BEYYİNE SÛRESİ ÜZERİNE NOTLAR…

Rabbimiz  Beyyine  Suresinde  mealen  şöyle  buyurmaktadır: ***  Apaçık delil kendilerine gelinceye kadar ehl-i kitaptan ve müşriklerden inkârcılar (küfürden) ayrılacak değillerdi.(İşte o apaçık delil,) Allah tarafından gönderilen ve tertemiz sahifeleri okuyan bir elçidir. En doğru hükümler vardır şu sahifelerde. Kendilerine kitap verilenler ancak o açık delil (Peygamber) kendilerine geldikten sonra ayrılığa düştüler. Halbuki onlara ancak, dini yalnız O’na has kılarak ve hanifler olarak Allah’a kulluk etmeleri, namaz kılmaları ve zekât vermeleri emrolunmuştu.

 

Sağlam din de budur. Ehl-i kitap ve müşriklerden olan inkârcılar, içinde ebedî olarak kalacakları cehennem ateşindedirler. İşte halkın en şerlileri onlardır. İman edip sâlih ameller işleyenlere gelince, halkın en hayırlısı da onlardır. Onların Rableri katındaki mükâfatları, zemininden ırmaklar akan, içinde devamlı olarak kalacakları Adn cennetleridir. Allah kendilerinden hoşnut olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır. Bu söylenenler hep Rabbinden korkan (O’na saygı gösterenler) içindir…***

 

Peygamber  efendimiz (s.a.v) bu sureyi „Lem Yekünillezine“ diye de isim­lendirmiştir. Birinci ayetinde „Beyyine“ kelimesi geçmesi sebebiyle de „Beyyine Suresi“ diye isimlendirilmiştir. „Münfekkîn“ diye de isim verilmiştir. Ancak Hz. Osman (r.a)’ın topladığı mushafı şerif de „Beyyine Suresi“ diye isimlendirilmiştir. Cumhurun  görüşüne  göre Beyyine  Suresi, Medine devrinde nazil olmuş, mealini  okumuş  oldugumuz  gibi  sekiz ayettir. Gerçekten „Beyyine sûresi“ Apaçık bir Beyyine yani bir delil, bir -hüccet. İnsanoğlunun önünü aydınlatan bir suredir  Beyyine  suresi.

 

Yani hakk’ın bütün detaylarının Kur’ân’da olduğunu, batılın da in­sanlığa zararlı olduğunu ve batılın insanları, insanlığı en kötü duruma düşüreceğini, bu sure bize haber veriyor. İnsanoğlu tarihin derinliklerinden gelmektedir. Kaç yüz yıl önce vardı, bunu bilen yok. Bildiğimiz bir şey var; Hz. Adem’den itibaren dünya üzerinde in­sanlık, bu havadan teneffüs etmeye, bu güneşten aydınlanmaya, bu denizden, bu topraktan yararlanmaya devam etmektedir. Allah  celle  celaluhu yeryüzünde insanlığı Hz. Adem’le başlatıvermiş ve Kur’ân-ı Kerim’de ifade edildiği gibi; „Cennete ve Allah’ın rahmetine doğru bir yarış“ başlatmamızı da emretmiştir.

 

Bütün insanlık Hz. Adem’in çizgisinden itibaren kıyamete kadar gelecek olanlar da. Allah’ın rahmeti ve cennetini kazanmak üzere bir yarışa sokulmuşlardır. Herkes koşuyor. Şu anda 7 milyar insanın hepsi koşmaktadır. Fakat kimisi sahanın dışında koşuyor, kimisi de sahanın içerisinde koşuyor. İnsanlık tarihi boyunca bütün insanlar koşuyor. Aslında geldiği yere doğru koşuyor. İç dünyasında kaybettiği cennetini aramaktadır. Herkes bir güzellik arıyor. İmanlısı, imansızı, yahudisi, hristiyanı, putperesti, mecusisi, komünisti, ateisti, laik sekularisti kısaca bütün istlerin ve pistlerinin yani  ideolojilerin hepsi bir iyiye, bir güzele doğru koşuyor.

 

Ama koş­tuğu taraf kendisini her an yeni bir pisliğe doğru götürmektedir. İnsan pisliğe doğru koşar mı? Koşar. Burnu pisliğe alıştıktan sonra pisliğin pis olduğunun farkına varamaz ki. Sinek tuvaletin pis oldu­ğunu bilmez ki. Sinek için dünyanın en güzel yeri tuvalettir. Sinek için en pis yerler gülistanlardır. Bu sebeble çevrenizdeki bazı insanların; İslâmı yaşayan, izzetine, iffetine, namusuna, şerefine, dinine, imanına, vatanına, milletine kısaca herşeyine sahip çıkan insanları görünce, hafif burun kıvırdıklarını görürsünüz. Bu insanlar gülü görünce yan çizen sinekler gibidir. Onlar o halle­rinde çok samimidirler. Kendi pisliklerinden de hiç ayrılmak istemez­ler.

 

Beyyine açık ve net bir biçimde ortaya konunca, Kitap ve Sünnet olduğu gibi insanların gündemlerine getirilince bu kaçınılmaz olacaktır. Kimileri reddedecek, kimileri de kabullenecektir. Ama bu iş için mutlak sûrette Beyyine’nin ortaya konulması gerekmektedir. Beyyine  nur gibi kendisi beyyin, yani gayet açık olup da başkasını da beyan eden, açıklayan demektir. Onun için davacının davasını açık bir şekilde beyan ve isbat eden şahide, sağlam, açık delile ve mucizeye beyyine denir. Burada da hakkı beyan ve isbat edecek açık ve kesin delil veya mucize demektir ki, maksadın ne olduğu şununla açıklanmıştır.

 

Yani Allah tarafından peygamberlik göreviyle gönderilmiş bir peygamber gelinceye kadar ayrılacak değillerdi. Öyle bir Resul ki mutahher, yani tahriften, töhmetten, yanlışlıktan, bâtıl şüphesinden uzak, kirli eller dokunmaz, „Ona tertemiz olanlardan başkası dokunamaz.“ (Vâkıa, 5679) âyeti delaletince gayet temiz sahifeler okur. (Abese Sûresi’nde geçen 13-16. âyetlere bkz.) Öyle temiz sayfalar ki onlardadır bütün kıymetli kitaplar, yani doğru sabit kitaplar, bozulmaz, devamlı hak yazıları o temiz sayfaların içindedir. Ki bunlar işte o „oku“ diye okunması emrolunan Kur’ân sayfaları, Kur’ân sûreleridir. O kâfirler, böyle temiz sayfalar okuyacak bir Allah Resulü gelinceye kadar bulundukları hâl ve vaziyetten, din ve inançtan ayrılacak değillerdi. Öyle bir beyyine gelmedikçe tamamen hak ve tevhid dinini bilip de yerleşecek ve hallerini değiştirecek bir durumda bulunmuyorlardı ve bunda özürlü olab ilirlerdi. Çünkü „Biz, bir peygamber göndermedikçe kimseye azap etmeyiz.“ (İsra, 17/15) âyeti bunu bildirmektedir. Fakat öyle bir beyyine (açık delil), bir Allah Resulü geldikten sonra küfre sapıp da eski hallerinden ayrılmamakta ısrar etmelerine hiç bir sebep ve mazeret olamazdı.

 

Ve işte onun için böyle bir Resul gönderilmiş ve Kadir gecesi o Kur’ân indirilmiştir.   Din açık ve net olarak ortaya konulmalı ki kim neye inandığını, kim neyi reddettiğini bilsin. İşte bugün de insanların hayatlarını değiştirecek tek yol, tek usul budur. İnsanların düşüncelerini, dinlerini, hayatlarını, yaşayışlarını  değiştirmenin başka bir yolu yoktur. Bu değişimi, bu ayrışımı sağlayacak tek yol Beyyine’nin açık ve net olarak ortaya konulmasıdır. İnsanların dinlemelerini de, reddetmelerini de, inanmalarını da küfretmelerini de sağlayacak tek yol işte budur, bunun dışında başka çare yoktur.

 

İnsanlara Beyyine’yi ulaştıracağız, insanlara Beyyine’yi götüreceğiz, insanları Beyyine ile tanıştıracağız ve sonunda insanlar şu iki gruptan birisi olacaklar: Ya îman edecekler Beyyine’ye, teslim olacaklar, ne güzel diyecekler, onun gibi olacaklar, onun gibi yapacaklar, onun gibi yaşayacaklar, ya da reddedecekler. Olmaz arkadaş, bu devirde bunlar yaşanmaz, böyle yaşanmaz diyecekler. Şimdilerde  bazılarının  söyledigi  ve  inandıgı  gibi. Kendilerine Beyyine gelmeden evvel gerek Yahudi ve Hıristiyan, gerekse putperest müşrikler hayatlarından, dinlerinden, yaşantılarından memnundular.

 

Yahudi ve Hıristiyanlar bu dönemde şöyle diyorlardı: “Vallahi biz üzerinde bulunduğumuz dinimizden, yolumuzdan, hayatımızdan memnunuz. Dinimizden, yolumuzdan asla vazgeçmeyiz. Ta ki Tevrat ve İncil’de bize vaadedilen ahir zaman Nebisi gelinceye kadar. Çünkü bizim Rabbimiz bize gönderdiği elçileri ve kitapları vasıtasıyla bu konuda bizden ahid almıştır.” Hanif olduklarını, Hz. İbrahim’in yolunda olduklarını iddia eden, ama Hz. İbrahim’in yolunu kaybedip şirke düşmüş, Ka’be’nin içini ve hayatlarını putlarla doldurmuş, sahte tanrıların egemenliği altında bir hayat süren müşrikler de: “Vallahi biz doğru yoldayız, biz İbrahim’in (a.s.) izindeyiz,” diyerek kendi yollarından, hayatlarından mutmain olmuşlardı.

 

Rahatları keyifleri yerindeydi, hayatlarından memnundular. Beyyine gelmeden evvel kâfir küfründen, Yahudi Yahudiliğinden, Hıristiyan Hıristiyanlığından, müşrikler de müşrikliklerinden memnundular. Herkesin belli  bir  fikri  yapısı  ve  inandıgı  dogruları  vardı ve kimse bu durumdan vazgeçmeye yanaşmıyordu. Onların hiçbirisi bu hayatlarından vazgeçecek değillerdi. Çünkü kendilerine hakkı beyan edecek o Beyyine henüz gelmemişti. Fetret zamanında bulunuyorlardı. Ne zaman ki onlara Beyyine geldi, o zaman durumlarını, hallerini değiştirip fırkalaştılar. Kimisi kâfir, kimisi de Müslüman oldular. Eski dinleri, eski hayatları, eski alışılmış yaşantıları, gelenekleri, töreleri birden bire değişti, kanaatleri, düşünceleri perişan oldu. Her biri kendi dininde, kendi mezhebinde, kendi dâvâsında sarsıldılar.

 

Razı oldukları hayatlarını bir daha gözden geçirip, ya îman veya küfrü tercih ettiler. Neydi bu onların alışılmış hayatlarını, dinlerini, hayat programlarını altüst eden Beyyine? Neydi onların o dinlerini, beğendikleri, razı oldukları yaşantılarını dinamitleyen Beyyine ? İkinci âyette Rabbimizin  buyurdugu  gibi: İçinde doğru ve kesin hükümlerin bulunduğu, insanları en doğru, en güzel yola ulaştıracak tertemiz sahifeleri okuyan Allah’ın Resûlü. Evet Beyyine, belge, hüccet Rasulullah’tı ve Rasulullah’ın okuduğu tertemiz Kur’an sahifeleriydi ki, onda sağlam esaslar ve hükümler vardır. Onda model vardır. Onda uyulacak, taklit edilecek hususlar vardır.

 

O kuran  tabiriyle üsve-i hasenedir. Kardeşlerim,    İşte bu Beyyine’nin  gelmesini bekleyen ehl-i kitap ve kendilerini İbrahim’in yolunda gören müşrikler bekleyip durdukları, yolunu gözledikleri Resul elinde Allah’ın kitabıyla ortaya çıkıp: “Ey insanlar! İşte! İşte bekleyip durduğunuz kitap! İşte yolunu gözlediğiniz ahir zaman Nebisi! İşte ben ve kitabım karşınızda! Hadi ne bekliyorsunuz?” deyince ehl-i kitap ve müşrikler şaşırıp kaldılar. Tabir  caizse Apışıp kaldılar. Neden? Zira onlar o ana kadar hep papazlarını, rahiplerini, keşişlerini, kardinallerini, putlarını, reislerini, liderlerini, âlimlerini, üstatlarını dinlemişlerdi.

Onlardan bilgilenmişler, onlarla şartlanmışlardı bir, bir de o Peygamber kendi içlerinden, kendi ailelerinden, kendi ırklarından çıkmamıştı. Bu yüzden avuçlarının içi kadar bildikleri, öz evlâtlarından daha yakın tanıdıkları o Beyyine’yi reddettiler. Tıpkı şu anda ağabeylerini, reislerini, şeflerini, efendilerini, şeyhlerini, cemaatlerini, tâğutlarını, çevrelerini, düzenlerini dinleyip te Kur’an’la, Beyyine ile karşı karşıya gelince şaşırıp kalan asrımızın Müslümanları gibi.

Bugün aynen onlar gibi kimi Müslümanlar da Kur’an ve Sünnete aynı tavrı sergiliyorlar. Kendilerine sunulan Beyyineye karşı aynı tutumu reva görüyorlar. Kitap ve sünnete gitmek istemiyorlar. Kitap ve Sünnetle tanışmak, kendilerini onunla yargılamak istemiyorlar. Neden? Çünkü şu ana kadar onların kulak verdikleriyle Rasulullah’ın hayatı benzer özellikte değildi. 1789.  yılından  itibaren  sekülarizmi  ortaya  çıkaran  ve  İsyankarlıgın  zirvesinde  oturan  laik,  demokrat, sekülar,  liberal düşünceli  insanlık kendi önderlerine, kendi efendilerine, siyasi liderlerine, velhasılı  kendi tâğutlarına: “Bize şöyle şöyle emredin, biz de yapalım! Bizden şunları şunları isteyin, biz de yerine getirelim! Biz sizi seçiyoruz, siz de bize bizim istediğimiz yasaları çıkarmak zorundasınız!” demeye alışmışlar, tanrılarını hep kendileri seçmişler, kendileri belirlemişlerdi.

 

Tabiiki İki taraf ta yanlıştaydı. İtaat edenler de edilenler de, seçenler de seçilenler de, yönetenler de yönetilenler de, tabi olanlar da olunanlar da, tanrılar da kullar da… Her iki taraf da yanılgı içindeydi. Ama Rasul öyle değildi. O, insanlar tarafından seçilmemişti. İnsanlardan beslenmediği için onların onu istedikleri gibi yönlendirmeleri, şartlandırabilmeleri mümkün değildi. O öyle bir Beyyine idi ki, onu Allah celle  şanuhu görevlendirmişti. O Allah adına ve Allah’tan aldıklarını konuşurdu. Onun elinde Allah’ın tertemiz sahifeleri vardı. Onda yalan ve yanlış yoktu. Onda kapalı bir şey yoktu. O bir şey söyleyecekse onu önce kendine söylüyor, sonra insanlara söylüyordu. İnsanlardan istediğini önce kendisi yaşıyordu.

 

O kendi keyfine göre hareket etmiyordu ki insanlar keyiflerine göre onu şartlandırıp istedikleri noktaya çekebilsinler. İşte böyle bir Beyyine ile karşı karşıya kalınca insanlar şaşırdılar ve iki grup oldular. Mü’minler  ve  kâfirler. Beyyine karşısında îmana yanaşmayanlar, durumlarından, yaşantılarından memnun olan, dinleri konusunda itminan içinde bulunanlardı. Tatminkar  olanlar “Bizler bu halimizle, bu anlayışlarımızla, bu yaşayışlarımızla, bu önderlerimizle, bu kitaplarımızla, bu cemaatlarımızla, parlamentomuzla, partilerimizle en  dogrusunu,  en  güzelini  ve  en muteber  olanını  bizler  hayata  aksettiriyoruz ve  inanıyoruzki; bu yapılanmalarımızla kesin cennetliğiz. Bu iş kesin. Bu iş garantidir.

 

Bizler garanti cennetliğiz, siz kendinize bakın” diyorlardı. Hıristiyanlar böyle diyordu, Yahudiler böyle diyordu. Allah’ın oğlu dedikleri Hz. Îsâ’yı ve Hz. Üzeyir’i, işledikleri suçlara karşı kalkan yaparak, Allah’a tövbe  haşa  veliaht tayin ederek, Allah’a güya Allah’ın sözünden çıkamayacağı bu oğulları vasıtasıyla her  istediklerini yaptıracaklarına inanıyorlardı. Hıristiyanlar da Yahudiler de aynı şeyi söylüyorlardı. Bakıyoruz bugün kendilerine Müslümanız diyen toplumun durumu da onların o günkü durumuna benziyor. Hayatlarında aynı durgunluk, aynı doyumluluk ve pasiflik var. Onlar da kendilerinin doğru yolda, hak yolda olduklarını zannediyorlar. Allah’ın razı olacağı bir hayatı yaşadıklarını zannediyorlar.

 

Israrla bir îman derecesinde hayatlarını kabul var. Yaşantılarından memnun görünüyorlar. Kendilerini kesin cennetlik görüyorlar. İşte bu korkunç durum değişmeye en büyük engeldir. “Ne var bizim hayatımızda? Biz Müslüman değil miyiz yani? Cennete biz girmeyeceğiz de ayyaşlar, Hıristiyanlar mı girecek? Bizler  parti  kurup  politikaya  atılmayıpta  sahayı  tümden  Yahudileremi  bırakalım” deyişleri, kendi hallerinden, hayatlarından memnun oluş halleri tıpkı kendilerine Kur’an gelmeden önceki ehl-i kitap ve müşriklerin vaziyetine benziyor  ne  yazıkki. Şunu kesinlikle kabul etmek zorundayız ki hiç birimiz kendi durumumuzdan mutmain olmamalıyız. Hiç birimiz statükodan yana olmamalıyız.

 

Çünkü bu, değişimin önüne dikilmiş en büyük engeldir. “Ben iyiyim! Biz iyiyiz,” putu bilelim ki değişmenin önüne dikilmiş en büyük engeldir. Çünkü bugün hiçbirimizin, hiçbir grubun, hiçbir ailenin, hiçbir cemaatın elinde cennetlik olduklarına dair bir senet, bir garanti yoktur. İşte âyetler bunu anlatıyor. Hiçbir kimsenin ölünceye kadar da nasıl bir çizgi takip edeceğine dair elinde bir garanti olmadığına göre öyleyse kendimizi garanti cennetlik görmeyelim. Halimize mutmain olmayarak sürekli Allah’ın kitabı ve Resûlü’nün Sünneti ışığında hayatımızı  yaşama  ğayreti  içerisinde  olalım  inşaallah…

 

İşte şu anda kendilerinden mutmain olmuş bu toplum da ancak kendilerine Beyyine götürüldüğü zaman, Kur’an ve Sünnet anlatıldığı zaman, Beyyine ile tanıştırıldıkları zaman, Kur’an duvarlardan inip ellerine alındığı zaman, hayatlarına Kur’an ve Sünnet projektörü tutulduğu, Beyyine ile hayatlarını sorgulama imkânı buldukları zaman elbette bulundukları durumu bir eleştiriye tabi tutup değiştireceklerdir. İnsan bir hakikatle karşı karşıya gelmedikçe hep kendini iyi ve doğru zanneder. Ama ne zaman dışa açılır, daha iyisini görürse, Beyyine ile tanışır ve kendini onunla yargılama imkânı bulursa, yani Allah’ın istediklerine muttali olursa o zaman eyvah! diyor. Eyvah ki yanılmışım! Eyvah ki yanılmışım! Eyvah ki yanlış yoldaymışım! Demeye başlıyor. Eyvah! İçinde bulunduğumuz hayat, hayat değilmiş!

Din budur diye yaşadığımız, din değil kendi kuruntularımızmış diyerek değişmeye karar verecektir. Kardeşlerim  bilmeliyizki  Kur’an’la buluşmayan  toplumlar  kaybeden,  zararda  olan  hayatını  boşa  harcayan  toplumlardır. Beyyine  ile  tanışamayan  insanlar  Allahın  emir  ve  yasaklarına  göre  hayatını  tanzim  etmeyenler,  Peygamber  efendimizin  Sünneti  seniyyesine  göre yaşantısını  şekillendirmeyen insanlar mutlaka  zarar  ve  kayıp  içerisindedirler…Beyyine  suresindeki          Âyetin anlattığına göre Beyyine, elinde Kuran olduğu halde Allah’ın elçisi kendilerine gelince, Beyyine ile tanışınca, Beyyine kendilerine arz edilince, Beyyine ile yüz yüze gelince, hayatlarına Beyyine projektörü tutulunca onlar hemen önceki hayatlarından ayrıldılar.

 

Tüm alışkanlıklarından, İslâm dışı hayatlarından ayrıldılar. Efendilerinin, üstatlarının, siyasi liderlerinin, tâğutlarının yolundan, talimatlarından ayrılıverdiler ve kimisi mü’min, kimisi kâfir olarak ayrıldılar. Çünkü karşı karşıya geldikleri o Beyyine, tanıştıkları o Kitap ve Peygamber onlardan onların o ana kadar dinlediklerinin istediklerini istemiyordu. O Beyyine onlardan sadece Allah’a kulluk istiyordu. Binlerce İlâh önünde eğilmekten belleri kamburlaşmış bu insanları bu zilletlerden kurtarıp özgürlüğe çağırıyordu. Makama, mevkie, modaya, çevreye, âdetlere, yönetmeliklere, şöhrete, paraya, tâğutlara, zenginlere, siyasilere, ağaya, patrona, güçlülere, sayıca fazla olanlara, şeytana, nefsine, babaya, anaya, kocaya, hanıma değil sadece Allah’a kulluğa çağırıyordu.

 

Evet  kardeşlerim İyya  ke nabudu  ve  iyya  ke  nestain  Rabbimize  yalnız  sana  ibadet  eder  yalnız  senden  bekleriz  demnedigimiz  müddetçe  zarardayız,  kayıptayız hayatımızı,  yaşantımızı  boşuna geçirmekteyiz. Allah  korusun; Bu  ayetlerin  nazil  oldugu  zamanlardan  önce  oldugu  gibi  sonrada Yüzlerce İlâhın gönlünü alacağım diye perişan olmuş insanlar izzete ve şerefe çağırılıyordu. İşte bunu anlayan, izzet ve şerefi tercih eden, kendisi gibi acizlerin boyunduruğu altında bir hayat yaşamanın pisliğini kavrayanlar hemen bu çağrıyı kabul ederken, birden çok efendinin köleliği altında zillet içinde yaşamadan yana olanlar da reddediyorlardı. Yani ayrışıyordu insanlar.

 

Yollar ayrışıyor, saflar ayrışıyordu. Toplumun gündemine Beyyine geliyor. Uzun bir fâsıladan sonra yine Kur’an geliyor! Kur’an hayata yansımaya başlamıştır. Kur’an ve Sünnet insanların ağızlarına, insanların kulaklarına, kalplerine, beyinlerine, insanların evlerine, hayatlarına inmeye başladı. Kur’an ve Sünnet toplumun gündemine girmeye başladı. Elhamdülillah İnsanlar evlerinde, bürolarında Kitap ve Sünnet konuşmaya başladılar. Bu yüzden de insanlar fırkalaşıyor bu toplumda. Fırkalaşma başlıyor. Nasıl bir fırkalaşma? Kimileri kabul ediyor, kimileriyse reddediyor. Kimileri tereddüt içinde. Kimisi bazısını kabul ediyor bazısını reddediyor.

 

Ama bilelim ki Kur’an geldikçe, Kur’an hayata indikçe, Kur’an konuşulup anlaşıldıkça bu çatışma daha da şiddetlenecek. Razı olduğumuz hayatlarımız, İslâmî sandığımız düşünce ve yaşantılarımız altüst olacak, mü’min gerçek mü’min, kâfir de gerçek kâfir olacak. Saflar belirginleşecek. Kim neye inandığını, kim neyi reddettiğini bilecek. Tıpkı o gün olduğu gibi vahiy nûrunun, Beyyine’nin, Furkân’ın karşısında her şey eriyip kül olacaktır Allah’ın yardımıyla. Ne  mutlu  kur’anı  dogru  anlayıp  dogru  yaşantıyı  seçen  bahtiyar  insanlara  diyoruz. Kardeşlerim  Beyyine  suresini  anlamaya  ve  anlatmaya  ğayret  ediyoruz  inşaallah:

 

Çok  özel  bilgiler  içerdiği  için Şehid  Seyyid  Kutubun  Fi  zilaline  kulak  verelim  inşaallah:    Gerçekten o dönemde yeryüzünün, yeni bir ilahi mesaja çok ihtiyacı vardı Yeryüzünde doğru ve insani hareketi terk etme o derece yayılmıştı ki yeni bir peygamberlik, yeni bir sistem ve yeni bir hareket olmadıkça artık düzelme beklenmez bir hale gelmişti. ister daha önceleri Semavi (vahye dayalı) dinleri tanıyan sonra elleriyle bozan kitap ehli olsun, isterse Arap yarımadasındaki ve dışındaki müşrikler olsun, yeryüzünün tüm insanlarının kafasına küfür, bir yolunu bulup girmişti. Onlar daldıkları bu küfürden bu yeni kutsal mesaj ve bizzat kendisi açık bir kanıt, doğruyu yanlıştan ayıran bir ayırıcı, bir açıklayıcı ve „Allah tarafından gönderilmiş tertemiz sahifeler okuyan bir elçi“ (Beyyine 2) olan Peygamber gelmedikçe ayrılacak ve dönecek değillerdi.

 

Evet içinde doğru hükümler bulunan, küfürden ve şirkten arınmış kelimeleri okuyan elçi gelmedikçe daldıkları küfürden dönecek ve ayrılacak değillerdi… Ayetin metnindeki „Kitap“ sözcüğü „konu“ demektir. Nitekim arapçada, „taharet kitabı“ temizlik konusu demektir. Ve namaz kitabı, kader kitabı, kıyamet kitabı denilir ki bunların anlamı, namaz konusu, kader konusu, kıyamet konusu demektir. Buna göre bu temiz sayfalarda -ki temiz sayfalar Kur’an’dır- „doğru kitaplar“ yani „doğru konular“ ve „doğru gerçekler“ vardır demektir…

Dolayısı ile bu kutsal mesaj tam zamanında, bu peygamberin kendisine ihtiyaç olduğu zamanda gelmişti. Bu sayfalar, içindeki konular ve gerçekler bütün yeryüzüne yeni bir oluşum getirmek için gelmişlerdi. Ki yeryüzü ancak bu yeni oluşum ile düzelebilirdi. Yeryüzü bu peygamberliğe ve bu peygambere neden muhtaç olduğu konusuna gelince, gerçek bir Müslüman olan Ebu’l-Hasen En Nedvi’nin „Müslümanların Gerilemesi İle Dünya Neler Kaybetti?“ isimli değerli kitabından, açıklayıcı alıntılarla yetineceğiz. Çünkü bu kitap bu konuda okuduğumuz kitapların içinde en açığı ve en özetidir. Birinci bölümün ilk kısmında şunlar yer almaktadır:“Milattan sonraki altıncı ve yedinci yüzyıllar hiç kuşkusuz tarihin devirleri içinde en geri olanı idi.

 

İnsanlık çağlardan beri zillet ve düşüklük içinde kıvranıp durmaktaydı. Yeryüzünde insanlığı düştüğü bu zilletten kurtaracak ve elinden tutacak hiçbir güç yoktu. Her geçen gün onların çöküşleri hızlanıyor ve zilletleri daha da artıyordu. Bu yüzyılda insanoğlu yaratıcısını, kendini, varacağı yeri unutmuş, sağduyusunu yitirmiş, iyi ile kötüyü güzel ile çirkini ayırma yeteneğini kaybetmişti. Aradan geçen uzun zaman dolayısı ile Peygamberlerin çağrısı cılızlaşmış, yaktıkları meş’ale kendilerinden sonra çıkan fırtınalar dolayısı ile sönmüş ya da ışığı o kadar zayıflamış ki evler, ülkeler bir tarafa kalpleri bile aydınlatamaz olmuştur.

 

Din adamları koparılan fitnelerden ve sapıklıklardan dinlerini korumak ve canlarını kurtarmak amacı ile ya da rahatlık ve sakinlik arzusu ile hayatın yükümlülüklerinden ve çilelerinden kaçmak için veya din ile siyaset, ruh ile madde arasındaki mücadelede yenik düştüklerinden, siyaset sahnesinden çekilmişler ve mabetlere, kiliselere ve manastırlara sığınmışlardı. Bazı din adamları da hayatın akışına uyarak hükümdarlarla ve maddeye tapanlarla birlik olup, onlara günahlarında, zorbalıklarında ve insanların mallarını haksız yere yemelerinde yardımcı olmuşlardı…“ „Büyük dinler, boş işlerle uğraşan hileci madrabazların kurbanı, münafıkların ve günahkarların oyuncağı olmuş, ruhunu ve şeklini öylesine yitirmişti ki, bu dinlere inanan eski insanlar mezarlarından dirilip kalkacak olsalar onu asla tanıyamazlardı.

 

Medeniyete, kültüre, iktidara ve siyasete beşiklik eden yerler artık birer anarşi, çözülme, kokuşma yerleri olmuş ve kötü düzenin ve idarecilerin zulümlerinin cereyan ettiği sahneler haline gelmişti. Halkın idaresini üstlenenler kendi işlerine bakar olmuşlar, dünyaya mesaj vermez, milletleri irşad etmez olmuşlardı. Ruhi açıdan iflas etmişler ve hayatlarının pınarları kurumuştu. Artık ellerinde ne vahye dayalı dinin duru kaynağı ve ne de insanlığı yönetecek değişmez bir sistem kalmıştı:‘ „Kısacası o zamanlar yeryüzünde iyi ahlaklı bir millet, ahlak ve fazilet temeli üzerine oturmuş bir toplum, adalet ve merhamet prensipleri üstüne kurulmuş bir yönetim, ilim ve hikmet temeline oturmuş bir önderlik, peygamberlerden nakledilen sağlam bir din yoktu.“

 

İşte bu nedenlerden ötürü, yüce Allah’ın insanlığa merhameti harekete geçmiş ve onlara içinde hakkı dile getiren, doğru ayetler olan temiz sayfaları okuyan kendi katından bir peygamber göndermeyi dilemiştir. Kafir müşrikler ve kitap ehli bu kötülük ve bozgunculuktan, kurtarıcı, doğru yolu gösterici ve hükümleri açıklayıcı bir peygamber gönderilmedikçe dönecek değillerdi.(Fi Zilal.Seyyid Kutub) Beyyine  Suresinin  son  iki  ayeti hakkında İbni  Kesir deki  ifadeler  şöyle  izahını  buluyor: Şüphesiz ki kitâb ehlinden ve müşriklerden küf­redenler cehennem ateşindedirler. Onlar, orada temelli ka­lacaklardır. Yaratıkların en kötüsü de işte bunlardır. Muhakkak ki imân etmiş olup sâlih ameller işle­yenler, işte onlar da, yaratıkların en hayırlısıdırlar.

 

Rabları katında onların mükâfatı;   altlarından ır­maklar akan ve orada temelli kalacakları Adn cennetleridir. Allah onlardan hoşnûd, onlar da O’ndan   razıdırlar. İşte bu, Rabbından korkan kimseye mahsûstur. Allah Teâlâ ehl-i kitâb’tan küfredenlerle, Allah’ın .indirilmiş olan kitâblarına ve gönderilmiş olan peygamberlerine karşı çıkan müşrikle­rin halini haber vererek kıyamet gününde «Cehennem ateşindedirler.» buyuruyor. «Onlar, orada temelli kalacaklardır.» Orada sürekli kala­caklardır, geri götürülmeyecekler ve çıkarılmayacaklardır. «Yaratıkla­rın en kötüsü de işte bunlardır.» Allah’ın yaratıp yeryüzüne saldığı ya­ratıkların en kötüsü işte bunlardır.

 

Müteakiben Allah Teâlâ; kalbleriyle îmân edip bedenleriyle sâlih amel işleyen iyilerin halini haber vererek bunların, yaratıkann en iyi­si oduklarmı bildirmektedir. Ebu Hüreyre ve bilginlerden bir grup, bu âyeti* delil getirerek mü’minlerin meleklere üstün olduklarını söylemiş­lerdir. Çünkü Allah Teâlâ «İşte onlar da yaratıkların en hayırlısıdırlar.» buyuruyor. «Rabları katında onların mükâfatı;» Kıyamet gününde onların el­de edecekleri karşılık, «Altlarından ırmaklar akan ve orada temelli ka­lacakları Adn cennetleridir. Allah onlardan hoşnûd, onlar da O’ndan ra­zıdırlar.»

Aralıksız bitip tükenmeksizin orada, kalacaklardır. «Allah on­lardan hoşnûd, onlar da O’ndan razıdırlar.» Allah’ın onlardan hoşnûd olması onlara verilen sürekli nimetlerin en üstünüdür. Onlar da Allah’­ın kendilerine verdiği yaygın lutuftan dolayı O’ndan razıdırlar. «İşte bu, Rabbından korkan kimseye mahsûstur.» Elde edilen bu mükâfat Allah’tan korkup O’ndan gerçek anlamda sakınan ve kendisi Allah’ı görmese de Allah kendisini görüyormuş gibi ibâdet edenlere mahsûstur. İbni  İshak Ebu Hüreyre’den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöy­le buyurmuş:

 

**Size yaratıkların en iyisini haber vereyim mi? Evet, ey Allah’ın Rasûlü, dediklerinde buyurmuş ki: Atının yularından tutup Allah yoluna giden kişi. Ne zaman bir korkunç ses duysa onun üzerinde dikilir durur. Dikkat edin, size yaratıkların en hayırlısını haber vere­yim mi? Evet ey Allah’ın Rasûlü, denildiğinde buyurdu ki: Koyunların­dan bir sürü içinde bulunup ta namazını kılan ve zekâtım veren kim­se. Dikkat edin, size yaratıkların en kötüsünü haber vereyim mi? buyur­duğunda; evet, dediler. Allah Rasûlü buyurdu ki: Allah’tan isteyip de kendisine verilmeyen kimse.(İbni  Kesir  Tefsiri) **

 

Muhammed  Hamdi  efendi  Tefsirinde  diyorki: …Onun için kitap ehli de ta baştan itibaren bununla görevli olmuşlardı ki, Allah’a böyle samimi dindar, hanif olarak ibadet etsinler, ve namazı kılsınlar ve zekatı versinler ve işte b u üç esas: samimi din ile Allah’a ibadet, namaz kılmak ve zekat vermek din-i kayyimedir. Yani sabit ve payidar kalacak olan milletin dinidir. Diğer deyimle yukarıda anılan „kıymetli kitapların“, doğru, bozulmaz, sabit hak kitaplarının açıkladığı dindir. Demek olur ki bu üç esas, bütün Hak dinlerin hiç değişmeyen en sağlam esasıdır.

 

Namaz ile zekat da imandan sonra bütün ibadetlerin esaslarının esasıdır. Diğerleri ayrıntıdır. Bunların edâ şekilleri itibarıyla açıklaması her peygamberin zamanına ve şeriatin e göre değişebilirse de, asıl namaz ve zekat hepsinde sabittir. Şu halde din için mutlaka bir „ekanim-i selâse“ (üç esas) prensibi tanımak gerekirse onu baba, oğul, rûhu’l-kudüs diye mabudun zatında üçleme ile şirke saparak değil, tevhid, namaz, zekat diye iman ve amel esaslarında tanımak lazım gelir. Halbuki o kitap verilenler bu doğru ve sabit dini ve bu emri tanımadılar, ihlas ve tevhid ile Allah’a kulluk etmekten kaçındılar.

 

„Onlardan sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki, namazı kaybettiler, şehve t lerine uydular.“ (Meryem, 19/59) ölçüsünce şehvetlerinin arkasına düşerek namazı kaybettiler, zekat vermeye yanaşmadılar, bölücülük yaptılar. Bunun üzerine bütün küfrün ve imanın ahiretteki hükümleri ayırdedilerek açıklanmak üzere şöyle buyuruluyor: Haberiniz olsun ki „küfredenler O açık delil geldikten sonra onu inkâr eden bütün kâfirler gerek kitap ehlinden olsun, gerek puta tapanlardan olsun, hepsi ebedî olmak üzere cehennem ateşindedirler. Kıyamet günü cehenneme gidecekler, orada ebedî olarak kalacaklardır. Diğer bir mânâ ile küfür, cehennemde ebedî kalmaya sebep olması itibarıyla aynı ateş hükmündedir.

 

Bir de denilmiştir ki: Onların bulundukları küfür ve isyan hâli, hakikatte aynıyla ateştir. Bu ortaya çıkma (neş’et) de âraz şeklinde ortaya çıkarsa da, son neş’etde o şekilden çıkar, hakiki şekli ile ateş olarak zuhur eder. Bu iki mânâca onlar dünyada ceh ennem ateşinin içindedirler. Ahirette de onda ebedî olarak kalacaklardır, demek olur. Bu ebedî oluşun sebebi: Çünkü onlar, o vasıfla sıfatlanmış olanlar, yeni o açık delil geldikten sonra ona küfredip bozgunculuk çıkaranlar hepsi halkın şerlileridirler, insanların en şerlileridirler, en şerli olanın yeri de cehennem olması gerektir.

Buna karşılık haberiniz olsun ki iman edip de, yani bu açık delile iman edip Allah için dine, ihlaslı, hanif olarak, gereğince güzel ameller işleyenler, sadece namaz ve zekat gibi dinin aslî temellerinden olan amellere mahsus değil, gerek esaslardan ve gerek ayrıntılardan, gerek farzlarından, gerek nafilelerden, gerek ibadetlerden, gerek muamelelerden Allah rızasına uygun olan, kurtuluşa hizmet eden, hayra yarar bütün iyi

ve faydalı amelleri işlemek ve yasaklardan sakınmak da güzel amel (amel-i salih) mânâsında dahildir. Zira amel, işlemeyi ve terketmeyi içine alır. Bilinmektedir ki elif lâm ile süslenmiş çoğul olduğu için hepsini kaplamayı ifade eder. Fakat bundan her ferdin, her iyi ameli yapmakla yükümlü olduğu d a sorulmamalıdır. „Allah, kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmez.“ (Âl-i İmran, 3/286) âyeti gereğince herkesin hissesi ehliyet ve gücüyle orantılıdır. Râzî der ki: „iyi ameller işlediler“, çoğulun, çoğula karşılık vermesi kabilindendir. Onu n için bir kişinin bütün güzel amelleri yapmakla yükümlü olması gerekmez. Belki her yükümlünün bir hazzı, selâhiyeti vardır. Zenginin hazzı vermekte, fakirin hazzı da almaktadır. Elverir ki herkes kendi halince kurtuluşa çalışsın.

İşte onlar, halkın en h ayırlısıdırlar. Bütün halkın en hayırlısıdır. Amelce de hayırlısı, Allah katındaki makamca da hayırlısıdır. Demek ki iman edip de güzel amele çalışmazsa, onlar halkın en şeriri olmasalar bile en hayırlısı da değildirler. „Hayru’l-beriyye“, hem iman edip h e m iyi ameller işleyenlerdir. Onların cezası, yani o iman ve amellerine karşılık ecir ve mükâfatları Rableri katında, altlarından ırmaklar akan Adn cennetleridir. İçlerinde ebedî olarak orada cismânî ve ruhânî türlü nimetlerle ebedî olarak nimetleneceklerdir.

Bunların birinci olarak „halkın en hayırlıları“ diye övülmelerinin önce getirilişi; ikinci olarak bu nail olacakları nimetlerin amelleri karşılığı olduğunu anlatmak üzere „ceza“ deyimiyle ifade edilmesi; üçüncü olarak bunun Allah Teâlâ katından olmasının açıklanması; dördüncü olarak bunun derece derece kemâle erdirmek demek olan terbiye mefhumuna işaret eden Rablik ünvanıyla ifadesi; beşinci olarak bunun onlara râci zamirine izafetle ifade olunarak terbiye ve kullukta özel şereflerin e işaret olunması;

altıncı olarak cennetlerin içinde oturma mefhumuna işaret eden Adn’e izafetle beraber çoğulun çoğula karşılaştırılmasıyla her birine bir cennet düşecek kadar çokluk ve genişliğine işaret olmak üzere çoğul sigasıyla ve aynı zamanda dengi g örülmedik ve tarife sığmayacak şekilde yüksekliğine, şânının büyüklüğüne tenbih için nekre olarak getirilmesi; yedinci olarak hayatın mayası olan feyiz ve nimetinin, hoşluk ve güzelliğinin devamlı artan güzel cereyanını duyurmak üzere, „altından ırmakl a r akan“ vasfıyla vasıflandırılması; sekizinci olarak onlarda takdir edilmiş hâl olmak üzere ebedîlik demek olan „hulûd“ün açıklanmasıyla beraber bir de „ebedîlik“ kaydıyla tekit edilmesi o

müminlerin güzel halleriyle mükâfatlarının büyüklüğünü açıklama açısından ne kadar dikkate şâyândır. Gerçekte „hulûd“ ebedîlik demek olduğu için sadece „orada ebedîdirler“ denilmekle de aynı mânâ ifade edilmiş olur. Ancak „hulûd“, uzun müddet kalmak mânâsına da kullanıldığı için bu ihtimali defetmek için ile de t e kit olunmuştur. Bu tekit, pekçok âyetlerde cehennem ehlinin ebedîliğinde de, cennet ehlinin ebedîliğinde de vardır. Fakat görülüyor ki bu sûrede kâfirlerin cehennem ateşinde ebedî oluşları „ebeden“ kelimesi ile tekit edilmemiş olduğu halde müminlerin cenn e tlerde ebedî oluşları açıkça te’bid (devam ettirme) ile de tekit edilmiştir. Râzî „Tefsiri“nde buna iki vecih söylemiştir: Birincisi: Rahmetin, öfkeden daha fazla olduğuna tenbihtir. İkincisi: Cezalar, hadler, keffaretler birbirine girer. Fakat sevabın kısımları birbirine girmez.

Bir de bu yüksek karşılıktan daha büyük olan Allah’ın lütfu beyan ve müjdelenmek üzere şu isti’naf (başlangıç) cümlesi ile buyuruluyor ki: Allah onlardan razı olmuş, onlar da O’ndan razı olmuşlardır. Çünkü bütün isteklerin en üstünü, bütün lezzetlerin en yükseği olan Allah’ın rızasına ermişler, „gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, hiçbir beşerin aklının ermediği“ en büyük rızaya kavuşmuşlar, „râdıyeten“ razı olmuş olarak“, „merdıyye“ (razı olunmuş) makamına ermiş lerdir. Bu mükâfat ve rıdvan ise, Rabbinden korkanlara mahsustur. Yani bu başarının tek sebebi ve hikmeti Allah korkusunu duymaktır. Yukarılarda da geçtiği üzere haşyet, tazim ile sevgi neticesi olan saygı mânâsına bir korkudur. Onun için haşyet ita a tte mutlak güzele layık, ihsana yaklaştıracak yüksek bir aşk heyecanı uyandıran güzel bir ruh halidir. (Hak  dini  Kur’an  dili.M.Hamdi  Yazır…)

Kardeşlerim  Beyyine  suresi  Tabir  caizse  Safların  ayrıldıgı  ve  belirgin  bir  şekil  aldıgı  mucizevi  bir  suredir. Sonuç  olarak  bizlerde  diyoruzki: Ne mutlu bu ayrışmanın, bu saflaşmanın hızlandırılması adına insanlara Beyyine götürme kavgası içine girenlere! Ne mutlu bu değişimin hızlandırılması adına insanları vahiyle tanıştırmaya çırpınanlara! Ne mutlu bu uğurda zamanından, imkânlarından fedâkârlıkta bulunan Allah dostlarına! Ne  mutlu  İmtihana  güzelce  hazırlanan kullara, ne  mutlu  hayatının  her  saniyesini  kuran ve  sünneti  seniyye dogrularına yerleştirenlere. Ne  mutlu  teslim  olanlara, Allaha  ve  onun  şanlı  rasulüne  itaat  edenlere  ne  mutlu  selim  akıl  sahiplerine…Ne  mutlu  bende  müslümanlardanım  diyenlere,  ne  mutlu TEVHİD  akidesine  sahip  çıkanlara. Ne  mutlu  kıldıgı  namazların  şuurunda  olanlara…

Kısaca  ne  mutlu  Kurana  ve  sünneti seniyyeye  sımsıkı  baglı  olanlara, Allaha  ve  Rasulüne  teslim  olanlara… Allahım bizleri  senin  dogru  yolundan  ayırma. Bizleri  dosdogru  yolun  olan  Sıratı  müstakimde  sağlam  duranlardan  eyle. Bizleri  senin buyurduğun  Beyyinelere  sahip  çıkanlardan  eyle. Bizleri  ehli  sünnet  vel  cemaatta  olanlardan  eyle. Bizleri  TEVHİD  akidesinden kopmayanlardan  eyle…Sen  her  şeylere  kadirsin  Allahım…Amin…

Sermedkadir…LU…14.04.2016…

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht.