TOPLUMSAL  UZLAŞI…

Rabbimiz Âli İmran suresi ayet. 104.mealen şöyle:***Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir…***Bir milleti ayakta tutan unsurlardan belirleyici olan bazı değerler birliği vardır. Örneğin,  din birliği, dil birliği, tarih birliği, gelenek, örf, adet ve anane birliği toplumsal uzlaşıda etken olan âmillerdendir. İnsan unsuru, sosyal bir varlık olduğundan dolayı; kendi başına, bireysel bir hayatı sürdürmesi oldukça zor, hatta neredeyse imkansız gibidir. Sos­yal olayların gelişiminde, fert ve toplum ilişkilerinin izahında toplumsal uzlaşı gerekli, zorunlu hatta şarttır diyebiliriz.

Büyüklerimiz:*tek taş duvar olmaz* sözüyle adeta meselemizin izahını yapmışlardır. Tarihin derinliklerine indiğimizde; İnsanlar cemiyet, cemaat, dernek, teşkilat olma lüzumunu her an ihtiyaç olarak hissetmişlerdir. Dikkat edilirse; toplumsal anlaşmalar, sözleşmeler, barış ve huzurlu bir yaşantının devamı için insanlar birbirlerine yaklaşmışlar, sözleşme, akit ve anlaşma arayışları ile  canlarını, mallarını, haklarını, kendileri için değerli gördükleri her ne varsa muhafaza et­mek için Toplumsal uzlaşı güzelliğini sürdürme eğilimi içine girmişlerdir…

Günümüzde toplumsal uzlaşıdan gün be gün uzaklaşan insanlar ya köşelerine çekiliyor, ya da başka kültür, inanç gruplarının sözcüsü konumuna düşüyorlar. Hangi mesleki dal olursa olsun söz ve fikir söylemekten çekinen insanlar konu dini meseleler olunca yepyeni fikirler, uçuk kaçık öneriler, nerden geldiği belli olmayan kültürel etkinliklerin etkisiyle herkes kendine özgü izah tarzı geliştiriyor, ortaya karmakarışık fikirler, düşünceler yumağı çıkıyor. Böyle bir ortamda toplumsal uzlaşıyı yakalamak oldukça zor hatta imkansızdır…

Dinimizin emri de bireysel değil toplumsal yaşantıyı öğütlemektedir. İnsanların bilerek ve isteyerek sahip ol­dukları bütün kişisel hak ve özgürlükleri daha iyi koruma ve nuhafaza etme gayreti hemen her çağ’da insanların vazgeçilmez tutkusu olmuştur. Örneğin din, dil, tarih nesil birliğine sahip olan toplumlar kendi özerk yapısı, bağımsızlığı, başka bir toplum yapısının boyunduruğu altına girmeme, asimile olmamak için kendi insanına özel kahramanlık, hamaset, milliyetçi, mukaddesatına vurgu yapan konumunu devamlı zinde tutmuştur.

Daha önceki toplumlarda zaafa uğratılan saydığımız hasletlerle toplumu *Millet* yapan unsurlar neticede ya devlet yapısının çökmesiyle ya da başka milletlerin galebe çalması neticesinde çökertilmesiyle sonuçlanmıştır. Eğer Milletlerin hayatında devlet erki kurulamamışsa her zaman olduğu gibi *Büyük balık, küçük balığı yutmuştur…* Millet kavramı içerisinde toplumsal uzlaşı yoksa, Onun yerine yerleşecek olanlar mutlaka; kaos, terör, anarşi, nifak ve fesat ortamlarıdır.

Birlik, beraberlik içerisinde olma kavramını ifade eden Vahdet kavramına ulaşmanın en güzel yollarından birisi; toplumsal uzlaşı meselesini aramızda hâlletmekten geçer inancındayız. İman, inanç, metod, usül ve yöntem’de birliği sağlayamamış toplumlar dağılmaya mâhkümdur. Vahdet bilindiği gibi; farklı özellikleri olan bireylerden oluşan, ancak parçalarının özel anlamından ziyade, bütünün yapısını, fonksiyonunu ve değerini ifade eden yapısal bir olgu’dur. Müslüman bireyin farkındalığı ve eğitilmesiyle başlayan süreç, sosyal hayata hakim olmasıyla neticelenecektir…

Özellikle eğitim ve öğretimde başarı sağlayamayan toplumlar; toplumsal uzlaşıyı oluşturmakta zorlanırlar. Ömer efendimizin bir sözü mealen şöyle: *İslam İslam olmaz cemaat olmadıkça; cemaat cemaat olmaz emir olmadıkça; emir emir olmaz o’na itaat olmadıkça…* İnsanlar arasında toplumsal uzlaşının katili; fitne, fesat, terör, anarşi, kaos ortamlarıdır. İnsanlar hem akılları hem de duyguları ile hareket eden varlıklardır dolayısıyla en geniş, ihatalı, mükemmele yakın düşünebilen tek canlı insandır.

Bütün bunlara rağmen; eğer insanoğlu yaratıcısını unutup, aradan çıkarır, sadece kuru aklı ile olaylara müdahale etmeye çalışırsa nihai başarılı olması  düşünülemez, geçici, sınırlı başarıların müddeti de sınırlı ve geçici olacaktır. Sadece kişisel menfaatı, çıkarı, maddi kaygıları için mücadele edenler toplumsal uzlaşıya katkı sağlayamazlar. Toplumsal uzlaşıda en belirgin kavram adalete riayettir. Adalet kavramı gündeme geldiğinde ise mutlaka Kur’anı kerime riayet, bağlanma, sımsıkı sarılma söz konusu olur. Her birey kendi düşüncesine göre adalet ilkelerini belirleyemez.

Ahlak ve hukukun en temel kavramı adalettir.Adaletin söz konusu oldugu yer, birebir insan insan, insan toplum ve bütünüyle toplum toplum ilişkileridir. Adalet çok genel olarak haklıya hakkını, suçluya ise cezasını vermek olarak tanımlanabilir. Adaleti, her bireysel ilişkide görmek ve uygulamak, insanın bilgi birikimine ve deger duyğusunun gücüne yani vicdanına kalmıştır. Bu nedenle, Kuranı kerim sadece adil olmayı tavsiye etmiş, fakat onu derinlemesine tanımlamamış, bunun yerine pratik örneklerini vermiştir…

Adalet:Düzenli ve dengeli davranma, her şeyin ve herkesin hakkını verme, haksızlıklardan uzaklaşarak orta yolu tutma, bir şeyi yerli yerine koyma, insaf ve eşitlik anlamlarında ifade edilmiştir. Geniş kapsamlı bir kavram olan adâletin zıttı zulüm, hıyanet ve insafsızlıktır. Adalet, sadece devlete ve yöneticilere has bir olğu değildir. Adalet, hukuki, içtimai, sosyal ve ahlaki alanların hepsini kapsar.

Bu sebepledirki; adalet öncelikle bireyin  kendine sonra ailesine ve de  çevresinde yer alan herhese,  toplumlara hatta Tabiata ve hayvanlara karşı görevlerini ve haklarını yerine getirmesidir.Sahihi müslimde kayıtlı bir hadisi şerifte,  Peygamber efendimiz (s.a.) bir mealen şöyle buyurmaktadır:**Mükmünde, ailesine karşı ve velayeti altında olanlar hakkında adil davrananlar, kıyamet gününde nurdan minberler üzerindedirler.**

Adalet, kişinin görevlerini yerine getirmesi ve haklarını alması hadisesidir. Bu itibarla kişi hem kendine karşı hem de aile bireylerine karşı, ayrıca yöneticiler emri altında olan memur, işçi ve halklara karşı görevlerini adil ve dengeli bir şekilde yerine getirmek zorundadırlar. Aksi takdirde kendisine emanet edilen “nefsi, ailesi ve emri altında bulunanlara” zulmetmiş olurlar.

Adaletin İslâm toplumunda, yönetimde, Hukuk bütünlügünde Mahkemelerde ve insanlar arası ilişkilerde tam anlamıyla uygulanması zorunludur. Çünkü adalet mülkün yani Devlet yapısının temelidir. Adaletin olmadığı cemiyetlere zulüm, anarşi ve terör hâkim olur. Aynı son zamanlarda yaşandıgı gibi Toplumsal isyanlar çıkar, mahkemelere, devlete hatta fertlerin birbirlerine olan güveni kaybolur. İnanıyoruz ki Adaalet herkese ve her zaman mutlaka gereklidir…

Toplumsal uzlaşı da en önemli gördüğümüz hadiselerden birisi de güven hususudur. Eğer insanlar birbirine güven duyğusunu kaybederlerse bu durum büyük bir yıkım sebebidir.

Günümüzün en büyük problemlerinden birisi birbirimize olan güvensizlik duyğusudur diyebiliriz. Zamanımızda insanlara olan güven duyğumuz zayıfladıysa eğer  hele hele müslümanlar olarak birbirimize güvenemiyorsak ortada iki büyük mesele var demektir. Bizler ya mensubu olduğumuz dini bilmiyoruz, ya da günahlardan korkumuz azaldı. Allah korusun her iki hâlde de zarardayız. İnsanlık onur ve haysiyetini kemirdiği bugünün dünyasında, gelmiş geçmiş *en emin insanı* hatırlamak, O’nun yâdıyla tazelenmek, O’na muhabbetimiz vesilesiyle O’nun ahlâkından bir nebze olsun hayatımıza devşirmek, umulur ki yaramıza merhem olur.

Peygamber  efendimiz (sav) düşmanının emanetini bile korurdu. Alemlerin efendisi (sav) peygamber olmadan önce cahiliye devrinde bile *Muhammedü’l Emîn* adıyla tanınırdı. O’ndan daha güvenilir kimse yoktu. Can düşmanları bile O’nun asla ihanet etmeyeceğinden ve katiyyen yalan söylemeyeceğinden emindiler. Bizlerde örnek ve önderimizin  yolunda,  onun emir, tavsiye  ve öğütleriyle hayatımızı şekillendirmeliyiz inancını taşıyoruz…

İstiyoruz ki; emanet kaybolbasın, dürüst  insanlar  parmakla gösterilecek kadar azalmasın. Ahlaksızlık gibi sorunlar müslümanın problemi olmaktan çıksın. Müslümanı  değerli  sayan, emin  kılan, güvenilir  yapan  hasletlerle  donanalım, birbirimize itimat edelim, güven duyğumuza hâlel gelmesin. Rabbimiz Nisa suresi ayet. 58. de.mealen şöyle buyurmaktadır:***Muhakkak Allah size emânetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder…***İnanıyoruzki; Allah’ın yegane sahih dinine bağlanmadan, o dinin tahkîkî, yakînî, kâmil imanını elde etmeden hiçbir devirde tam bir güven ve huzur toplumu oluşmamıştır.

Toplumsal birliktelik te, ki biz buna Cemaat yaşantısı diyoruz; böyle bir saadet toplumunu yeniden inşa etmek katiyen imkansız değildir. Tarihin şeref levhaları bunun örnekleriyle doludur. Saadet asrı önümüzdeki en canlı misaldir. Yakın geçmişimizde Osmanlı toplumundaki emniyet ve güven atmosferine bakmak da yeterlidir…Örneğin, Osmanlı ordusu sefere giderken düşman topraklarından bağ ve bahçelerden geçiyorlardı. Bahçelerin sahipleri korkularından dağlara kaçmış, dizlerini döverek manzarayı seyrediyorlardı.

Ordu ayrılınca bahçelerine döndükleri zaman hayretten donakalmışlardı. Çünkü Osmanlı askerleri yedikleri meyvelerin parasını dallara asmış öyle gitmişlerdi… Emanet kavramı, güven duygusu itimada  şayan  olma  hâli  İman ile  alakalı  hususlardır. Unutmayalım ki; *mü’min* kelimesi, emanet, emniyet ve iman kelimeleriyle aynı kökten gelmektedir. Yani mü’min yeryüzünde inancın, emniyet ve güvenin temsilcisi demektir. Örneğin birbirine  selam  veren iki müslüman, birbirlerine huzur, barış, esenlik ve güvenlik seninle olsun diye dua etmiş olmaktadırlar.

Bilinmelidir ki; Allahu Tealâ ve kullarına karşı vazifesini yapmayan, emanete hıyanet eden, yalancı, sahtekâr ve kaypak kimsenin, imanı da tam değildir. Bunlar, verdikleri sözde durmayan, imkanları varken borçlarını ödemeyen, ücretini aldığı halde çalıştığı işi doğru dürüst yapmayan, söz verdiği zaman sözünü yerine getirmeyen kimselerdir. Böylesi  insanlar; Allah Tealâ’nın emirlerine de tam olarak riayet etmezler. Ailesine ve diğer insanlara karşı hayırsızdırlar.

Eşya ve hayvanlara merhamet etmezler. Bu vasıfların tamamını veya bir kısmını taşıyan kimseler kâmil mümin olamayacakları gibi, kâmil müminlerin dışında da sağlam bir emniyet ve güven duygusuna rastlamak zordur.

Kâmil, olgun, güvenilir, emanete hıyanet etmeyen, birbirimizin haklarını koruyan mü’minler olamazsak toplumsal barışı ihya etmemiz ğayet zor belki de imkansızdır…

Dünyaya kafa tutan bu insanların içlerinde Allah korkusu, emanet duygusu olmasaydı onlara kim mâni olabilirdi? Yine Osmanlı toplumunda büyük camilerin müştemilatında zekât taşları bulunurdu. Hali  vakti iyi olanlar gece kimsenin görmediği bir vakitte gelir, taşın kapağını açar ve bir miktar para bırakırdı. Fakir de gece karanlığında gelir, kapağı kaldırır, ihtiyacı kadar para alır, gerisini bırakır giderdi. Böylece zenginle ihtiyaç sahibi birbirini tanımaz ve fakir minnet altında kalmazdı. İşte İslâmı gönüllere hakim kılan bu ruhtu. İnsanların  birbirlerine  güven  ve  itimat  duygusuydu. Eğer hakimiyet sadece kılıçla sağlanmış olsaydı, o devrin şartlarında devlet bir insanın ömrü kadar bile ayakta durmaya güç yetiremezdi. İslâm’ın yeniden tüm dünyaya neşredilmesi de, inşallah istikbalde böyle bir toplumun yeniden inşa edilmesiyle mümkün olacaktır…Tirmizi’nin zamanımıza ulaştırdıği bir hadiste, Peygamber efendimiz (sav) mealen  şöyle  buyurmaktadır:**Emaneti güvendiğin kimseye ver. Sana hainlik yapana sen hıyanet etme…**

Çünkü toplumsal hareketlilikte şu iki örneği karıştırmayalım, birbirinin iç içesi olan iki örnek: Yemek yapmak ve yemek yemek. Meselâ beş kişi yemek yapacaksa, ya içinizden biri yemek yapar di­ğerleri yer, bu bir kişinin yemek yapışıdır ferdi bir harekettir. Ya da bu yemek hazırlama işini birlikte yaparız. Yâni birimiz ateşi ya­kar, birimiz su getirir, öbürü tuzunu getirir, sen yağını, öbürü do­matesini, biri ser­vis yapar, biri tabak hazırlar, öbürü çanak getirir, yâni yemek hazır­lama işini hepimiz birden yapmaya ğayret ederiz.

Böylece bu yemek yapma işi toplumsal bir iş olmuştur. Bu işte her bir ferdin özel bir katkısı olmuş­tur. Ama yemek yeme işi böyle değildir. Topluca da yeseniz, fer­den ferda da yeseniz o ferdi bir harekettir. Yâni ben kendi başıma da otursam yesem kendim yerim, hepimiz beraber oturup yesek de yine ben kendim yerim. Ben kendi mideme yerim ve herkes de kendi mi­desine yer, ama beraber yiyoruz. İşte İslâm’ın toplumsal hareketliliği bu örnekte olduğu gibidir.

İslâm’ın toplumsallığı böyledir. Herkes beraber ola­cak. Sen bir ucundan, ötekisi bir ucundan tutacak hepimizin bir mesuliyeti, sorumluluğumuz vardır. Her­kes işin başından sonuna sorumludur. Cemaat olma sorumluluğumuz hayatımızın bütününü kaplayan bir özellik ve güzelliktir. Toplumsal uzlaşı ancak Cemaat olmakla, cemaat hayatına yönelmekle, birlikte hareket ederek vahdet halinde kazanılacak bir olğudur. Bilindigi gibi İslam dini bireyci bir din degil, tam tersine tevhid ve davet dini daha da belirgin ifade edecek olursak Ümmet ve Cemaat dinidir…

Her zaman ifade edildigi gibi, Cemaatta rahmet ayrılıkta azap gören İslamiyet, tüm müminleri birlige ve beraberlige çagırmakta ve onların parça parça olmalarını yasaklamaktadır.  Ahmed ibni Hanbelin zamanımıza taşıdıgı bir hadisi şerifte  mealen şöyledir: ** Cemaat rahmettir, tefrika ise azaptır…** Günümüzde islam memleketine yerleşen bir avuç diyebileceğimiz İsrail Yahudi hareketi bir ur gibi, virus gibi yayılarak bütün bir islam ümmetini tehdit eder hâle gelmiştir.

Bütün bu tehlikeli hareketlere rağmen halkı müslüman olan bunca ayrı ayrı isimlerin altındaki sözde devletler milyonlarca müslümanın ızdırabına ses çıkaramadan hayatlarına devam ediyor, iri devlet endişesiyle yaşantılarını sürdürüyorlar. Halbu ki bu halkı müslüman olan ülke insanlarının hepsi Kur’anı kerime sımsıkı sarılmadan bu tehlikenin geçmeyeceğini bildikleri hâlde ne yazık ki tehlikenin aynel yakin kendilerine gelmesini gözlüyorlar. Sünneti seniyyenin reçetesinden inanıyoruz ki bu müslümanların hepsi  haberdardır örneğin, Tirmizinin rivayeti ise şöyledir mealen:** Allahın eli Cemaatle beraberdir…** İbni Macenin rivayeti mealen şöyledir: ** Bereket Cemaatle beraberdir..** Fethul kebirde rivayet edilen hadis mealen şöyledir: ** Ey arab toplulugu, arza dikkat Bir gün öleceksiniz. Ölmeden kendinizi kurtarınız. Bu kurtuluş ancak İslam la olur İslam ancak Cemaatla kaimdir…**Bütün bu rivayetlerin İslam toplumuna önemli bir şeyler anlattıgı gayet açıktır…

Toplumsal uzlaşı diyelim, toplumsal barış diyelim, islami ıstılaıhımızı dile getirerek cemaat yaşantısı diyelim ancak ve ancak Kur’anı kerime ve sünneti senyye ye sarılmakla gerçekleşecektir. Bunun dışındaki hareketler ancak düşmanların işine yarayacak, Müslümanların bu parça parça devletçiklerini yutma kararlılığında olan iri devletleri daha da azmanlaştıracak, küçücük ur ya da virüs olarak görülen siyonistlerin nil ile fırat arasındaki ğayelerelerine ulaşmalarına yarayacaktır.  Küçük olsun benim olsun düşüncesi islam zıt, imana ters, Şeriata muhalif bir görüştür…   

İslam dini, kendi sistemini kendi varlıgını  sürdürebilmesi için yapılması gerekli bütün görevleri, Müslüman cemaatın omuzlarına yüklemiştir. Müslüman topluluk olan cemaat; İslamın idrak edilmesinden sonra İslamın temel hedeflerini gerçekleştirmek gayesi ile kendini belirleyip asla bölünme ve parçalanma kabul etmeyen, kendi bütünlügünü muhafaza ederek hayatıyetini devam ettiren bir yapıyı karşımıza çıkarmaktadır. Bu yapının itaatkar baglıları şuurlu ve bilinçli bir toplulugun kendisidir…

Müslüman cemaatın en belirgin vasfı, özelligi Kuran ve Sünneti seniye ye bağlı olmasıdır. Kuran ve Sünnetin gösterdigi  hedef ve maksatları ölçü alan; onun hükmü ile amel eden ve bundan asla taviz vermeyen Cemaat mutlaka ideal bir cemaattır diye inanıyoruz. Müslüman cemaat, takip ettigi usül, metod veya prensipler açısından İslam dininin belirlemiş oldugu çerçevesinin dışına çıkamaz. Taşkınlık yapamaz ve sorumsuzluk teşkil edecek örneklere içerisinde kesinlikle yer veremez…

Kuran ve Sünnette tarifini bulan yapıda bir İslam cemaatına örnek teşkil edecek  ve Tevhid mücadelesinde misal olacak cemaat vasıflarını, özelliklerini kısaca belirtmeye çalışacak  olursak şu hususları Allahın izniyle zikrederiz. Arzuladıgımız ve mücadelesini vermek istedigimiz cemaat o dur ki: İtikad, Amel ve Usül birligi içerisinde şeri yapılanmasını ortaya koyarak, şeri sorumlulugunu amel noktasına dökmeye azmetmiş bir cemaat özlem ve gayreti içerisindeyiz…

Cemaat  olarak  bizlerin, Her zaman Arzu ve emelimiz; hakkın ölçüleri dogrultusunda topluma, insanlara, cemiyete hizmeti hakka hizmet kabul eden  bir cemaat düşüncesi bilincini içimizde yaşatmaya ğayret ettik. İslam dinine inanan her kişiyi kardeş ve dost kabul eden, bütün inananlar adına varlığını isbat eden bir cemaata inandık… İçinde bulunduğumuz durum pek parlak görünmesede bizler daima zikretmeyi, şükretmeyi ve fikretmeyi hayatının vazgeçilmez parçası kabul eden ve mukaddes bildigi degerlerden en ufak bir taviz kabul etmeyen bir cemaat düşüncesini muhafaza etmeyi olmazsa olmaz kabul ettik.

Bildigini hayata aktarmayı esas kabul eden yani ilmiyle amil olan ilim ve amel bütünlügünü boş konuşma yada propaganda yapma hastalıgına tercih eden İslam için yaşamanın ve İslam için çalışmanın boyutlarını kavramış bir cemaat olmayı arzuladık. Allahu teâlaın emri doğrultusunda: hayırlı olan ne varsa davetimiz o noktalara olsun. Sadece ve sadece iyilikleri anlatalım, yaşayalım, kötülük, şer ve menhiyatlardan mümkün olduğunca kaçınmaya ğayret sarfedelim, kurtuluş, felah ve necata koşmaya çalışalım. Bireysel değil, toplumsal hareket edelim, cemaat yaşantısı iliklerimize kadar ilşlesin, Kur’an ve sünneti seniyye doğrultusunda hayatoımızı sürdürme hedefinden şaşmayalım, Rabbimizin emir ve nehiylerine uyalım, teslimiyet gösterelim, itaatla bağlanalım o takdirde mükafatı hak edenler sınıfına dahil olacağız inşaallah…

Ömer Nasuhi Bilmen merhum diyor ki: *Bu mübarek âyetler, İslâm milletini başka milletler gibi ayrılığa düşmekten men etmektedir. Bilâkis bu İslâm milleti arasında pek iyi niyetle hareket ederek bütün insanlığı irşat edecek, ittihat ve ittifaka davet eyleyecek zümrelerin bulunmasını emretmektedir. Şöyle ki: Ey Muhammed ümmeti! Siz daima birlik ve dayanışma içinde olunuz ve sizden insanları hayra dünyevî ve uhrevî menfaatlere davet eder delâlette, tavsiyede bulunur ve iyiliği meşru, makul, faideli şeyleri lütuf kârca bir biçimde emir) eder.

Ve kötülükten gayri meşru, gayri ahlâkî şeylerin yapılmasından nehy eyler bunların terkini, fenalığını ihtar eyler bir cemaat bir seçkin zümre bulunsun umum insanların uyanması, aydınlanması, istifadesi bu gibi zatların bulunmasına bağlıdır ve işte felah bulucular, kemâliyle felah ve kurtuluşa erenler onlardır. Böyle insanları hayra davet edip kötü şeyi yasaklayan nasihatçi iyi niyetli olan zatlardır, mücahitlerdir.

Nitekim Ahmet ibni Hanbelden rivayet edilmiştir ki: Peygamber Efendimiz, bir gün minberde iken „insanların hayırlısı kimdir“ diye sorulmuş, Rasilli Ekrem Hazretleri de şöyle cevap vermiştir: İnsanların en hayırlısı, onlara iyiliği emir, onları kötülükten alıkoyandır, ve onların Allah Teâlâ’dan en fazla sakınandır, ve silai rahme en fazla riayet eyleyenidir.

Velhâsıl: Bütün müslümanlar birbiri hakkında iyi niyetli olduğu gibi içlerinden bir kısım seçkin zevat da daima emri mâruf ve nehyi münkerde bulunarak İslâm milletinin diyanetine, ahlâkına, içtimaiyatına hizmette bulunmalıdır… Bu mühim vazifeyi güzelce yapabilmek için ilim ister, tecrübe ister, hakimane hitapta bulunmak melekesi ister, umum halkın ihtiyacını takdir etmek kabiliyeti ister.

Binaenaleyh bu kutsal vazife, kifaye yoluyla farzdır. Böyle bir vazife hiç ifa edilmediği takdirde ise bütün millete dinî sorumluluk gelir, hepsi de günahkâr olur…* Allahım bizleri rızana uyğun hareket edenlerden eyle. Bizleri sırtatı müstâkiden ayırma, bizleri ehlisünnet vel cemnaatta sabit duranlarla bir ve beraber eyle. Bizleri ilmiyle amel edenlerden eyle… Sen her şeylere kadirsin Allahım… 

Sermedkadir…KYS…24.11.2024…

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht. Erforderliche Felder sind mit * markiert