FİTNE VE FESAT OCAĞI: MÜNAFIKLAR…

Rabbimiz Tevbe suresi ayet.67.de mealen şöyle buyurmaktadır: ***Münafıkların erkekleri de kadınları da birbirlerine benzerler. Kötülüğü emreder, iyilikten sakındırırlar ve Allah yolunda harcamaktan ellerini sıkı tutarlar. Allah’ı unuttular da, Allah da onları unuttu. Gerçekten de münafıklar hep fâsık kimselerdir…*** NİFAK kısaca ifade edecek olursak; Nifak, hayrı güzel olanı ortaya çıkartıp, izhar edip şerr ve kötülüğü gizleme âmeliyesidir.Başka bir deşiyle nifak, insanın iman belirtileri gösterip şerrin kaynağı olan küfrü gizli gizli içinde yaşatmasıdır.

 

Daha özel anlamda münafıklık, dıştan mü’min ve müslüman görünmek, fakat Allah’ın gönderdiği hak dini tam ola¬rak kabul etmemektir. Buna göre münafık da, iman izhar edip küfrünü gizleyen, diliyle müslümanlık iddia edip, onun kanunları ve gerekleriyle amel etmeyen, İslâm’ın ferdî ve toplumsal kayıtlarıyla kayıtlanmayan, onun hükümleri altına girmeyendir.] Münafık, sözü imanına, inancına, itikadına aykırı, içi dışına zıt olandır. Münafıklık, itikadı ve amelî olmak üzere iki türlüdür. İtikadı nifak, tam anlamıyla küfür hükmündedir, gerçek anlamda bir küfür çeşididir.

 

Uhrevî sonuç itibariyle kafirle münafıkın bir farkı yoktur. Farklılık, ancak dünyadaki bazı hükümler ve uygulamalar bakımındandır. Amelî nifak ise, durumuna ve derecesine göre, çoğunlukla günah ve fasıklık hükmünde olup, şirk ve küfür ifade ettiği durumlarda vardır. Hatta münafık, kafirin en zararlı olan çeşididir denilmiştir. Çünkü onun toplum içindeki yeri ve konumu tam olarak sabit olmayabilir. O, küfür ile iman arasında dolaşır ve yalpalar. Peygamber efendimizin (sav) ifadesiyle münafık, iki’sürü arasında gidip gelen şaşkın koyun gibidir. Münafıklar, iman ile küfür arasında gidip gelirler; ne tamamen o tarafa ne de tamamen bu tarafa bağlanırlar.

 

Münafıkların kalpleri illetlidir hastalık vardır. Kalplerindeki bu hastalık, bu maraz inançsızlık marazı, şek ve şüphe marazıdır. Münafıklar cehennemin en‘ alt tabakasında (derk-i es-fel’de) bulunacaklardır. Münafıklar, kafirlerin en „habîs“i ve Allah’ın en çok buğzettikleridir. Çünkü onlar, kalplerindeki küfrü gizlemişler, ayrıca onu hile ve istihza ile karıştırmışlardır. Yani küfürle¬rine, İslâm ile istihza,alay etme ve müslümanları aldatma çirkinliini de eklemişlerdir. Hem de müslümanların sırlarını ifşa etmişlerdir. Münafıklar o karakterin sahibidirler ki, aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Resulü’ne çağrıldıkları zaman onlardan yüz çevirirler; fakat hüküm kendi lehlerine olursa itaat ederek gelirler.

 

Rabbimiz Nur Suresi ayet. 48-49.da mealen şöyle buyurmaktadır: *** Aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Resulüne çağrıldıkları zaman, bakarsın ki, içlerinden birkısmı yüz çevirip dönerler. Ama, eğer (Allah ve Resulünün hükmettiği) hak kendi lehlerine ise, ona, gönülden bağlı olarak saygı ile gelirler…*** Münafıklık eskiden ustalıkla uygulandığı gibi günümüzde de maharetle uygulanmaktadır. Münafıklar İslâm’ı işle¬rine uygun düştüğü sürece ve kendi görüşlerine destek olduğu kadarıyla alırlar. Fakat görüşlerine ve icraatların aykırı olan yönüyle onu derhal red ve en büyük tehlike olarak ilan ederler.

 

Halbuki tam bir iman ve tevhidi bir müslümanlık için Allah’ın bildirdiği ve Resulü’nün beyan edip açıkladığı ahkâma, yani İslâmî hayat anlayışına kayıtsız şartsız teslim olmak zorunludur, mecburidir. Hem düşüncede, hem de amel ve uygulamada teslim olmak şarttır. Bunun aksine bir tutum ve düşünce, „münafıkça“ bir tavırdan başka bir şey değildir. Çünkü, muhakeme için o şer’î merciler kendilerine teklif edildiğinde itiraz edenler onlardır ve muvahhid olan bir mü’minin böyle bir itiraz ve hoşnutsuzluk tavrı içinde olması kesinlikle düşünülemez.

 

Ama ancak münafıklardır ki, o vahye dayalı hidâyet yo¬luna uymaları istendiği zaman ona uyma hususunda istikbar gösterirler; ayrıca da kendi batıllarını ayakta tutmak için kendi hevalarına uygun mercilerde ve makamlarda muhakeme olunmayı arzu ederler. Yalnız şu var ki, o zaman Medine’de kurulan İslâm Devleti sebebiyle siyasî-sosyal otorite müslümanların tarafında olduğu için, davet ve teklif hakkı da onlarda bulunuyordu. Şimdi ise müslümanlar böyle otoriter merciye sahip değillerdir ve Allah’ın ahkâmına o tarzda bir davet imkanları yoktur.

 

Davet imkanı bir tarafa, müslümanlar, inançlarının ge¬reğine göre yaşama ve fikir beyan etme özgürlüğüne bile sa¬hip bulunmamaktadırlar. Unutmayalım ki daha yakın zamana kadar Müslümanların elini, kolunu, dilini bağlayan bir 163. madde vardı. Allah, Peygamber, din, İman, Kitap, sünnet ancak Laik devletin işine geldiği kadarıyla konuşulabilirdi. Bu yasaya uymayanlar senelerde hapishane köşelerinde zulme muhatap olurlardı.

 

Günümüz de de bu kanunlar biraz gevsetilmiş gibi görünse de,Resmî ve siyasâl sistemlerin sahipleri, müslüman¬ları kendi ideolojilerine uymaya zorlamakta, böylece onların, dini inanç esaslarına göre yaşayıp konuşma şansını bile elle¬rinden almaktadırlar. Rabbimiz Münafikun suresi ayet.4.te mealen şöyle buyurmaktadır: *** Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider, konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Onlar sanki dayanmış kütükler, keresteler gibidirler. Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar. Onlar düşmandır, onlardan sakın. Allah onları kahretsin. Nasıl olup da döndürülüyorlar…***

 

Münafıklar, adeta bir yere dayanmış kütüklerdir, kerestelerdir. İşleri, kalp¬leri, irfan ve şuurdan mahrumdur. İçi boş, kuru tahtalara, direklere benzerler, öyle ruhsuzdurlar. İstifade edilmesi lazım gelen sözler kulaklarına girmez, ondan faydalanmazlar. Üstelik her sayhayı, her seslenmeyi kendi aleyhlerine zannederler. Müslümanların en ufak bir kıpırdanışından ödleri kopar, temelleri sarsılır. Bir kıpırtı duymuş vahşiler gibi kulakları¬nı diker, peşinden yaygarayı koparırlar. Müslümanların en doğal haklarını kullanmaları, kendilerine karşı hazırlanmış bir komplo, bir saldırı ve hatta ayaklanma olarak görünür. Bunun üzerine, müesses nizamlarını korumak için yeniden ve daha etkin tedbirler alırlar.

 

Ve hücumlarını tazeler, yeni bir üslupla sürdürürler. İslâmiyet’in ilk dönemi olan Mekke devrinde münafık kimliği taşıyan bir tipe rastlanmaz. Çünkü İslâm baskı altındadır, mahpustur, cendere için¬dedir. Bir avuç mü’min abluka altına alınmış vaziyettedir; sabır ve çile dönemini yaşamaktadır. İman kalplerde mahpustur; İslâm, hayata ve cemiyet meydanına çıkamamaktadır. Hükümran olan, küfrün cahiliye gelenekleridir. Ama Mekke şehir devletinin bunca baskısına ve terörüne rağmen, hiçbir mü’min davasından taviz vermemekte, her şeye rağmen müslüman kalabilmektedir.

 

İşte bu dönemde, ortalığa cahiliye sistemi hakim olduğu için, hiçbir kafirin küfrünü gizleyerek münafıklık yapmaya, iki yüzlü görünmeye ihtiyacı yoktu. Çünkü müslümanlara muhtaç ve bağımlı değillerdi. Yani kısaca Mekke döneminde Küfür ehli müstekbir, mü’minler ise mustaz’af konumunda idi. Yani toplum, çoğunluktaki ezenler ve azınlıktaki ezilenlerden ibaretti. Medine döneminde ise durum değişti. İslâm daha da güçlendi, özgürlük ve canlılık kazandı. Hepsinden önemlisi sosyal ve siyasal bakımdan hayata hakim hale geldi, egemen oldu. Daha önce Medine’de kurulu bir düzen vardı, fakat kurulu bir devlet yoktu.

 

Ancak Abdullah b. Ubey ismindeki ile¬ri gelenlerden bir şahıs, kendisini Medine kralı ilan etmek istiyordu. Ne var ki bu, oraya hicret etmiş bulunan Peygamber efendimiz (sav) açısından, bir küfür devletinin kurulması demekti. Henüz Mekke müşrikinin tehlikesi de bertaraf edilmiş değildi. Bunun için Peygamber efendimiz (sav) erken davranarak kendi devletini kurmayı hedef aldı. Arap ve Yahudi kabile reislerini toplayarak onların da içerisinde bulunduğu bir devlet kurdu. Fakat kendisi bu devletin başkanı idi. Elli iki maddelik bir anayasa hazırlanarak otorite Müslümanların lehine sağlama bağladı.

 

Böylece Allah Rasulünün (sav) kendisinde Peygamberlik ve devlet reisliği sıfatlarını toplamış oldu. Burada, Burada dikkat edilecek husus şudur ki; teşkilatlı İslâm otoritesinin önemini gösteren bir gerçek var ki, buna dikkati çekmek yerinde olacaktır. Bu incelik şudur: O yıllarda Medine şehri toplumu içinde, müslümanlar genel nüfusun ancak yüzde 10 veya 15’ini teşkil ediyordu. Geriye kalan çoğunluk tabiatıyle ehli kitabı, kafiri, müşriki ve münafıkıyla küfür ehli idi. Buna rağmen sosyal ve siyasal hayata, yani topluma. Peygamber efendimiz (sav) ve O’nun ashabı hakimdi.

 

Yani İslâm egemendi, azınlık olmalarına rağmen, müslümanlar güç kaynağını ellerine geçirmişlerdi. Artık bütün insiyatif Peygamber efendimizin (sav) elindeydi. Müslümanlar sayıca az oldukları halde, yönetim onların elinde olduğu için siyasal ve toplumsal etkinlik onların tarafındaydı. Başka bir ifadeyle, azınlıkta olan mü’minler, siyasal gücü ellerinde bulundurmaları sebebiyle, çoğunlukta olan müşrik¬lerden üstün durumdaydılar.

 

 

Bu üstünlüğün kaynağı, Peygamber Efendimizin (sav) kurduğu teşkilat ve tanzim ettiği kanunlardı. Bu kurallara dayalı öyle bir başarı sağlanmıştı ki, gayrı muslim unsurlar, müslümanlar ile anlaşma yapmak zorunda kalmışlardı. İşte İslâmiyet’in güçlenip yayılmaya başladığı böyle bir dönemde münafık ve münafıklık hareketi ortaya çıktı. Bu, yeni bir insan tipi idi. Sahte kimlik taşıyorlardı ve hüviyetleri kafirlerden biraz farklıy¬dı. Dini içinden yıkmak için müslümanların içine girenler olduğu gibi; çevreleri müslümanlar tarafından kuşatılınca yani çoğunluk müslüman olunca, dünyevi çıkarlarını korumak için şeklen ve sözde müslüman olanlar da vardı. Bazıları da İslâm’ın gerçekliğine tam kanaat etmese de yine de kabileleriyle, aşiretleriyle birlikte, yani kalabalığa uyarak müslüman olmuşlardı. Bundan başka, bir realite olarak İslâm’ın gerçekliğini aklen kabul eden, fakat eski geleneklerini, kişisel ihtiraslarını terkedemeyen ve İslâm’ı bir hayat tarzı olarak yaşama iradesini gösteremeyen bir münafık türü vardı. Tekrar belirtelim ki İslâm zamana ve mekana hakim olarak ilerlerken bazı kafirlerin mü’min görünmeleri çıkarları¬nın gereğiydi.

 

İslâmiyet’in dünyaya ait hükümlerinden ve dünyada sağladığı menfaatlardan yararlanmaları için kendi açılarından bu zorunlu idi. Münafıklığın ortaya çıkmasını hazırlayan sebeplerden bi¬riside, Medine’deki ticarî hayata dayalı, ileri derecedeki mad¬dî varlık faktörüdür. Çünkü bildirildiğine göre Medine’de münafıklık yolunu tercih eden bu toplumun hemen hemen yüzde 90’dan fazlası zengindi. Bu insanların çok malları ve parlak bir ticari ha¬yatları vardı. Bunlar sadece dünyayı düşünen insanlardı ve çıkarlarına göre hareket etmeyi biliyorlardı. Fakat İslâm dini Me¬dine’ye hakim hale gelince haliyle tedirgin oldular ve politik davranıp bu konumlarını korumanın yollarını aradılar.

 

İşte münafıkça bir tavır bunun en politik ve kestirme yolu idi. (İnsan ve toplum.Ekrem sağıroglu) Bütün bu münafık türleri içinde, İslâm’a zarar vermesi bakımından en önemlisi elbette ki; fitne çıkarmak, bozguncu¬luk yapmak, dini içinden yıkmak niyetinde olanlardı. İşte bunlar, mü’minlerin yanında *İMAN ETTİK* dedikleri halde, şeytanları sayılan reisleriyle başbaşa kaldıkları zaman, „biz sizinle beraberiz, biz sadece mü’minlerle alay ediyoruz…“ derlerdi. Bu büyükleriyle beraber oldukları zaman, biz as¬lında sizin dininiz üzereyiz, inanç ve düşünce yönünden ay¬nen sizin gibiyiz, diyerek onlara teminat veriyorlardı.

 

Bütünüyle İslâm tarihi ve küfür ehli göz önüne alındığı zaman görülür ki, münafıklar toplum içinde en azılı, sahte¬kar, aldatıcı, dönek, oyalayıcı, engelleyici, hakikatleri tağyir ve tahrif edici, olayları saptırıcı, menfur insanlar topluluğudur… Çünkü onlar daha ilk başta, anlaşmayı bozarak savaşa hazırlanan Yahudileri desteklemekle, karakterlerini ve fitne¬lerini belli etmişlerdir. O kritik zamanlarda müşriklere ve Yahudilere, „biz bazı hususlarda size itaat edeceğiz“ demişlerdi. Bu bazı hususlar da, Peygamber Efendimize (sav) onlar gibi düşmanlık yapmaktı. Bu düşman¬lık eyleminde kendilerine yardım edeceklerini, ayrıca müslümanları Resulüllah ile savaşa gitmekten alıkoymaya çalışa¬caklarını gizlice va’detmişlerdi.

 

Zamanımıza bakacak olursak Kur’ân’ı Kerimin, vasıflarını belirttiği bu tarihi münafıklık ile bugünü, yani içinde bulunduğumuz mekanı ve şartları karşılaştırmak yerinde olacaktır. Evvela şunu kesinlikle söyleyebiliriz… Bugün, dünya müstekbirlerinin tasallutu, zulüm ve baskısı altında bulunması sebebiyle müslümanlığın durumu bir neyi Mekke dönemine benzemektedir. Onun için, toplum içinde o günkü anlamda bir münafık tipi bugün mevcut değildir. Belki yer yer ve ferdi planda mevcuttur. Çünkü hali hazır dünya sistemi ve mevcut şartlar içerisinde, İslâm insana bir menfaat sağlamıyor gibi görünüyor. Aksine bugün müslüman olmak bir „çile“yi de yüklenmek ve kabullenmek demektir.

 

Bugün gerçek anlamda müslüman olmak, Allah Resulü’nün ifadesiyle, elde bir ateş „kor“u taşımak kadar zor¬dur. Kolay olan ise, kafirlerle uyuşmak, anlaşmak, ülfet et¬mek, ihtilat etmek, onların beğendiklerini beğenmek suretiy¬le sorun çıkarmamak… Kısaca onların da itiraz etmeyeceği bir dindarlığı seçe¬rek, ortak bir anlayışta birleşmektedir. Bugün, inkara yönelik olmak kaydıyla herkes fikrini açıkça söylemektedir. Dolayısıyle insanlar küfrünü niçin giz¬lesinler ki?..

 

Yalnız burada şunu da belirtmek gerekir. Toplumsal bir cereyan olarak değil, ama sadece politik kaygı ve endişelerle, müslümanların haklarını savunuyor gibi görünen, temelde dindışı hayat yaşadıkları müslümanlar gibi düşün¬düklerini belirtmeye çalışan, dine saygılı olduklarını göster¬mek için mesela ezan sesi duyduklarında saygı tavrına bürü¬nen birtakım tipler mevcuttur. Hasılı tabir caiz se, münafıklık tersine dönmüştür. Ehli sünnet bağlılarını TENZİH ederiz, Şimdi çoğu müs¬lümanlar birçok yerde ve durumda, mecburiyet karşısında ve kafirlerin zulmünden korunmak için, olduklarından başka türlü görünmek, imanlarının gereğini ve dışa vuran yönünü gizleyici bir tavra bürünmek durumunda yaşantılarını sürdürmektedirler.

 

Bu durumun hakkaniyet, halisiyet ve tevhid kavramlarıyla ne derece bağ¬daştığı ise elbette su götürür bir meseledir. Halbuki asıl olan ilâhî rızaya uygun olan tabi ki müslümanın İslâmî tavrını her hal ve şartta ortaya koymasıdır. Türkçemiz de bir söz vardır denilir ki; Ayinesi iş’tir kişinin lafa bakılmaz… İster Hakk’ın, ister batılların kulu olsun, insan türlerini ve kimliklerini tespit etmede, işleri, amelleri ve faaliyetleri en geçerli delillerdir inancındayız. İnsan topluluklarını inanç açısından değerlendirmek için, hareket¬lerindeki, söz ve tavırlarındâki benzerliği belirlemek en sağ¬lıklı yoldur kanaatindeyiz. Bu bakımdan münafık’ın, yaptığı işler, ortaya koyduğu tavırlar, belirttiği özellikler ve hepsinden önemlisi icraatları bakımından da tanımak gerekmektedir. İşte bu tespiti yap¬tıktan sonra, müslüman olduğunu söyledikleri halde, aynı iş¬leri ve benzer maksatlarla yapan insanları da münafıklık açısından değerlendirmek kolay olacaktır.

 

O halde münafık’ın amellerinden bazılarını şöylece görelim… Münafık, görünüşte hak ve hayır, gizlide ve arka planda ise şer maksatlı işleri yapar. Açık bir düşman gibi doğrudan saldırıda bulanmaz. Münafıklar, İslâmî değerleri alt-üst ederek fesadı ıslahın yerine koyarlar. Münafıklardan bir topluluğun, İslâm cemaatini bölmek için Küba mescidine karşılık olarak inşa ettiği „Dırar Mesci¬dinin haberi Resulüllah’a ulaşınca, bu mescidi inşa etmele¬rinin sebebini sordu. Onlar, Allah’a yemin ederek iyilik dile¬diklerini söylediler. Fakat Yüce Allah, onların yalan söylediklerine şehadet etti.

 

Resulullah (sav), Ashabından bir kaç kişiye, gidip o mescidi yıkmalarını emretti. Kur’ân-ı Kerimin beyanıyla bu mescidin yapılış sebebi; zarar vermek, hakkı tanımamak, mü’minlerin arasını açmak gibi şeylerdi. Yani tamamen fesat ve fitne üzeri¬ne kurulmuş bir bina idi. Zamanımıza gelince… Günümüzde Hızla inşa edilen Camilerimizin mescitlerimizin asıl ğayesinden uzaklaştığı bilinen bir gerçektir. Yeterli bir fonksiyonu olmayan, aslında iyi niyetle yapılıp tevhidi anlayışa katkısı olmayan ve „müslümansız-cemaatsiz“ mescid inşaları oldukça fazladır.

 

İşin daha da fecisi, aslında bir ibadet, meşveret ve kong¬re mahalli müslümanların hareket merkezi olması gereken camilerimiz ne yazık ki yanlış yönlendirici kişilerin çabalarıyla insanları asimile et¬mek için bir araç olarak kullanılmaktadırlar. Bu mekanların, hakka dayalı olmayan beşeri batıl ideolo¬jilerin propaganda yeri haline getirilmesi, tabiidir ki içler acısı bir durumdur. Fakat zamanın, geçerli dünya düzenlerinin tahakkümü ve işgali altında bulunan mescidlerin asıl fonksiyonunu kay¬betmesi, İslâm’ın konuşulduğu bir mekan olmaktan çıkması, İslâm binasını tamamen ASLİ konumundan uzaklaştırmaktadır ne yazıkk ki…

 

Bilinmelidir ki; Münafıklar, çoğu zaman açıktan mücadele etmezler. Bir araya gelerek, açıkta, meydanda müslümanlarla savaşmaz¬lar. Kendi aralarındaki nizaları da şiddetlidir. Görenler onla¬rı toplu sanır, oysa kalpleri dağınıktır. Rabbimiz Haşr suresi ayet.14.te mealen şöyle buyurmaktadır: ***Onlar toplu olarak sizinle savaşamazlar, ancak, müstahkem şehirlerde yahut duvarların ardından (sizinle savaşmak isterler). Kendi aralarındaki çekişmeleri şiddetlidir. Sen onları toplu sanırsın, oysa onların kalbleri dağınıktır. Böyledir, çünkü onlar aklını kullanmayan bir topluluktur…***

 

Medine döneminde, Münafıklar mescide gelip müslümanların konuşmalarını dinliyorlar, sonra da hem müslümanlarla ve hem de dinleriy¬le alay ediyorlardı. Bir defa Resulullah, Mescid’de birkaç münafıkın birbirlerine sokularak alçak sesle kendi aralarında konuştuklarını gördü ve mescidden çıkarılmalarını emretti. Bunun üzerine mescidden atıldılar… Münafıklar, müzminlere rağmen kafirleri dost edinirler. Şeref ve izzeti de kafirlerin yanında ararlar.

 

Rabbimiz Nisa suresi ayet.138-139.da mealen şöyle buyurmaktadır:*** Münafıklara da haber ver ki, kendileri için çok acı bir azab vardır. Onlar, müminleri bırakıp kâfirleri dost ediniyorlar. Onların yanında izzet ve şeref mi arıyorlar? Halbuki bütün izzet ve şeref Allah’a aittir…*** Onların yanında, yani küfrün tarafında oldukça daha saygın, daha onurlu olacaklarını zannederler. Elbette görünüş itibariyle ve geçerli dünya sistemlerinin değer yargıları bakımından saygınlık ve itibar kazanmıyor da değillerdir.

 

Otorite elerinde olduklarında, emir ve komuta onlarda bittiği, yargılar onların mercilerinde verildiği için, üstünlük onların tarafındadır. Münafık da haliyle üstün olan tarafı tutacaktır. Münafık bu konuda „oynak“tır; sabit ve kararlı değildir. Meselâ Peygamberimiz zamanında, Müslümanlar üstün durumda oldukları zaman „biz de sizinle beraber değil miy¬dik?“ demişlerdi. Kafirler galip durumda oldukları zaman da onlara „biz size üstünlük sağlamadık mı?“ iddiasında bulunmuşlardı.

 

İşte bu şekilde münafıklar, çıkarlara ortak olmanın yolu¬nu ararlar, hemen ganimete konmak isterler. Savaştan geri kalır, ama ganimet dağılırken herkesten önce davranırlar. Rivayet edildiğine göre: Medine’de Yahudi din adamları bulundukları meclislerde Kur’ân’dan inkar ve alay yollu bah¬sederler; münafıklar da onlarla beraber bulunur, konuşulan¬ları dinlerlerdi.

 

İnkâra ve istihzaya ortak olurlardı. Bundan dolayı mü’minlere, orada durup onları dinlememeleri şayet dinlerlerse aynen onlar gibi olacakları bildirilmişti. Daha önce bir münasebetle zikrettiğimiz; ezanı işittikleri zaman Peygamberin yanma gelerek, „Ey Muhammed! sen bir şey icad ettin ki, onun misli geçmişte işitilmedi, senden önce¬ki ümmetlerden böyle bir şey duyulmadı!“ diyen kafirlerin içinde münafıklar da vardır. İşte onlar ki, „Sen peygamberlik iddiasındasın, fakat önceki peygamberlere muhalefet ediyor¬sun; şayet o işte hayır olsaydı, onu önceki peygamberler de uygulardı…“ diyor ve ezan sesini kastederek, „deve sesleri gi¬bi… ne çirkin sesler!“ şeklindeki hezeyanlar ile sözlerini sürdürüyorlardı. İşte münafıklar, bu gibi işlerde kafirlere eşlik ve ortaklık ediyorlardı.

 

Kısaca, münafıklar iki sürü arasında şaşkın ve mütered¬dit gidip gelen koyun gibi olsalar da kalpleri ve faaliyetleriy¬le daima kafirlerin tarafını tercih etmişlerdir. Daha önce de belirtildiği üzere, sonraki dönemlerde ve halen, o yapıda münafıklar mevcut değildir ama, müslümanlığı kendi kısır anlayışlarına uygun olarak kabullenen ve bir „taraf tutma“ söz konusu olduğunda, düşüncesi, tercihi ve takdiri ile kafirlerin tarafına meyleden insan kalabalıkları günümüzde de mevcuttur.

 

Günümüz lisanıyla İster aydın kesimden ister halk tabakasından olsun, işte bu şekilde, faaliyetleri, amelleri ve tutumları, münafıklarınkine benzeyen bu basiretsiz kalabalıkların kimliklerini belir¬lemek, inanç durumlarını tespit etmek, artık zor olmasa ge¬rektir. Artık onlar hakkında verilecek hüküm; benzedikleri, beğendeikleri ve yollarını destekledikleri güruhlar hakkında¬ki hükümden başkası olmayacaktır. Allah’ın Resulü (sav) ve sahabe Tebük seferine hazırlanırken münafıklar gizli toplantılarında onlarla alay edici tarzda ko¬nuşmalar yapıyorlardı. Mesela bir toplantıda içlerinden biri şöyle dedi: „Ey müslümanlar, sizler Romalıları Araplar gibi mi sanıyorsunuz? Yakında kendinizi bu „cesur“ adamların ipleriyle bağlı bir halde göreceksiniz!“

 

Başka biri şöyle konuştu: „Bu bağlar her birinin vücudu¬nu sardıktan sonra, yüz defa da sopa yeseler ne iyi olur, değil mi?“ Bir başkası, Hz. Peygamber’in sefer hazırlığını kastede¬rek: „Şu adama ve yaptığı hazırlıklara bir bakın! Suriye’deki ve Roma İmparatorluğun daki kaleleri fethedecekmiş! Hey¬hat, heyhat!..“ diyordu. Yine Tebük seferi sırasında Hz. Peygamberin develerin¬den biri kaybolmuştu. Mü’minler onu aramaya çıktıklarında münafıkların bu olayı alaya alıp birbirlerine şöyle diyerek eğlendikleri rivayet edilir: „Şu adamın peygamberliğine ba¬kın! Gökten haberler alıyor, fakat devesinin nerede olduğunu bilmiyor.“

 

Fakir bir müslüman, ailesinin ihtiyaçlarından fedakarlık yaparak ayırdığı az bir miktardaki sadakayı îslâmî harekete yardım olarak getirdiğinde münafıklar alay ederek: „Şuna bakın hele, işte Roma İmparatorluğunun kalelerini fethetme¬ye yarayacak para!..“ diyorlardı. Zenginler yardım ettiği za¬man da, „bunlar mürâidir“ diyorlardı. Uhut savaşına münafıklardan da katılan olmuştu. Peygamber efendimizin öldürüldüğü şeklinde bir şayia duyulunca; „Ab¬dullah b. Ubey’e gidelim ve bizim için Ebu Sufyan’dan eman dilemesini rica edelim!“ demeye başladılar. Yani, müslümanların yanında savaştığımız için, affedilmemizi isteyelim… de¬mek istediler.

 

Daha küstah olanlar ise: „Eğer Muhammed gerçek bir peygamber olsaydı öldürülmez di; atalarımızın di¬nine dönsek daha iyi olur… diyecek kadar ileri gittiler. Azılı münafıklardan Nebtel b. Haris, Resulüllah’ın, „Şeytan’a bakmak isteyen Nebtel’e baksın“ dediği şahıstır. İşte bu Nebtel, Resulüllah’a gelip onunla konuşur, onu dinler, sonra da münafıkların yanına giderek gıyabında Resulüllah ile alay eder ve onun hakkında şöyle derdi: „Muhammed, sadece her söyleneni dinleyen bir „kulak“tır.

 

Kim ona ne derse onu doğrular.“ Bunun üzerine indiği rivayet edilen Tevbe suresi ayet.61.de Rabbimiz mealen şöyle buyurmaktadır: ***Yine onların içinde öyleleri vardır ki, Peygamber’i incitiyorlar ve „O her söyleneni dinleyen bir kulaktır.“ diyorlar. De ki; „Sizin için bir hayır kulağıdır. Allah’a inanır, müminlere inanır, ayrıca sizden iman edenlere de bir rahmettir“. Allah’ın Resulünü incitenlere acıklı bir azap vardır…*** Münafıklar insanlara fenalığı emreder, iyilikten de alıkorlar. Yani insanlar içinde küfür ve isyanın yayılması için çalışır, iman ve itaattan nehyederler.

 

Eğer bir kimse fena olan bir şeyi yapmaya niyetlenirse, münafıklar tüm sempatilerini; tavsiye, teşvik, iyi dilek, övgü ve onaylarını böyle bir kimseye tahsis ederler. Bu kötülüğün işlenmesinde elbirliği yaparlar; başkalarını da bunda rol al¬maya ikna ederler. Ayrıca cimri olsun, cömert olsun, hiçbir münafık hayırlı bir gaye için harcama yapmaz. Münafıklar, fesat ehlidirler; ama bu fesatlarını salih amel gibi göstermeye çalışırlar. Aslında fesat, itidal ve istikametten ayrılmak, „doğru“ olanı yok etmek demektir. Ancak münafıkların fesadı, küfür ya da nifak anlamındadır.

Çalışmaları, küfür ve isyanı yaymaya yönelik olduğu hal¬de „biz ıslah edicileriz!“ diyerek, yaptıkları ifsadı, inkar ile örtmek isterler. Çünkü bunlar hakkı seçmek istemediklerin¬den, bozmayı düzeltmek sanırlar. Yeryüzünün fesadı demek, Allah kullarının hallerini bozan, gerek dünya gerek âhiret iş¬lerini çığırından çıkaran fitneler demektir; ifsad da bunlara sebep olacak şeyleri ihdas etmektir. İleri teknolojiye, aldatıcı refaha ve mutluluk sanılan gaf¬letle sürüp giden hayata rağmen, bugün dünyanın bir fesat, maddi manevî bir çürüme, insanla beraber eşyanın ve mad¬denin taiatını dahi değiştirici bir anarşi içinde olduğu acı bir gerçektir.

 

Bütün bunların sebebi, küfür ve nifak imparatorluğunun, hayatı fitne ve fesat üzerine ayarlamış olması¬dır. Çünkü, kim yeryüzünde Allah’a asî oluyorsa yahut O’na isyanı emrediyor, itaatten alıkoyuyorsa işte o, yeryüzünde fe¬sat çıkarıyor demektir. Zira İnsanlığın kurtuluşu sadece ALLAH Celle şanuhuya itaattan geçer inancındayız… Bu itaat olmadan, Allah’ın ahkamına boyun eğil¬meden, insanlığın felahı düşünülemez.

 

Münafıklar yani küfür ve nifak kodamanları, kendi düşünceleri ve sis¬temleri ve hayat tarzları gibi, toplumların düşünce, inanç ve hayatlarını da aynı isyan, aynı tuğyan ve aynı küfran temeli¬ne dayalı hale getirmişlerdir. İsyankarların, tuğyankârların, özellikle münafıklık mas¬kesini takmış elebaşıların toplumlara yön verme, teşri ve icra mevkilerinde bulundukları zaman zararlarının, fitneleri¬nin ve fesatlarının kat kat artacağı da şüphesizdir.

 

Rabbimiz münafıkları hedef aldığı Muhammed suresi ayet.22.de mealen şöyle buyurmaktadır:*** Demek siz iş başına gelecek olursanız yeryüzünde bozgunculuk çıkaracaksınız ve akrabalık bağlarınızı koparacaksınız öyle mi…*** İçinde bulunduumuz durum, işte bu fesadın, yeryüzünü bütünüyle kapladığının resmidir diyebiliriz… remzidir. Başka bir deyişle, mevcut durum fesa¬dın umumîleşmesi, kökleşmesi, sistemleşmesi ve kurumlaş¬mış olmasının bilfiil günümüzde sergilenmesidir. Asrı saadette münafıklara iman teklif edildiğinde, „biz de o beyinsizlerin iman ettiği gibi iman mı edelim?“ derlerdi. Kendilerini akıllı, mü’minleri sefîh sayarlardı.

 

Zamanımızdaki takipçilerin sözleri de pek farklı değil ağızları açılında müsbet ilim diye başlayarak çektikleri nutuk aynen dedelerinin taktiği gibidir…Hatta genç ve körpe beyinleri yıkama maharetleri daha da dehşet vericidir diyebiliriz… Münafıklar bu tutumlarıyla, kendi iman esaslarından bi¬ri olan insan hakları ilkesinin gereğine, eşitlik ilkesine bile razı olmazlar; kendilerini üstün, imtiyazlı, bilgiç, aydın ve akıllı kabul ederler. Onlar bu itikadlarıyla insanları aşağılı¬yor ve özellikle mü’minleri ibadetleriyle alay ederler…

 

Kendilerinin özel ve başka bir inançları olduğunu, ve ol¬ması gerektiğini ima etmek istiyorlar. Onların nazarında müslümanlar aşağı ve düşük bir sınıftır. Gerçek şu ki, münafıkların, mü’minler topluluğunu de¬ğerlendirmede kendilerine has bir anlayışları vardır. Bu anlayış, İslâmî imanın sadece cahil avam tabakası için gerekli olduğu şeklinde ifade edilebilir. İşte bunun için, kafirlerle beraber yaşamak imkanını gördükleri zaman imanın lakırdısını bile etmezler, mü’minlerle beraber yaşamak zorunda kaldıkları zaman da imandan, Allah, Peygamber, kitap ve mukaddes değerlere vurgu yaparlar…

 

Münafıkların çok tehlikeli bir tutumları daha vardır ki o da, İslâmiyeti ancak kendilerini tehlikeye sokmayacak derecede kaldığı müddetçe, ona hoşgörü ile bakmalarıdır. Münafıklar, hidâyet karşılığında dalaleti satın almışlar¬dır; fakat bu alışveriş onlara kazanç sağlamamıştır. Münafıklar, Allah’ın gazabına sebep olan şeylerin ardınca gider, yine O’nun razı olacağı şeyleri de kötü görürler. Münafıklar birbirlerin dendir. Kötülüğü emreder, iyilik¬ten de alıkorlar. Toplum içinde küfrün, isyanın, fesadın fış¬kın yayılması için çalışırlar. (İnsan ve toplum.Ekrem İmamoğlu.)

 

Kardeşlerim…İtiraf etmeliyim ki; bu günkü hazırlıımın sebebi son zamanlardaki akademisyenlerin Dini ve ilmi meselelerde medyadaki olumsuz söz, yazı ve İfadeleridir. Birtakım sıfatı kalabalık akademisyenler dini meselelerde hemen her konuyu tartışmaya açıp fikir ayrılığına düşüp, üstelik bunları bir de halkın önünde medyada tartışmaları toplumda olumsuz etki doğurmaktadır. Ayrıca sadece kendi aralarında değil, 14 asırlık birikimi beğenmeyip baş tacı âlimlerle zıtlaşmaları vahim, daha kafa karıştırıcı İslam alimlerimizin inandırıcılıklarını sorgulayan kaybettirmeye yönelik çalışmaların içine girmektedirler maalesef…

 

Zamanımıza kadar olan İslam’ın birikimini İlmi kendinden menkul bazı akademisyenler, Müslüman toplumun gözü önünde Ehli sünnet alimlerini küçümsemekte, yalanlamakta, kendilerinin daha doğru olduğunu söylemektedirler. Sözünü ettiğimiz medyatik kişiler adeta bu birikimi berhava etmektedirler. Sanki zamanımıza kadar isabetli görüş açıklayan, İslam’ı doğru anlayan âlim yoktur da bunlar onlardan daha çok bilgi sahibidirler havasını vermektedirler.

Bu kalabalık sıfatlı cahiller topluluğu; Önce hadisleri reddettiler, *SADECE KUR’AN* dediler. Şimdi ise sıra Kur’an’a geldi. Artık Rabbimin kitabını haşa sorgulamaya başladılar. Yalnız bu nevzuhur kişilerin hepsi aynı şeyi söylememekte, her biri diğerinden farklı görüşleri dillendirmekte ve ayrı telden çalmaktadırlar. Kısacası bunlar birbirleriyle de dehşetli tartışmalara girmektedir. Birinin ak dediğine diğeri kara demektedir.

 

Üstelik bunu televizyon kanallarında, İnternet ortamlarında değişik iletişim araçları kanalıyla ve başka medya organlarında ama herkesin gözü önünde yapmaktadırlar. Yıllardır ortak nokta bulunmuş, tartışma yapılma durumu geçilmiş konuları yeniden ısıtıp gündeme getirmektedirler. Belki ilim sahibi insanların aralarında konuşacakları ayrıntı sayılabilecek hususları açıkta tartışmaktalar. Böyle olunca da halkın Ehli sünnet alimlerine karşı itimadı yok etme çabaları gayretleri ve Toplumdaki bilgi, kirliliği kafa karışıklığı her geçen gün artmaktadır.

 

Özellikle İslamı yeni yeni öğrenme aşamasında olan gençlerimiz din hususunda neyin doğru, nelerin yanlış olduğu hususunda şüphelere düşürülmektedirler. Daha işin başında DİN kavramı diye neye sarılacaklarını bilememekte, İslam’dan soğumaktadırlar. Daha önce böyle kendini televizyon yıldızı zanneden tipler vardı. Kimi öbür âlemi boyladı, kimi zındıklar da yaşayan ölü durumunda.

Son zamanlarda medyaya da yansıyan istatistiklere göre; maalesef ülkemizde ateist ve deist oranlarında belirgin artış olduğu ifade edilmektedir. Asırlardır İslam dinine gönülden ve samimiyetle hizmet edenlerin emeğini, deneyimini, tecrübesini ve birikimini reddeden kalabalık sıfatlı akademisyenler toplulugu bilgi kirliliğinin ve kafa karışıklıının en belirgin sorumlularıdır. Rabbim bizleri bu tiplerin şerrinden muhafaza eylesin… Ehli sünnet baglılarınınn sayılarıını artırsın inşaallah…

 

Kardeşlerim… Velhasılı kelâm Münafıklar kuzu postuna bürünmüş kurtlardır. Konumuzu Buhari’de rivayet edilen bir Hadisi şerif ile bağlayalım inşaallah: Peygamber efendimiz (sav) mealen şöyle buyurmaktadır: **“Dört huy vardır ki bunlar kimde bulunursa o kişi tam münâfık olur. Kimde de bu huylardan biri bulunursa, onu terkedinceye kadar o kişide münâfıklıktan bir sıfat buulunmuş olur: Bunlar: Kendisine bir şey emânet edildiği zaman ona ihanet eder. Konuştuğunda yalan söyler. Söz verince sözünden döner. Düşmanlıkta haddi aşar, haksızlık yapar…**

 

Allahım yalnız sana İman eder, yalnız senden yardım bekleriz. Bizleri öğrendiimiz ilimleri güzelce hayatımıza tatbik edenlerden eyle. Bizleri özü sözü doğru ola kulların zümresinden olmayı nasib eyle. Bizleri emaneti hakkınca koruyanlardan eyle. Bizleri sadece hak ve hakikati terennüm edenlerden eyle. Bizleri Münafıkları şerrinden muhafaza eyle…Bizleri Ehli sünnet vel cemaat itikadında sağlam duranlardan eyle. Bizleri senin dosdoğru yolun olan SIRATI MÜSTAKİM’DEN ayırma…Sen her şeylere kadirsin Allahım…Amin…

 

 

Sermedkadir…LU…11.01.2019…

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht.