dünya ve ahiret saadetimizi ancak iman nimeti sayesinde elde edebiliriz. Her ne olursa olsun bizlere düşen görev şuur ve bilinci, bu yüce emanete asla ihanet etmemektir. Ona her koşulda sahip çıkmaktır. Kelime-i şehadetlerimizle, kelime-i tevhidlerimizle Rabbimize verdiğimiz ahdimize sâdık kalmaktır. İmanın gereği olarak, hayatımızı salih amellerle ve güzel ahlâkla taçlandırmaktır.
İmanımızı ve İslam dinine bağlılığımızı bozmak, ifsat ve istismar etmek, sarsmak ve zedelemek isteyenlere karşı uyanık olmak zorundayız. İman ve İslâm üzerinden maneviyat hırsızlığı yapanlara, yüce dinimizle insanları aldatanlara, ihanet içinde bulunanlara fırsat vermemek için elimizden gelen ğayreti göstermek zorundayız. Peygamber efendimiz her zaman mukaddesata sâdık kaldı., emanete riayet etti. Ümmetine de güvenilir olmayı, emanete sahip çıkmayı öğütledi Peygamber Efendimiz (sav) Ashabına, her ne surette olursa olsun, ihanetten kaçınmamız gerektiğini bildirdi.
O, mü’mini inanan insanı güven veren, itimat edilen, şerrinden emin olunan kişi diye tanımladı. Bugün bizlere düşen, Kur’an ve sünneti seniyyenin hayat veren mesajlarıyla içimizi, dışımızı, kalbimizi, gönlümüzü mamur eylemektir. Mümince bir hayatın, ancak Kur’an ve sünnetin çizdiği yolda yani SIRATI MÜSTAKİMDE yürümekle mümkün olduğunu unutmamaktır. Kur’an ve sünnetle yoğrulmuş on dört asırlık muazzam ilim ve irfan birikimimizi iyi idrak etmek zorundayız.
Bizler bu iki yüce emanetten ilham alarak, insanlığa yeni medeniyetler takdim etmek için gayret göstermekle yükümlüyüz. Inanıyoruzki ademoglunun en güzel hasletlerinden birisi Emanete riayet etmesidir. Çevre çevre genişleyen sosyal sistemde hepimiz, birbirimize emanetiz. Bu emanet, sevgi, saygı ve anlayış içerisinde yaşamayı gerektirir. Bu emanet, kardeşimizi kendimiz gibi görmeyi, kardeşimizin neşesini kendi neşemiz, onun kederini kendi kederimiz bilmeyi gerektirir.
Bu emanet, “Müslüman, Müslüman’ın kardeşidir. Ona hainlik yapmaz, yalan söylemez, onu zor durumda yüzüstü bırakmaz…” hadisi gereği, her durumda sadakat ve vefayı gerektirir. Paylaşmayı, yardımlaşmayı ve dayanışmayı gerektirir. Örnek ve önderimiz Peygamber efendimiz EMANET hususunda da bizlere takip edeceğimiz yol ve yöntemi belirlemiştir… Peygamber efendimiz (sav) bir hadisinde mealen şöyle buyurmaktadır: ** Emaneti güvendiğin kimseye ver. Sana hainlik yapana sen hıyanet etme…Ebû Hureyre (ra). Tirmizî…**
Sayılı nefeslerimiz, akıp giden vaktimiz, şu kısacık ömrümüz bizlere EMANET olarak verilmiştir. Aklımız, kalbimiz, dilimiz, bütün bedenimiz emanettir. Huzur ve muhabbet ocağı ailemiz, göz aydınlığı çocuklarımız, unutulmaya yüz tutsada külüne muhtaç olduğumuz komşularımız, malımız, mülkümüz, bilgimiz, birikimimiz bizlere EMANET olarak verilmiştir. Bizlere düşen, bu emanetlerle Rabbimizin rızasına ulaşmanın gayret ve çabasında izzetli ve şerefli bir hayat sürmektir. Bizlere düşen, bu emanetleri canımız gibi aziz saymaktır. Yüce Rabbimiz, bizleri emanete riayetle izzetini, şerefini muhafaza edenlerden eyler inşaallah…
Emaneti ehliyet sahiplerine vermek, adaletin olduğu kadar iktidarın da şartıdır. Bugün “yönetimi elinde bulundurma, yürütme yetkisine sahip olma hali” anlamına kullanılan “iktidar”, aslında “güç yetirebilme niteliği, yapabilme kudreti” yani ehliyetle kazanılmış güç demektir. Dolayısıyla makam ve yetkiden öncedir; makam ve yetkiyle elde edilmiş bir donanım değildir. Mevki, makam ve rütbe ile sağlanan yetki ve imkanlar, kişide önceden bulunması gereken bu donanımın, yani ehliyetin pratiğe yansıtılmasına, uygulamaya aktarılmasına yarar.
Değişmeyen bir kuraldır: Makamın gerektirdiği ehliyetten yoksun insanlar yürütme yetkisini ele geçirme anlamında iktidar olabilirler ama hiçbir zaman muktedir olamazlar. Bundan daha kötüsü iktidarı kullanma mevkiinin bir zulüm, haksızlık, yolsuzluk kaynağı haline getirilmesidir ki, bu durum da liyakatsizlik eseridir. “Salâhiyet” salih kişilere verilmeyince “yetki” olur, yettiği yerlerde ot bitirmez denilmiştir. Liyakat ve ehliyet mahrumiyetine rağmen elde edilecek bir makam yahut iktidar mevkiinin hayır değil şer olduğunu bilmek, bunun hem kişiye hem topluma zarar vereceğini unutmamak gerekiyor öyleyse. Makama değil liyakat ve ehliyete talip olmak, bununla yetinmek gerekiyor.
İnsan altın olursa, kıymetini bilecek bir sarraf mutlaka bulunur denilmiştir. Bulunmasa da gam değil. Allah her şeyi bilen, her şeyden haberdar olan ve hikmetinden sual edilmeyen değil midir? İslam ahlakında: makam istenmez, liyakat ve ehliyet bakımından müstehak olana “tevdi edilir”. Tevdi etmek, geçici olarak, emaneten vermek demektir. Bu dünyadaki her şey gibi mevki ve makamlar da hem gelip geçicidir, hem emanettir. Bir makamı birine tevdi etmenin ilk şartı olan “liyakat”, işte bu fanilik ve emanet şuuruyla belli eder kendini.
Bulunduğu veya bulunacağı makamda geçici olduğunu bilmesi ve buna göre davranması, her an ölebileceğini hesaba katıp ahirete hazırlıklı olması, liyakat sahibi bir insanın birinci özelliğidir. İkincisi emin, yani güvenilir olmasıdır. Çünkü emanet ancak emin olana, emanete ihanet etmeyecek olana verilebilir. Bir kişinin güvenilirliği Allah’a kulluktaki samimiyet ve ciddiyetiyle ölçülür. Kulluğunu savsaklayıp unutarak Allah’a ihanet edene asla güven olmaz. Ve tabiiki emanet’te verilmez verilirse günah işlenmiş olur…
ALLAHIN İNDİRDİĞİ KESİN HÜKÜMLERİ BEĞENMEYİP DİNDE REFORM, DİN^DE YENİLİK, dinde değişiklik yapmaya cür’et etmek büyük günahtır. İslam Modernizminin en önemli özelliği; murad-ı ilahinin sadece saf akılla idrak edilebileceğini yani, sadece saf aklın şemsiyesi altında Kur’ân’da müphem olan âyetleri nakle ihtiyaç duymadan açıklanabileceğini savunmalarıdır. Dolayısıyla Kur’ân‘ın nasıl anlaşılması gerektiği konusu, onların bu iddialarının uygulama alanını teşkil eder. Nitekim Müteşebihât-ı Kur’âniyeye’ye bakış açıları hep akıl eksenli olmuştur.
Aslında bu düşünce tarzı görüldüğü kadar masum değildir. Bu tarz bir yaklaşımın arka planına inecek olursak; sanki akıl üstün bir otoriteymiş gibi, Kur’ân’ın bu otoritenin altında bir olgu olduğunu kabul edip Kur’ân’ı dolayısıyla da İslam’ı tam manasıyla idrak edebilmek için bu iki olgunun, aklın o üstün seviyesine çıkarılması gerektiğini savunduklarını görürüz. Bunun ne kadar problemli ve tehlikeli bir bakış açısı olduğu açık bir şekilde ortadadır. Ancak, eleştirdikleri kendi ifadeleriyle; geleneksel İslam düşüncesi olaya bu açıdan bakmaz. Yani modern düşüncenin yaptığı gibi akılla nakil arasına derin bir uçurum koymamıştır. Nakli esas almıştır ancak akıldan da ayrılmamıştır. Tüm problem, akılla nakli tamamıyla birbirinden ayırmaktır.
Ancak modernistler bu ayrımı yapmakla ne elde ediyorlar? Böyle bir soru sorulacak olursa, cevabı modernitede gizlidir. Avrupa’da modernite hareketinin aklı esas alarak dine karşı elde ettiği galibiyeti, günümüz İslam modernistleri bir rant olarak görmeleri ve bu rantı her defasında iddialarını meşrulaştırıcı bir araç olarak kullanmaları, bu soruya verilebilecek cevaplardan birini teşkil eder. Buna mukabil M. Ali Sabûnî’nin şu sözleri de bu soruya farklı bir cevap niteliğinde:
“Kur’an-ı Kerim’i anlamak için müsteşriklerin usulüne ya da onların geliştirdikleri anlam-bilime hem ihtiyacımız yok, hem de kullanmamız durumunda Allah’ın muradına aykırı manalar ortaya çıkar. Bu nasıl olabilir ki?! Arapçayı Arap gibi bilmeyenlerden Arapça inen Kur’an-ı Kerim’i anlamanın usulünü nasıl alabiliriz?! Müsteşrikler kısmen Arapça konuşabilirler; fakat ibarenin mantûk ve mefhumunu Arap gibi anlayamazlar.
Bu durum “Ben Türkçenin felsefesini sizin kadar iyi bilirim” dememe benzer. Kur’an-ı Kerim, ilahi bir nur olarak indi. Nitekim Allah Teâlâ “Biz size apaçık bir nur (Kur’an) indirdik.” Buyurmak-tadır. Bu yüzden O’nu anlayacak kişinin kalbinde nur olması gerekir. Nur olacak ki, nur olan Kur’an-ı Kerim’i anlayabilsin. Kalbinde zulmet olan ya da küfür ve fısk içinde yüzen kişiler Kur’ân’ı doğru bir şekilde anlayamazlar. Çünkü Cenab-ı Hakk böyle bir kalbi Kur’ân’ı anlayacak şekilde açmaz. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları âyetlerimden uzaklaştıracağım. (Onlar) her âyeti görseler de ona iman etmezler. Doğru yolu görseler de onu yol edinmezler.
Ama sapıklık yolunu görseler onu hemen yol edinirler. Bu onların âyetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gâfil olmaları sebebiyledir” Bu âyet göstermektedir ki, böyle kimselerin son nebi Muhammed Aleyhisselam’a indirilen ve nur olan Kur’ân-ı anlamaları mümkün değildir.(…) Buna göre müsteşriklerin Allah’ın ayetlerini anlamaları nasıl mümkün olabilir?! Allah fâsıkları, nurunu anlamaktan mahrum ederken kafirlere nasıl bu imkanı verebilir?! Bu durumdaki kişilerin anlambilimlerini kullanmak sadece Kur’ân’ın anlamını tahrif etmeye yarar. Bu, batıl bir davadır.”[25]
Bu sözler, müsteşriklerin Kur’ân’ı anlamlandırma noktasındaki durumlarını açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Dolayısıyla onların Kur’ân’ı anlama konusunda ileri sürdükleri görüşleri dayanak kabul edip bu görüşler üzerinden Kur’ân’ı yeniden yorumlamaya kalkmak -ki bu modern akımın çıkış noktasını ifade eder- İslam’ın yaklaşık 15 asırlık ilmî birikimine ihanettir diye düşünüyoruz. Tarih boyunca insanlıga yol gösteren islam düşüncesi ve itikadı, doğuşundan günümüze kadar değişmedi.
Çünkü tüm mahlûkatın yaratıcısı yüce Allah(c.c) dîni koruyacağını bizlere vaad[26] ediyor. Fakat ne var ki insanların din ve dindarlık anlayışları, çağa ayak uydurma adı altında büyük bir değişimin içinde. Bir yanda Allah’ın(c.c) vaadine diğer yanda da insanların bu değişim çabalarına bütüncül bir açıdan baktığımızda, aslında bu çabanın ne derece beyhude olduğu gayet açıktır. Çünkü “İslam Modernizmi”, müslümanın inanç bütünlüğüne ve Allah’ın(c.c) vaadine ters düşen bir akımdır.
Binaenaleyh bu akım, İslamî geleneğin bir parçası olmayan, kitaplarımızın irfanından doğmayan, kendi fikriyatımızdan teşekkül etmeyen fikrî karmaşayı ihata etmektedir. Fazlur Rahman örneğinde görüldüğü gibi fikriyâtının temellerine modernitenin ortaya koydugu- teessüs ettiği müslüman, kendi dinî kaynaklarına, tarihine, kültürüne ve toplumuna farklı bir gözle bakmayı, bunları, batılı değerleri esas alarak muhakeme etmeyi amaç haline getirmiştir.
Çünkü artık bunlar onun ait olduğu dünyayı oluşturan temel unsurlar değildir, artık o, geçmişine, kültürüne, dinine yabancı birisidir; “kendisine” yabancı birisidir. O, kendisine yeni bir yer seçmiştir ve dünyaya artık o yeni yerden bakmaktadır. Bugün müslümanların, bu durumun vahametini bir an önce kavramaları ve kendilerini, kendi teknelerinde yoğrulmuş ilmî birikimle donatmaları gerekir. En önemlisi müslümanlar, Allah(c.c)’ın tüm insanlığı uyardığı “Bilerek hakkı batıl ile karıştırmayın, hakkı gizlemeyin.” âyetindeki duruma düşmemelidirler diye inanıyoruz.
Ehli sünnet itikadına muhalif hareket ederek kendi ifadeleriyle geleneksel islamdan kurtulma çabalarını akıl,mantık,ve fikir cambazlıklarıyla süsleyip sadece kendi anladıklarını dayatma çabasında olan başta ibni teymiyye, muhammed abdulvahhab, muhammed abduh, reşit rıza, muhammed esed ve onlar gibi inanan türkiyedeki talebeleri ömürleri boyu mezhepsizligi, selefi akımı, vahhabiligi ve modernnizmi dayatmışlardır.
İnanıyoruz ki; İslam alimi BEL’AM türü yaşantısıyla değil, Kuranı kerim ve Sünneti seniyye den almış olduğu edeb ve ahlakıyla örneklik vasfını korumalıdır mesela:
İslam Alimi bilmelidir ki; İlmi, kültürü, İrfanı ne kadar insana ulaştırırsa o kadar kendi degeri artar. Belki dünya da sıradan bir hayat yaşar ama o ögrettikleri inşaallah Ahirette Sadakayı Cariye olarak AMEL DEFTERİNE kayıt edilecek ve ebedi bir huzur yurduna bu çalışmalarıyla ulaşacaktır inşaallah. Bundan daha güzel bir kazanç ne olabilirki..?
İslam Alimi İlim, İrfan sahibi, faziletli, İhlas sahibi, Ehli Sünnet itikadından taviz vermeyen, zühd ve takva sahibi, Şer’i meselelerde Dinden taviz vermeyen bir yapıda olmalıdır. Şeri İlimlerin hepsine vakıf olacak, bilmiyorsa ögrenmek için çaba sarfedecek olan Hocaefendinin ayrıca; Tabiidirki Ahlak ve Fazilet bakımından üstün vasıflarla donanması öncelikle kendi menfaatı icabınadır. Ehli sünnet itikadına sahip Müslümanların, günümüzde açıkça zararları bilinen Reformcu, yenilikçi, Mezhepsiz takımından uzak bulunmak mecburiyeti ve zaruriyeti vardır kanaatındayız…
Yoksa ifadeye ğayret ettiğimiz gibi, Allah’ın indirdiği kesin hükümleri beğenmeyip dinde reform, dinde yenilik, dinde değişiklik yapmaya cür’et etmek büyük günahtır. Böylesi zevat gibi bu günaha ortak olmayalım inşaallah… Allahım. Bizim aklımızı, fikrimizi,İlmimizi, bilgimizi dogruluga ve gerçege ulaştır. Bizi doğru bilgilerle bilgilendir. Bizden yardımını ve hidâyetini esirgeme. Bize ilim, hikmet, doğru anlayış ve güzel kavrayış nasip eyle. Bizi düşüncesiz, fikirsiz ve zikirsiz eyleme.
Bizi hakkı hak bilip ona uymakla, Batılı batıl bilip ondan kaçınmamızda yardımcı ol. Seni bilmemizi, Sana yönelmemizi, Seni istememizi, Seni sevmemizi, Senin isim ve sıfatlarının eserlerini anlamamızı ve kavramamızı kolaylaştır. Bizleri iyi olanlara eş eyle. Bizleri haram ve günah olan fiillerden muhafaza eyle. Bizleri hayırlı kulların safına dahil eyle. Sen her şeye kadirsin Allahım… Amin…
Sermedkadir…LU…01.09.2018…