VAKIA SURESİ’Nİ TANIYALIM…

VAKIA SURESİ’Nİ TANIYALIM…VAKIA Suresi, adını birinci ayetten almıştır. İbn Abbas, surelerin nüzul zamanına göre tertibini belirlerken, Taha, Vakıa ve Şuara surelerinin peşisıra nazil olduğunu ifade eder. (El-Itkan, Suyuti).İkrime de aynı görüştedir. (Delail’il-Nübüvve, Beyhaki) İbn Hişam’ın İbn İshak’tan naklettiğine göre, bir gün Hz. Ömer kızkardeşinin evine gider. Bu esnada evde Taha Suresi okunmaktadır. Hz. Ömer’in geldiğini görünce hemen Kur’an sayfalarını saklarlar. Hz. Ömer, ne okuduklarını sorar ve eniştesinin çekinmeden cevap vermesine karşı, O’na vurur, kızkardeşi de kocasını savunmak için aralarına girince Hz. Ömer O’na da vurur.

 

Ve O da yaralanır, başından kanlar akmaya başlar, Hz. Ömer kızkardeşinin bu halini görünce pişman olur ve sakladıkları sayfaların içinde ne yazdığını görebilmek için onlara bakmayı ister. Bu isteği üzerine kızkardeşi Hz. Ömer’e „Sen müşrik olduğun için necis sayılırsın“ demiş ve sözlerine şunları eklemiştir. „Kuşkusuz O’na sadece temiz olan dokunabilir.“ Hz. Ömer de yıkandıktan sonra sayfaları almış ve sonra okumuştur. Bu rivayetten daha önce Vakıa Suresi’nin nazil olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü bu ayet Vakıa Suresi’ndedir. Ayrıca Hz. Ömer’in, Habeşistan hicretinden sonra risaletin 5. yılında Müslüman olduğu bilinmektedir.(Tefhimul Kuran.Mevdudi)

 

Bu olaydan da anlaşıldığı gibi, Vâkıa sûresi, Mekke’de Habeşistan hicretinden sonra Hz. Ömer’in müslüman oluşu döneminde nâzil olmuş 96 âyetlik bir sûredir. Vâkıa, olay, savaş, çarpışma ve belâ demektir. Âyette ise, kıyâmet olayı, sayhası, hadisesi anlamındadır. Kıyâmet olayında çeşitli şiddetler meydana geleceği için, burada vâkıa diye anılmıştır. Sûrenin konusu vâkıa yani ahirettir. Genel olarak tevhid, ahiret ve Kur’an bu sûrenin konusu olmaktadır. Sûrede Tevhid, kıyamet, ölüm ötesi hayat, hesap, kitap en güzel bir biçimde anlatılır. İnsanların bu dünyada yaşadıkları hayatlarının karşılığı olarak cennet ve cehennem, ceza ve mükâfat ortaya konur. Ondan sonraki âyetlerde, kıyâmet olayı kısa bir şekilde anlatılmış, ardından da insanların ûç sınıf olduğu haber verilmiştir:

 

İbni Kesir Tefsirinde diyor ki; Vakıa kıyametin isimlerinden bir isimdir. Kıyametin meydana gel¬mesi ve olması kesin bir vakıa olduğu için bu isim verilmiştir. Kıyamet günü insanlar üç sınıfa bö¬lünürler. Bir topluluk Arş’m sağında yer alır ki; bunlar Âdem (a.s.)in sağ tarafından çıkmış olanlardır. Onların kitabları da sağlarından verilir ve sağlarından alınır. Süddî bunların bütünüyle cennet ehli olduğunu söyler. Diğerleri ise Arş’ın solunda bulunurlar ki; bunlar Âdem’in sol tarafından,çıkmış olanlardır ve kitabları sollarından verilir. Ve on¬lar o taraflarından alınırlar. Bunlar bilumum cehennem halkıdır. Allah onlardan bizi muhafaza etsin. Bir başka grup ise Allah’ın huzurunda yarışanlardır ki, bunlar kitabları sol tarafından verilmiş olanlardan daha özel, daha değerli ve daha üstün olup, onların efendileridir.

 

Peygam¬berler, râsûller, sıddiklar ve şehîdler bunlar arasında yer alır. Bunlar sağ tarafta bulunanlardan sayıca da daha azdırlar. Bunun için Hak Te-âlâ âyetin devamında şöyle buyuruyor : «Sağcılar; o sağcılar ne mutludurlar. Solcular; o solcular ne bahtsızdırlar. Önde olanlar da öncüdürler.» Allah Teâlâ sûrenin sonunda da onların huzûr-i îlâhî’de hazır bulunacakları zaman böylece takdim olunacaklarını belirtiyor… Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Hasan… Hz. Âişe (r.a.)den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : Kıyamet günü Allah’ın gölgesinde önde olanlar kimlerdir biliyor musunuz? Orada bulunanlar; Allah ve Rasûlü en iyi bilendir, deyince Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Onlar ki kendilerine hakikat verilince kabul ederler. İstenince infâk ederler kendi nefisleri hakkında hüküm verdikleri gibi diğer insanlar için hüküm verirler. (İbni kesir)

 

Okudukça ve ayeti kerimeleri anlamaya, kavramaya ğayret ettikçe öğreniyoruz ki; Kur’an-ı Kerim’in kendine has bir üslubu vardır. Mekke döneminde nazil olan ayet-i kerimelerin ağırlığı, imani konulardır. Allah inancı, ahiret inancı, peygamber inancı veya peygamberler inancı, Meleklere, Kitaplara iman konusunda ayetler nazil oluyor, yardımlaşma ile ilgili ayet-i kerimeler nazil oluyor. Mahmut Toptaş hocaefendi diyor ki; Mekke’li müşrikler bizim ilkokulda öğrendiğimiz gibi geri zekalı insanlar değil. Yalnız Mekke’nin değil, bütün dünya insanına Allah (c.c.) fıtratta bir akıl vermiş, o aklı onlar kendi çıkarları doğrultusunda, bir kısmı çok iyi bir şekilde, bir kısmıda çok kötü bir şekilde kullanıyor.

 

Allah’a iman etmenin karşılığında, kendilerinden neler götüreceğini az çok tahmin ediyorlar. Yani kendi çıkarlarının zedeleneceğini biliyorlar. Ebu Cehil, göklerin ve yerin Allah tarafından yaratıldığını biliyordu. Bu konu Kur’an-ı Kerim’in bir çok yerinde tekrarlanır. Yani Ebu Cehil ve onun çevresindekiler, sevgili peygemberimize karşı mücadele veren bu imansızlar grubu, göklerin ve yerin Allah tarafından yaratıldığını biliyorlardı.

 

Ama onların kabul etmedikleri şey; „Göklere ve yere Allah hakim ama, bizim hayatımıza Allah’ı hakim kılmayacağız.“ Bunun mücadele¬sini veriyorlardı. İşte „Vakıa“ suresinde de buna değiniliyor. Allah (c.c) devam eden ayetlerde; „ana rahmine düşen çocuğu siz mi büyütüyorsunuz biz mi büyütüyoruz?“ „toprağa attığınız bir daneyi siz mi bitiriyorsunuz, biz mi bitiriyoruz?“ „Gök yüzünden yağan yağ¬murları, siz mi indiriyorsunuz, biz mi indiriyoruz? sorusunu soruyor. Yani bütün bunları ki, ana rahmine atılmış meninin orada büyümesi, dünyaya gelmesi, sonra büyüyüp delikanlı olması, sonra kamburlaşıp tekrar toprağa doğru geriye gitmesini sağlayan kim?

 

Bütün bunlarda hiç kusuru olmayan Rabbim, sizin yönetiminiz konusunda mı kusur edecek? Siz fiziki hayatınızı Allah’a teslim ediyorsunuz da, sosyal hayatınızı niye teslim etmiyorsunuz? Kanımızın dolaşması, kalbimizin atması, beynimizin çalışması, tırnağımızın büyümesi, saçımızın dökülmesi veya beyazlaşması veyahutta uzaması gibi bedenimizin yönetimi bizim elimizde değil. Bütün bunlar Rabbimin koyduğu kurallar içerisinde büyüyor, gelişi¬yor ve yetişiyorlar. Buna müdahale etmiyoruz. Rabbimize şöyle bir şey demiyoruz; „benim saçıma, kanıma, kalbime karışma.“

 

Öyleyse sosyal, siyasal, hukuki hayatımızın her türlü insani ilişkilerimizin, aynen tabiattaki kanunlar gibi, düzenli bir şekilde çalışması için indirmiş olduğu Kitabı Kur’anu’l Hakim’e niye karşı olalım? Karşı olmamamız için ve bir gün bunlardan hesap vereceğimizi hatırlatmak üzere Allah (c.c) Ayetleriyle uyarmaktadır…(Şifa tefsiri.M.Toptaş.) Tirmizi’nin zamanımıza ulaştırdığı bir hadiste Peygamber efendimiz (sav) mealen şöyle buyurmaktadır: ** Hûd, Vâkıa, Mürselât, Nebe’ ve Tekvîr sûreleri benim saçlarımı ağarttı…** Yine bir başka hadis mealen şöyle:** Her kim ki her gece Vâkıa sûresini okuyacak olursa, ebedîyen ona fakirlik ulaşmaz…**

 

Onun içindir ki sahâbe yi güzin çocuklarına Vâkıa sûresini devamlı okumalarını vasiyet ederlerdi. Tabii Vâkıa sûresini okuyan, anlayan, bu sûrenin muhtevasını kavrayan kişi dünyaya kanaatle doyacak, onun ihtiyaç anlayışı, dünyaya bakış açısı değişecek, az olanla yetinme ve kanaat duygusu kazanacaktır. Abdullah b. Mesûd’u, ölüm hastalığında ziyâret eden Osman efendimiz: „Sana bir bağışta bulunulmasını emredeyim mi?“ demiş. Abdullah, buna ihtiyacı olmadığını söylemiş. Hz. Osman; „Senden sonra kızlarına kalır“ demiş. O zaman Abdullah onu şu cevabı vermiştir: „Sen kızlarımdan korkma. Ben onlara Vâkıa sûresini okumalarını emrettim.“ Ben, Peygamber (s.a.s)’in şöyle dediğini işitmiştim: „Her kim her gece Vâkıa sûresini okursa, ona fakirlik dokunmaz“…

 

Vakıa suresini anlamaya ve anlatmaya ğayret edelim inşaallah. Kıyamet koptuğu, vukuunda şüphe olmayan olay gerçekleştiği zaman, sevap ve ikap yani ceza tahakkuk edecektir. Onu yalanlayacak hiçbir nefis yoktur. Bu olay kuvvetle cereyan edecektir. Vuku bulduğu zaman hiçbir nefis Allah’a karşı bu dünyada olduğu gibi iftira ve yalanlamada bulunmayacaktır. Bu dünyada kıyametin kopuşunu yalanlayan kimse, hakikatte Allah’ı yalanlamıyor mu? Çünkü realitenin aksine haber vermektedir. Ama kıyamet koptuğu zaman hiçbir yalanlayıcı nefis kalmayacaktır.

 

O zaman herkes doğru ve doğrulayıcı olacaktır. Bu kıyamet olayı bazı kavimleri alçaltacaktır ki, onlar daha Önceleri batıla dayanarak üstünlük taslarlardı. Aynı zamanda kıyamet vakası, bazı kavimleri de yüceltecektir ki onların yücelikleri Allah ve Resulü İledir, Her ne kadar onlar dünyada mal ve itibar bakımından fakir ve yoksul idiyseler de Allah ve Resulü vasıtasıyla yüksektirler. Yer sarsıldığı zaman üzerindeki binalarla meskenler yıkıldığı, dağlar sağa sola, etrafa serpildiği, toz halinde savrulduğu, darmadağın zerreler haline geldiği zaman bazı kavimler yücelecektir.

 

Ey insanlar! Kıyamet koptuğu zaman sizler üç sınıfa ayrılacaksınız: Sağcılar, solcular, inançta ve amelde duraklamadan ileri geçenler. Rabbimiz Vakıa suresi ayet. 8,9,10.da mealen şöyle buyurmaktadır:***Defterleri sağdan verilenler. Ne mutlu onlara…Defterleri soldan verilenler. vay gele başlarına Ve öncüler, hep önden gidenler…**Seyyid Kutub bu ayetlerle alakalı diyor ki; Burada üç sınıf insanla karşılaşıyoruz. -Oysa Kur’an’ın bu tür teşhir amaçlı sahnelerinde genellikle insanlar iki sınıfa ayrılırlardı- Önce defteri sağdan verilenler gündeme getiriliyor.

 

Fakat bu sınıf hakkında ayrıntılı açıklama yapılmıyor. Sadece şu saygı ve önem yüklü bir tanıtma cümlesi ile yetiniliyor: „Defterleri sağdan verilenler. Ne mutlu onlara!“Arkasından aynı üslubun karşıt içeriklisi ile defterleri` soldan verilenlerden sözediliyor. Sonra da gözler bu grupların üçüncüsü olan „öncüler“e çevriliyor. Bu mutlu grup tanıtılırken kandı öz sıfatı ile nitelenmekle yetiniliyor; „Ve öncüler; hep önden gidenler“ buyuruluyor. Sanki denmek isteniyor ki; Onlar, onlardır işte; bu kadarı yeter.“ Yani bu grubun konumu o kadar yücedir ki, hiçbir övgü ona birşey ekleyemez.

 

Bu yüzden hemen bu gruptakilerin Allah katındaki değerlerinin anlatılmasına geçiliyor, yüce Allah’ın onlar için hazırladığı nimetlerin ayrıntılı açıklamasına girişiliyor. Sayılan nimetler okuyucuların kavrayabilecekleri, bilgi ve deneyim dağarcıklarında benzerlerini bulabilecekleri nimetlerdir.(Fi Zilal) Üç gruptan birincisi: Ashab’ul Meymene’dir, yümn ashabı, bereket ashabıdır ki, bunlar kitapları sağ taraflarından verilen, defterleri sağ taraflarından irdirilen ve kurtuluşa erdirilen mü’minlerdir. Ne mutlu onlara! Ashab’ul Meş’eme. Şom ağızlılar, şom talihliler, bereketsizler, bedbahtlar, kem talihliler, nasipsizler, kötüler, kötülük sahipleri, kötülüklerine karşılık amel defterleri sol taraflarından verilenler.

 

Yazıklar olsun o mutsuzlara, onlar cehenneme yuvarlanacaktır. Sâbikûn olanlar. Allah’ın dâvetine hiç tereddüt etmeden sarılanlar, beklemeden koşanlar, koşar adım gidenler. Öncüler, iyilikte öncülük edenler, önde olanlar, öne geçenlerdir. Allah’ın kendilerinden istediği kulluğun gereğini tam olarak yerine getiren öncülerdir bunlar. Bunlar hayır konularında en öndedirler. Her konuda önde, her konuda birinci olanlar… Kitap ve sünneti seniyenin ortaya koyduğu hayırlı amellerde en önde olanlardır. Kitapla beraberlik konusunda herkesi geçenlerdir bunlar.

 

Şükürde, kullukta, takvada, teslimiyette en önde olanlar. Allah’ın dinini yaşama ve uygulama konusunda, sabırda, tevekkülde en öndedirler. Ya da Allah’ın izin vermiş olduğu, Allah’ın belirlemiş olduğu hayırlarda, yasal işlerde, meşrû işlerde en öne geçenlerdir bunlar. Ve-ya cennete girme konusunda en öne geçenlerdir bunlar. Cennete en önce girecek olanlardır. Ne mutlu bu öncülere! Başaranlar, kazananlar, kazananların en iyisini kazananlar ve kurtulanlar bunlardır. Rabbimiz bu güzellikleri ve niğmetleri şu şekilde gözlerimiz önüne seriyor,Mealen:***

 

10 – Önde olanlar (var ya), onlar öncüdürler. 11 – İşte o yaklaştırılanlar, 12 – Nimet cennetlerindedirler. 13 – Çoğu önceki ümmetlerden, 14 – Birazı da sonrakilerden. 15 – (Onlar) cevherlerle işlenmiş tahtlar üzerindedirler. 16 – Karşılıklı olarak onların üzerinde yaslanırlar. Ömer Nasuhi bilmen Rahmetli bu ayetler hakkında diyor ki: Üçüncü zümreyi teşkil eden zâtlar ise (ileri geçenlerdir) yâni: Yüce peygamberlerdir. Muhacirler ve Ensâr-ı Kiram’d ir, hayır ve iyiliklerde yarışan mü’minlerdir, güzel halleriyle şöhret bulmuş, faziletleri ve güzel davranışları bilinmiş olan mü’minlerdir. Bunlara „Sabikun“ (ileri geçenler) denilmiştir.

 

Hz. Aişe, Radiyallâhü T e âlâ Anha’nın rivayet ettiği bir hâdis-i şerife göre sabikun, Hak Teâlâ’nın rahmet gölgesine ilk koşup nail olacak zâtlardır ki, kendilerine hak verildiği zaman kabul ederler, ve kendilerinden hak istenildiği zaman onu bolca verirler ve insanlar için, kendi şahısları için hükmettikleri gibi hükmederler. İşte Allah’a- en yakın olanlar, onlardır. (İşte mukarreb olanlar) manevî yakınlığa nail, yüce Arş’a tâyin olanlar, yüce mertebelere sahip olup „mukarrebin“ adını alanlar (onlardır.) o Sabikun zümresini teşkil eden temiz ruhlar, tertemiz bir hayat sahibi bulunan zâtlardır. Naîm cennetlerinde nimetler içinde olacaklardır.

 

O Allah’a yakın olan zâtlar (Naîm cennetlerinde) bulunacaklardır. Onlar, o pek yüksek cennetlerde gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve bir insanın aklına gelmediği nîmetler ile nîmetlenmiş olacaklardır. Ne yüce bir mazhariyet!.O öne geçenler- evvelkilerden bir cemaattir. Bu mübarek âyetler ileri geçenlerin kimlerden ibaret olduklarını bildiriyor. Onların âhirette nasıl şanlı vaziyetlere, çeşitli nîmetlere, seçkin hizmetçilere ve pek güzel eşlere nail olacaklarını müjdeliyor. Onların boş lâkırdılardan uzak olup birbirlerine selâm vereceklerini beyan ve aralarındaki samimiyete, ahlâki temizliğe işaret buyurmaktadır.

 

Şöyle ki: O mukarrebîn denilen ileri geçenler (Evvelkilerden bir cemaattir.) Hz. Adem’den beri son peygamber Hazretlerine kadar olan ümmetler arasında bulunmuş olan pek seçkin, sâlih, takva sahibi bir zümredir. Ve biraz da sonrakilerdendir. (Ve) O ileri geçenler adını alan zâtlar (biraz da sonrakilerdendir.) bunlar da Hz. Muhammed Aleyhisselâm’a ümmet olan bir kısım seçkin zâtlardır. Gerçekten bu ümmet arasında da pek çok mukarrebîn bulunmaktadır. Fakat yüz yirmi binden ziyade olduğu rivayet edilen geçmiş peygamberlerin ümmetlerinin çokluğuna göre hu müslümanların nispeten az bulunduğu kabul edilen bir gerçektir.

 

O ileri geçenlerden zâtlar, yarın âhirette (Altundan örülmüş) inciler ile, yakutlar ile süslenmiş gayet süslü (tahtlar üzerindedirler.) öyle kıymetli istirahat vasıtalarına sahip olacaklardır. Onların üzerine karşı karşıya olarak yaslamalardır. (Onların) O güzel tahtların (üzerine karşı karşıya olarak yaslamalardır.» birbirlerine tam bir hürmetle bakar birbirlerine karşı muhalif, cephe almayarak, güzel bir şekilde geçinmeye devamda bulunurlar.

 

Ne kadar güzel edep ile, güzel ahlâk ile vasıflanmış oldukları ortaya çıkmış olur.(Ö.Nasuhi Bilmen) Rabbimiz Vakıa suresinde buyuruyor ki mealen: *** 17 – Çevrelerinde, ölümsüzlüğe ulaşmış gençler dolaşırlar. 18 – Kaynağından doldurulmuş, testiler, ibrikler ve kadehlerle. 19 – Ondan ne başları ağrıtılır, ne de akılları giderilir. 20 – Beğendikleri meyvalar, 21 – Canlarının çektiği kuş etleri, 22 – İri gözlü hûriler, 23 – Saklı inciler gibi, 24 – Yaptıklarına karşılık olarak verilir. 25 – Orada boş bir söz ve günaha sokan bir laf işitmezler. 26 – Duydukları söz, yalnız „selam“, „selam“ dır. 27 – Sağın adamları, nedir o sağın adamları! 28 – Dalbastı kirazlar, 29 – Meyva dizili muzlar,

 

30 – Uzamış gölgeler, 31 – Fışkıran sular. 32 – Pek çok meyva arasında, 33 – Tükenmeyen ve yasaklanmayan 34 – Ve yükseltilmiş döşekler üstündedirler. 35 – Biz kadınları yeniden inşa ettik (yarattık). 36 – Onları bâkireler yaptık. 37 – Hep yaşıt sevgililer, 38 – Sağın adamları içindir… BU ayetler hakkında Hicazi diyor ki; Sağcılar nedir? Bu, onların şanını yüceltmek ve hallerini beğenmek ma¬nasına delalet eden bir üsluptur. Onlar dikensiz kirazlar ve dallarında muz dizili muz ağaçları İle devamlı ve yaygın gölgelerdedirler..Bu gölgeler güneş sebebiyle yok olmazlar.

 

Bu göl¬geler, fecrin doğuşu ile güneşin doğuşu arasındaki gölgeyi .andırırlar. Onlar için hiçbir zaman kesilmeyen ve devamlı akan sular vardır. Önlerinden akıp giden bol su, çok meyve vardır ki hiçbir zaman yok olmaz ve kesintiye uğra¬maz. Ne parlak bir beyandır. Ne ince bir ifadedir. İman ve salih amelde ileri‘ geçen mü’minler, kent sakinlerinin düşünebildikleri en yüksek bir hayat yaşamakla tavsif edilmişlerdir. Onlar sıra sıra dizili tahtlar ve kanepeler üzerinde oturup bîribirleriyle sohbet edecekler, hizmetçileri çeşitli lezzet ve meyvelerle aralarında dolaşıp hizmet sunacaklardır.

 

Bu ifadelerle de bedevi kimselerin düşünebildikleri en yüksek hayat tarzı, mü’minlere vadedilmiştir. Çünkü burada anlatılan nimetlerle lezzetler o bedeviler için en kıymetli şeylerdir. İnsanlar bol sulu ve ekinli mekânlarda konaklamayı düşlerinden geçirirler. Bol bol akıp fışkıran, hiç kesintiye uğramayan sırf ağaçlıklı bol gölgeli çok meyveli yerleri düşlerler. Bu iki sınıf arasındaki fark, kent ve köy yaşantısı arasındaki fark gibidir. Evet o takva sahibi mü’minler için bütün bu nimetler vardır. Onlar yüksek yataklarda olacaklardır. Bazı kimseler bu yüksek yataklar sözü ile kadri yüce kadınların kast edildiğini söylemişlerdir. Biz o kadınları yeniden inşa ettik ve en mükemmel bir surette icad ettik.

 

Onları bakireler yaptık. Sevgili kocaları tarafından sevilen yaşıtları olarak kadınlar yaptık. Hepsi aynı yaştadırlar. Ne kocakarı, ne de çocuk yaştadırlar. Hepsi olgun ve aynı yaşta olup kadınlığın en olgun çağındadırlar. Rabbin onları sağcılar için yaratmıştır. O sağcılar ki önceki ümmetlerden ve ahirzaman Peygamberinin (sav) Ümmetinden bir cemaattirler. Bu nimetler, onların dünyada işledikleri salih amellerin karşılığıdır. Bu insanlar, iman ve salih amelde ileri geçenlere nisbetle biraz daha geride olmakla birlikte Cenab-ı Allanın bol lütfüna mazhar olmuşlardır…

 

Vakıa suresini anlamaya ve anlatmaya ğayret ediyoruz Rabbimiz ayet39-65.arasında mealen şöyle buyuruyor: *** 39 – Bir çoğu öncekilerdendir. 40 – Bir çoğu da sonrakilerdendir. 41 – Solun adamları, nedir o solcular! 42 – İçlerine işleyen bir ateş ve kaynar şu içinde, 43 – Kapkara dumandan bir gölge altındadırlar. 44 – Ki ne serindir, ne de faydalı. 45 – Çünkü onlar bundan önce varlık içinde sefâhete dalmışlardı. 46 – Büyük günahı işlemekte ısrar ediyorlardı. 47 – Ve diyorlardı ki: „Biz ölüp, toprak ve kemik yığını olduktan sonra, biz mi bir daha diriltileceğiz?“ 48 – „Önceki atalarımızda mı?“ 49 – De ki: „Öncekiler ve sonrakiler“ 50 – „Belli bir günün belli vaktinde mutlaka toplanacaklardır.“

 

51 – Sonra siz, ey sapık yalanlayıcılar! 52 – Elbette bir ağaçtan, zakkum ağacından yiyeceksiniz. 53 – Karınlarınızı hep onunla dolduracaksınız. 54 – Üstüne de kaynar su içeceksiniz. 55 – Susuzluk illetine tutulmuş develerin içişi gibi içeceksiniz. 56 – İşte ceza gününde onlara sunulacak ziyafet budur. 57 – Biz sizi yarattık; tasdik etmeniz gerekmez mi? 58 – Attığınız meniyi gördünüz mü? 59 – Onu siz mi yaratıyorsunuz yoksa yaratan biz miyiz? 60 – Aranızda ölümü takdir eden biziz ve bizim önümüze geçilmez. 61 – Böylece sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz bir yaratılışta tekrar var edelim diye (böyle apıyoruz).

 

62 – Andolsun, ilk yaratılışı bildiniz. Düşünüp ibret almanız gerekmez mi? *** Solcular kimdir ve Nedir solcular?! Onlar sımsıcak bir rüzgardadırlar. O rüzgar zehir gibi onlara te’sir edip bedenlerindeki delikçiklere nüfuz eder. Son derece sıcak olan kaynar suda ve Cehennem ateşinden çıkan simsiyah dumandadırlar. O dumanın gölgesi altındadırlar. Bu gölge ne sıcak ne de soğuktur, ne de güzeldir. Manzarası çirkindir. „Onların üstlerinde ateşten gölgeler, altlarında da (ateşten) gölgeler var. Bunun sebebi nedir?

 

Çünkü onlar daha önce dünyada iken nimetlerden ötürü şımarmışlar; nefislerini, heva ve heveslerine uydurmuşlardı. Onları bundan caydıran hiçbir şey yoktu. Haramlardan yararlanmaya devam ettiler. Hakka ve helâle karşı büyüklük tasladılar. Büyük günah işlemekte ısrar ettiler ki bu da şirktir. Her çirkin ve ka-bih olan fiildir. Ölüm sonrası diriliş, sevap ve mükafat ile mücazatm olmadığına dair ağır yeminler ediyorlardı. Allah’ın ortakları olduğunu iddia ediyorlardı. Ölen kimseyi Allah’ın diriltmeyeceğine dair olanca güçleriyle yemin ediyorlar ve bunu inkar edip hayretle karşılayarak şöyle diyorlardı: Biz mi Öldükten, toprak olduktan sonra diriltileceğiz?

 

Ölüm sonrası dirilişi inkâr edip. teaccüple karşılamaları, kendi bedenlerinin toprak olduğu bir zamana mahsus değildir. Beden her ne kadar olduğu gibi kalsa bile onlar yine de ölüm sonrası dirilişi inkâr ediyorlardı. Biz ve önceki atalarımız öldükten sonra diriltilecek miyiz? diyorlardı. Halbuki onlar bizden daha önce ölüp gitmişler, onların diriltilmeleri daha uzak bir ihtimaldir diyerek bu inkârlarını şiddetli dozlara vardırıyorlardı. Onların cezalandırılmalımın sebebini Cenab-ı AI!ah şöyle izah buyuruyor: „Çünkü onlar bundan önce varlık içinde şımartılmışlardı“

 

Burada Cenabı Allah sağcılara yaptığı ihsanın sebebini açıklamıyor. Bununla da azabın bir adalet gereği olup, sebebinin açık olduğuna işaret etmek İstiyor. Sevaba gelince, hakikatte o sırf ilahî lütuf dolayısıyladır. Sebebini ayrıca zik¬retmek münasip olmaz. Ey Muhammed! Onların ölüm sonrası dirilişi inkâr edip iftirada bulunmalarına red olsun diye kendilerine şöyle de: Atalarınız öldükten sonra kabirlerinizden çıkarılıp belli bir günün, yani kıyamet gününün, hesap ve ceza gününün duruşma yerine götürüleceksiniz.

 

Sonra Hak’tan sapan, ölüm sonrası diriliş ile Allah’ın birliğini ve peygamberlerin gönderilişini yalanlayan sizler kıyamet gününde ilk olarak zakkum ağacından yiyeceksiniz. Bu ağaç Cehennemin dibinde bitmekte olup zalimler için bir fitnedir. Çirkin manzaralı ve görünümü pistir. Kafirler, şiddetli açlıklarından Ötürü karınlarını bu ağaçla dolduracaklardır. Onları bunu yemeğe zorlayacak olan da o ağacın kendisidir. Zakkumu yedikten sonra da şiddetle susadıklarından ötürü kaynar su İçeceklerdir. Susuzluk hastalığına müptela olan develer gibi o, kaynar sudan içecek, ölünceye veya hastalanıncaya kadar içecek ama yine de suya kanmayacaklardır.

 

Hayret ediyorum onlara, zakkum ağacından yiyor, sonra kaynar sudan içiyor, ama yine de suya kanmıyorlar! Anlatılan bu çeşitii azaplar, kıyamet gününde onlar için hazırlanmış olan bir konukluktur ki ilk geldiği anda misafire takdim edilen konukluğa çok benzemekledir, ama bu ilk takdimden ve ikramdan sonra kendileri için hazırlan¬mış olan daha şiddetli azapları varın sizler düşünün!(Hicazi)

 

Rabbimiz, Vakıa suresi ayet. 63-70. verdiği niğmetleri gözler önüne seriyor mealen: ***Ektiğinizi gördünüz mü? Onu siz mi bitiriyorsunuz, yoksa bitiren biz miyiz? “Dilesek Biz onu çerçöp yaparız, şaşar kalırsınız da şöyle dersiniz: “Doğrusu borç altına girdik, hattâ yoksun kaldık.” “Söyleyin; içtiğiniz suyu buluttan indirenler sizler misiniz yoksa onu Biz mi indiririz?” “Dileseydik onu acılaştırırdık; hâlâ şükretmez misiniz?”***Buğdayı, sebzeleri, meyveleri biz yetiştiriyoruz, biz bitiriyoruz deyin bakalım. Mümkün mü? Hayır hayır, sizin ektiklerinizin tümünü bitiren Allah’tır. Gökten indirdiği suyla yeryüzünde sizin muhtaç olduğunuz tüm nebatatı çıkaran, bitiren Allah’tır.

 

Yeryüzünde hayatın kaynağı olan suyu indiren O’dur. Şimdi Rabbinizin sizin için yeryüzünde bitirdiği meyvelere, bitkilere bir göz atın, bir düşünün. Bunlara ne kadar muhtaçsınız değil mi? Varlığınız bunlara bağlı, bunlarsız yaşayamazsınız değil mi? Şu insanların yaptıkları ve gururla insanlığa takdim ettikleri bu teknolojik şeylerin hiçbirisi bunların yerini tutup karın doyurmuyor değil mi? Acaba bunlardan bir tanesini siz kendiniz yaratabilir misiniz? Veya sizlerin şu anda güçlü gördükleriniz, hâkimiyeti kendilerine verip yasalarına tabi olduklarınız yapabilirler mi?

 

Yaratabilirler mi bunlardan bir tanesini? Güçleri yeter mi buna onların? Dilesek biz onları, o yarattığımız ekinleri, meyveleri, sebzeleri çerçöp haline, odun haline getiriveririz. Yani hiçbir işe yaramaz kupkuru bir duruma sokuveririz de şaşar kalırsınız. Şu yeryüzünde bitirdiklerinin tamamını kupkuru birer samana çeviriverse, ne olur sizin hayatınız hiç düşündünüz mü? Ne yer, ne içersiniz? Nasıl yaşarsınız?

 

Tüm rızıklarınıza hayır deyiverse Allah, ne yaparsınız? Nereden bulursunuz bunları? Biz onları işe yaramaz kupkuru bir çerçöp yapıverseydik o zaman üzülüp derdiniz ki, “eyvah biz borçlanmıştık. Eyvah biz ağır bir borç altına girmiştik, masraflar etmiştik, emekler sarf etmiştik.

Bu ektiğimiz mahsulata güvenmiştik, ama mahrum edildik. Mahrum bırakıldık, yoksul bırakıldık.” Ne diyebileceğiz ki başka? Allah, ekip-diktikle rimizin tamamını, tarlalarımızın, ekinlerimizin, bahçelerimizin tamamını yok ediverse ne yapabileceğiz ki? Allah’tan bir helâk, bir tufan, Allah’tan bir belâ geliverse ne gelir elimizden? Veya dükkanlarımıza, ticarethanimize bir belâ geliverse, bir iflas uğrayıverse, her şeyimizi elimizden alıp götürüverse ne yapabiliriz? Bunları veren kim? Tüm bu rızıkları size ulaştıran kim? Bir damla meniye hayat veren O’dur.

 

Hayatın devamı adına rızık veren de O’dur. Aldığı zaman da hiçbirimizin yapabileceği bir şey yoktur. Rabbimiz buyuruyor ki; Söyleyin bakalım, bulutlardan şu muhtaç olduğunuz, onsuz olmaz dediğiniz suyu indiren siz kendiniz misiniz, yoksa biz mi onu indiriyoruz? Bu konuda bir müdahaleniz var mı? “Eğer Biz isteseydik onu acı yapardık da içemezdiniz, kullanamazdınız. Hâlâ şükretmez misiniz? Şükretmeyecek misiniz? Hâlâ bu nîmetleri size sunan Rabbinizi, nîmetlerin sahibini bilmeyecek misiniz? Hâlâ bu nîmetleri Rabbinize kullukta kullanmayacak mısınız?

 

Şu içtiğiniz suları acılaştırıverse, yahut da ağızlarınızın tadını alıverseydik haliniz nice olurdu? Hiç düşünmüyor musunuz?” Rabbimiz bizden şükür istiyor. Tüm bu nîmetlerine karşılık bizden teşekkür bekliyor. Şükür, teşekkür bilindiği gibi, verileni verenin yolunda kullanmaktır. Şükür, hayatı o hayatın sahibinin yolunda harcamaktır. Şükür, dünyayı, hayatı, canı, malı, zamanı, imkânları, fırsatları onu verenin yolunda harcamaktır. Hayatı onu bize veren Allah’ın istediği biçimde yaşamak, geceyi ve gündüzü onu bize lütfeden Allah yolunda kullanmak, aklı, zamanı onu verenin razı olduğu yerde kullanmak, Allah’ın rızasını tahsilde harcamaktır.

 

Hayatı o hayatın sahibine sormadan yaşamak, zamanı kendi bildiğimiz biçimde doldurmak, malı o malın sahibinin razı olmadığı yerlerden kazanıp onun razı olmayacağı yerlerde harcamak, elimizi, ayağımızı, gözümüzü, kulağımızı onları bize verenin yolunda kullanmamak, varlığımızı onu bize vermeyenler yolunda harcamak, geceyi ve gündüzü onu bize verenin razı olmadığı şeyler yolunda itlaf etmek şükürsüzlüktür, nankörlüktür. Eğer tüm bu nîmetleri bize lütfeden Rabbimizi unutarak, O’nun kitabını, O’nun bize gönderdiği hayat programını görmezden gelerek, O’na kulluğu terk ederek bir hayat yaşayacaksak o zaman bu sorulara cevap bulmak zorundayız.

 

İşte soruyor Rabbimiz, söyleyin bakalım siz mi, Biz mi? Rızkı biz kendimiz buluruz? Suları biz kendimiz çıkarıyoruz, bulutlardan onu biz kendimiz indiriyoruz, diyebilir miyiz? ‘Şükür’ Allah’ın nimetinin etkisinin kulun dilinde ‘itiraf ve övgü’ olarak, kalbinde ‘şahitlik ve muhabbet, sevgi’ olarak, organlarında da ‘itaat etme ve boyun eğme’ olarak ortaya çıkmasıdır. Şükür kelimesinin zıddı, küfür (nankörlük)dür; nimeti unutup örtmektir. Şükür, kişinin kendine ulaşan nimeti bilmesi ve bunu çeşitli şekillerde açığa vurmasıdır. Bir başka deyişle nimet sahibini bilip onu övmesi demektir.

 

Şükür, nimet vereni boyun eğerek itiraf etmektir. Şükür, ihsan yapan kimseyi, ihsanını anarak övmektir. Şükür, nimet verene kalbin sevgiyle, organların itaatle, dilin onun zikri ile ve onu övmekle meşgul olmasıdır. Şükür nimetleri onu verene boyun eğerek ona nispet etmektir. Şükür, Allah’ın nimet vermesinden dolayı O’nun ihtiyacı olmadığı halde O’nu övmekle lezzet duymaktır. Şükür, bir nimeti verene teşekkür etmek, memnuniyetini ve minnettarlığını belirtmek, verilen nimetin değerini bilip takdir etmektir.

 

Her türlü nimetin tek ve gerçek sahibinin Allah olduğunun şuuruna varmak ve bunu saygıyla ifade etmektir. Şükür, şükürden âciz olduğunu bilmektir. Şükür, Allah’ın verdiği nimet ile Allah’a isyan etmemektir. Kur’an, insana sayısız nimet verildiğini, insanın bunları veren Allah’ı bilip, hizmetine sunulan bu nimetlerden dolayı nimet sahibine minnet duymasını, bu minnettarlığı çeşitli şekillerde ortaya koymasını söylüyor. Türkçe’de kullandığımız ‘teşekkür etmek, şükran duymak’ kavramları da aynı kökten gelmekte ve yaklaşık aynı manayı ifade etmektedirler.

 

Kur’an, sürekli olarak Allah’ın insanlara verdiği nimetlere, yaptığı bağışlara, ettiği ihsanlara dikkat çekmekte ve insanın bütün bu iyilikler karşısında minnettarlık duymasını, ‘şükran’ duyguları içerisinde olmasını istemektedir. Çünkü nimete kavuşmanın, iyilik görmenin karşılığı budur. Kur’an’da mü’minlerin çokça şükretmeleri hatırlatıldığı gibi, şükredenlerin ve şükretmeyenlerin örnekleri verilir, âkıbetleri anlatılır.

 

Allah’ın insanlara; “Verdiğim nimetlere şükredin” demesi de ayrıca kul için bir nimet ve ihsandır. Çünkü şükrün faydası dünya ve ahirette Allah’a değil; kula dönüktür.

Yerine getirdiği şükür ile fayda gören kulun kendisidir. Kul, şükrederek Rabbine bir karşılık veya bir mükâfat vermemektedir. Zaten buna da hiç bir varlığın gücü yetmez. Kim şükrederse kendi nefsi için şükretmiş olur, yoksa Allah’ın böyle şeylere asla ihtiyacı yoktur. Ancak Allah (c.c.) kullarına karşı bu kadar cömert, bu kadar lütuf sahibi olduğu halde, kullarının bir kısmı nan-kördür, çok şükretmekten uzaktır. Rabbim bizleri hakı ile şükreden kulları zümresine dahil eder inşaallah…Rabbimiz

 

Vakıa suresi ayet. 91 -96.da mealen şöyle buyurmaktadır: ***“(Ey sağcı), sana sağcılardan selam!“ Ama alanlayıcı sapıklardan ise; İşte ona da kaynar sudan bir ziyafet vardır. Ve cehenneme atılma vardır. Kesin gerçek budur işte. Öyle ise Rabbini o büyük ismiyle tesbih et…*** Vehbe Zuhayli Tefsirul Münir de diyorki: Allah öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenlere meydan okudu: Eğer onlar dirilme olmayacağı iddialarında doğru iseler, kıyamette diriltilip he¬saba çekilmeyeceklerse, yaptıklarının karşılığını görmeyeceklerse, ölüm anında insanın ölmesine engel olsunlar, can boğaza geldiğinde ruhu geri çevirsinler.

 

Bu şekilde ölüm ortadan kalkınca da öldükten sonra dirilme or¬tadan kalkmış olur. Gerçek şu ki onlar bundan âcizler, böyle bir şeye güçleri yetmez. Onlar ölmek üzere olan kişiye ümitsizlik içinde, mahzun mahzun bakıp dururlar. Allah kudretiyle, bilmesiyle, görmesiyle o kişiye daha yakındır. Ancak etrafındakiler bunu idrak edemiyorlar, ruhun kabzı ile mükellef olan elçileri, melekleri göremiyorlar. İnsanlar ölüm anında ve vefattan sonra üç sınıftırlar: Mukarrabûn -sâbıkûn, ashab-ı yemîn ve ashab-i şimal. Mukarrabuna gelince onlar için cennnette rahmet ve istirahat, bol rızık, nimetlerden mutlak istifade etme vardır.

 

Allah’ı görme vardır, onlar bundan mahrum edilmeyeceklerdir. Ashab-ı yemîn de Allah’ın azabından kurtulacak, Allah onlara selâm verecek. Yine melekler de onlara „Selâm sana ashab-ı yemîn kardeşlerin¬den “ diyerek selâm verecekler. İbni Mesud şöyle dedi: Ölüm meleği müminin ruhunu kabzetmek için geldiğinde „Rabbin sana selâm söylüyor“ der. Yine kabirde sual esnasında Münker ve Nekîr melekleri ashab-ı yemîne se¬lâm verir, kıyamette dirilirken selâm verirler.

 

Şu halde melekler ashab-ı yemîne üç yerde selâm verecekler ve bu ikram üstüne ikram olacaktır. Öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden, hidayetten ve hak yoldan sapan ashab-ı şimale gelince onlar için kaynar sudan bir nzık ve cehenneme atılma vardır. Bu surede zikredilenlerin hepsi kesin bilginin ta kendisi ve özüdür, hakkında hiç şüphe olmayan değişmez gerçektir. Kimse bunun dışına çıka¬maz. Katade bu ayet hakkında şöyle dedi: Allah Kur’an’daki bu kesin bilgilere iman etmedikçe insanlardan hiç kimseyi bırakmaz.

 

Mümin zaten dün¬yada buna iman etmiştir, bu da kıyamette ona fayda verecektir. Kâfir ise, inanmanın kendisine fayda vermeyeceği kıyamette buna inanacaktır. Allah peygamberine, dolayısıyla müminlere -madem ki hak ortaya çıktı, ayan-beyân göründü, kâfirlerin ve müşriklerin yalanları ortaya çıktı-öyleyse artık bütün kötü sıfatlardan, şanına lâyık olmayan her şeyden Allah’ı ten¬zih etmelerini emretti.(Tefsirul Münir, Vehbe Zuhayli)

 

Allahım bizleri Kur’anı kerimin Nurundan, Sünneti seniyenin ışığından mahrum eyleme. Bizleri son nefesimizi verdiğimiz ana kadar hakkı ile teslim olan itaatkâr kulların zümresine dahil eyle. Bizleri Kabir azabından, Cehennem azabından muhafaza eyle…Sen her şeylere kadirsin Allahım…

 

Sermedkadir…LU…08.12.2018…

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht.