Bazı İslâmî Semboller

Cenabı hak, hac suresi ayet.32.de mealen şöyle buyurmaktadır: ***Kim Allah’ın şiarlarına/hükümlerine saygı gösterirse, şüphesiz bu, kalplerin takvâsındandır.***

Şiar,Sembol,alamet ya da parola sözlü olursa ingilizce tabirden türkçeyede geçen slogan yapılması gereken işaretler, vazifeler alametler aynı manayı ifade eden ibarelerdir. Şeâir; bazen ibâdetin kendisine, bazen de yerine denir. Örnek verecek olursak: Ezan, cemaat ile namaz, bu cümleden olarak Cuma ve Bayram namazları, ve Hacc ibadeti dinin şeâirinden, yani alâmetlerindendirler. Aynı şekilde câmiler, minâreler, Hacdaki ibâdet ve haccın özel yerleri de alâmet ve işaretlerdendir ki, Safâ ile Merve de bunlardandır. Bunların yanında, besmele, tehlil, tekbir, tesbih, tahmîd, salavât, istiğfâr, İslâm bayrağı-râyet,sancakta İslâm’ın en önemli şiarlarındandır. Mutlak surette bilinmelidirki; semboller,şiarlar şuurları uyandırmak içindir.

Semboller, dış görünüşlerinden çok daha büyük anlam ve değer taşırlar. İslâm’ın şiarlarına karşı mücâdele edenler aslında şuursuz nesiller yetiştirmenin gayreti ve çabası içerisindedirler diyebiliriz. Çünkü şuursuz nesilleri kullanmak ve gütmek daha kolay olur. İslâm bilindigi gibi tevhid dinidir. Onda kulla Allah arasında aracı yoktur. İslam dini gözlerin erişemediği Allahı, hayal etmesi için, insan düşüncesinin belirliyecegi, insan hikmetinin yöneleceği gözle görülür, elle tutulur put ve benzerlerini de kabul etmez.. O yüzden ne aracı, ne put, ne de heykel veya imtiyazlı dinî bir zümre bahis konusu olamaz. İslâm dini, düşüncede yüceliği, irâde ve niyette temizliği, amel ve tatbikatta ihlâsı, isteyen bir dindir ki, düşünce ve inançta bundan daha üstünü tasavvur olunamaz.

Hiçbir din, hiçbir felsefe ve ideolojiler, değil böylesine; benzerine bile ulaşamamışlar dır inancındayız. Fakat insan fıtratı, arzularını yönelteceği, tazim ve yaklaşma konusundaki ısrarlı isteğini gerçekleştireceği ve gönlündeki dinmeyen aşkı dindireceği ve gözüyle görebileceği bir şeyi aramaktadır. Cenâbı Hak, gözle görülen, elle tutulan, Kendisine mahsus olan ve Kendisine nisbet edilen, aynı zamanda rahmetinin tecellî ettiği, inâyetinin kuşattığı bazı şeyleri seçmiştir ki, bunlar görüldüğünde Allah anılır ve bunlar, Allahın günlerini, nimetlerini, dinini, tevhidini ve peygamberlerinin kahramanlık larını hatırlatan olaylarla çok yakından ilgilidirler. Allah bunlara “Allah’ın şiarları” adını vermiş ve onlara yapılan tazim ve hürmetleri Kendisine yapılmış olarak kabul etmiş, onların yanında yapılan edepsizliği de kendi nezdinde yapılmış olarak saymıştır.

İnsanlara, gönüllerindeki aşkı, görmek ve yaklaşmak husûsundaki fıtrî arzuyu onlarla tatmin etmeleri için müsaade etmiş, hattâ teşvik edip dâvet etmiş ve hacc suresi ayet.30.da mealen şöyle buyurmuştur: ***Durum böyle. Her kim, Allah’ın emir ve yasaklarına saygı gösterirse bu, Rabbinin katında kendisi için daha hayırlıdır…*** İnanıyoruzki; Seven kimse, sevdiğine nisbet edilen her şeyi sever. Allahı seven de O’nun şiarlarına karşı sevgi ve saygı duyar. Örnegin Ezân; Allah’a Çağrı ve Kurtuluş İlânıdır ve islamın şiarıdır. Aynı zamanda İslâm Bayrağı yani Râyet, Sancak, Hilâl İslamın şiarları, sembolleri arasındadır.

Kurban, Hac, Selâm, Başörtüsü, Sakal aynı zamanda dinimizin en önemli şiarları arasındadır. Bunun yanında başka din ve kültürlerin veya küfründe kendine özgü şiar ve sembolleri alametleri vardır örnegin; Put ve Heykelin her türlüsü ve Giyim kuşamdadaki semboller gibi…Bilindigi gibi Kurânı Kerim’de “şeâir” yani şiarlar, alâmetler kelimesi 4 âyette geçmektedir. Bunların tümünde şeâir kelimesi, Allah’a izâfe edilmekte, şeâiru’llah – Allah’ın şiarları-” şeklinde kullanılmaktadır. Örnegin Maide suresi ayet.2.de Rabbimiz mealen şöyle buyurmaktadır: *** Ey iman edenler! Allah’ın (koyduğu, dinî) işaretlerine, haram aya, (Allah’a hediye edilmiş) kurbana, (ondaki) gerdanlıklara, Rablerinin lütuf ve rızasını arayarak Beyti Harama yönelmiş kimselere (tecavüz ve) saygısızlık etmeyin. İhramdan çıkınca avlanabilirsiniz. Mescid-i Haram’a girmenizi önledikleri için bir topluma karşı beslediğiniz kin sizi tecavüze sevketmesin! İyilik ve (Allah’ın yasaklarından) sakınma üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü Allah’ın cezası çetindir…*** Rabbimiz yine Bakara suresi ayet.158.de mealen şöyle buyurmaktadır:*** Safâ ile Merve şüphesiz Allah’ın şiarlarından-alâmetler indendir. Kim Beytullah’ı hacc-ziyaret eder veya umre yaparsa onları tavaf etmesinde bir günah yoktur. Kim gönüllü olarak bir iyilik yaparsa, şüphesiz Allah onu bilir, karşılığını verir…***

Peygamber efendimiz (sav) bir hadisinde mealen şöyle buyurmaktadır: ** “Safâ ile Merve Allah’ın şiarlarından-alâmetlerindendir. Allah’ın başladığı ile başlayın…** (Ebû Dâvud) diye emretmiş ve kendisi Safâ’dan başlayıp Beyt’i görünceye kadar üzerine çıkmıştır. Yine bir başka Hadisinde mealen:** Allah size sa’yi yazmış-farz kılmıştır, sa’y yapınız” (Feyzu’l-Kadir) buyurmuştur…** İslami şiarlar, alametler, Semboller bizim hayatımızda düşünceyi ifade eden en önemli hususlardır. Bunlar aracılığı ile bir düşünce diğer bir düşünceden, bir tavır başka bir tavırdan ayırt edilebilir. İlâhî emir ve mesajlarda, sembolü, mesajın bir göstergesi olarak niteliyebiliriz.

İnsan, taşıdığı düşüncenin ve izlediği metodun şeklini şemailini onda sahip olduğu genel sembol nitelikli isimler aracılığıyla, nasıl bir hareket tarzını belirleyeceğini bilir. Tıpkı gerek kendisine ve gerekse başkalarına bu tavrının şeklini açık bir şekilde belirginleştireceği gibi. Böylece şu veya bu yolu izleyeceğini de hiçbir zorluk çekmeden kestirmesi imkân dâhilinde olur. İslâm, âdetâ bir şiarlar dinidir. Kitabımız Kuranı kerim , en çok neyin üzerinde duruyorsa, anlatmak istediği ana fikir nelerse biz müslümanlarında o emir ve yasaklar üzerinde yogunlaşmamız gayet dogaldır. Bu hadise yani şiar ve alamet, sembollerimiz ingilizce tekrar edilen söz manasındaki slogan kelimesinin içerdigi mana aynı zannedilsede biraz daha farklıdır.

Dikkat edilirse İslâm’a ilk giren insan, tekrarlarla dini tanımaya başlıyor. Önce dine giriş cümlesi olan “kelime-i tevhid”i söylüyor. Sonra hemen namaza başlaması gerektiğinden benzer kelimeleri her gün beş vakitte tekrar etmesi gerekiyor. Bir taraftan tekrarları yaparken diğer taraftan derinliğine inmeye, onları anlamaya çalışıyor. Her namazda aynı kalıptaki cümleyi aynı zamanda ve aynı şekilde tekrar ediyor. Üstelik bunlar hep yalnız başına değil; topluca da yapılıyor. Bu dinin mensûbu olan herkes, aynı sözleri ayrı yerlerde de olsalar bir zikir olarak tekrarlıyorlar. Günlük yaşantı, bunlarla derinleşiyor, irfânî bir boyut kazanıyor, anlamlanıyor. Düşünceler, duygular aynı ana fikir etrafında dönüşüyor, zihinlere aynı çerçeve çiziliyor.

Gözler aynı pencere etrafında toplanarak, o açıdan bakmaları sağlanıyor. Gittikçe “tek”liğe doğru bir akış devam ediyor. Aynı parolayı yüzlerce, binlerce insan birbirine söyledikçe kalpten kalbe yol açılıyor. Şiarlar etrafında yoğunlaştıkça fikir disiplini sağlanıyor. İslâm, müntesiplerini, baglılarını, teslim olanları öyle bir eğitiyor ki, kısa sürede duygusu, düşüncesi kaynaşmış yetişmiş, şuurlu cemaat topluluk kendiliğinden oluşuyor. Ancak ne var ki aradan geçen yüzyıllar hayat ve dinamizm ile dopdolu bu şiarları âdeta “erozyon”a uğratmış, İnsanlar aynı lafızları söyleselerde sanki ne söylediginden habersizmiş gibi hareketleri ve ameli farklılık arzediyor ne yazıkki.

Şunu iyi anlayalım ki Kur’an bize bırakılmış bir mirastır. İki kapağı arasındaki emir ve yasaklar, orada durduğu müddetçe yazılı bir metin olmaktan öte bir anlam ifâde etmemektedir. Bizler inşaallah her an ve durumda Kuranı kerime yönelerek yolumuzu bulmaya gayret sarfedecegiz. Kur’an ve Sünneti seniyye ışıgında hayatımızı sürdürmemiz kaçınılmazdır. Bu manada bizleri canlı bir hayata döndürecek bizim yaklaşımlarımız, anlayışımız, kavrayışımız, fıkhedişimiz ve amellerimizdir. Dinin özü, metinlerde yazılı olandır. Kur’anı bize miras bırakan, açıklayıp uygulayan Peygamber efendimizin (sav) bıraktığı mirası ne kadar fıkhedersek (derince anlar ve yeterlice kavrarsak) fıkheden anlayan ve anlatan ehli sünnet alimlerine uyarsak o dine o kadar yaklaşmış oluruz inşaallah.

Dinin ruhunu anlayıp kavrama, bize tekrar ettirilen şiarlarından başlayarak olmalı, bize en çok ne tekrar ettiriliyorsa gündemimizi de oluşturmalıdır. Örnegin Ezanda Allahu ekber diyerek başlayıp söyledigimiz sözleri şuurla düşünelim yine Namaza başlarken Allahu ekber lafzıyla Allahın büyüklügünü zikrederek başlıyoruz, Senden başka ilâh yoktur. Kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım. Diyoruz. Rahmân ve rahîm Allah’ın adıyla başlarım diyoruz. Besmele den sonra hemen Fatiha yı okuyoruz. Âlemlerin Rabbına hamd olsun. Rahman Rahim olana, Din gününün sahibine. Ancak, Sana ibâdet ederiz. Ancak Senden yardım dileriz. Bizi dosdoğru yola, kendilerine nimet verilenlerin yoluna hidâyete ilet;

Senin yolundan sapan ve gazabına uğrayanların yoluna değil.”Allahu ekber, Allah en büyüktür. diyerek rükuya egildigimizde: Sübhane rabbiyel aziym, En güçlü olan Rabbimi tesbih eder noksanlıklardan tenzih ederim. Ayakta Semi allahulimen hamideh: Allah kendine hamd edeni işitir. Rabbenalekel hamd Rabbimiz hamd Sanadır. Allahu ekber, Allah en büyüktür. Secdeye vardıgımızda Subhane rabbiyel ala: En yüce olan Rabbimi tesbih eder (noksanlıklardan tenzih eder)im. Yine allahuekber, Allah en büyüktür diyoruz.Oturuş anında: tayyibât, salevât Allah içindir. Ey Nebî, Sana selâm olsun. Allah’ın rahmeti ve bereketi üzerine olsun. Selâm bizlere. Selâm Allah’ın sâlih kullarına.

Allah’tan başka ilâh olmadığına, Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet ederim. (Tahiyyât) Allah’ım, Muhammed’e salât et; ehline de salât et. İbrâhim’e ve âline salât ettiğin gibi. Sen yücesin, övülecek olan sadece Sensin. Diyor, Selâmda her iki yanımıza :Esselamu aleykum verahmetullah, Allah’ın selâm ve rahmeti sizlere olsun diyor, Namazdan sonra; Allahumme en tesselamu ve min kesselamu tebarekte yazel celali vel ikram diyor, Allahım selâm Sensin. Selâmetlik Sendendir. Ey celâl ve ikrâm sahibi! Sen çok yücesin. Diyor ve sonra tesbih dualarına geçiyoruz.

Sübhanallah, Allah’ı tesbih eder (noksanlıklardan tenzih eder)im. Allah şirk koşulanlardan uzaktır. Elhamdulillah,Hamd (övme ve övülme) Allah’a âittir. Allahuekber, Allah en büyüktür. Tesbihten sonra: Allah’tan başka ilâh yoktur. O’na ortak koşulamaz. O birdir. Mülk O’nundur. Hamd – övgü sadece O’nadır. O’nun her şeye gücü yeter. Diyor ve duamıza geçiyoruz. Kısaca bu tekrarları alamet, sembol ve şiarları ne kadar söylüyoruz ona bakalım örnegin: Allahu Ekber (Günde 285 defa + 165 -tesbih çekerken-) Lâ ilâhe illâllah (68 defa) Elhamdü lillâh (117 defa + 165 -tesbih çekerken-)Sübhânallah (54 defa + 165 -tesbih çekerken-)

Sübhâne rabbiye’l-azîm (126 defa)Sübhâne rabbiye’l-a’lâ (252 defa) (Tesbih; toplam 432 defa + 165 -tesbih çekerken-) Görülüyor ki, namaz içinde tahiyyât oturuşunda Peygamber efendimize (sav) ve tüm sâlih kullara gönderilen selâmlar hâriç, tüm sözler Allah’ın “en büyüklüğü” etrafında dönmektedir. En büyüklük, övgü, yücelik, güçlülük, eşinin ve benzerinin bulunmayışının -tek ilâh oluşunun- ilânı, aklanıp tenzih edilişi ve benzeri tüm büyüklük sıfatları Allah celle şanuhuya nisbet edilmektedir.

Peygamber efendimiz (sav), namazlarda söylenenlerden ayrı olarak da bazı İslâmî şiarların özellikle söylenmesini tavsiye etmiştir. Onlardan bazılarını buraya almakta fayda var mealen: **“Allahın doksan dokuz ismi vardır. Onları kim ezberlerse cennete girer. Allah tektir, teki sever.“ (Müslim).
„Sübhânallahi ve’l-hamdü lillâhi ve lâ ilâhe illâllahu vallahu ekber‘ demem, benim için güneşin üzerine doğduğu her şeyden daha sevgilidir.“ (Müslim)

„Bir kimse günde yüz defa, ‚Lâ ilâhe illâllahu vahdehû lâ şerîke leh, lehu’l-mülkü ve lehu’l-hamdu, ve hüve alâ külli şey’in kadîr (Allah’tan başka ilâh yoktur. O’nun şerîki, ortağı yoktur; mülk O’nundur, hamd de O’na mahsustur. Hem O her şeye kaadirdir)‘ derse, o kimse için on köle (âzât etme) dengi sevap olur. Ve kendisine yüz hasene yazılır; yüz günahı da silinir. O gün, akşamlayıncaya kadar şeytandan muhâfaza olur. Onun yaptığından daha faziletli bir işi kimse yapamaz. Meğer ki, onun yaptığından fazla yapsın. Ve bir kimse günde yüz kere ‚Sübhânallahi ve bihamdihî (Allah’ı hamdiyle birlikte tenzih ederim)‘ derse; günahları denizin köpüğü kadar bile olsa sâkıt olur-affolunur“ (Müslim) „İki kelime vardır ki, dile hafif, mîzanda ağır, Allah’a makbuldürler. (Bunlar:) ‚Sübhânallahi ve bihamdihî, sübhânallahi’l-azîm (Allah’ı hamdiyle birlikte tenzih ederim. Yüce Allah’ı tenzih ederim)‘ (kelimeleridir).“ (Müslim)

Mus’ab bin Sa’d (r.a.) anlatıyor: Bana babam rivâyet etti. (Dedi ki: ‚Rasûlullah (s.a.s.)’ın yanındaydık. „Biriniz her gün bin sevap kazanmaktan âciz midir?“ diye sordu: „Yüz kere tesbih eder (Sübhânallah der) ve kendisine bin sevap yazılır. Yahut üzerinden bin günah indirilir“ buyurdu.‘ (Müslim) Abdullah bin Kays’dan rivâyet edilmiştir. “Rasûlullah buyurdu ki: “Ey Abdullah! Sana cennet definelerinden bir define göstereyim mi?“ dedi. Ben: „Hay hay yâ Rasûlallah!“ dedim. ‚Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh (güç ve kuvvet ancak Allah’a mahsustur‘ de!“ (Müslim

„Bir kimse her namazın sonunda Allah’a otuz üç defa tesbih, otuz üç defa hamd eder, otuz üç defa da tekbirde bulunursa, bunların toplamı doksan dokuz eder. Yüzün tamamında da: ‚Lâ ilâhe illâllahu vahdehû lâ şerîke leh, lehu’l-mülkü ve lehu’l-hamdu ve hüve alâ külli şey’in kadîr‘ derse, günahları denizin köpüğü kadar bile olsa (yine) affolunur.“ (Müslim) Şiar konusunda şu hadisede özellikle dikkatlerinizi çekmek istiyoruz mealen: „Kelimelerin en güzeli dört tanedir: ‚Sübhânallah, el-hamdü lillâh, lâ ilâhe illâllah, Allahu ekber“ (Buhârî, Eymân 19) Bu şiarlara, hadisteki sırasıyla; tesbih, tahmîd, tehlîl ve tekbir denilir. Tekbir, namaz kılan bir mü’minin günlük hayatında en fazla tekrar ettiği “mesânî” şiar – slogandır. İnanıyoruzki; Bütünüyle dinin özü, bu kısa ifâdede toplanmıştır. En fazla tekrar ettirilen bu şiar olduğuna göre İslâm’ın dünya görüşü, bu ifâdenin zâviyesinden, açısından tahlil edilmelidir düşüncesindeyiz.

İnanıyoruzki; Tüm hastalıkların kaynağı “büyüklenme”dir. Büyüklenenlerin ilki şeytandır, ilk günah, büyüklenme günahıdır. Şeytanın yolundan gidenler de onun işini meslek edinerek büyüklenirler. Bu nedenledir ki, her namazda Allah’ın “en büyük” olduğunu tekrarlarız. Demek ki gün boyunca büyüklenme eğilimleri ve tavırları ile yüz yüzeyiz. Namaz kılan bir müslüman da yüzlerce defa Allahın en büyüklüğünü ikrar ettiği halde, bu sözleri söylerken rükû ederken, secde ederken, hâlâ büyüklenme eğilimleri varsa, ne söylediğini ve ne yaptığını bilmiyor demektir. Mutlak surette, Yeryüzündeki fesâdın kökünde büyüklenme vardır. Ve bilinmelidirke fesadı çıkaran toplulukların başında kâfirler gelmektedir. Bunun yanında Müslümanlar arasında anlaşmazlık sebebi de çoğunlukla büyüklenme yani benlik, egoizmle başlar.

Tüm istenmeyen durumların kaynağında “benlik” vardır. Benlik, büyüklenmeyle oluşur. Kâfir benliğini ortaya kor, büyüklenir, küfrüne sebep olur. Müslüman da din kardeşine karşı benlik yapar, büyüklenir, ayrılığa neden olur. Her ikisinin kaynağı da büyüklenmedir. Mü’min bu hastalıkları “Allahu ekber” kılıcı ile keser atar. En büyüğün Allah olduğunu ilân eder. Alnını her gün 80 defa yerlere eğip secde ederek bunu gösterir. Dikkat edecegimiz hususların başında Biz müslümanlar, sevindiğimizde, üzüldüğümüzde, şaşırdığımızda, şok olduğumuzda, hayran olduğumuzda hep tekbir getiririz: Allahu ekber! Çünkü “Allah en büyüktür” mânâsına gelen tekbirin manasıda, anlamıda ifade edemeyecegimiz kadar büyüktür. Seviniyorsak sevincimizi Allah’ın büyüklüğüne bağlarız.

Üzülüyorsak, kendimizi Allah’ın en büyük oluşuyla teselli ederiz. O’ndan bağımsız bir saâdet ve felâket tasavvur etmediğimiz için sevinçli halimizde de, üzüntülü halimizde de de “Allahu ekber” deriz. Şaşırdığımızda, Allah’ın en büyük oluşunu hatırlar ve bizi şaşırtan şeyin Allah için çok basit, sıradan bir şey olduğunu bir kez daha hatırlarız. Şok olduğumuzda, bizi şok eden olayın Allah katında daha büyüklerinin olduğunu dile getirmek için tekbir getiririz. Hayran olduğumuzda, hayretimizi esere değil; o eserin sahici müessirine, sanata değil; asıl sanatkâra yönelttiğimizi tekbirle ifâde ederiz. Namaza “Allahu ekber”le başlar ve her rekâtta beş kez bunu tekrarlarız. Namaz ki; o, Allah karşısında kulun esas duruşunu temsil eden ibâdetler bütünlügüdür. Allah’ın en büyük olduğunu itiraf ederek başlamayan bir ibâdet, insanı kula kulluktan nasıl kurtarabilir şuurla sorgulayalım. “Allahu ekber!” demekle, kula ve eşyaya kulluğu reddettiğimizi ifâde etmiş olur ve O’na kulluğumuzu secdeyle zirvesine taşırız. İşte tekbirin insanı getirdiği son nokta bir aşk hareketi olan secdedir.

Allah’ın dışında herhangi bir varlığa ‘en büyük’ diye hitap etmek şüphesiz İslâmın ölçüleriyle bağdaşmaz. Bu niteleme, ister sevgiden isterse korkudan kaynaklansın, farketmez. En büyük olma sıfatı, nitelik, nicelik, makam, güç ve kudret kaynağı olarak Allah’a aittir. Mecâzen de olsa bir başkasına, ‘falanca kişi veya şey en büyük, başka büyük yok’ demek Islâm inancına terstir. Hiç bir makam, hiç bir güç, hiç bir sevgi ve korku Allah’a ait olanla benzer ölçüde veya yanyana düşünülemez. Bir şeyi Allah gibi görenler, bir şeyi Allah’ı sever gibi sevenler, ya da Allah’a ait bir sıfatı yaratılmışlara verenler, – iman iddialarına rağmen – Allah korusun şirke düşerler. Allah’ın en büyük olduğunu kendine ve her şeye ilân eden kimsenin gözünde ve kalbinde başka bir büyük olamaz.

Bazıları parayı, otomobili, kadını, dünyevî makamı, kariyeri, dayalı döşeli koskoca evlerini, kendini, çocuklarını… büyük ve vazgeçilmez görür, giderek bunları veya bunlardan birini tutku halinde fanatik şekilde sever. Mü’minin gözünde ve gönlünde ise büyütülmeye, büyüklüğünü kabul etmeye değer tek varlık vardır; Allah celle şanuhu. Rabbimiz Bakara suresi ayet.165.te mealenşöyle buyurmaktadır: *** İnsanlardan bazısı, Allah’tan başkasını Allah’a endâd (eşler ve benzerler) edinir de onları, Allah’ı sever gibi severler. İman edenler ise en çok Allah’ı severler (onların Allah’ı sevmesi her şeyden, her sevgiden daha fazladır)…***

Müslümanım diyen her insanın, bütün gün boyunca söyleyip durduğu bu şiarlar, sloganlar bu kadar aktüel olmasına, derin anlamlar taşımasına rağmen, gerektiği gibi harekete ve bizleri ayağa kaldırmaya yol açmıyorsa, bunun tek sebebi, bu şiarların ilk kullanıldığı günlerdeki tazeliği ve anlam boyutlarıyla anlayıp kavrayamamış olmamızdan dolayıdır. Mekke’de ilk müslümanların, bu şiarları ilk duyduğu günlerdeki tazelik, ruh ve heyecan nasıldı rivayetlerle o hususa bakalım inşaallah… Örnegin, Ebû Zeri gıffari radıyallahu anh, gizlenerek, saklanarak Mekke’ye geliyor. Peygamber efendimizi (sav) buluyor ve “bana İslâm’ı anlat, müslüman olacağım!” diyor. Ona sadece bu kelime söyleniyor. “İşte İslâm bu demektir” deniliyor.

Ebu zerr hazretleri, Müşriklere hitâben daha yeni ögretilen bu ifadelerle haykırmaya başlıyor: “Dinleyin beni, Ben Gıfar kabilesinden Ebû Zerrim. Sizin ilâhlarınızı reddediyorum. Allahuekber- En büyük Allah’tır. Siz ve putlarınız bir hiçsiniz…” Bu ifadelerden sonra üzerine çullanıyorlar. Ebû Zer, kanlar içinde kalıyor, tabir caizse komalık oluyor. Burada, Ebû Zer’in yaptığından ziyâde bu kelimeden ne anladığı ve ona bu sözü öğreten kişinin verdiği ruh önemlidir diye şuurlu ve bilinçli bir şekilde düşünmemiz gerekiyor.

Nasıl, bir söz ki, kabul eden kişinin üzerindeki etkisi fırlayıp ayağa kalkarak şehrin meydanına koşmak oluyor. Zaptedilmez bir enerjiyle doluyor. İliklerine kadar iman ateşiyle dopdolu hale geliyor. İşte 23 yılda dünyayı saran bir iman ateşinin temelinde yatan ruh bu ruhtur. Bu ruhu veren, başlarındaki Peygamber Efendimiz (sav), etrafında toplanan insanları bu enerjiyle doldurmuştur. Tabir caizse, Rasûlullah çırpınıyordu, kavminin hidâyeti için en güzel yollarla onları bu kelimelere dâvet ediyordu: “… Bir kelime, onu söyleyin, kurtulun; Rabbimin yanında size sahip çıkayım; Lâ ilâhe illâllah deyin!” Tabii, kavmin ileri gelenleri, peşlerine kalabalığı da takıp diretiyorlardı.

Çünkü biliyorlardı bu kelimelerin anlamının ne olduğunu. Henüz müslüman olmamış olan Peygamber efendimizin amcası Abbas, Medine’lilerin biatı esnâsında onlara diyordu ki: “Bakın öyle bir söz söyleyeceksiniz ki, bu sözle bütün dünyaya savaş ilân etmiş olacaksınız. Lâ ilâhe illâllah demek, bütün dünyayı karşınıza almak demektir. Buna hazır mısınız ?” Daha çocuk yaşlardaki hazreti Ali efendimiz… İlk duyduğunda bu sözü gidip babasına danışmak, onun iznini almak istiyor. Ancak sonradan düşünüyor ki, müslüman olmak için izin almak gereksizdir. Nasıl bir sözdür ki, ilk kabullenen bir çocuktaki etkisi, korkarak endişeye kapılmak ve odasına çekilip tefekküre dalıp düşünmek oluyor. Düşündüren, odalara kapattıran, ayağa kaldıran, dünyaya meydan okutan, canlandıran, dirilten bir söz… Lâ ilâhe illâllah. Bu durum, onun zulme, haksızlığa, tuğyâna, isyana karşı muhâlefetçi, karşı koyucu, başkaldırıcı özelliğinden kaynaklanıyor. Bu söz, insanlar tarafından kabullenildiğinde daha ne hac, ne zekât, ne örtünme, ne içki yasağı, ne oruç, hiçbir şey yoktu. İnsanlar sadece “hayır!” demeye, başkaldırmaya çağrılıyordu.Evet kardeşlerim işte İslamın bu zikretmiş oldugumuz şiarlarını ister ingilizce tabirle slogan olarak anlıyalım, ister, alamet, ister islami semboller olarak anlıyalım adı ne olursa olsun bu anlayış şekli genlerimize kadar işlemelidir.

Tabiiki örnek ve önderimiz Peygamber efendimiz başta olmak üzere 23. sene sahabesine nasıl ögretti ve nasıl talim ettiyse bizlerde onları göz önünde bulundurarak onlara yakışır bir şekliyle onlar gibi giyim, kuşam,söz ve davranışlarımızı ıslah etmemiz kaçınılmazdır inancındayız. Her zaman ifade ediyoruz bu davranışlar teslim olmanın gerekleridir, bu davranış şekilleri kesinlikle kuru bir şekilcilik olarak düşünülmemelidir, iman ve inancımızın dışa yansımasıdır. Hutbeye çıkan bir hocaefendiden, namaz kıldıran bir imam efendiden cübbe, sarık, sakal sünnetini üzerinde görmek, sokak ve caddelere çıkan müslüman bacımızın üzerinde tesettürünü müşahade etmek imani bir beklentimiz olarak kabul edilmelidir.

Hele hele islami ilimlerle haşır neşir olmuş bir kişinin avrupai tarzda yani hristiyan ve yahudi adetleriyle mihraba, minbere o yüce peygamber makamı olan kürsülere çıkması en basit kelimelerle islama ve bu dinin mübelligi olan Peygamber efendimize saygısızlıktır düşüncesindeyiz bu insanlar tabir caizse agızlarıyla kuş tutsalar örnegin en önemli ilim dallarından birisi olan hadis ilimlerinde çok ileri seviyeye ulaşsalar hadis mecmualarından kütübü sitteyi terceme etseler dahi eger o hadislerdeki manayı üzerlerinde taşıyamıyorlarsa hala nefislerine söz geçirememişler ve egolarını yenememişlerse Bu kişilerin gönlümüz mutmain olarak nasıl arkalarında namaz kılacagız. Sözleri nasıl tesirini gösterecek bilmem.

Mutlak surette artık akıllı insanlar birilerine makam ve mevkii için kariyer için yalakalık yapması, yaltaklanma yöntemleriyle ve yagcılık tabir edilen basitlikler içine düşmesi yerine Allah kullugu Peygamber efendimizin (sav) talim ettigi şekle uygun olarak ön planda tutması en akıllıca yöntem olur inancını taşıyoruz… Unutulmamalıdırki; Müslüman olmanın ilk şartı başkaldırmaktır. Çünkü İslâm’a giren bir insana ilk önce “lâ” yani, “hayır!” dedirtilir. Neye hayır? Allah’ın en büyüklüğünü tanımayan, Allah’ın otoritesi, hükmü yerine geçmeye kalkışan, O’na alternatif olma iddiasındaki her şeye, her kişiye, her rejime, her güce artık bu güçler ne ise hepsine birde önce hayır demek zorundayız…

İslam diniyle tanışmanın İkinci şartı, boyun eğmedir. Teslim olmadır. Bu, birincinin tam tersidir. Bu tevhidi dillendiren mü’min, Allah’tan başkasına baş kaldırdığı kadar, hatta daha büyük kararlılıkla Allah’a boyun eğecek, O’na teslim olacaktır. “Evet” diyecektir. Neye evet? Allah’a, O’nun en büyüklüğüne, O’nun dinine, anlam, değer ve kurallarına, bildirdiklerine, açıkladıklarına; Böylece kelimenin “Allaha evet, gayrısına hayır!” merkezinde döndüğü görülmektedir. Hayır ile evetin, başkaldırma ile boyun eğmenin, meydan okuma ile teslim olmanın bir arada olduğu özetin özeti bir cümle La ilahe illallah muhammedurrasulullah.

Böylece, önce dışlama, sonra kabul ve teslimiyet, daha sonra da kabullenilen kaynağın seçtiği rasûle tâbi olma ortaya çıkmış oluyor. Buna “kelime-i tevhid” denilmiştir. Yani, “birliği”, “bir” olma durumunu izah eden kelime. Hayır’da birlik, evet’te birlik, Rasûl’e tâbi olmada birlik. İşte karşımıza bir İslami şiar daha ortaya çıkıyor ana mihver olarak İLAH, sözlük anlamı itibarıyla “bir şeye sevgi ile yönelip kabullenerek onu yüceltip dokunulmaz kılmak” demektir ilah. Bu şekilde kim neye yöneliyorsa, onu ilâh ediniyor demektir. Kur’an’da “rab” kelimesi gibi Allah’ın dışındaki birtakım güçler için de ilâh denilmiştir.

Allah’tan geleni kabullenmeyerek, onları hoş görmeyerek kendi nefsinin hoşuna gidenleri kabul edip ona göre yaşayan birkimse, hevâsını ilâh edinmiş olmaktadır. İnsanların çoğu, Allah Teâlâ’dan gelen kuralları çirkin bularak kendi hoşlarına giden şekilde kurallar koymakta ve ona göre yaşamaktadır. Bu durum kişinin kendi arzu ve zevklerini, fikir ve görüşlerini Allah’a rağmen ilâh edinmesidir. Müslüman kişinin buna da “lâ” demesi ve “illâ” diyerek Allah’a teslim olması gerekmektedir diye inanıyoruz. Dalâlet ve Allahı gazaplandırmanın yolu, daima iki türlü olmuştur. Asıl kitabı bırakıp başka kitaplara yapışmak; asıl kişiyi bırakıp başka kişilere yapışmak. Burada asıl kitap, Allah’ın kitabı Kur’an’dır; asıl kişi de, Allah’ın elçisi rasuller, nebîlerdir.

Yahûdiler de, hıristiyanlar da bunların aslına değil; kendi uydurduklarına yapışıp onları aslının yerine koydukları için, yoldan çıkmışlardır. Tevrat’ı bırakıp tefsirlere, kişilerin yorumlarına yapışmışlar; Allahı bırakıp rasullerine ibâdet etmeye başlamışlardır. Mûsâ aleyhiselamı, İsa aleyhiselamı bırakıp onun arkadaşlarını, azizleri, Pavlosu rasul gibi, hatta -hâşâ- İlah gibi düşünmüşlerdir. Açık ve net olarak görülüyor ki, yoldan çıkmak “aslını bırakıp diğerini onun gibi görmek” yanlışlığından kaynaklanıyor. Allah’ın en büyüklük ilânından sonra, bu büyüklüğe karşı tavır alanların red ve dışlanmasını ifade eden Lâ ilâhe illâllah sözü, İslâm inkilabının, düşüncesinin, itikadının ikinci büyük şiarlarındandır. Bütün peygamberler, insanları tevhid inancına, Allah’a inanmaya ve yalnız O’na ibâdet etmeye çağırmışlardır.

Peygamberlerin mücâdelesi, tevhid mücâdelesidir. Bu şiarlar, tevhidi kalben, fikren ve zikren nasıl ifade ediliyorsa idrak etmek, yaşamak ve Allah’a yaklaşmak en büyük gayemiz, çabamız olmalıdır inancındayız. Bizler İnsan olarak, kul olarak her zaman aciz ve fakiriz, yani her açıdan Allaha muhtacız. Çünkü O’ndan başka nimet veren yoktur. Hayatımızı sürdürebilmek için her zaman O’nun yarattığı nimetleri tadmak zorundayız. Kul olarak bu nimetlerin karşılığını da ancak kullukla yerine getirebilmeliyiz. İnsan, aynı zamanda hata ve günah içerisindedir. Günahkâr ise her an Rabbinin af ve mağfiretine muhtaçtır. Bu açıdan Allah celle şanuhu kulları hakkında Rahmân, Rahim veĞafur’dur. Rahmân ve Rahim olan Allah kullarına nimet vererek ve ihsanda bulunarak merhamet etmektedir.

Kul daima Rabbinin verdiği nimetler ile nefsinin günahları arasındadır. Hasani Basrî diyor ki: “Ben nimet ile günah arasında sabahlıyorum. Bundan dolayı nimeti şükürle, günahı ise tevbe -istiğfar ile hatırlamak istiyorum.”Bizlerde şükretmesini, hamdetmesini bilen kullardan olmaya gayret edecegiz inşaallah. Allah’ın verdiği ni’metler sayılamayacak kadar çoktur. Bu nimetlerin sahibine şükür, insanlık borcudur, yaratılışın gereğidir. Şükür borcu, iman ettikten sonra, bütün bir ömrü Allahın istediği gibi yaşamakla, nimet sahibinin rızâsı doğrultusunda yaşamakla yerine getirilir. Elhamdulillahi rabbul alemiyn sözüde islamın en önde gelen şiarlarındandır.

İslamın sembolleri, şiarları ve alametleri bir sohbet konusuna sıgmayacak kadar geniştir lakin burada kısaca bazı sembollere göz atıp konumuzu noktalayalım inşaallah. Örnegin İslam birliginin vahdetin sembol temsilcisi Halife: İslâm’ın ve müslümanların simgelerinden biri de, tüm müslümanların tek bir topluluk (ümmet) oluşturmaları ve başlarında Allah’ın hükmü ile kendilerini yöneten Peygamberin halîfesinin bulunmasıdır. Katolik hıristiyanların lideri Papa, Ortodoks hıristiyanların lideri ise Fener Rum Patriği. Peki, müslümanların halifesi nerede ? Yok, Birlik unsuru, sembolü olmayan yerde, birlik de olmayacak, ihtilâfların her çeşidi, her yerde boy gösterecegi aşikardır.

İslami şiarlardan biriside Başörtüsüdür: Kadınlar için Allah’ın emirlerine uygun olarak örtünme, iman alâmetidir, İslâm şiarıdır. Ruhumuz gibi, vücudumuz üzerinde de Allah’ın hâkimiyetini kabul edişin, belgesi olan bir ibâdettir tesettür. Örtünme; çağımızın zulüm hakimiyetine karşı cihadı, başörtüsü de hürriyet bayrağıdır. Başörtüsü ve onunla beraber İslâmî tesettür, hicap ve iffet, haya, müslüman hanımların şiarıdır. Başörtüsü, Allahın emri olması yanında, nice hikmetleri de olan, müslümanın vazgeçemeyeceği bir semboldür.

Bunu bilen İslâm düşmanları başörtüsüne, kızıl görmüş boğa gibi saldırmaktan vazgeçmiyor, onu kamusal alanlardan uzaklaştırmak için bütün güçlerini kullanıyorlar. İslami şiarlardan biriside, Sakal veya Benzeri İslâmî Görüntüdür: Bir hanımın müslüman olup olmadığı, ya da İslâma teslimiyeti, dışarıdaki davranış ve kıyafetinden aşağı yukarı belli olur ve de olmalıdır. Aynen bu durum gibi, bir erkeğin de müslüman olup olmadığı, İslâmî bir kimliğe sahip olma durumu da dış görünüşüyla az çok belli olmalıdır. İşte müslüman erkek için kendi kimliğini belli edecek dışa yansıyan özellikleri, müslümanın şiarıdır. Bu da, başta sakal olmak üzere, sakalla beraber (veya ciddi bir gerekçe varsa, sakalsız olarak) müslümanca bir görünümdür…

Sakal ve bıyık hususunda İslâm’ın dışındaki yabancı ümmetlere; bâtıl din ve ideoloji mensuplarına benzenilmemesi konusuna dinimizde çok büyük bir önem verilmiş, sözlü ve fiilî sünnette açıkça belirlenmiş şekliyle sakal ve bıyık, dinin şiarlarından kabul olunmuştur. Değişik lafızlarla bize intikal eden emirlerinde Peygamber Efendimiz (sav); „Sakalınızı uzatın; bıyıklarınızı kısaltın“ buyurmuşlardır. Peygamber Efendimiz(sav) bu emirlerini verirken, çok defa „Müşriklere, mecûsilere, yahûdilere muhâlefet edin“ buyurmuş, bu konudaki emrinin yabancı ümmetlere benzenilmemesi hikmetine dayandığını açıklamıştır.

Bu hikmetin yanısıra Peygamber imizin sakal ve bıyığı, fıtratın gereği ve erkeklerin zîneti olarak vasıflandırması, bu konuda ümmetine bilfiil örnek olması da sakal ve bıyığı İslâmî kılığın değiştirelemez bir özelliği kılmıştır. Nitekim dört mezhepte bu konudaki nebevî hassâsiyeti tesbit etmiş ve üç mezhep imamı (Hanefî, Mâlikî, Hanbelî), Peygamberin emrini, vücûba yani vâcip olduğuna hamlederek sakal kesmenin haram olduğu görüşünde ittifak etmişlerdir.

Müslümanların şiarlarından biri de selâmdır. Müslümanlar, birbirleriyle karşılaştıklarında İslâm’ın selâmıyla, Allah’ın selâmıyla selâmlaşırlar. Bunun yanında küfrün ve batıl dinlerinde şiarları,sembolleri vardır mesela heykel ve giyim kuşam gibi. İskilipli Âtıf Hoca gibi nice İslâm âlimleri ve müslüman halktan binlerce kişi, kâfirlerin şiarı olduğu gerekçesiyle şapka giymeyi reddettikleri için idam sehpasında şehid edilmişlerdir. Bunun yanında günümüzde papyon ve kravatın batıcılar tarafından ve batı uygarlığının sembolü, alameti, şiarı olduğu gerekçesiyle nice müslümanın kravat ve papyon takmadıkları bilinmektedir. Bilindigi gibi,Yahudi sembolleri nin başında foter şapka ve kelebek kravat diyede bilinen Papyon gelmektedir. Masonların en belirgin sembolü papyon oldugu malumdur.Daha yüzlerce yahudi sembolü vardır.

Kravatta belli bir sembol ve alamettir.Dikkatli müslümanlar Kravattanda uzak durmuşlardır. Örnegin Yasin suresi ayet.8.mealen şöyle: *** Biz, onların boyunlarına halkalar geçirdik. O halkalar çenelere kadar dayanmaktadır. Bu yüzden kafaları yukarı kalkıktır.*** Bu âyetin tefsirinde, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, âyette geçen „ağlâl“ kelimesini kravata benzeterek şunları söyler: „Biz onların boyunlarında birtakım bağlar, kelepçeler yapmışızdır. Çünkü tomruk ve kelepçe gibi bağların, ceza ve azab aletlerinden olması itibariyle zorunlu olan yaratılışları değil, kazanmakla hak edişi gerektiren cezaî bir zorlamayı ifade eder. İlk bakışta çağdaş medeniyetin boyun bağlarını hatırlatır gibi görünen bu „ağlâl“ hem ferdin yaratılış kabiliyetini yanlış hedeflere sevk eden toplum baskısının kötü sıkıntılarını, hem de batıl itikatlar, çirkin alışkanlıklar, kötü huylar, taklid, taassub, nefsin arzuları gibi küfür ve günahlardan hoşlandırıp, imandan kaçındıran fena huylara ve durumlara nefislerin alıştırıla alıştırıla değişmez hale getirilmiş olmasını temsildir diyor.

Kılık kıyafette bâtıl din ve ideoloji bağlılarına benzememek, İslâm’ın üzerinde hassâsiyetle durduğu bir mevzûdur. Zira zâhirî benzemeler, kaynaşmalara ve rûhen yakınlaşmalara sebep olmaktadır. Meselâ; askerler ve polisler gibi aynı meslekten olup, aynı tip elbise içinde görülen insanlarda rûhî bir yakınlaşma içinde oldugu bilinmektedir. Kezâ, saç, sakal, bıyık şekilleri bir olan ve bu birlikleri hususuyla bir kaynaktan kaynaklanan ve bir gâyeye yönelik olan kişilerde de aynı rûhî yakınlaşmaları görebiliyoruz. İslâm, mü’minlerin bâtıl din ve ideoloji mensuplarıyla kaynaşmasını câiz görmediği içindir ki, kılık kıyafet mevzuunda müslümanları bağlayıcı emirler ve yasaklar koymuştur.

Allahım hem itikad,hem iman ve hemde şekil ve görüntü olarak bizleri yahudi, hristiyan, mecusi ve benzeri batıl din ve kültürlere benzeyenlerden muhafaza eyle. Bizleri yalnız ve yalnız senin dininden razı olanlardan eyle. Bizleri Sıratı müstakimde olanlardan eyle. Bizleri Ehli sünnet vel cemaata sımsıkı sarılanlardan eyle. Bizleri batıl şekle bürünmüş olanlara muhalefet edenlerden eyle. Bizleri dinimizin meşru kabul etmedigi davranışlara ve şekillere bürünmekten muhafaza eyle. Sen her şeye kadirsin allahım…Amin…

Sermedkadir 15.01.2012

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht.