Rabbimiz Ali imran suresi ayet.14.te mealen şöyle buyurmaktadır: ***Nefsânî arzulara, kadınlara, oğullara, hesapsız şekilde biriktirilip istif edilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, davarlara ve ekinlere karşı düşkünlük insanlara çekici kılındı. Bunlar dünya hayatının geçici menfaatleridir. Hâlbuki varılacak güzel yer, Allah’ın katıdır…*** İnanıyoruz ki; DİN ehli olmakla dünya ehli olmak arasında çok büyük fark vardır. Bu iki tercih, aynı keyfiyete haiz değildir. Ehil sözcügü ve kullanıldıgı hususlara şöyle bir göz atacak olursak ehil demek; sahip, yetki sahibi, usta, maharetli, becerikli, uzman, söz sahibi manalarına geldigini görürüz.
Ehil olmak, Bir işte ehil ve ehliyetli olmak, o işte doğru biçimde uzmanlaşmak ve yetki sahibi olmak demektir. Başka örnekleri taşıyacak olursak deriz ki; her hangi bir ilimde derinleşenlere ehl-i ilim, aklıyla hareket etme yetkisine sahip olanlara ehl-i akıl, güzel söz söyleyenlere ehl-i belagat, kalbinden sevenlere ehl-i aşk, adaletten şaşmayanlara ehl-i adalet demişlerdir.
Cennet niğmetiyle şereflenenlere ehl-i Cennet, Allah’ı bilme konusunda derin bilgisi bulunanlara ehl-i marifet, büyük bir dava için himmet ve gayret sahibi olanlara ehl-i hamiyet, ehl-i himmet, bir dalda uzmanlaşmış kişilere ehl-i ihtisas, hakikati bulup peşinden gidenlere ehl-i hakikat, bilerek günah işlemeye devam edenlere ehl-i dalâlet, iman eden ve inancını hissederek ve severek yaşayanlara ehl-i iman, dînini severek ve dünyaya tercih ederek yaşayanlara ehl-i din, dünyayı severek ve dîne ve âhirete tercih ederek yaşayanlara da ehl-i dünya denmiştir.
EHLİ DÜNYA, kelime olarak her ne kadar “dünyada yaşayan ve dünyayı çok seven” manalarını taşıyor olsa da, terim itibarıyla “dünyayı her şeye tercih eden, mukaddesâtı dünyaya feda eden, dünyayı âhirete tercih eden, sırf dünya için yaşayan, haram helâl demeden dünyanın her türlü lezzetlerini takip eden ve tevbeye yanaşmayan kimselere” ehl-i dünya denmektedir.
Cenab-ı Hak dünyayı ve dünyadaki her şeyi güzel yarattığını, fakat bunların geçici olduğunu, aldanılmaması gerektiğini, asıl dönülecek ve varılacak yerin Allah’ın huzuru olduğunu bildiriyor: “Nefsânî arzulara, kadınlara, oğullara, hesapsız şekilde biriktirilip istif edilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, davarlara ve ekinlere karşı düşkünlük insanlara çekici kılındı. Bunlar dünya hayatının geçici menfaatleridir. Hâlbuki varılacak güzel yer, Allah’ın katıdır.”(Fahruddini Razi)
İslâm topraklarını işgal eden müstekbirlerin değişmeyen hedefleri İslâm’ın Protestanlaştırılması ve Müslümanların da dünyevileştirilmeleridir. Günümüzde İslâm topraklarında İslâm`ın, Batının ön gördüğü bir biçimde değişip dönüştürülmesinin, hatta yeniden inşa edilmesinin planlandığını ve bu proje için çeşitli grup ve cemaatlerin işbirliğini kabul etme neticesinde, sözde barış ve tolerans şemsiyesi altında yoğun olarak çalışma sergilediklerini ifade edip sonra her nereye varırlarsa kan, gözyaşı, işkence, eziyet ve kaos ortamı içerinde son zamanlarda olduğu gibi Suriye örneğiyle karşımızda durmaktadırlar…
Günümüzde Manevi bagları, mukaddes bilinen ve islam dininde ahlaki, edebi ve tabiiki insani ne kadar degerlerimiz varsa yerle bir edilmek istenmektedir. İslama baglı insanları metafizik –manevi bağlamından kopararak sekülarize yani dünyevileşmeye zemin hazırlamak, onun kültürel, ekonomik ve sosyo – politik düzlemde hiçbir ilke getirmediğini, sadece sevgiden ibaret olduğunu söyleyerek kalplere hapsetmek, cihad ve gaza kültüründen uzaklaştırarak sömürgeciliğe uygun hale getirmek, Müslümanların direniş ruhunu ortadan kaldırarak otoriter ve totaliter yönetimlerin kölesi yapmak, ibadetleri ve Allah`ın emirlerini vucup – farz zemininden uzaklaştırarak, başörtüsü meselesinde olduğu gibi bir tercih olarak görmek ve böylece müslümanları dinden uzaklaştırma ğayesi güdülmektedir.
Peygamber efendimiz (sav) bir nevi Allah ile insan arasında bir postacı konumuna indirgeyerek, onun tüm Müslümanlara ve insanlığa gönderilmiş usve-i hasene yani en güzel örnek olduğunu unutturmak, İslâm`ı her türlü baskı, zulüm, adaletsizlik, sömürü ve katliamın meşruiyetini sağlayacak bir şekilde yorumlayarak, bunları yapan ülkeleri, iktidarları, otoriteleri müslümanların nezdinde haklı göstermek, `kadınlar camilerden uzaklaştırılıyor` gerekçesi ile onları istismar ederek camilerde erkeklerin önüne sürerek fesad çıkarmak (sanki camilerde kadınların namaz kılacakları yer yokmuş gibi), kadınlarımızı annelik duygularından yalıtarak vahşi kapitalizmin elinde tüketimi körükleyen bir mala – metaya indirgemek, `önemli olan kalp temizliğidir` münafıklığıyla İslâm`ın tüm emir ve yasaklarını savsaklamak, yahut anlamsız olduğunu iddia etmek yeni modernistlerin hedefleri arasındadır…(Mustafa Çelik.Misak) Evet, bu saydıklarımız tamamen İslam`ın Protestanlaştırılması ve yeniden inşa edilmesi noktasında planlanan sinsi taktik ve stratejilerdir. Müslümanları dünyevileştirme projeleri, İslâm dinine karşı girişilen ihanet hamleleridir.
İnsanları dünya malıyla övünür hale getirmek, Allahû Teâla’ya tevekkül etmek yerine paraya, pula, tekniğe, teknolojiye, kuvvete ve silaha tevekkül etmeyi telkin eden ideolojiler, sosyal ve siyasal yöntemler, birer oyun ve oyalanmadan gayri değildirler. Dinini televizyonlardan ögrenme gayretinde olan insanları günümüzde kendi illetli, hastalıklı sadece dini ben bilirim öncekiler yanılgı içindeydi eda ve kibiriyle anlatan günümüz modernistleri gibiler, sapık ve bidat vari düşünceleriyle son sürat yol almaktadırlar.
Bu gibi din istismarcılarından kendi yakamızı kurtarmak ancak ve ancak dinimizi muteber kaynaklarımızdan ögrenmeye baglıdır diye düşünüyoruz. Şükürler olsunki imkanlarımız var bu imkanlarımızla muteber eserler almamız zor olmasa gerek mesela, Muhammed hamdi yazır, ya da İbni Kesir tefsiri alabiliriz ya da bir Buhari, muslim gibi hadis kitabı, Emanet ve ehliyet veya ömer nasuhi bilmen ilmihaline ulaşmamız zor olmadıgı gibi Fetevayı hindiye, ibni Abidin gibi eserleri alma gücümüz de var çok şükür. İmam Gazalinin ihyası, imam Rabbaninin mektubatı mutlaka ehli sünnet çizgisini korumamızda bizlere ışık tutacaktır inancındayız.
Bunun gibi itikadi konularda İmam Nesefinin Şerhul akaidi yüzyıllarca müslümanların önünü aydınlatmıştır. Tarihi konularda Mustafa asım köksal rahmetlinin eseri dogru ve doyurucu bilgi vermede başvuracagımız eserlerdendir diye düşünüyoruz. Şu hususu hiç bir zaman unutmayalımki bilhasa 90.küsur senedir dini degerlerimizi yıkmak, mukaddes degerlerimizi ayaklar altına almak istiyenler kendi dinsizlik kültürlerini yani laikligi ayakta tutmak için canla başla çalışmışlar ve hala da yılmadan İslam itikadını bozma çabalarını sürdürmektedirler. Bu gün için sadece türkiyede 81. ilde yüzün üzerinde üniversite var ve bunların genelinde ilahiyat fakülteleride mevcuttur.
Yalnız iyi ve faydalı çalışmaları oldugu gibi yıkıcı, bozguncu, mezhepsiz ve aklı karışık bir sürü doçent Dekan, Rektör ve profesörler müslümanları oryantalist müsteşriklerden daha fazla zehirlemektedirler. Örnek aldıgımız kişileri mutlaka ailevi yönüyle, itikadi yönüyle siyasi ve sosyal yönleriyle tanımaya gayret edelim kibar görünümlü, agzı laf yapan sıfatı kalabalık cüceleri ayıklıyalım, hem dünyamızı hem ahiretimizi kaybetmeyelim inşaallah. Mal, mülk, zenginlik, agalık, beylik, dünya nimetlerinin hepsi dünyada kalıcıdır unutmayalım. Hem dünyamızı hem de ahiretimizi imar edecek güzelleştirecek gayretlerin sahibi olalım. İnşaallah pişman olanlar sınıfına dahil olmayız.
Örnek ve önderimiz Peygamber efendimiz (sav) insanların dünyalık mallarıyla övünmelerinin akıllıca bir iş olmadığını, zira onların sadece buradayken yenip tüketilen birer meta olduklarını şu veciz ifadeleriyle bize bildirir: Abdullah İbnu’ş-Şihhîr (r.a) anlatıyor: * Rasûlullah (sav) Elhâkümü’t-Tekâsür sûresini okurken yanına geldim. Bana: “İnsanoğlu malım malım der. Halbuki âdemoğlunun yiyip tükettiği, giyip eskittiği ve sağlığında tasadduk edip gönderdiğinden başka kendisinin olan neyi var?”(münavi) * buyurdular. Sözümüz tabiiki öncelikle Müslümanlara. İnsan, mala güvenerek, servet biriktirerek, mal-mülk sevgisiyle dolarak, kibirlenip şımarmamalıdır.
Elde ettiklerini kendisine bahşedeni unutarak, Cenâb-ı Hakk’ın nimetlerini unutan, bu nimetlere karşı gerekli hamd ve şükür görevini yerine getirmeyen azgınlar gibi, şımarıp kendinden geçmemelidir. Malın cazibesine kapılan, kalbini mal sevgisiyle dolduran, aklını hep onun için çalıştıran, elde ettiği bu servetle de küstahlaşıp Allah’ın kullarına karşı büyüklük taslayan kimseler gibi şımarmamalıdır. Sahip olduğu şeylerle şımarmamalı, onları kendi aslî malı zannetme gibi bir yanılgıya kapılmamalıdır. Böyle bir yanlışa düşmenin cezası, er – geç sahibini büyük bir felâkete götürecek ve dönüşü olmayan bir yola sürüklemiş olacaktır. Hayatı Anlamak ve Dolu Dolu Yaşamak nasıl olmalıdır sualine cevap aramaya gayret edelim.
Selim akıl sahibi olan her mükellefin, hayatını dünya – ahiret dengesini dikkate alarak sürdürmesi gerekir. Dünya ve ahiret dengesinin hayati bir öneme haiz olduğu, müfesser âyetlerle haber verilmiştir: Bakara Suresi ayet 200.202. Mealen şöyledir: *** İnsanlardan kimisi: “Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver!” der. Onun ahirette hiçbir nasibi yoktur.
Yine onlardan bazıları: “Ey Rabbimiz! Bize dünyada iyilik ve güzellik ver, ahirette de iyilik ve güzellik ver ve bizi ateş azabından koru!” derler. İşte onların kazandıklarından bir nasipleri vardır…*** Peygamberimiz Efendimiz’in (sav) ümmetine ‘Dünya hayatınızı ma’mur ve ıslâh ediniz. Yarın ölecekmiş gibi de ahiretiniz için hazırlık yapınız’ emrini verdiği bilinen bir gerçektir. Hayatını bu emre göre düzenlemeyen bir mükellefin, imtihanı kazanması kolay değildir.
BİR mütefekkir, Yani şimdilerin deyimiyle aydın “Bize hayatı, hayat geçtikten sonra öğretiyorlar” diye sızlanır. Aynı ızdırabı duyan bir şair de bunu şöyle ifade eder: “İnsan yaşar şu dünyada: Evvela, şunu sevdim, bunu sevdim diye ömrü (çocukluğu) sevmekle geçer. Sözde olgunlaşır, ondan sonra: Şunu yaptım, bunu yaptım, diyerek (gençliği) saymakla geçer. İhtiyarlıkta tanır dünyayı: “Kahpe dünya”, “Hey gidi dünya”, “Yalan dünya” diyerek ömrü sövmekle (şikayetle) geçer…” Peki bunun doğru olanı ne? Ortası hangisi? Sonunda “ah, vah, eyvah” dememek için neler yapılmalı, nasıl yaşanılmalıdır? Ömrümüz, en kıymetli sermayemiz olduğuna göre onu nasıl değerlendirmeliyiz?
Ondan daha çok nasıl istifade edebiliriz? Bu çok önemlidir; çünkü hayatımızın dörtte biri nasıl kullanılacağı bilinmeden çocuklukla, son dörtte biri de yani ihtiyarlığımız da gücümüz, kudretimiz tükendikten sonra geçiyor. Acaba geride kalan kısmını tam bilip, değerlendirebiliyor muyuz ? Bir düşünür, “Hayatın manasını çözmeye uğraşırken bir de bakıyoruz ki hayatımız bitivermiş” diyor. Başka bir bilim adamı da, “Hayatımızın yarısını ana babalar, yarısını da çocuklarımız mahvediyor.” diyor. Aslında hayatımızı kendimiz mahvediyoruz. Hayatın gerçek manası kavranamadığı için çoğu kere boş, lüzumsuz, manasız ve değersiz şeylerin peşinde koşmakla ömür tüketiliveriyor.
Çekilen onca sıkıntı, ıstırap ve çile de cabası. Ömür beş para etmeyen şeylere sarf edilecek kadar değersiz mi? “Vakit geçiremiyorum. Ne yapacağımı bilemiyorum. Buraya vakit öldürmeye geldim” diyecek kadar kötü mü? İnanıyoruzki; Mutlak surette hayat çok kıymetlidir, sahip olduğumuz şeylerin en kıymetlisidir, insanın sahip olabileceği en büyük nimetlerden birisidir. Cenabı hak bizlere saglık, sıhhat, afiyet ve huzur içerisinde bereketli ömürler nasib eder inşaallah. İmam Gazali (Rh.a) diyor ki; *Biliniz ki, dünya, din yolunun konaklarından bir konak, yolcuları Cenab-ı Hakk’a götüren bir yol, misafirlerin azıklarını alabilmeleri için açıkta kurulmuş bir pazardır…*
Evet, bu pazarda herkes kendi malını, işini, ürününü sergiler. Öyleyse öncelikle hayatı anlayabilmek, hayatın değerini bilmek, onu anlayıp, nerede ve nasıl kullanılacağını bilmekle olur. Hayat bir okula benzer, bizler de onun öğrencileriyiz. Şunu unutmayalım: İnsan dünyaya kendi arzusuyla gelmemiştir. Onu dünyaya kim getirdiyse, hayatına kanun ve nizam koyan da o olacaktır. O da Allah celle celaluhu’dur. İnsan sorumluluk sahibidir. Boşuna yaratılmamış, başıboş bırakılmamıştır. Yüce Rabbimiz Taha Suresi ayet.123.te mealen şöyle buyurmaktadır:*** Benden size bir yol gösteren (kitap ve peygamber) gelir de, kim benim kitabıma ve peygamberime uyarsa, o, (dünyada) sapmaz, (ahirette de) bedbaht olmaz…***
Dogrulardan, gerçek ve hakikat olandan Sapmamanın, perişan ve pişman olmamanın yolu, kitap ve sünneti seniyyeye uymaktır, sarılmaktır. Hayatı boşa geçirmemektir: Nahl suresi ayet.97.meali şöyle: ***Gerek erkek, gerek kadın her kim mü’min olarak iyi bir amel işlerse, muhakkak ona hoş bir hayat yaşatacağız ve yapmakta oldukları amellerin daha güzeliyle ecirlerini muhakkak vereceğiz…*** Diğer ayetlere baktığımızda yine önümüzün aydınlandığına şahit oluyoruz: ***Hayırda yarışın, hayırlı işlere koşmaya ve onlarda acele etmeye bakın.” (2 Bakara, 148)***
Peygamber Efendimiz’de (sav) şöyle buyurmuştur:** İnsanların dünyada kaygısı en büyük olanı mü’min kimsedir. Çünkü hem dünyayı, hem de ahireti için kaygı çeker (çalışır).”(İbni Mace) “Ey insanlar! Ölmeden önce Allah’a tövbe ediniz. Meşguliyet gelip çatmadan önce salih amellere koşunuz. Rabbinizi çok anmakla ve gizli-açık bol sadaka vermek suretiyle Rabbinize yaklaşınız ki rızıklanasınız, yardım olunasınız ve ıslah olunasınız.” Hayatı dolu dolu yaşamanın, hayatı değerlendirmenin ve ebedî alemi de kazanmanın yollarını ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerden anlamış olduk.
Hayatı değerlendiren şeyler; ömür içinde yapılan güzel işler ve hayırlı hizmetler, ibadetler ve ulaşılmak istenen büyük hedefler ve ideallerdir. Hayatlar değerini, yoluna baş ve emek konulan yüksek gaye ve davalardan aldığı gibi, ölüme de şeref ve seçkinlik kazandıran vesile; yolunda nefeslerin tükendiği, malların harcandığı, canların verildiği mukaddes davalardır.
Allah yolunda geçmeyen bir ömrün, Allah yolunda feda edilmeyen bir canın, malın ne kıymeti olabilir ki? İslam, bizden gayret ister, çalışma bekler. Salih amellerle donatılmayan ve İslam’la kuşatılmayan bir hayat şeytanın istilasına uğrar. Ömür kısa, lüzumlu işler ise gayet çoktur. Öyleyse boş durmayalım. “Hayatınızın zevkini ve lezzetini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve farzlarla zinetlendiriniz (süsleyiniz) ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz.”(Sözler)
İnancımız odur ki; Dünya ve Ahiret Dengesini mutlak surette iyi Kurmalı ve Korumalıyız.İslam dini, insanlara yaşanamaz ve uygulanamaz bir hayat tarzı sunmamakta, aksine o,kabul edildiği takdirde yaşanılabilir ve uygulanabilir bir hayat tarzı getirmektedir. O, insanların hem maddî, hem manevî yönlerini doyurmaktadır. İslam dini, insanlığı ne yalnızca madde ve ne de mananın içine atıyor. Bilakis ikisini bir kuşun iki kanadı olarak görüp, ona göre önerilerde bulunuyor.
Yani o, dünya ve ahireti dengeli bir şekilde götürmelerini tavsiye ediyor. Dünya için ahireti, ahiret için dünyayı feda etmiyor. Bu dünya fani ve geçici olmasına rağmen, burasının imarını da inananların üzerine yüklüyor. Dünyayı ahiretin bir tarlası olarak görüyor. Rabbimiz hud suresi ayet.61. de mealen şöyle buyurmaktadır: *** O, sizi topraktan yarattı (meydana getirdi), sizi orada ömür geçirmeye, imara memur etti…*** ifadeleri bu dengeye işaret etmektedir.
Zaten İslam dininde insanın dünyadan tamamen çekilmesi ve kendini ibadete vererek uzlete çekilmesi, dünyadan el – etek çekmesi istenmediği gibi, aynı zamanda kendini tamamen maddeye kaptırıp, onun arkasından devamlı koşması da tavsiye edilmemiştir. İnsanın fıtratında mala karşı büyük bir hırs vardır. Bu hırsını yenmesi ve onu tamamen terk etmesi çok zordur. Diğer taraftan İnsanların bir kısmı dünyaya aşırı değer verirken, bir kısmı da boş vermektedir.
Her ikisi de uç noktaları teşkil etmektedir. Birincisinde insan Firavun veya Karun olup çıkarken, ikinci durumda, dünyanın zalim ve cebbarlara terk edilip yaşanmaz bir hal alması vardır. Kur’an bu ikisini de reddetmiş, orta yolu göstermiştir. Böylece her iki uç noktanın aşırılıklarını törpülemiş ve onları herkese faydalı bir konuma getirmiştir. İslam’ın bu metoduyla ilgili olarak inananlara özellikle de toplumu ıslaha çalışanlara düşen, insanlardaki bu iki yönü iyice kavrayıp, uğraştıkları insanların madde – mana dengesini iyi ayarlamaları, ne tamamen dünyadan soğutma ve ne de tamamen ahireti bir kenara koyma düşüncesinden uzaklaştırmamaları, böylece yetişen insanların ne bir canavar kesilip, her fırsatta toplumu sömürmeye kalkan bir fırsatçı, ne de bir kenara çekilip tembel tembel oturan birer asalak haline gelmelerine fırsat vermemiş olurlar.
Bizimde senelerdir içerisinde yaşadıgımız; Batılı toplumlar sel halinde bir “Yaşama sevinci”ne kapılmıştır. Yaşama sevinci öylesine bir aşırı hâl almıştır ki, ölenleri düşünmeye, ölümü hatırlamaya fırsat kalmamıştır. Yaşama sevinci Batı medeniyetinin ve Batı kültürlerinin değer yargılarına hükmeden bir akımdır. Başta estetik olmak üzere bütün Batı müesseseleri, bu yaşama sevinci etrafında döner. Şiir, roman, siema, tiyatro, bale ve diğer bütün güzel sanatlar diye bilinenler bu yaşama sevincini dillendirir. İnsanı doğumla ölüm arasına sıkıştıran, yiyen, içen ve çiftleşen bir varlık olarak gören bu estetik bakışta, yaşama sevinci bütün mukaddesleri silip süpürür.
Böyle bir ortamda insan bulunduğu ânı yaşayan, o an ne buluyorsa onu var kabul eden, yalnız maddî menfaatlere karşı duyarlığı depreşen bir yaratıktır artık. Yaşama sevinci bir bakıma öteki dünyayı düşünmeme sevincine dönüşmüştür. İslam’da bu dünyayı yaşamaya değer bulur, ama öteki dünyaya inanarak öteki dünyaya hazırlanarak, öteki dünyanın bu dünyanın bir devamı olduğuna iman ederek… Ölümün öteki dünyamızı bu dünyamızla barıştıran bir mesaj olduğunu bilerek, anlayarak yaşamak, yaşamanın tadını çıkarmak, hayatı çok sevmek ve mümkün olduğu kadar bu hayatı uzatmak ve değerlendirmek, materyalist insanın bir bakıma âmentüsüdür diyebiliriz.
Ölüm sonrasına inanmayanlar için, zaten bundan daha tabii bir görüş de olamaz. Rabbimiz Casiye suresi ayet. 23-24.te mealen şöyle buyurmaktadır: *** Dediler ki: “Dünya hayatımızdan başka hayat yoktur. Hayat denilen ondan ibarettir. Yaşarız ve ölürüz. Bizi başka bir şey değil, sadece zaman helak ediyor. Fakat onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sadece zannediyorlar…*** İnancımız odur ki; Çağımızdaki insanoğlunun mutsuzluğunun asıl kaynağı, öteki dünyaya inanmamasıdır. O halde dünya şu düşünceye varmamız gayet normaldir. Meşru olan düşüncelerimiz bizleri daima, Cenab-ı Hakk’ın marifetine, O’nu sevmeye ve O’na ibadete götürüyor, bizi ahirete hazırlanmaktan alıkoymuyorsa o zaman sevilebildiği kadar sevilmeli,
aksi halde ondan uzak kalmalıdır. Öyleyse hayatı doğru anlamalı, kıymetini bilmeli ve iyi değerlendirmelidir. Niçin yaratıldığını bilmeyen, hayattan hiçbir şey ummayan, tabir caizse bir ot gibi gelip bir ot gibi giden insanlar, hayatın manasını anlamamakla kalmaz, dünyanın düzenini de bozarlar. Unutmayalım ki; bizler Rabbimize kulluk için yaratıldık ve yaşamak üzere dünyaya gönderildik. Rabbimiz tarafından bizlere bir hayat ikram edildi. İçini doldurmakla, ahiretimiz için dolu dolu yaşamakla mükellef olduğumuz bir hayat. Şükürler olsun ki, Rabbimiz yaşantı reçetemizi de beraberinde bizlere göstermiştir. Nasıl yaşayacağımızı hata, kusur ve bozuk yanlarımızı onaracağımızı bize öğreten elimizde iki mükemmel emanet var.
O iki emanete sımsıkı sarıldığımız vakit, imanımıza, insafımıza, merhametimize, samimiyetimize cehdeden tüm taarruzları savuşturmak ve hayatımızı yeniden inşâ edebilmek için nefes alıp verdiğimiz süre içerisinde hâlâ imkânımız var. Rabbimiz dünya Ahiret dengesinde bizlere mutlak doğru adres belirlemiştir. Kur’anı kerim ve Sünneti seniyye. Yaratılışımızın ve varoluş mücadelemizin temel iki kaynağı, formülü; kitap ve sünneti seniyye. İnsan olarak hayatımızı sürdüre bilmek için Rabbimizin bizlerin hizmetine, emrine amade kıldığı her nimet, bu dünyaya has olan varlıktır.
İnsanın ölümü ile makam, zenginlik, şan ve şöhret gibi dünyalık hasletler onu terk eder. Kişi işlediği iyilik ya da kötülüklerle yani amelleriyle başbaşa kalır. Öyleyse mademki bizler için takdir edilmiş bir “son” var, bizim de “sonu olmayan” hayata hazırlık yapmamız gerekiyor, o halde bu günden tezi yok ğayretli bir ahiret hazırlığına, ahiret azığı elde etme gayretine girişmemiz kaçınılmazdır. Zira Rabbimizin rızası bu doğrultuda hareket etmemizi bize gerekli kılıyor. Hemen bir bilinç, şuur içerisinde Salih bir niyyetle işe başlamalıyız.
Mademki yaptığımız, söylediğimiz, kabul edip sükût durduğumuz her halimizden hesaba çekileceğiz; hesabı ona göre yapmalı ve o hassasiyet üzere hareket etmeliyiz. Niyetimizin temeline de ihlâsı ve samimiyeti, az da olsa devamlı olan bir gayreti koymalıyız. Allah Celle şanuhu bizlere yapmamız ve sakınmamız gereken emir ve yasaklarını; indirilenlerin en hayırlısı olan yüce kitabımız Kur’an-ı Kerîm ve âlemlere rahmet, insanlara müjdeci ve rehber diye bize gönderdiği “habibim” dediği Peygamber efendimiz (sav) ile bildirmiştir.
Kulluğun gereğini yapabilmemiz, yaşadığımız bu dünya da bunu sağlamanın tek yolu dünya ve âhiret dengesini kurarak yaşamaktan geçer. Zira Peygamber efendimiz (sav) bir Hadis-i Şeriflerinde mealen:** Dünya âhiretin tarlasıdır, ne ekerseniz onu biçersiniz…** buyurmuştur. Bilindiği üzere, dünya hayatı yalnızca “Oyun ve eğlenceden” ibarettir, aynı bir film şeridi gibi gelir ve geçer. İnsan kısa bir süre dünyada kalmaktadır. Baki olan âhiret hayatına kıyasla burası bir hiç mesabesindedir.
Yaratılışının gereği olarak insana “Altınlar, gümüşler, evler araba, makam, mevkii gibi hususlar sevimli gösterilmiştir. Ama ne var ki bütün zamanını bunlara ayırmak bunlar için yaşamakta sonuçta insanı şiddetli bir akıbetle yüz yüze getirecektir. Bizim için Önemli olan kulluk vazifelerini elimizden geldiğince yerine getirmektir. Aslında zenginlik, altın, gümüş, para, ev, araba her neyse bu dünya ziynetlerinin arkasındaki esas düşünce, geçici olan nimetlerin derinliğindeki ve özündeki o siyahlığı, zifiri karalığı ve uçurum olan çukuru görebilmek ve buna göre hareket edebilmektir.
Bu da Mü’minin feraseti ile görülür. Peygamber Efendimiz (s.a.v) bir Hadisinde mealen: ** Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi âhiret için çalışınız…**” buyurmaktadır. Bundan dolayıdır ki İnsan geçici olan dünya hayatını mamur etmeye çalıştığı kadar da âhiret hayatını da imar etmeye çalışmalıdır. Allah’ın emir ve yasaklarına gerektiği biçimde özen göstermeyerek dünya geçimliğini her şeyin üstünde tutanlar, önüne geçilmesi zor bir hayatın girdâbının derinliklerinde kaybolmuşlardır. Buradan kurtulmayı ebedî hayat yolunu açan prensiplere sarılmayı kurtuluşun ancak burada olduğunu zaman kaybetmeden öğrenmek zorundayız inancını taşıyoruz.
Can boğaza gelmeden görevli melek emanetini almadan, Rabbin kim? Dinin nedir? Sorularına muhatap olmadan, dünya ve dünyadakilerden ayrılmadan gerçek anlamda Allah’ın bizden istediği bir kul olmaya gayret etmeli, görevler aksatılmadan bilinçli, şuurlu bir şekilde KULLUK görevimiz yerine getirilmeye çalışılmalıdır. Bişr-î Hâfî Rahmetullahi aleyh diyor ki: * Dün öldü, bugün can çekişiyor, yarın henüz doğmadı, zamanın kıymetini bil ey insanoğlu. Çünkü boşuna ve inançsız geçirilen zaman, kaybedilen ve geri dönüşü olmayan bir kayıptır…*
Günümüzde geçici dünya hayatına aldanarak, kulluk bilincinden uzak sorumsuz, emanete ihanet eden nefsani şehvetlerin öne çıktığı, helalin haramın gözetilmediği, gününü gün etme, düşene bir tekme de sen vur düşüncesinin yürütüldüğü, âhiret hayatını yok sayarcasına yaşayan insanlar görüntüsü arz etmektedirler. Akşam olup da işten eve veyahut gece yatmadan kendisini o müthiş ve zor olacak sual gününe hazırlık yapmanın alıştırmasının yapılmadığı, bu gün Allah için, O’nun rızası için ve getirmiş olduğu bu güzel din için ne yaptım?
Diye defalarca sorguya çekmediği kendi benliğimiz, kendi nefsimiz bir gün gerçeklerle karşılaşınca ne hâlde cevap bulacak tefekkür edelim inşaallah. Bu nedenle yaratılış gayesini bilerek Allah’a kullukta, sevgide, merhamette, şefkatte, dostlukta, tüm güzel şeylerde, tüm güzel iyiliklerde yarışmayı ğaye bilmeliyiz. Öylesine zikzaklı ‘gel-git’ lerin yaşandığı bir dönemden geçiyoruz ki insanların ne ilahları net, ne dinleri net, ne de iman ve kullukları…
Allah’ın hükmünü inkâr ettiği, İslam şeriatını reddettiği, dahası kendisine laisizmi, hevâ ve heveslerini bir yaşam biçimi, dini bir hayat olarak seçtiği halde, Müslümanlık iddiasından bir türlü vazgeçmek istemeyenlerin arasında yaşıyoruz. Bu çağın insanı haşa yaratıcıya meydan okuyor ve diyor ki: „Ben Allah’a da inanırım sahte ilahlara da; namaz da kılarım, kiliseye de giderim; hacca da giderim, faiz de yerim; laik de olurum, Müslüman da olurum; yani mü’min de olurum kâfir de! “ Ömer Hayyâm’ ın dediği gibi; “Bir elde kadeh, bir elde Kur’an Bir helaldir işimiz bir haram. Şu yarım yamalak dünyada, Ne tam kâfiriz ne tam Müslüman!” Böyle bir dünnya da böyle insanların arasında yaşıyoruz.
Bu dönemde ve bu şartlar altında KULLUK bilincine sahip olanlara ne mutlu… Aslında hayat kulluktur. Onun içindir ki, insanın diğer bir adı da Kul’dur. Yani insan yaratılırken KUL olarak yaratılmaktadır. Çünkü insanın asli vazifesi Allah’a kul olmaktır. Allah Celle şanuhu Kuranı kerim’de bu gerçeği çok açık ve net bir şekilde beyan ediyor mealen:*** Ben cinleri ve insanları sadece bana kulluk etsinler diye yarattım…***(Zariyat.56) Bu söz yaratılış ile beraber verilmiştir. Yani yaratılan her insanın Allah’a sözü vardır, Allah ile anlaşması MİSAKI vardır.
Bizler Rabbimize Kulluğumuzu gerektiği gibi yapmak mecburiyetindeyiz. Unutmayalım; Kul demek, Allah’a ibadet ve itaatte bulunan demektir. Allah’a layık-ı veçhile kul olabilmek, kullukta kalabilmek, kitap ve sünneti seniyye düsturlarıyla bir bilinçli ve şuurla teslim olmak Müslüman şahsiyyetin görev ve sorumluluğudur inancındayız. Ancak böylesi bir yaşantıyla İslamî atmosfer içinde geçirilen hayat, gönlü huzur ve mutluluklarla doldurur. Haramlar denizine dalan, kulluğunu unutan insan ise hayatını zindana çevirir, bunalım ve sıkıntı içinde yaşar. Dünyası da, ahireti de mahvolur.
Öyleyse denge iyi ayarlanmalıdır. Kur’an-ı Kerim, dünya imtihanı hususunda kazanan ve kaybeden insan ve milletlerin örnekleriyle doludur. Ad, Semud, Nuh ve Lut kavimleri bunlara birer örnektir, misaldir, numunedir. İnsan elbette çalışmalı, dünyaya el atmalıdır. Ama manevî değerlerden vaz geçmemeli, feragat etmemeli, servetin, şöhretin, makamın kulu olmamak şartıyla bunu yapmalıdır. Hazreti Ali efendimiz dünyalığı, “İnsanı Allah’tan uzaklaştıran şey” şeklinde tarif eder. Dünyanın faniliğine gönül kaptırmayan insan büyük insandır.
Abdullah bin Mübarek, “Kimler sultandır ?” sorusuna, “Dünyanın faniliğine boyun bükmeyenler” diye cevaplamış. Öyleyse kazananlardan olmak için çalışmalıyız…(Misak) Bu bilgilerin ışıgında diyebilirizki: Hayat en değerli varlığımızdır, iyi tanınmalı, doğru şekilde kullanılmalıdır. Son pişmanlık fayda vermez. Hayatımızdan en güzel şekilde istifade edebilmek için; hayatlarından en güzel şekilde yararlanan salih insanlar örnek alınmalıdır. En önemlisi ise; Hayatı dolu dolu yaşamak, İslam’a uymakla mümkündür.
Dünya – Ahiret dengesi iyi kurulmalı, doğru ayarlanmalıdır. Böylelikle iki dünyada da kazananlardan olmaya bakılmalıdır. Ahireti kabullenmeme, en büyük felakettir. Sadece dünya hayatına inananlar, dünyalık için her şeyi yaparlar, hiçbir ölçü ve sınır, haram – helal tanımazlar. Öyleyse nesillerimize ahiret inancı, hesap şuuru aşılanmalıdır. Yasaklanan dünya sevgisi insanı, Allah’tan uzaklaştıran, paranın, pulun, her türlü maddenin, makamın kulu-kölesi yapandır. Dünya ahretin tarlasıdır. Unutmayalımki Cennet de burada kazanılır.
Dünyaya el atılmalı, sahip çıkılmalı, kalıbımızla, bedenimizle dünyalıkların içinde olmalıyız, ancak mümkünse dünya sevgisini taa kalbimizin derinliklerine sokmamalıyız. Bu konuda Hazreti Osman efendimiz şöyle buyuruyor: * Elinizden geldigince hayırla muamele edin. Dünya gurur üzerine kurulmuştur. Dünya hayatı sizi aldatmasın. Gurura kapılıp Allahı unutmayın. Geçenlerden ibret alın ve gafil olmayın. Dünyaya kendilerini kaptırıp, onda eserler yapıp nimetlerle uzunca yaşayan ehli dünya nerede ? Allahın dünyayı attıgı gibi, siz de dünyayı atın.
Allahın övdügü Ahirete talip olun ki, en hayırlı olan odur. Rabbimiz Kehf suresi ayet.45-46.da mealen şöyle buyurmaktadır: *** Onlara dünya hayatının misalini de getir. O gökten indirdigimiz –yagmur- suyu gibidirki, bununla yeryüzünün bitkileri birbirine karışmış – kuvvetlenir, büyür ve güzelleşir – Sonra kurumuş bir çöp kalıntısı oluvermiş; rüzgarlarsa onu kökünden çıkarıp savuruvermiştir. Allah, her şeye kadirdir. O mal ve ogullar hep dünya hayatının bir süsüdür. Geriye baki kalacak olan Salih amellerdirki, Rabbinin nezdinde sevapça da hayırlıdır, amelce de hayırlıdır…
Bir hadis meali ile konumuzu baglayalım inşaallah: Übeyy b. Ka’b’dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah (sav) mealen şöyle buyuruyor: ** Bu ümmeti, Allah katındaki şeref ve mertebeleriyle, O’nun yardım ve inayeti ile müjdeleyiniz. Fakat onlardan her kim, âhiret amelini dünyalık kazanmak için yaparsa âhirette hiçbir nasibi olmayacaktır…Ahmed bin hanbel**
Allahım bizleri hem dünyasını mamur edenlerden hemde Ahiretini hiç bir zaman unutmayanlardan eyle. Allahım dünya ve ahirette bizlere iyilik ver. Bizleri senin dosdogru yolun olan sıratı müstakimden ayırma, Bizleri, bidat ve sapıklıgın hızla yayıldıgı bu zamanda. Ehli sünnet vel cemaata sımsıkı sarılanlardan eyle. Sen her şeye kadirsin Allahım. Amin…