CASİYE  SURESİ  VE  ŞERİAT  KAVRAMI  ÜZERİNE  NOTLAR…

Adını 28. âyetinde geçen “Câsiye” kelimesinden almış olan  bu  sure, Mekke’de Duhân sûresinden sonra nâzil olmuştur. Âyetlerinin sayısı 36 dır. Sûrede Mekke kâfirleri ve kıyamete kadar gelecek kâfirlerin Kur’an konusunda, İslâm konusunda, tevhid inancı konusundaki tereddüt ve şüpheleri, kuşkuları son derece net ve açık, akıl erdirici delillerle cevaplandıran  bir  suredir. İlk  ayetlerde, kâfirlerin bu Allah kitabına karşı takındıkları vurdumduymaz tavırları eleştirilerek, bu tavırlarının sonucuna katlanmak zorunda oldukları vurgulanır.

 

Peygamber aleyhisselâmın getirdiği tevhid akidesine kâinattaki Allah âyetlerinden deliller getirilir. Bu kâinatta Allah’ın yaratıp serpiştirdiği hangi âyetine bakarsanız bakın mutlaka peygamberin ısrarla gündeme getirdiği tevhid inancıyla örtüştüğünü, her şeyin onu haykırdığı  gözler  önüne  serilir.

 

 

Ömer Nasuhi Bilmen  Rahmetli  diyor ki: Bu mübarek ayetler, Kur’an-ı Kerim’in yüceliğine dikkatleri çekiyor. Dış ve iç âlemdeki çeşitli yaratılış eserlerinin Allah’ın zatına ve Rabbani Yüceliğine âid ne kadar parlak birer delil ve birer mükemmel ibret ve uyanma vesilesi olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ha, Mim.) Bundan maksat, ne olduğunu Allah’ın ilmine havale ederiz.   (Kitabın indirilişi) Yani: İnsanlık için bir hidayet rehberi olan bütün hayır ve fazileti toplayan bütün Kur’an-ı Kerim’in veyahut onun bir kısmını teşkil eden bu Hâ, Mim sûre-i celllesinin Hz. Peygamber’e vahyen bildirilmiş olması (aziz, hâkim olan Allah’tandır.)

 

 

Evet.. O mukaddes kitap, her şeye galip, kaadir olan, bütün mahlûkatın hakkındaki emirleri, düzenlemeleri birer hikmet ve faydaya dayanan Kâinatın Yaratıcısı Allah tarafından son Peygamber’e ihsan buyurulmuştur. O Ezelî Yaratıcımızın aziz ve hâkim olduğuna ise bütün yaratılış eserleri, bütün maddî ve ruhanî varlıklar şahadet edip durmaktadır… Evet.. (Şüphe yok ki) Yüce Allah’ın kudret eseri olan (göklerde) o yüksek âlemlerde, onlarda parlayan bir nice varlıklarda (ve yerde) insanlığın ikâmetgâhı olan yer sahasında fâideli madenleri, kaynakları içinde saklayan bu yer kürede (mü’minler için elbette ibretler vardır.)

 

O mümin zatlar, göklere ve yere baktıkça Kâinatın Yaratıcısının varlığına, kudret ve hikmetine âid dış âlemle ilgili milyonlarca delilleri gözlerinin önünde parlamakta bulmuş olurlar.  (Ve) Ey insanlar!, (sizin) Allah’ın kudretiyle (yaradılışınızda) bir nice kuvvetler ile donatılmış olarak vücuda getirilmiş olmanızda (ve) yine Yüce Yaratıcı’nın yer yüzünde (yaydığı her bir canlı şeyde) çeşit çeşit hayvanların yaradılışında (yakınen bilip inanan bir kavim için) îmanları pek kuvvetli olup eşyanın hakikatIarını olduğu gibi takdire kabiliyetli olan bir insan topluluğu için (ibretler vardır.) bütün bu varlıklar, o mümtaz zâtların nazarlarında birer açık delildir, Allah’ın birliği hakkında birer parlak kanıttır. Artık onların kalblerinde şek ve şüpheden bir eser yoktur.

 

İşte gördüğümüz bu varlıklar da, Cenab-ı Hak’kın birliğine, kudret ve yaratıcılığına âid iç âlemdeki delillerden ibarettir. (Ve gece ile gündüzün değişmesinde) Işıklı olup olmamalarında birbirini tâkib edip durmalarında, müddetlerinin çoğalıp azalmasında, vücuda gelmelerindeki gayelerde (ve Allah’ın gökten bir rızk) yâni: Vakit vakit yağmur (indirip onunla yeri ölümünden) kuruyup büyüyüp gelişmeden mahrum kaldıkları (sonra diriltmesinde) yeniden bitirme kuvvetine nail buyurmasında (Ve rüzgârları bir taraftan diğer bir tarafa döndürmesinde de vakit vakit) doğuya, batıya ve kuzeye, güneye doğru Yönlendirilmesinde de (akıllıca düşünen bir kavim için ibretler vardır.)

 

Bütün bu çeşitli, muhtelif hâdiseler, bir hikmet sahibi Yaratıcı’nın varlığına açık birer delildir, gafletten kurtulan, akıllıca düşünen cemaatler elbette bunu takdir ederler, bu ibret levhalarından bir ibret dersi alarak Allah’ın birliğini tasdikte bulunmuş olurlar. Velhâsıl: Yaratılış kabiliyetlerini zayi etmeyen insanlar, îmandan, Allah’ın dinine bağlanmaktan ayrılmazlar, kendilerinde ilm ve irfan artıp da bu Kâinatın yaradılışını, bunların nasıl birer yaratılış hârikası olduklarını düşününce de îmanları fevkalâde kuvvet bularak ilmülyakin (kesin bilgi) derecesinden aynelyakin (mahiyetini kavrama) mertebesine yükselmiş olurlar,

 

bu âlemdeki muhtelif hâdiseleri ve onların gayelerini ve birbirini ne kadar muntazam bir surette tâkib edip durduklarını düşündükçe de aklî kuvvetleri gelişmiş, Kâinatın Yaratıcısının ne kadar muazzam bir kudrete, hikmete sahip ve ortak ve benzerden uzak olduğunu pek güzelce anlamış bulunurlar. Ne büyük bir muvaffakiyet… Bu mübarek âyetler de Kur’an-ı Kerim’in yüksek mertebesine ve O’nun üstünde hakikate dayalı başka bir söz bulunamayacağına işaret buyuruyor.

 

O Kur’an-ı Kerim’in âyetlerine karşı inkarcı ve kibirli vaziyet alanların şiddetli bir azaba uğrayacaklarını ihtar ediyor. O inkarcıları cehennem azabının tâkib edeceğini ve onların hiçbir kazançlarından ve hiçbir kimseden bir fâide göremeyeceklerini haber veriyor. Ve bir hidâyet vesilesi olan Kur’an-ı Kerîm’i inkâr edenleri pek müthiş bir azap ile tehdit buyurmaktadır. Şöyle ki: (İşte bunlar) Bu okunan Kur’an âyetleri (Allah’ın âyetleridir.) o Kerem Sahibi mâbud’un insanlığı ilâhî dine davet için göndermiş olduğu mübarek âyetlerdir, (bunları)

 

Bu âyetleri ey Son Peygamber!, (sana hakkıyla okuyoruz) hak ve hakikati içermiş olmak üzere sana vahyetmiş bulunuyoruz, bütün bu beyanat, hakka ve hikmete birer tercümandır, (artık) İlâhî dine davet edilen kâfirler (Allah’tan ve O’nun âyetlerinden sonra) yâni: Resûl-i Ekrem’in Allah Teâlâ nâmına tebliğ ettiği dinî emirlerden, delillerden sonra (hangi bir söze inanırlar?.) öyle hakikatin tâ kendisi olan, en açık bir uluhiyet delili bulunan Kur’an’a, peygamberin tebliğlerine inanmayanlar, hiçbir doğru söze inanmazlar, onlar gerçek dışı olan şeylere inanırlar, öyle bir cehalet eseri göstermiş olurlar…(Ömer.Nasuhi Bilmen)

 

Casiye  suresini  anlamaya  ve  anlatmaya  gayret  ediyoruz. Casiye suresinin bundan sonraki âyetlerinde insanların akıllarını erdirmek için sorular sorulmaktadır. Bunları kim yaratmıştır? Bu kâinatı ve içindeki bunca varlığı Allah mı yaratmıştır, yoksa sizin şu Allah berisinde kendilerinde güç, kuvvet, yetki gördüğünün ilahlarınız mı yaratmıştır? Unutmayın ki kulluk yaratıcının hakkıdır. Ulûhiyet ve rubûbiyet yaratana aittir. Yaratıcı olmayan, hattâ bırakın bir şey yaratmayı, kendilerini bile yaratmaktan âciz olan varlıklar asla rab ve ilâh olamazlar, Hakim ve egemen olamazlar, kulluk programı belirleyemezler mesajı verilmektedir.

 

 

 

Seyyid  Kutub  tefsirinde  bu  ayetleri  izah  ederken  diyor ki: „Her yalancı, günah yüklü kimsenin vay haline.“ `Vay haline‘ demek yok olsun demektir. Ayette geçen „effak“ ise, yalan söylemeyi alışkanlık haline getiren kaşarlanmış yalancı demektir. „Esim“ de; fazlasıyla günahla içli dışlı olan günahkâr demektir. Tehdit bu niteliklerinin tümünü kapsıyor. Bu, caydırıcı, karşı konulmaz, yokeden, kırıp geçiren güce sahip olan yüce Allah’tan gelen bir tehdittir. Onun va’di de, tehdidi de, uyarısı da doğrudur. Bu yüzden tehdit korkutucudur, dehşet vericidir, ürkütücüdür.

 

Bu, kaşarlanmış yalancı günahkârın yalanının ve günahının belirtisi; batılda ısrar etmesi, hakka karşı büyüklük taslaması, Allah’ın ayetleri önünde boyun eğmeye tenezzül etmemesi, Allah karşısında ona yaraşır bir edep tavrı takınmamasıdır. „Allah’ın ayetlerinin kendilerine okunduğunu işitir de sonra büyüklük taslayarak sanki onları hiç işitmemiş gibi küfründe direnir.“ Bu çirkin tablo, gerçi Mekke’deki bir grup müşrikin tablosudur ama, her cahiliye toplumunda yinelenen bir olgudur. Bugün de yarın da görülecektir. Hatta müslüman olduklarını ileri süren bazı insanlar da kendilerine okunan Allah’ın ayetlerini dinledikleri halde duymamış gibi büyüklük taslayarak kendi batıl tutumlarını sürdürürler.

 

Çünkü bu ayetler arzusuna uymaz, öteden beri alışageldiği gelenekleri ile uyuşmaz, yanlış düşüncesine destek olmaz, kötülüğünü onaylamaz, amacına uygun düşmez. „Onu, acı bir azapla müjdele.“ Aslında müjde iyilik içindir. Ama burada alay etme amacı ile kullanılıyor bu ifade. Mademki uyarıya kulak vermiyor, şu halde beklenen felaket uyarısı bir müjde biçiminde duyurulsun. Bu da, onu daha çok aşağılamak, daha fazla alay etmek için kullanılıyor. „Ayetlerimizden bir şey öğrendiği zaman onunla alay eder.“ Ayetlerimizi öğrenip nereden kaynaklandıklarını bildikten sonra onlarla alay eder. Bu, sorumluluğu daha ağır, özü itibariyle daha çirkin bir davranıştır.

 

Bu tablo ilk ve son cahiliye toplumlarında sık sık rastlanan bir tablodur. Aralarında müslüman oldukları söylenenler de olmak üzere nice insan öğrendikleri Allah’ın ayetleri ile alay ederler, onları, onlara inananları ve insanların, hayatının sorunlarını onlara başvurarak çözmeye çalışanları alaya alırlar: „İşte böyleleri için alçaltıcı azap vardır.“ Onların Allah’ın ayetleri olduğunu bildiği halde onlarla alay edenlerin bu davranışlarına uygun karşılık aşağılayıcı, onur kırıcı azaptır.

 

Bu azap bir süre sonra gerçekleşecekse de yakındır, hazırdır. Özü itibariyle her zaman mevcuttur: „Cehennem onların peşindedir.“ Burada „peşindedir“ kelimesinin anlamından çok, verdiği hava kast olunuyor. Verdiği hava ise şudur: Onlar cehennemi göremiyorlar çünkü peşlerinden geliyor. Ondan sakındırmıyorlar çünkü farkında değildirler. Ancak cehennemden kurtulamayacaklar, kesinlikle içine düşecekler. „Kazandıkları şeyler de, Allah’ı bırakıp edindikleri dostlar da onlara hiç bir fayda vermez:‘ İşledikleri ameller veya kazandıkları mallar onlara bir fayda vermez.

 

Şayet amelleri yapıcı ise boşa gidecekler ve ellerinde birşey kalmayacak. Çünkü onların bu yapıcı amelleri iman temeline dayanmıyor. Kazandıkları mallar yok olacak ve geride yararlanabilecekleri birşey kalmayacaktır. Allah’ı bir yana bırakıp edindikleri dostlar -düzmece tanrılar veya yardımcılar yahut askerler ya da arkadaşlar- onlara yardım edemeyecek, kurtulmaları için aracılık yapamayacaklar. „Onlar için büyük bir azap vardır:‘ Aşağılayıcı olmanın yanısıra büyüktür bu azap. Çünkü Allah’ın ayetlerini alaya alma iğrenç bir suçtur.

 

Aşağılanmayı gerektiriyor. Büyük bir suçtur, aynı oranda büyük bir azabı gerektiriyor. Allah’ın ayetlerini alaya almanın, onlara engel olmanın ve onlara karşı büyüklenmenin ele alındığı bu bölüm, Allah’ın ayetlerinin gerçek mahiyetine ve u gerçeği inkar edenlerin çarpıtılacakları cezaya ilişkin genel bir açıklama ile son buluyor: İşte doğru yolu gösteren bu Kur’an’dır. Rabblerinin ayetlerini tanımayanlar için çok kötü, acı bir azap vardır.Bu Kur’an’ın gerçek mahiyeti; yol göstericiliktir. Saf ve berrak bir yol göstericilik…

 

Sapıklık bulaşmamış salt bir hidayet. Bundan sonra gerçek mahiyeti bundan ibaret olan bu ayetleri inkar eden birisi en acıklı azabı hakkeder. İfadedeki vurgu azabın şiddetini ve acıklılığını somutlaştırmaktadır. Çünkü ifadede eden „Ricz“ kelimesi şiddetli azap demektir. Onların tehdit edildikleri azap şiddetli ve elem verici bir azaptır. Tekrar üstüne tekrar, vurgu üstüne vurgu. Saf, berrak ve açık hidayeti, yol göstericiliği inkar edenlere yaraşır bir azap. Korkunç tehditten, ürkütücü azaptan sonra surenin akışı dönüyor ve şefkatle kalplerini okşuyor; yüce Allah’ın uçsuz bucaksız evrende kendilerinin hizmetine sunduğu nimetleri hatırlatıyor:

 

Allah emri gereğince denizde yüzmek üzere gemileri, lütfedip verdiği rızkı aramanız için denizi buyruğunuz altına vermiştir. Belki artık şükredersiniz. Gökte olanları, yerde olanları, hepsini sizin buyruğunuz altına vermiştir. Doğrusu bunlarda, düşünen kimseler için dersler vardır. İnsan denen şu küçük yaratık, yüce Allah’ın gözetiminden büyük pay alıyor. Yüce Allah dehşet verici evrende yeralan tüm varlıkları onun hizmetine vermiş, değişik yönlerden onlardan yararlanmasını dilemiştir. Bu yararlanma evrene egemen olan yasalar sisteminin bir yönünü ortaya çıkarmakla mümkündür.

 

Kainat bu yasalara göre hareket eder ve kesinlikle onların dışına çıkmaz. Şayet evrene egemen olan yasalar sisteminin bir yönü ortaya çıkarılmasaydı insanoğlu sınırlı ve basit gücüyle evrenin dehşet verici güçlerinden yararlanamazdı. Hatta onunla birlikte yaşayamazdı. Şu ufak tefek yaratık, korkunç güçlerden, enerji kaynaklarından ağırlıklardan ve cisimlerden meydana gelen bu dev varlıkla birlikte hayatını sürdüremezdi. İşte bu korkunç enerji kaynaklarından biri de denizdir. Yüce Allah bu dev gücü insanın hizmetine sunmuş, onun yapısına ve özelliklerine ilişkin bazı sırları önüne açmıştır.

 

İnsanoğlu öğrendiği sırlardan biri sayesinde bu dehşet verici yaratığın üstünde yüzen gemiyi yapmıştır. Geminin içinde korkmadan denizin dağ gibi dalgalarının arasından süzülür gider. „Gemiler onun emri uyarınca denizde yüzsünler diye…“ Çünkü denizi bu niteliklere sahip olarak yaratan Allah’tır. O’dur geminin ana maddesini bu özellikte yaratan. Hava basıncını, rüzgarın hızını ve yer çekimini vareden O’dur. Geminin denizde yüzmesini sağlayan diğer özellikleri de O yaratmıştır.

 

İnsana bütün bunları göstermiş, onlardan yararlanmasına imkan hazırlamıştır. Bunun yanısıra insana denizden başka türlü de yararlanmasını göstermiştir: „Lütfedip verdiği rızkı aramanız için…“ Denizden çıkarılan ürünler, süs eşyaları gibi. Aynı şekilde ticaret, bilgi, deneyim, spor, turizm gibi Allah’ın lütfu sayesinde denizlerden yararlanılan daha nice rızıklar, güzellikler… Yüce Allah denizi ve gemiyi Allah’ın lütfedip verdiği rızıkları arasınlar; bahşettiği lütuflara ve nimetlere karşı, hizmetlerine sunduğu evrensel güçlere, gösterdiği evrensel sırlara karşı ona şükretsinler diye insanların hizmetine sunmuştur: „Belki artık şükredersiniz.“

 

Yüce Allah bu Kur’an aracılığı ile insan kalbini bu hakkın borcunu ödemeye, bu ufukla bağlantı kurmaya, kendisiyle evren arasındaki kaynak ve hedef birliğini kavramaya yöneltiyor. Onunla evrenin birlikte yöneldikleri hedefin Allah olduğunu bildiriyor. İnsanın yararına sunulan güç ve enerji kaynaklarından özel olarak denizden söz edildikten sonra ifade genelleştiriliyor, daha kapsamlı hale getiriliyor. Yüce Allah göklerde ve yerde -kendisine yardımcı olacak ve halifelik görevinin kapsamına giren- birçok güç ve enerji kaynaklarını insanın hizmetine sunmuş, sayısız nimetler ve iyilikler bahşetmiştir: „Gökte olanları, yerde olanları, hepsini sizin buyruğunuz altına vermiştir.“

 

Varlıklar aleminde bulunan herşey O’ndan gelmiş, O’na gidecektir; hepsini O varetmiştir, yönlendiren O’dur hepsini; onları insânların hizmetine sunan, kullanılır duruma getiren O’dur. Ama insan denen şu küçücük yaratık, Allah tarafından evrene egemen olan yasalar sisteminin bir yönünü öğrenmek, evrenin güç ve enerji kaynaklarını hizmetine almak, böylece gücünü ve enerjisini büyük ölçüde artırmak gibi özelliklerle donatılmıştır. Bütün bunlar yüce Allah’ın insana yönelik lütfudur. Bütün bunlarda düşünen, aklını kullanan, aklıyla ve kalbiyle bu güç ve enerjileri yönlendiren, onları idare eden sanatkâr elin uyarıcı dokunuşlarını izleyen kimseler için ayetler vardır, çıkarılacak dersler vardır:

 

„Doğrusu bunlarda düşünen kimseler için dersler vardır.“ Bir fikir, bir düşünce sırrını ortaya çıkardığı güç ve enerjileri aşıp bu güç ve enerjilerin kaynağına, bunlara egemen olan evrensel yasalar sistemine, bu yasalarla insanın öz yaratılışı arasındaki bağa yönelmedikçe doğru, derin ve kapsamlı bir düşünce olamaz. İşte bu bağ, insanın evrensel yasalar sistemi ile iletişim kurmasını, onları kavramasını kolaylaştırmıştır. Bu bağ olmasaydı, insanoğlu evrensel yasalar sistemi ile iletişim kuramayacak, onları kavrayamayacaktı.

 

Evrensel güç ve enerji kaynaklarını öğrenemeyecek, onlara hükmedemeyecek, hizmetine alamayacak, onlardan yararlanamayacaktı. Surenin akışı, insan kalbini varlık alemini kalbine bağlayan, ona gerçek gücün kaynağını; yani varlığın sırlarını ortaya çıkarmayı gösteren bu güçlü ifadeli bölüme ulaşınca gönülleri bu zengin, bu geniş kaynaklı iletişim kuramamış zayıf, zavallı kimseler karşısında müminleri yüceliğe, büyüklüğe, geniş ufukluluğa, hoşgörülülüğe, sabırlılığa davet ediyor. Aynı zamanda, Allah’ın yüceliğinin, sırlarının ve yasalarının somutlaştığı günlerinin farkında olmayıp güçlü, büyük ve parlak gerçekleri göremeyen düşkünlere acımalarını istiyor…(Seyyid Kutub)

 

Mevdudi Rahmetli Casiye  suresinin 14- 7  ayetleri  hakkında  diyor ki: „Allah’ın günlerinin geleceğini ummayanlar“ ifadesinde geçen „eyyam“ (günler) kelimesi, Araplar tarafından önemli (tarihi) günlere atfen kullanılıyordu. Sözgelimi „Eyyamul-Arab“ (Arab’ın günleri) ifadesi, Araplar tarafından kendi tarihlerinde asırlardır hafızalarda kalan önemli hadiseler ve meşhur savaşlar için kullanılır.
Aynı şekilde yukarıdaki ayette de „Eyyamullah“ ifadesi kullanılmak suretiyle bir toplumun vuku bulan feci akibeti, yani Allah’ın gazabı sonucunda helak olduğu günler hatırlatılmaktadır.

 

„Allah’ın günlerinin geleceğini ummazlar“, yani Allah’dan kötü günlerin gelmeyeceğini düşünür, dolayısıyla hiç korkmazlar ve gaflet içinde yaşarlar. Bu yüzden de zulüm ve haksızlık yapmaktan çekinmezler. Müfessirler, bu ayete iki şekilde anlam vermişlerdir ve ayet bu her iki anlama da gelebilir. Birincisi, „Mü’minler, Allah’ın kendilerini daha fazla mükafatlandırması için, onların zulümlerine sabretsinler“, İkincisi, „Mü’minler kafirlerden intikam almasın ve intikam almayı Allah’a bıraksınlar.“

 

Bazı müfessirler bu ayeti mensuh kabul etmişlerdir. Onlara göre bu emir müslümanlara savaşma izni gelmeden önce geçerliydi. Ancak ayette kullanılan ifadeyi dikkate alırsak, ayetin mensuh kabul edilmesinin gerekmeyeceği sonucuna varırız. Çünkü ayette „Tahammül etsinler“ denilmemiş „Sabretsinler, bağışlasınlar“ denilmiştir. Yani, intikam alma kudretinde olmalarına rağmen intikam almasınlar. Zira onlar intikamcı bir ahlaka sahip değillerdir. Görüldüğü gibi burada savaşıp savaşmamak sözkonusu edilmemiştir.

 

Elbette müslüman bir devlet, makul sebebleri varsa kafirlere savaş açabilir, ancak yukarıda zikredilen ayette, intikam almaktan vazgeçilmesinin ve bağışlama yolunun tutulmasının emrolunması genel şartlara mahsusen verilmiştir. Yani, müslümanlar, kafirlerin dillerinden, kalemlerinden veya herhangi bir vasıtayla yaptıkları suçlamalardan zarar görürlerse bu ahlaksız ve düşüncesiz insanların seviyelerine inmek suretiyle, kendi yüksek vasıflarına zarar vermesinler. Ve onların işini Allah’a bıraksınlar. Çünkü, müslümanlar bu işi kendileri yapmaya kalkışırlarsa, Allah da onları kendi halleriyle başbaşa bırakır.

 

Fakat müslümanlar kendilerine eziyet eden bu zalimlerin karşısında sabrettikleri takdirde, Allah o zalimlerin hesabını bizzat kendisi görür ve sabreden müslümanları mükafatlandırır. „Hüküm“ kelimesiyle üç husus kastolunmuştur: 1) Kitab’ın bilgisi, idrak ve feraset, 2) Kitab’a göre davranmanın hikmeti, 3) Muamelatta muhakeme yeteneği.Bu, İsrailoğulları’nın insanlar üzerinde daimi olarak üstün kılındığı anlamına gelmez.

 

Burada İsrailoğulları’nın o dönemde Allah’a hizmet için seçildikleri ve insanlara Hakkı tebliğ etmeleri için Kitab’ın taşıyıcıları oldukları anlatılmaktadır. (Tefhimul Kuran.Mevdudi.) Casiye  suresini anlamaya  ve  anlatmaya  gayret  ediyoruz. Rabbimiz ayet.18.de  mealen  şöyle  buyurmaktadır: *** Sonra da seni din konusunda bir şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy; bilmeyenlerin isteklerine uyma…*** İmam  Kurtubi  tefsirinde bu  ayetleri şöyle  izah  ediyor:  „Sonra Biz seni dinden bir şeriate sahib kıldık“ buyruğunda geçen „şeriat“ sözlükte mezheb (gidilen yol) ve din demektir. Su içmek isteyenle­rin gittikleri yola da „şeriat“ denilir. Çünkü maksada götüren yol odur. O halde şeriat Allah’ın kulları için din ularak teşri‘ buyurduğu şeyler (koyduğu yol)dur.

 

Çoğulu şerai‘ gelir. „Din­de şeriatler“ ise yüce Allah’ın kulları için açtığı yollardır. O halde: „Biz seni dinden bir şeriate sahib kıldık“ buyruğu Biz seni hakka götüren, din em­rinden apaçık bir yol üzere kıldık, demektir. îbn Abbas dedi ki: „Bir şeriate sahib kıldık“ din işinden apaçık bir hida­yet üzere kıldık, demektir. Katade dedi ki: Şeriat; emir, yasak, hadler ve farzlardır. Mukatil: Şeriat apa­çık delil demektir. Çünkü o hakka götüren yoldur. el-Kelbî, şeriatten kasıt sünnettir, demiştir. Çünkü Peygamber Efendimiz de (sav) kendisinden ön­ceki peygamberlerin yolunu izlemiştir.

 

İbn Zeyd: Şeriat dindir, çünkü din kurtuluşun yoludur, demiştir. Yüce Allah’ın indirmiş olduğu şeriatlerde tevhid, üstün ahlaki değerler ve maslahatlarda bir değişiklik yapmadığı, fakat her türlü eksiklikten münezzeh olan ilmine uygun olarak fer’i hususlarda aralarında farklılıklar indirmiş ol­duğu hususunda görüş ayrılığı yoktur…(Kurtubi tefsiri)  Evet  kardeşlerim, Şeriat; Kitap ve sünnetle ortaya konan hayat programının  adıdır. Şeriat, yeryüzünde Rabbimiz tarafından ortaya konmuş ve kulların tümünün tâbi olması gereken bir yol, bir sistemdir.

 

Çünkü bu yolu, bu sistemi, bu yaşam biçimini göklerde ve yerlerde yegâne hâkimiyet sahibi olan, göklerde ve yerlerde ne varsa hepsini yoktan var eden Allah koymuştur. İşte Rabbimiz, bilgisi, hikmeti ve hâkimiyeti gereği kulları için bir şeriat koymuş, bizim için bir yol tayin etmiştir. Daha önceki peygamberlere, Örneğin Nuh aleyhiselama, İbrahim Aleyhiselama, Mûsâ Aleyhiselama, ve Îsâ Aleyhiselama din olarak, şeriat olarak emrettiği şeyleri açıklayıp kanun yapmış belli  bir  şeriatla  göndermiştir Rabbimiz.

 

O peygamberlere ve onların toplumlarına yasa olarak belirlediği, yapın ve yapmayın buyurduğu şeyleri, sizin için de kanun yaptık, buyuruyor Rabbimiz. Bizden önceki toplumların ve peygamberlerin her birine yeni bir şeriat vermişti. Kendilerine yeni bir şeriat verilmeyen öteki peygamberler ise, bunların şeriatlarını tebliğle görevlendirilmiş peygamberlerdir. Kur’an’ı  kerimin  başka ayetlerinde de  okuyor  ve  görüyoruz ki; Rabbimiz tüm peygamberlerine kendilerine gönderdiği şerîatine uymalarını, sadece ona tâbi olmalarını, onu hayata hakim kılmalarını emretmiştir..

 

Ali Küçük Rahmetli  bu  ayet hakkında  şu  güzel  ifadeleri dile  getiriyor…   “Din bir hayat programı, bir yaşam biçimidir. Din, bir toplumun uymak zorunda olduğu kanunlar manzumesidir. Bu mânâda komünizm, kapitalizm, sosyalizm ve demokrasi de bir dindir. Bunlar, insanların ortaya attıkları bâtıl dinler ve sistemlerdir. Kâfirûn sûresindeki, “De ki, “ey kâfirler! Sizin dininiz sizin, benimki de benim olsun!” âyeti bunu anlatır. Rabbimiz önce “ey kâfirler!” dedi, sonra da “sizin dininiz sizin olsun,” dedi. Peki kâfirin dini var mıdır ki, Rabbimiz böyle buyurdu? Elbette dinsiz, yani kanunsuz, yolsuz, sistemsiz bir toplum düşünmek mümkün değildir.

 

Öyleyse bunun mânâsı, sizin kanunlarınız, sizin sisteminiz sizin olsun, benimki de benim olsun, demektir. Yine Yusuf sûresinde, “Kralın dinine göre kardeşini alıkoyması Yusuf’a yakışmazdı” âyet-i kerimesinde anlatılan kralın dininden maksat da, kralın sistemi ve o toplumda yürürlükte bulunan kralın ceza kanunlarıdır. Öyleyse Allah kanunlarını, Allah yasalarını, Allah’ın ceza kanunlarını uygulayan bir toplum Allah’ın dininde, başkalarının kanunlarını, başkalarının ceza yasalarını uygulayan toplum da kanunlarını uyguladığı kimselerin dinindedir. Zümer sûresindeki, “Dikkat edin, hâlis din, (katışıksız din) Allah’ın dinidir.” âyeti de bunu anlatır. Başkalarının dini de vardır, ama onlarınki katışıklı bir dindir.

 

Yâni hayatın bazı bölümlerine Allah, öteki bölümlerine de başkalarının kanunları karışır. “Allah katında gerçek din Allah’ın dinidir.” âyetinde de ifade edildiği gibi, hayatın tümüne karışan din, Allah’ın dinidir. Allah diyor ki, “dini ayağa kaldırın, dini ikame edin!” Yâni toplum hayatının her bir biriminde Allah’ın dini hakim olsun. Hukukta, ekonomide, siyasette, kılık-kıyafette, eğitimde ve hayatın her bir kademesinde Allah’ın arzuları hakim olsun.

 

Bundan anlıyoruz ki, Allah’ın dinini, Allah’ın bu şeriatını sadece yaşamak, onu başkalarına tebliğ etmek yetmemektedir. Ayrıca onu ayağa kaldırmak, toplumda o kuralları uygulamaya koymak zorundayız. Bir adam için, “O devletini kurmuştur, hükümetini ikame etmiştir” demek, o kişinin sadece kafasındaki devlet modelini çevresine an-lattığı ve halkın da onun kafasındaki bu hükümet modelini beğendiği anlamına gelmez. Ya ne anlama gelir?

 

O kişi bulunduğu ortamda kafasındaki hükümet modelini bütün kurumlarıyla işletmeye başlamış, o ülkedeki toplum da onun yasalarına tâbi olmuş, mahkemeler kurulmuş, idari kurumlar onun emrine bağlı olarak işlemeye başlamış demektir. İşte ikame bu anlamadır. Nitekim Rabbimiz: “Namazı ikame edin,” buyurur. Bu emirden sadece namaza çağrıda bulunmak ve onu insanlara tebliğ etmek anlaşılmaz. Bu emirden, namaz ortamı hazırlamak, namazın önündeki barikatları kaldırmak ve tüm mü’minlerin bütün şartlarına uygun bir biçimde namazı kılmaları ve toplumda uygulamaya başlamaları anlaşılır.

 

Öyleyse dinin ayağa kaldırılması da dinin tam anlamıyla toplumda uygulanmasını,toplumun her alanında dinin emirlerinin geçerli olmasını, dinin bütün kurumlarıyla birlikte yaşanmasını, hayatın her kademesinde hakim olmasını ve toplumun her probleminin dinin emirleri istikâmetinde çözümlenmesini sağlamak anlamına gelecektir. Bu âyet-i kerimeden peygamberlerin şu iki vazifeyle görevlendirildiklerini anlıyoruz: 1. Allah’ın dininin hakim olmadığı toplumlarda Allah’ın dinini hakim kılıp ayağa kaldırmak, 2. Eğer toplumda Allah’ın dini hakimse onu ayakta tutmaya devam etmektir.

 

Peygamber yolunun yolcusu olan bizler de işte bu iki görevle görevliyiz. Âyet-i kerimeden anlıyoruz ki, mutlak sûrette hayata hakim kılınsın, toplumun hayatında uygulanarak ayağa kaldırılsın diye Rabbimizin elçilerine ve onlar vasıtasıyla bize gönderdiği din, tüm peygamberlerde aynı dindir. Bu peygamberlerin şeriatlerinde farklılıklar olsa da, temelde dinleri aynı dindir. Bu dinin adı İslâm’dır, hepsinin adı Müslüman’dır ve hepsinin dini temelde aynı dindir. Rabbimiz, hepsine de bu dini hakim kılıp ayağa kaldırmayı emretmektedir.

 

Eğer bu dinin şeriatı, bu dinin yasaları, bu dinin emirleri hayata hakim kılınıp toplumun tüm problemleri onunla çözümlenecek hale getirilmezse, ya da insanlar bu dine inanır ama o dinin şeriatı reddedilecek olur, yani dine inanılacak ama onun hükümlerinin uygulanması reddedilecek olursa,

 

 

o zaman Allah korusun St. Paul’un şeriatsız bir din ortaya koyarak Hz. Îsâ’nın dinini ortadan kaldırdığı ve de Hz. Îsâ’nın ümmetini sonunda dinsiz bıraktığı gibi, bu din de, bu dinin mensupları da yok olup gidecektir. Şeriat, dinin hayatta uygulanma şeklidir. Hayatta uygulanmayan bir din de yok olmaya mahkum olacaktır.

 

 

Bu dinin mensupları olduklarını iddia eden Müslümanlar da sonunda bu dinin sadece vicdanlara hapsedilen, hayatta uygulanırlılığı olmayan bir takım kuru ahlâkî kurallar manzumesi olduğunu zannederek, hayatta uygulanan başka dinler, başka şeriatlar, başka sistemlerin varlığını kabul ederek dinleriyle ilgileri kalmayacaktır. İşin acısı, Müslümanlar olarak kendilerini izâfe ettikleri din de Allah’ın dini olmaktan çıkacaktır. Zira Allah âyet-i kerimesinde son derece açık bir biçimde şöyle buyurur: “Benim dinimi ikame edin, benim dinimi uygulayarak ayakta tutun.

 

Uyguladığınız, hayatınıza hakim olan din benim dinim olsun. Hayata geçirilmiş din, benim dinim olsun. Değilse sizler benim dinimde değil, başkalarının dinindesiniz demektir.” Bunun yanında, sadece Allah’ın belirlediği yasalara şeriat denmez, Allah’tan başkalarının yasalarına da şeriat denir. İnsanlar kendilerine Allah’la beraber, ya da Allah berisinde Allah’ın kendilerine izin vermediği konularda onlara din koyacak, şeriat belirleyecek ortaklar mı bulmuşlar? Onların Allah berisinde, Allah’ın dışında hüküm, kanun koymada, din, hayat programı belirlemede, şe-riat va’z etmede Allah’a ortak kabul ettikleri bir kısım varlıklar mı vardır ki, onların koydukları kanunlara itaat etmeye çalışıyor, onların belirledikleri yasaları uygulamaya çalışıyorlar?

 

Allah’tan başka onların Allah’a ortak koştukları bir kısım şerikleri, şürekâları mı vardır ki, onların ortaya attıkları akidelere, nazariyelere iman ederek onlara riâyet etmeye çalışıyorlar? İnsanların böyle din koyan, yasa belirleyen şerikleri mi var ki, kişisel ve toplumsal hayatlarını düzenlemede onların dinlerine, onların şeriatlerine, yasalarına müracaat ediyorlar? Hukukta, eğitimde, siyasette, yönetimde, mahkemelerde hep onların kanunlarını esas almaya çalışıyorlar. Bakın Rabbimiz, âyet-i kerimede bunların ortaya atıp insanlara empoze ettikleri kanunlarına, yasalarına, sistemlerine ve hayat programlarına da din diyor. “Onlar, Allah dini dururken size din mi koyuyorlar,” buyuruyor.

Dikkat ederseniz, önceki âyetlerde Rabbimiz kulları için şeriat belirlediğini anlatmıştı. Kur’an’daki emir ve yasaklarının pratik hayatta uygulanması adına kullarına şeriat belirlediğini ve bu konuda sadece kendisinin yetkili olduğunu, kendisinden başka hiç kimsenin şeriat, din belirlemeye ve yasa koymaya hak sahibi olmadığını anlatmıştı. Burada da Rabbimiz, kendisinden başka şeriat belirleyen, kanun, yasa koyan kimseleri ve bunların koydukları dinlere, bunların ortaya at-tıkları şeriatlere tâbi olan müşrikleri anlatıyor. Yani bu insanların Allah’tan başka Rabbleri mi var ki onlara din belirlemeye kalkışıyor, onlar adına hayat programı tespit etmeye kalkışıyorlar?!

 

Allah’ın izin vermediği şeyleri onlara meşrû mu kılmaya çalışıyorlar!? Allah’ın kulları adına tanzim buyurduğu kanunları bırakarak, diledikleri gibi insanlara, Allah kullarına kanun yapmaya kalkışıyorlar, öyle mi!? Allah’ın haram kıldığı şeyleri helâl kılarak, Allah’ın helâllerini de haram kılarak şeriat koyuyorlar, öyle mi!? Kendilerini şârî görüyor, teşrî hakkının kendilerinde olduğunu mu iddia etmeye kalkışıyorlar!? “Hâkimiyet bizdedir” diyorlar, öyle mi!? “Ey kullarım! Şunu hiç bir zaman hatırınızdan çıkarmayın ki, böyle yaparak, Allah’ın izni olmadığı halde, Allah’ın kanunlarını,

 

Allah’ın şeriatını görmezden gelerek yeryüzünde şeriat belirlemeye, kanun koymaya çalışan bu tür tâğutların şeriatlerini, onların kanunlarını uygulamaya çalışanlar, gerçek Rabbleri olan Beni bırakıp, Benim dinimden çıkıp, bu şeriatleri ortaya koyanları Rabb kabul edip, bunları sanki Benim ortaklarımmış gibi kabul edip bu kimselere kulluk etmeye çalışan kimselerdir. İnsanların ortaya attıkları tüm sistemler, tüm kanunlar, şeriatler, tüm hayat programları bilesiniz ki Allah’ın dininin karşısında ortaya atılmış birer yeni dindir.

 

Onlar nasıl ki Allah’ın izni olmadan, Allah’ın dinine rağmen bu dinleri ortaya koyarak küfretmişlerse, Allah’ın izni olmadan onlara uyanlar, onların bu hayat programlarını uygulayanlar da, aynen onların dinlerine uymuş ve şirke düşmüş kimselerdir.” Âyet çok açık ve net bir biçimde bize bunu anlatır. Kanun koyanlar için de, şeriat belirleyenler için de, Allah dinini, Allah şeriatını bırakıp da insanların belirledikleri bu şeriatleri uygulamaya çalışanlar için de bu öyle büyük bir suç ki, eğer fasıl kelimesi ol-masaydı, Allah onların tamamının defterini dürerdi.

 

Fasıl kelimesi; yani azabın belli bir süreye kadar ertelenmesi sözü, Allah tarafından ezelde verilmeseydi, onların işi bitikti. Eğer Allah sevap ve cezanın âhi-ret günü açıklanacağına, her şeyi kıyâmet günü açıklayıp ortaya dökeceğine, haklıyı ve haksızı, hak yolda olanı ve bâtıl yolda gideni kıyâmet günü açıklayıp aralarında kesin hükmünü o gün vereceğine dair söz vermemiş olsaydı, bu kâfirlerin defterleri çoktan dürülmüş o-lurdu. Eğer Rabbimiz bu kâfirlerin defterlerini dünyada dürüp, mü’minlerin de haklılığını dünyada ilân edip mükafatlarını dünyada verseydi, o zaman araları kesinlikle ayrılacaktı.

 

Hakla bâtılın, haklıyla haksızın arası ayrılacaktı. Her şey ortaya dökülecekti. Ama Allah böyle murad etmemiştir. Bu, bu dünyada değil öbür tarafta olacağı için, bu müşrikler şu anda bu şirklerine rağmen yaşama imkânı bulabilmektedirler. Şimdilik yaşasınlar bakalım, pek yakında başlarına nelerin geleceğini anlayacaklar. Rabbimiz, peygamberine ve onun şahsında bütün  Ümmeti  muhammede  buyuruyor ki; “size takip edeceğiniz bir yol, bir şeriat, bir hayat tarzı belirledik. Siz ona uyun ve kesinlikle bilgisizlerin hevâ ve heveslerine uymayın.

 

Allah’ın şeriatını tanıyan, Allah’ın yolunu bilen birisinin başkalarının şeriatına uyup tâbi olması kesinlikle mümkün değildir. Ama Allah’ın şeriatını bilmeyen, tanımayan kişi, ya kendi hevâsına, ya da başkalarının hevâ ve heveslerine uyacaktır. Çevremizde bir tek insan bile kalmasa, toplum bizden farklı şeyler istese de, biz yine de Rabbimizin yasalarına uymak, onlar istikâmetinde bir hayat yaşamak zorundayız; âyeti kerime bize bunu anlatıyor…(Besairul  Kuran.Ali Küçük.)

 

Kardeşlerim  Casiye  suresinin  son  iki  ayetinde  Rabbimiz  mealen  şöyle  buyurmaktadır: ***  Hamd, göklerin Rabbi, yerin Rabbi bütün âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.
Göklerde ve yerde azamet yalnız O’nundur. O, azîzdir, hakîmdir…*** Evet  kati  surette  inanıyoruz ki; Hamd, gökyüzünün, yeryüzünün, gökyüzündekilerin, yeryüzündekilerin de Rabbi olan Allah’a aittir. Hamd, Allah’a aittir. Mükemmellik, eksiksizlik, kusursuzluk O’na aittir. Övgü, senâ, saygı O’na aittir. Tüm sevgiler, tüm saygılar O’na aittir. Çünkü bu kâinatı, bu hayatı, bu varlıkları yaratan O’dur. Her şeyi yoktan var eden O’dur. Sen  her  şeylere  kadirsin  Allahım…

 

Sermedkadir…LU…02.02.2019…

 

 

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht.