Reankarnasyon Meselesi

Rabbimiz Hadid Suresi ayet.20.de mealen şöyle buyurmektadır: *** Dünya hayatının oyun, oyalanma, süslenme aranızda övünme ve daha çok mal ve çocuk sahibi olma çabasından ibaret oldugunu bilin. Bunların durumu, yagmurun bitirdigi, ekicilerin de hoşuna giden bir bitkiye benzer; sonra kurur. Sapsarı oldugu görülür, sonra çer çöp olur. Ahirette çetin bir azap ta vardır, allahın hoşnutlugu ve bagışlaması da vardır; Dünya hayatı ise sadece aldatıcı bir geçimliktir…***

Bizler elhamdulillah Müslümanız ve inancımız o dur ki; Ölümün bir yok oluş olmadığı ve öldükten sonra hayatın devam ettiği inancı haktır ve gerçektir sözünü kesinlikle hak ve gerçek biliyoruz. Bu inanç, hak olsun, batıl olsun, bütün dinlerin gündeminden hiçbir zaman düşürmedikleri en temel inançtır…

Fakat bu, en temel olduğu kadar, en muhtaç olduğumuz bir alanı da ilgilendiren önemli inançta peygamberlerin doğru bilgi ve haberlerine inat, ne esef ve üzüntü vericidir ki, insanoğlu yanlış ve batıl inançlar da geliştirmiş ve maalesef peşinden de milyonları sürüklemiştir. Reenkarnasyon denilen olay yani Ruhların tenasühü yani Ruhların göçü olayı bunlardan birisidir…

Bu durum zamanımızda oldugu gibi Hindistanda çıkarılmış sapık bir hadise degildir. Bu inanç şekli Milattan önce Firavunlar döneminde de vardı ve şimdi de var. Reenkarnasyon: Dünya da ölen kimsenin RUHUNUN başka bir bedene -bu beden insan ve Hayvan bedeni olur- geçerek ona hayat verdigine dair asılsız ve sapık bir inanç şeklidir…

Reenkarnasyon, Ruh göçü veya Tenasüh inancı Milattan önceki asırlarda Firavunlarda görülmüş, daha sonra da Hind dinlerinde inanç şekillerinde devamını bulmuştur. Hind dinlerinden Budha dini başta olmak üzere geçmiş milletlerdeki çok Tanrı lı dinler de de görülen bir hadisedir Reenkarnasyon…

Bu inançta Ruhun İnsan dan insana, İnsandan Hayvana veya Hayvandan İnsana, yahut bir cisimden başka bir cisime geçtigine inanılan Reenkarnasyon olayını ayakta tutanlar Hindistan ve İrandaki sihirbazlar Brahmanlar bazı filozoflar, Derezilerle Karmati ve İsmaili denilen bazı sapık fıkalar, gruplarda Reenkarnasyon olayı yaygılık kazanmıştır…

Bütün peygamberler öldükten sonra hayatın devam ettiği, ruhların ölmediği, kıyâmetten sonra yeniden dirilişin vâki olacağı ve âhirette hayatın ebedî olduğu haberini insanlığın aklına, fikrine, dimağına sürekli perçinleyerek işlemişlerdir. Bu hak haber en son âhir zaman Peygamberine (asm) gelen âyetlerde ifâdesini bulmuş ve çok net biçimde insanlığı ebedî hayata çağırmıştır…

Aslında Hak Dinler ve bu Dinlerin sonuncusu olan İslamiyet Reenkarnasyon, tenasüh yani RUH GÖÇÜ olayını kesinlikle reddeder. Bizim inancımızda Ruhun, Dünya da bir beden den başka bir bedene geçtigine ve o bedende olgunlaştıgına inanmak İnsanı İmandan koparır, İnsanı İmandan çıkarır…

İslam dinine göre, Ruhların dünya da bazan cisim şeklini alarak iş görmeleri TENASÜH; Reenkarnasyon hadisesi degildir. Burada Ruhlar başka birisinin bedenine girmemiştir yani cisim şekline getirilmemiştir. Şeytan ve Cin denilen varlıklar bazan diri insanın içine girerek mahiyetini kavrayamayacagımız bir şekilde İnsanın içine girerek his, duygu ve hareket sinirlerine tesir edebilmişlerdir…

Aynı zamanda hareket ve ses meydana getirdikleri de tesbit edilmiştir. İnsanların bu olaydan haberi olmayabilir. Bazı incelemelerde mesela Romada, Budapeştede ve Adanada bu tür vakalara rastlanmıştır. Böylesi bir olayda konuşan çocuk ve hastaların geçmiş zamanlardan bilgi verdikleri olaylara rastlandıgı na şahit olanlar bu kişilerin ikiruh taşıdıklarına veya başka birilerinin ruhlarını taşıdıkalarına yönelik izahlardan yola çıkarak Reenkarnasyona yani Ruh göçüne olayı dayanak yapmışlardır…

Halbuki bu tip olaylar Şeytan ve Cin taifesinin bazı insanlar üzerindeki kurdukları hakimiyetten kaynaklanmaktadır. Fakat hep kısır döngüsünün kurbanı olan insanoğlu, öldükten sonra hayatın devam etmesini çok içten temennî etmekle berâber, kimi zaman bu temennîyi bâtıl bir çerçeveye oturtmuş ve Tenasüh , Ruh göçü, Reenkarnasyon gibi saçma sapan olaylarla meseleyi sapık inanç şekline dönüştürmüştür…

İnsanoğlu, “Öldükten sonra hayat olsun; ama benim kafamda şekillendiği şekilde olsun!” deme hakkına sahip olabilir mi? Öldükten sonra hayat elbette var; ama Yüce Yaratıcı’nın dilediği, haber verdiği ve vaad ettiği şekilde var. Yüce Yaratıcı bunu Kur’ân’ında haber vermiştir…

Kur’ân’da reenkarnasyon yok, fakat öldükten sonra hayat vardır, diriliş vardır; ruh göçü yok, fakat ruhların özel biçimde ve müstakil olarak hayatlarının devamlılığı vardır; insanın başka bir bedende tekrar dünyaya dönmesi söz konusu değil, fakat latîf ruhların dünyada olsun, başka, diger gezegenlerde olsun, dilediği ulvî mekânlarda olsun gezmeleri söz konusudur…

Reenkarnasyon, ölen kimsenin rûhunun, dünyada bir başka insanın veya hayvanın bedenine geçtiği şeklindeki bâtıl bir inanıştır dedik. Bu olaya aynı zamanda Ruh göçü veya tenasuh inancı da denmektedir. Eski Hind geleneğinde, Firavun dönemi inançlarında, putperest inanışlarda, Budizm’de ve sâir ilkel inançların hemen hepsinde görülen bu batıl inanış, gelenekten geleneğe değişiklikler de göstermiştir…

Kimi inançlarda ruhun insandan insana, kimisinde insandan hayvana, bazısında hayvandan insana geçişi tarzında anlayışlar geliştirilmiştir. Ki, hiçbirisi hak ve hakîkat değildir. Zaman zaman bir takım kimselerin ortaya çıkıp, kendilerinin ikinci hayatı yaşadıklarını, önceki hayatlarının başka bir ülkede, başka bir cinsiyet veya meslek içinde geçtiğini iddiâ ettikleri, hattâ o ülke, o zaman veya o meslekle ilgili bir takım doğru bilgileri de delil olarak sıraladıkları görülmekte, duyulmakta ya da okunmaktadır…

Bu tür iddiâlara gelince… Mutlaka Dünyanın altı, üstü, sağı, solu boş değildir. Meselâ, dünya üzerinde bizimle birlikte bir cinler âlemi vardır. Cinler âleminde hayat vardır. Yine meselâ, dünyanın bir perdesinin altında ölen insanların ruhlarının bulunduğu bir berzah yani kabir âlemi vardır…

Berzah âleminde hayat vardır. Kezâ, dünyanın bir diğer perdesinin ötesinde, içinde dünyanın her türlü olayının en ince ayrıntısına kadar görüntü ve ses kayıtlarının bulunduğu bir misâl âlemi, yani bir arşiv âlemi, yani bir yaşananlar âleminin oldugu da İslam Alimlerince ifade edilmiştir…

Adem Aleyhiselamdan beri insanlığın bütün mâcerâsının tutulduğu ana defterler ve kayıtlar, tabir câizse CD ve disketler buradadır. Bedîüzzaman Saidi Nursinin ifâdesiyle binler dünya kadar bir uhrevî sinema ve pek büyük bir fotoğraf makinesi ile alınan dünyanın her türlü manzarası ve olayları bu âleme akmaktadır.(Sözler)

Yine kezâ, dünyanın bir başka perdesi ötesinde, olmak üzere yeryüzüne yaklaştırılmış bir mukadderât, yani olacaklarla ilgili bir Levh-i Ezelî defteri olan Mahv ve İspat ön kayıtları, yani gelecekle ilgili bir plân ve program âlemi vardır. (lemalar) Ve bunun yanında, dünyanın bir başka perde ötesinde, bu görüp içinde yaşadığımız âlemin tenteneli bir perde biçiminde üstüne serpildiği bir melekler ve ruhlar âlemi vardır. (Sözler)

İnsan rûhu çok geniş ve bilinmezliklerle doludur. Manevi alemleri her ne kadar fizikî olarak görmüyorsak, seslerini işitmiyorsak ve onlarla temas kurmuyorsak da, rûhumuz çok ender de olsa, gizli veya açık bu alemlerle yakınlık kurabilmektedir. Bazen rüya yoluyla, bazen fazlaca gelişen bir duygumuzun açtığı bir pencere yoluyla, zaman zaman da ifade edemiyecegimiz bir biçimde bu alemlere yakınlaştığımız olur…

Meselâ bazen rüyamızda berzah âlemine yaklaşır, ölmüş dedemizi görür ve onunla konuşuruz. Rüyamızda bazen bilmedigimiz alemle temas kurarız, bazen cinler âlemine yaklaşırız, bazen de olması, gerçekleşmesi yaklaşan bir olayı kader aleminden farklı sembollerle görürüz. Hayâlimiz tüm gördüklerine bir şekil ve bir sûret biçer ve bizim için tanıdık şekillerle bize gösterir. Yorumu da bize kalır…

Öte yandan, çok ender de olsa bazı insanların muhtemelen bir psikolojik rahatsızlık sebebiyle bazı duyguları, abartılı şekilde, yukarıda belirttiğimiz alemlerden biriyle yakınlığını sürdürür. Bu yakınlığı, yaşadığı dünya âleminde yorumlamaya kalktığı zaman ise ortaya saçma sapan bir takım yorumlar çıktıgı da bir gerçektir…

Geçmişte falanca yerde yaşamış olarak kendisini tanımlayan kimse, yukarıda bahsi geçen alemlerden birisiyle fazlaca yakınlık kurmuş ve muhtemelen psikolojik dengesini bozmuş olduğundan isâbetsiz yorumlar yapmaktadır. Böyle kişiler ortaya çıkıp kendilerini ya başka bir insan bedeninde olduğunu, ya geçmişte de yaşadığını, ya da kendisini bir hayvan karakterinde hissettiğini söyleyebilmektedirler…

Bu ve buna benzer olayları yaşayan insanlar Tedavî olmaları gerekirken, ne yazıkki yön değiştirip, reenkarnasyon meraklılarına malzeme olmaktadırlar. Yazılı ve görsel basında tabbki hani derler ya mal bulmuş Magribi gibi bu insanları ve olayları detaylı bir şekilde kullanmaktadırlar…

Diğer yandan, hak dinlerde var olan, Peygamber Efendimizin (sav) haber verdiği ve zamanımıza gelene kadar İslam Alimlerinin yorumladığı, izah ettigi, açıklamaya gayret ettigi gerçek şudur: Salih (iyi) ruhlar ölünce kabirlerinde kalmazlar, gökleri ve yerleri gezerler…

Bir kısmı Cennete mahsus o güzel halleri bilemiyecegimiz bir duygu içinde, bir kısmı şehâdet âlemi de denen bu yaşadığımız alemdeki hadiseleri birebir yaşayarak gezerler ve o olayları duygularıyla dünyayı temâşâ ederler,seyrederler, izlerler, tefekkür ederler. Bir kısım Cennet ehli kimseler, berzâh âleminde iken Sahihi Muslimde geçtigi gibi “Tuyurun hudrun” denilen yeşil kuşların içinde Cennette gezerler.

Demek ki sâlih ruhlar serbesttirler; kabirlerinde mahpus olmuyorlar, yıldızlarda, dünyada ve değişik yerlerde Allah’ın izniyle diledikleri gibi geziyorlar. (Sözler)

İnancımız o dur ki; İlkel dinlerdeki reenkarnasyon inancı, hemen her Peygamberle geçmişte insanlığa bildirilen “sâlih ruhların gezmesi” hakikatinin, yine insanlar eliyle deforme edilmiş, yani bozulmuş bir şeklidir…

Mâlûm; babasız doğan Hazret-i İsa’ya “Allah’ın oğlu” diyecek kadar zaman zaman hoyratlaşan, akıldan, idrâktan, iz’andan ve insaftan uzaklaşan insan denen bu varlık sınıfı, hak dinlerin getirdiği gerçekleri bozmakta ve değiştirmekte de zaman içerisinde çok maharet olabilmiştir…

Hayatı seven, fakat sorumluluktan kaçan insanoğlu, sorumluluk getiren AHİRET inancı yerine, sadece bir hayat ümidi veren reenkarnasyonu abartılı olarak benimsedi. Oysa Ahiret inancı varken, reenkarnasyona sapmaya ne ihtiyaç var ? Zaten Ahirette hayat vardır.

Unutulmamalıdır ki, çürük ve batıl inançların tek çâresi sağlam inançlardır. İslâmiyet’in ter ü tâze , pak ve temiz Ahirete İmân akîdesi, inancı, tüm batıl inançları ve tüm reenkarnasyon anlayışlarını kökünden yıkacak güçtedir. Buna bütün kalbimizle, benligimizle inanıyoruz…

Nitekim Rabbimiz Kuran da, ***Biz ölüleri diriltiyoruz… (Yasin suresi..Ayet.12)*** buyurmaktadır. Bu diriliş RUHUN kendi kişiliğinde ve müstakil hüviyetiyle dirilişinden başka bir şey değildir. Ne Kuranı Kerimde, ne de Hadisi Şeriflerde, Reenkarnasyona haklılık verecek tek bir işâret yoktur…

İnanıyor ve İtikad ediyoruzki; Evet, öldükten sonra hayat vardır; fakat ilkel, sapık iddiâcıların dediği gibi “başka bedenlere göçüş” şeklinde değil; Kuranı Kerimin İLAN ettiği gibi “müstakil diriliş” biçimindedir.

Yakın geçmişte bir olay vuku bulmuştur. Bu olay dünyda epey ses getirmiştir. “Rus Jeoloji araştırma ekibi bilim adamlarının Sibirya’da yerin 14.400. metre derinliğinde kaydettikleri çığlık atan insan sesleri ile ilgili haberin Türkçe’sini (www.mutefekkir.com) adresinde işitilen seslerle birlikte yayınlamışlar. Araştırma ekibinden Dr. Azzacov’un anlattıkları şeyler ilginç. Bu haberleri nasıl anlayıp nasıl yorumlamamız icabeder…

Mutlaka; aşağıda, yerin altında bir şeylerin olduğu kesin. Dışarıdan göründüğü gibi yerin içinin hiç de sakin olmadığı bir gerçek. Bu haberler uzun süre İnternet sayfalarından izlenmiş ve sesler işitilmiştir. Yoğun gelen seslerin bir montaj işine benzemedigi ifade edilmiştir. Fakat seslerin gerçekten berzahtan yankılanmış sesler olup olmadığı konusunda bir şey söyleme imkânımız tabiiki mümkün degildir…

Herkes gibi ben de, olur mu böyle şey, diyorum. Fizikî olarak berzahtan ses kaydetmenin mümkün olmayacağına inanıyoruz. Fakat biliyoruz ki, her şey fizikten ibâret değil. Fizik ötesi hakîkatler fizik alemi sarmış durumda. Berzah alemi denilen bir alem var; ölenlerin ruhlarının bulunduğu âlem ve bizimle çok yakın alâkalı…

İnsan öldüğü zaman berzâh âlemine gidiyor. Ve ameline göre burada hesap gününe kadar kısmî bir mükâfât veya cezâ görüyor. Meselâ Firavunun kavmi için Kuranı Kerimde: *** Onlar kıyamete kadar sabah akşam o ateşe sokulurlar… (Mümin suresi.2) *** buyurulmuştur. Buna inanıyoruz. Firavun kavmi gibi Peygamberi reddeden kaç kavim var kim bilir..?

Bir de Misal alemi, -yaşadıgımız alem- denilen bir başka alem daha var; yaşanan tüm olayların oluk oluk içine aktığı bir âlem. Bizimle çok alâkalı. Tüm geçmiş zamanlar ve yaşanmış olaylar da bu âlemin içinde.

Bedîüzzaman Saidi Nursi Hazretleri LEMALAR adlı degerli eserinde: dünya çekirdeğinin, berzah âlemi ile misâl âleminde bir büyük ağaç gibi dal budak saldığını ve kâinâta omuz omuza vuracak bir büyüklüğe ulaştığını kaydediyor. Bu alemleri beş duyumuzla algılamasak da, var olduklarını ve berzah âleminin yaşayan ruhlarla, misâl âleminin de en ince detayına kadar ses ve görüntü kayıtlarıyla birlikte yaşanan olaylarla dolu olduğunu biliyoruz…

Berzah âleminden ses işitmek imkân dışı değildir, yeni değildir ve aslında itimatsızlık konusu etmeye değer bir şey de değildir. Peygamberler ve bazı eserlerimize baktıgımızdaİ; Evliyâlar BERZAH ALEMİ ile zaman zaman temas kurmuşlardır. Nitekim Bedîüzzaman Saidi Nursi Hazretleri de Sözler adlı eserinde: Ruhların bizlerle iletişimi bulunabileceğini, bu kapının kapalı olmadığını bildiriyor…

İslam Tarihine ve Siyret kitaplarına baktıgımızda, Peygamber Efendimizin (sav) BERZAH ALEMİNDEN çok sesler işitip, çok manzaralar görüp ve bunları ashabına aktardıgını görüyoruz…

Meselâ bir defasında ashabıyla birlikte çok derinlerden bir gürültü işitti. Buyurdu ki: ** Bu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanan ve bu dakikada Cehennemin dibine ulaşan bir taşın gürültüsüdür. ** Az sonra yetmiş yaşında bulunan bir münâfığın ölüm haberi geldi. (Riyazussalihin.)

Peygamber Efendimiz (sav) ümmetini ölüm ötesi konusunda uyarır; ** Ben sizin görmediğinizi görüyorum. Siz benim bildiğimi bilseydiniz, az güler, çok ağlardınız! Yataklarınız üzerinde kadınlarınızla eğlenip tad alamazdınız! Yüksek sesle Allah’a yalvararak yollara dökülür, dağlara çıkardınız…** buyururdu. (Muslim)

Peygamber Efendimiz (sav) bir başka hadisinde mealen BERZAH aleminden şöyle bir haber bildirdi: ** Cenâze tabuta konulduğu ve erkekler onu boyunları üzerine yüklendikleri zaman, şayet hayatında iyi bir kimse idiyse: “Beni yerime çabuk ulaştırın!” der. Eğer iyi bir kimse değilse, “Eyvah! Helâk oldum! Nereye götürüyorsunuz?” diye feryad eder. Ölünün bu feryadını insanlardan başka her şey işitir. Eğer insan işitmiş olsaydı, düşer bayılırdı…(Riyazüs Salihin)**

Diğer yandan Bedîüzzaman Saidi Nursi Mektubat isimli eserinde diyor ki: Yerin merkezi küçük Cehennemden (Cehennem-i suğrâ) ibârettir! Yüzey ile arasında altı bin küsûr kilometrelik bir mesafe bulunan yerin merkezinde iki yüz bin derecelik bir ateş vardır ve bu ateş dünya ateşinin iki yüz katıdır. Bu ateş berzah âlemine göçmüş bir kısım insanlar ve cinler için büyük Cehenneme ait bazı vazifeleri vekâleten yapıyor. İleride yer küre nasıl üzerinde yaşayanları haşir meydanına boşaltacak ise, karnında bulunan küçük Cehennemi de Allah’ın emriyle büyük Cehenneme teslim edecektir. *

Netice olarak, ses kaydının sıhhati inkâr edilebilir belki! Fakat edilse ne olacak ? Olay böyledir! Berzah aleminde küçük Cehennem, hesap gününden sonra büyük Cehennem bir vâkıadır, bir gerçektir. Onun için denilmiştir ki: Yaratılmış olanların en büyük meselesi Cehennemden kurtulmak olmalıdır…

Bilhassa Kabir azabı hususunda çok 1400. küsur yıldır çok söz söylenmiştir. Nedense insanlar bu süreç içerisinde bazı şeyleri reddetmeyi kendilerine vazife edinmişlerdir. Hatta insan yaşantısında Adalet ve eşitligi bile birbirlerine karıştırmışlar bunun yanında gaybi yani bilinmezlik meselelerinde dahi sadece kuru aklı esas alan kimseler izahlarını da sadece Akılla ve mantıkla anlatmaya çalışmışlardır…

Kabir azabı hususunda da olay farklı degildir. İnanıyoruz ki; Ölen bir kimse, ister kabire- mezara defnedilsin, ister ateşe atılıp yakılıp külleri savrulsun, aynı Hindistanın bir kadın Başbakanı vardı İndra Gandi gibi, ya da ister denizde bogulsun; önceden denizde ölenleri karaya çıkarmazlarmış. Tarihi bir gerçektirki; çogu denizciler beni ölünce denizin serin sularına bırakın diye vasiyet etmişlerdir. Hangi şekilde olursa olsun, Ölen bir kinse için BERZAH hayatı – dönemi başlamıştır…

Allahu Tealanın Berzah alemine mahsus kıldıgı bazı kanunları Sünnetullah vardır. Mesela tıpkı Firavun gibi bir kafirin denizde bogulmuş olması yani mezarının bulunmaması Berzah aleminde tabi tutulacagı muameleyi ortadan kaldırmaz. Bu hakikat Mutlak dogru diye inandıgımız NASS la sabittir…

Rabbimiz Mümin suresi .ayet. 46.da mealen şöyle buyuruyor: *** Firavun ve adamları sabah akşam ateşe arz edilirler. Kıyametin kopacagı koptugu gün de denilirki, Firavun hanedanını ateşin en şiddetlisine sokun…***

Bilindigi gibi FİRAVUN un denizde boguldugu için kabri – Mezarı mevcut degildir. Fakat sabah akşam arzedildigi haber verilmiştir. Ehli Sünnet Alimlerinin bu ayetten çıkardıkları hüküm şudur: Kıyamet kopmadan önce BERZAH aleminde Firavun ve adamları, kendilerine hazırlanan azabın keyfiyetini, sabah akşam idrak edeceklerdir…

Fecr suresi ayet.6.da Rabbimiz mealen şöyle buyurmaktadır.*** Ey huzur içinde olan can o senden, sen de ondan hoşnut olarak Rabbine dön. Ey can iyi kullarımın arasına gir, cennetime gir.*** Hayatın ve ölümün gaybı bilinmeyen meseleleri hakkında daha Kuranı kerimde açık bilgileri bulmamız mümkündür. Peygamber efendimizin sünneti seniyyesi ise bize bu konular hakkında daha ayrıntılı bilgi vermektedir.

Ateistler, maddeci materyalistler ve bazı felsefeciler ruhu inkar etmişlerdir. Bu ise kuru bir inançsızlıktır. Daha ana karnında olan ceninin, dört buçuk ayını tamamlamasından sonra hareketler ile kendini ortaya çıkaran, uyku ve hipnozdan etkilenme ile benzer bir çok şeyle varlıgını ortaya koyan ruh, nasıl inkar edilebilir ?

Bir takım maddeciler, kabir azabını, insanlar ve cinlerin dışındaki bütün canlı varlıkların duydukları yolundaki haberleri inkar etmektedirler. Oysa bazı hayvanların ve özelliklede atların mezarlıktan geçerken kulak diktikleri ve dikkat kesildikleri çok kez görülmektedir…

Sonra insan kulagının ancak belli bir titreşimin üstündeki sesleri duyabildigi ve insan dışında kalan bazı yaratıkların ise bunu bir kıyaslama açısından söylüyoruz. Yoksa bir şey nas (ayet, hadis) ile sabit olduktan sonra, bize düşen ona teslim olmak ve inanmaktır.(Said Havva.El esas fis sünne.c.9.s.504.505.)[1]

Elbette dünyada da, kabirde de, mahşer gününde de Allah’ın adâleti, hikmeti, merhameti ve mağfireti esâstır. Allah zulmetmez. Allah Âdîl’dir, Hâkim’dir, Rahîm’dir, Ğafûr’dur. Dünyada nasıl yaptığımızın karşılığını buluyorsak, komşumuza güldüğümüz şey nasıl başımıza geliyorsa, bu süreç kabirde de devam eder. Bunun akla ve adâlete ters düşer yanı yoktur. Bu bir zulüm süreci değildir.

Bu bir af sürecidir. Yani büyük yargılama gününe kadar kulunu affetmek isteyen Cenâb-ı Hak, dünyada veya kabirde verdiği sıkıntı, azap ve musîbet ile kulunu affedebilir. Nitekim Peygamber Efendimiz (sav) buyurur ki: “Kabrin kişiyi sıkması her mü’min için daha önce affedilmeyip üzerinde kalmaya devam eden bütün günahlara kefârettir.(camiüs sagir)

Allah’ın dünya veya kabir azabını adâlet, hikmet ve rahmet içinde yaptığında şüphemiz yoktur. Hiç şüphesiz Allah, kuluna sıkıntı, azap ve musîbet vermeden de affedebilir. Fakat takdir Allahındır. Dünya âfetinden ve musîbetinden Allah’a sığındığımız gibi; kabir azabından da Allah’a sığınırız.

İnanıyoruzki; kabir azabından haber veren Peygamber Efendimiz’in (sav) muradı, bizi azaba atmak değil; bizi günah kirlerinden arındırmak, Allah’ın affını istememizi ve merhametine ulaşmamızı sağlamaktır. Allah’ın dünyada azap verirken yüksek muradı ne ise, kabirde azap verirken de muradı odur.

Nitekim dünyada başımıza gelen belâlar için, “Bu bana zulüm oldu. Çünkü yargılama olmadan geldi!” diyebiliyor muyuz? Çünkü böyle söylemek, Allah’ın adâletinden ve hikmetinden şüphe etmek demektir.Allaha sıgınırız. Bizler Allah’a teslim olmakla yükümlüyüz…

Belâdan ve musîbetten Allah’a sığınmakla, günahlarımız için de—karşılıksız, belâsız, musîbetsiz—bağışlanma talebinde bulunmakla yükümlüyüz. Verdiklerine sabrederiz. Verdiklerinin acı ve ıztırabından yine O’na sığınırız. Bu bizim kulluk halimizdir. İsyan etmekten de Allah’a sığınırız.

Kur’ân-ı Hakîm âhirette adâletin muhakkak tecellî edeceğini bir çok âyetiyle haber vermiştir. Muhakkak büyük yargılama günü vardır ve haktır. Amel defterlerimiz verilecektir. Kur’ân bundan çok açık şekilde haber veriyor. Fakat Kur’ân, kabir azabı hakkında işâretle yetinmiştir…

Allah (cc) Tevbe suresi.ayet.101.de mealen şöyle buyurmaktadır.*** Onları siz değil; ancak Biz biliriz! Kendilerine iki defa azab edeceğiz. Onlar sonra da büyük bir azaba uğratılırlar.*** âyetinde geçen iki azaptan birisi İmam-ı Azam’a göre kabir azabıdır.

Yine İmam-ı Azam’a göre,*** Zulmedenlere şüphesiz bundan başka da azap vardır; fakat onların çoğu bilmezler. Tur suresi. ayet. 47.*** âyetindeki “başka azab” da kabir azabına işâret etmektedir.(Fıkhul ebsat.s.55)

Hazret-i Âişe validemiz (ra) der ki: “Resûlullah’a (asm) kabir azabından sordum. Bana: ** Evet, kabir azabı haktır’ buyurdu. Benim bu sorumdan sonra onun kabir azabından Allah’a sığınmadan namaz kıldığını görmedim.Nesai**

Kabir azabı konusunda başta Kütüb-ü Sitte olmak üzere her hadis kitabında çok sayıda hadis bulmak mümkündür. Güvenilir râvîler ve imamlar bu hadisleri rivâyet etmişler ve kitaplarına sıhhat ölçülerinde almışlardır. Ümmet de bin dört yüz yıldır kabir azabını hak bilmiş ve bundan Allah’a sığınmıştır. Binâenaleyh, konu tevâtür derecesinde, yalanlamaya imkân bırakmayacak ölçülerde, sıhhatli rivâyet edilmiş ve konu hakkında icma meydana gelmiştir.

İslam Alimleri demişlerdirki; Kabirde hayat vardır. Ölenlerimiz yaşıyorlar. Yalnızca cisim gömleğinden soyulmuşlardır. Rûhları hayattadır, bâkîdirler, hissederler, duyarlar, görürler, üzülürler ve sevinirler. Onlara gönderdiklerimiz ve bağışladıklarımız takdim edilir, onların feyizleri bize getirilir. Biz hissetmesek de. Onlar bizden uzakta değildirler. Sadece perde ötesindedirler. Biz onları görmüyoruz diye onları ihmal etmemiz doğru değildir.

Kabir ziyareti sünnettir. Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) önceleri hurafelere mesnet teşkil etmesin diye kabir ziyaretini yasaklamışsa da, daha sonra, ölülere duâ edilmesi ve ölümden ibret alınması hikmetlerine binaen bu yasağı kaldırmış ve kabir ziyaretini teşvik etmiştir. Bizzat kendisi de kabir ziyaretlerinde bulunmuştur. Muhterem annesinin kabrini ziyaret ettiği, duâ ettiği ve hislenerek gözyaşları döktüğü çok vaki olmuştur.

Kabir ziyaretinin belli başlı bir zamanı yoktur. Mezarlıklar her zaman ziyaret edilebilir ve oradaki ölmüş ehl-i îmana duâlar gönderilebilir. Cuma ve Arefe günleri ölülere duâ okumanın daha faziletli olduğuna dair rivayetler vardır. Fakat mutlaka her Cuma günü eve gelir ve bizim okuduğumuzu ancak Cuma günleri alır tarzında bir sınırlandırma ve sınıflandırma yoktur.

Bir Hadisi Şerifte Peygamber efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur: ** İnsanoğlu öldüğünde ameli kesilir. Ancak üç şey müstesna: Sadaka-i cariye (akan, kesilmeyen sadaka), kendisinden faydalanılan ilim ve kendisine duâ eden sâlih bir evlât bırakırsa amel defteri kapanmaz; bu hayır ve duânın sevabı gelmeye devam eder. (Tirmizi, Nesai, Ebu Davut.)**

Yakınlarımızın ölümü durumunda onlara duâ etmek, onlara verebileceğimiz en iyi hediyelerdendir. İnanıyoruzki, Onlar duâlarımızdan hissedar yani pay sahibi oluyorlar ve istifade ediyorlar. Ölenin adına ziyafet verilecekse, fakir fukara gözetilmek şartıyla ailenin maddeten müsait olduğu her zaman bu yapılabilir.

Ölenlerimize göndereceğimiz birer Fatihamız varsa, bunu kırkıncı veya elli ikinci gecelerin tekelinden kurtarmalıyız. Dilimiz döndüğü kadar her zaman onlara duâ yapmamız, en makbul olanıdır.

Bunun yanında abdullah bin Ömerden gelen bir rivayette Peygamber Efendimiz mealen şöyle buyurmaktadır: ** Sizden birisi öldügü zaman, sabah- akşam ahiretteki makamı yani Cennet ve ya Cehennemdeki yeri kendisine arz olunur ve kendisine şöyle denilir: Bu senin makamındır…**

Fakat hiç şüphe eilmesin ki, Allah’ın azabından korkup Allah’ın rahmetine sığınanlara müjde vardır. Cenâb-ı Allah müjde ediyor ki: *** Rabb’inin azabından korkan kimseye iki Cennet vardır… (Rahman suresi.46.) ***

Allahım Ölenlerimize rahmet eyle. Ölenlerimize mağfiret buyur. Müminlerin dualarını ölenlerimize ulaştır. Azapları varsa hafiflet. Günahları varsa bağışla. Hataları varsa ört. Kusurlarını affet. Onları Cehennem azabından uzak tut. Yerlerini ve makamlarını Cennet eyle. Yaşarken ve öldüğümüz zaman bizi rahmetinden uzaklaştırma. Bizleri her türlü sapıklıklardan ve sapıklardan uzak eyle. Sen her şeye kadirsin Allahım. Amin…
Sermed Kadir… 23.03.2007

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht.