Bidatın Mahiyeti Ve Zararları

Rabbimiz Maide suresi ayet.3.te mealen şöyle buyurmaktadır: * …Bugün kâfirler, sizin dininizden (onu yok etmekten) ümit kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı beğendim. Kim, gönülden günaha yönelmiş olmamak üzere açlık halinde dara düşerse (haram etlerden yiyebilir). Çünkü Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir…***

Peygamber efendimiz bir hadisinde mealen şöyle buyurmaktadır: ** Size iki şey bıraktım, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece asla sapıtmazsınız: Allahın „Kitâb“ı ve Allah Resûlünün „Sünneti”.(Mâlik ra. Muvatta)

BİDAT: Daha önce mevcut olmayan, sonradan ortaya çıkan amel ve inançlar. Hz. Peygamber ve Ashâb-ı Kirâm dönemlerinde görülmeyip onunla amel edilmeyen, hattâ bir benzeri olmayan ve İslâm’dan olmadığı halde sonradan ortaya çıkan ve ibâdet kabûl edilen görüş ve ameller, sünnete aykırı davranışlar. Sünnetin karşıtı olarak, dîn koyucunun (şari’in) açıkça ya da dolayısıyla, sözlü ya da fiili izni olmaksızın sahabeden sonra dinde ortaya çıkan eksiltme ve faztalaştırmalara bidat de¬nir.

Sözlük anlamıyla „bid’at“, „İbda“ mastarın¬dan türetilmiş bir isim olup, sanat ifade eden bir şeyi, geçmiş bir örneği esas almaksızın ilk olarak yapma ve icad etme anlamına gelir. Bid’at’ın kapsamı konusunda farklı bakış açılarının olmasından dolayı İslâm bilginleri tarafından farklı tarifler yapılmıştır. Kimi âlimlere göre bid’at, Hz. Peygamber (s.a.s.)’den sonra meydana gelen her şeydir. Bu tarifi yapan âlimler bid’ate sözlük anlamından daha geniş bir anlam yüklemişlerdir. Bu sebeple de sonradan çıkan amel ve inançları iyi ve kötü olmak üzere ayırmak mecburiyetinde kalmışlardır.

Sonradan ortaya çıkıp Kur’ân ve Sünnet’e muhâlif olmayan ya da emirlerinin bir gereği olan şey(ere bid’at-i hasene (güzel bid’at); muhâlif olanlara ise, bid’at-i seyyie (kötü bid’at) ismini vermişlerdir. Ayrıca bid’at-i haseneyi kendi arasında, bid’ati seyyieyi de kendi arasında ayrı kısımlara tabi tutmuşlardır. Böylece bid’at, vacib, mendub, mübah, mekruh ve haram olmak üzere beş kısma ayrılmaktadır. Meselâ Kur’ân ve Sünnet’in anlaşılması için zorunlu olan Arap gramerini bilmek, fıkıh, fıkıh usûlü gibi ilimlerle uğraşmak vâcib; Ehl-i Sünnet itikadına muhalif sapık fırkaların ileri sürdükleri görüşler ise, bu âlimlere göre, haram bid’at kapsamında mütalaa edilmektedir. (Tahânevî, Keşşâfu İstilahâti’l-Funûn, İstanbul 1984 I, 133).

Abdullah b. Abbâs (r.a.)’dan rivâyet edilen bir hadiste şöyle buyrulur: ** Allah, bid’at sahibinin amelini, bid’atından vazgeçinceye kadar kabul etmez.“ (İbn Mâce, Mukaddime). Amellerinin kabul edilmeyeceğini bilen bir müslüman korkar ve neyin bid’at olup, neyin olmadığını araştırır. Meselâ, Rasûlullah’a selam ve salât Allah’ın emridir. Ama Rasûlullah’ı anmak için dini törenler yapmak ve mevlit okutmak kimin emridir ? Ölüleri hayırla anmak ve onlara dua etmek sünnette vardır. Ama ölüler için mevlit okutup, kırkıncı, elli ikinci geceleri tertip etmek İslâm’ın hangi hükmüne dayanır.
Allah için sadaka vermek, zekât ve fitre dağıtmak Allah’ın emri gereğidir. Ama ölen birisi için devir, yani ölünün ibadet borcunu düşürmek için mal ve para taksimi yapmak, sabun, iğne, iplik dağıtmak kimin emridir ? Aslında her iki gruba göre de dinin aslına olan ilâve ya da aslından yapılan eksiltmeler yasaklanmış olup, kötü bir bid’attir. Ancak ikinci grup âlimlerin bid’atin tarifi konusunda daha tutarlı oldukları görülmektedir. Çünkü ilk grubun bid’at-i hasene kapsamına soktukları şeyler, aslında sonradan çıkmış şeyler değildir; onların Kur’an ve Sünnet’te dayanakları vardır. (Şamil İ.A.)
Bidat Kavramı üzerinde Faruk Beşer şu yorumları getiriyor: * Bid’atın terim anlamında, konu edildiği ilim çeşidine ve zamana göre farklılıklar gözetildi¬ği de olur. Mesela inanca ilişkin konularda „bid’at“ deyince; Allah’ın sıfatları, ahiret, ima¬met ve sahabenin değeri gibi meselelerde „eh¬li sünnet ve’l-cemaat“ gibi İnanmayan Harici¬ler, Şia, Kaderiyye, Mutezile vb. „batıl fırka¬ların inanış biçimleri akla gelir. Kayıtlamaksı-zın „bid’at“, „bid’atçı (mübtedi)“, „neva“ ve „heva ehli“ deyince ilk alka gelen de bu itikattaki bidattir.

Bu tür bidatin bir kısmı „küfür“le eş anlamlıdır. Geri kalanı küfür değilse de kati ve zina gibi büyük günahlardan daha büyük günahtır. Fıkıhta bid’at; sözlü, fiili ve takriri olarak anlatılan sünnete, sahabe fiili ve sözü¬ne karşıt olan anlamında kullanılır. Hadiste ise bid’at İslam’ın ruhuna zıt olan şey ve buna İnatla değil de bir nevi şüphe ve tevil ile inan¬mayı anlatır. Bu tanımlamalardan da anlaşılacağı gibi, dini bir terim olarak bidat; aklın ve adetlerin, ya¬ni günlük yaşayışı sağlayan davranışların dışın¬da ve sırf Allah’a yaklaşmak için, yani ibadet maksadıyla yapılan eylem ve kabulleniş biçimleriyle ilgilidir. Yoksa sözlük anlamıyla, sonra¬dan ortaya çıkan her şey, demek değildir. Al¬lah Rasülü’nün (s.); „Siz benim ve raşit halife¬lerimin sünnetine sımsıkı sarılın“, „dünya işle¬rini siz iyi bilirsiniz“ gibi hadisi şerifleri bunu anlatır. Bu yüzden bid’atın güzeli (bid’at-ı ha-sene) olmaz diyenler çoğunluktadır ve görüş¬leri diğerlerine oranla delilli ve ağırlıklıdır.

Örnek vermek gerekirse; ezanda hoparlör kullan¬mak sonradan ortaya çıkan bir şey olmakla bir¬likte bid’at kavramına girmez. Çünkü hopar¬lör, „dinin tamamlayıcısı olarak görülen ve kul¬lanılmaması halinde, örneğin ezanda bir eksik¬lik oluşturduğu kabul edilen“ bir ilave olarak değil, sabit bir dini emrin faydasını daha daha yaygın hale getirmek için uygulanan bir tek¬nik olarak kullanılır. Buna göre ezanın hoparlörsüz olmayacağını söylemek de bidat olur.

Akıl (İçtihat) ve adet sahası dışında olup, ne emredilen, ne de yasaklanan, fakat asılları iti¬bari ile dini olan ve dinde benzeri bulunan mo¬tifler de dini bir gerek yada herhangi bir ibade¬tin tamamlayıcısı olarak sanılmadıkça ve öyte görülmedikçe bidat olmazlar ama, böyle sanı¬lır ve görülür hal alınca tcrkedilmeleri vacip olan birer bid’at oluverirler. Farz namazlar¬dan önce müezzinin camide seslice üç ihlas okumasını buna örnek verebiliriz. „İhlas“ oku¬mak dini bir davranıştır. Ancak farzlardan ön¬ce okunması, ya da okunmaması konusunda bir şey yoktur.

Konu günlük hayatın işleyişi ile ilgili ve akılla bilinen bir konu da değildir. Öy¬leyse cemaate bunun gerekli olduğu ve onsuz namazın tam ve mükemmel olmadığı izlenimi¬ni verecek şekilde okunması bid’attır ve, mese¬la önemli bir Hanefi fıkıhçısı olan İbn Abidin’e göre bu gibi davranışların terkedilmesi vaciptir. Bid’atı dar anlamda sünnetin, geniş anlamda dinin karşılı olarak belirledikten sonra, din¬de yerilen ve yok edilmesi için savaşılması İste¬nen bir şey olduğu kendiliğinden ortaya çıkar.

Bidatin iyisinin (hasene) ve kötüsünün (kabı-ha) olup olmayacağı konusu, bidati karışık ve zor anlaşılır hale getiren meselelerin başında gelir. Dini ve adete ilişkin diye ayırmaksızın Rasülullah’tan (s.) sonra ortaya çıkan her şeyi bid’ad olarak tanımlayanlar, böyle olan her şe¬yi terketmenin İmkansız olduğunu görünce bi¬dati „hasene“ ve „kabıha“ dîye ikiye ayırmak zorunda kalmış gibidirler. Halife Ömer’in cemaatle kıldırdığı teravih namazı için: „bu ne güzel bidattir“ demesi, Halife Hz. Osman’ın cuma günü İkinci bir ezan okutması, „kim İslam’da güzel bir yol sünnet) oluşturursa hem onu yaptığının sevabımı, hem de ondan yapanların sevabını alır, onlann sevabından da hiçbir şey eksilmez..“ hadis-i şerifi de bu görüşte olanları destekler gibi görünpn delillerdendir.

Bu yüz¬dem hatırı sayılır keyfiyet ve kemmiyette İslam alimi bidati „hasene=güzel“ ve ‚“kabîha = çir¬kin, diye İkiye ayıran görüşü benimsemişler¬dir ki, İmanı Safii bunların başında gelir. Izz b. Abdisselam ise dana da detaya İnerek bida-tı beşe ayırmış ve; vacip, haram, mendup, mek¬ruh ve mubah bidatların olabileceğini söyle¬miştir ama aslında bu beş türü yine ikiye indir¬gemek de mümkündür. Sonraları birçok alim bu taksimde Izz b. Abdisselam’ı izlemiş ve bu beşli taksimi sürdürmüştür. Mesela İbn Abidin ve İbnü’l Esîr bunlar arasındadır. Ama ne var ki konuyu spesifik yani tahsisi olarak incele¬yen alimler tek bir çeşit bidat olabileceğini, onun da yasaklanan ve çirkin yani kabîha olan bi¬dat olduğunu kesin ifade ve delillerle söyle¬mişlerdir, özellikle İmam Şatıbî „el-İ’tisam“ adlı çok değerli eserinde bu görüşün başını çe¬ker. İmam Rabbani ve İmam Birgivî gibi alim¬ler de aynı görüştedir. Bu her iki görüşü gerek¬çeleriyle değerlendirenler de ikinciye meyle¬derler.

Çünkü; bidati kötüleyen, her türünün sapıklık olduğunu ve cehenneme götürdüğü¬nü bildiren hadisler böyle bir ayrım yapmamış¬lardır. Rasululullah’tan sonra ortaya çıkan her şeyi terim olarak bid’at kavramına sok¬mak mümkün değildir. Aksine onlar, bid’atın sözlük anlamıyla sonradan ortaya çıkan şeyler¬dir. Halife Ömer’in, cemaatle kılınan teravih namazını sözlük anlamıyla bid’at saymış olabi¬leceği bir yana, sahabenin ve bir hadisi şerifle özellikle de Raşid Halifelerin sünnetine de uy¬mamızın istendiğini düşünürsek, bidat’ın an¬cak, baştaki tanımından da anlaşılacağı üzere, sahabeden sonra olabileceğini görürüz.

Sonra söz konusu olaya bakıldığında Rasulullah’ın, teravihin cemaatle kılınmasını farz olur endi¬şesiyle terkettiği, bu tehlikenin Halife Ömer devrinde artık kalmadığından yine Rasülülah’ın arzusuna dönüldüğü söylenebilir. Sonra sahabe bunu bütünüyle olumlu karşılamış ve „icma“ oluşmuştur. Halife Osman’ın ezanı İçin de aynı şeyler söylenebilir. Söz konusu ha¬disin vürud sebebi gözönünde bulunduruldu¬ğunda, yeni bir yol (sünnet) ortaya koymak de¬ğil, kaybolan ve işlenmeyen bir sünneti ihya¬nın kastedildiği anlaşılır. Nitekim bu açıklama¬yı destekler mahiyetteki bir hadis-i şerifin an¬lamı şöyledir: „Benden sonra ölüp kaybolmuş bir sünnetimi kim diriltir ve yaşatırsa, onu ya¬pacak olanların sevabından bir şey eksilmeksizin onların sevabı kadar sevap alır. Kim de Al¬lah’ın razı olmadığı sapıklık bir bid’at ihdas ederse onu yapacak olanların günahından bir şey eksilmeksizin onların günahı kadar günah alır.“ Bid’at terim anlamıyla mutlaka kötü olduğu¬na göre diğer masıyetlerle arasında ne fark vardır? Sorusuna şöyle cevap verilir: Herhangi bir masıyeti (günahı) işleyen kişinin gayesi bir anlık arzu ve isteklerdir. Bunu, Allah’ı sev¬diği ve bağışlamasını umduğu halde dahi yapa¬bilir ve yaptığının dinen yasak olduğunu itiraf eder, onu dinin gereği saymaz. Halbuki, bid’atçı bunun tam aksi olmakla daha kötü durum¬dadır. Bu yüzden bid’atı küfrü gerektiren bid’atçı tevbe etmiş olsa bile kabul edilmeyip öldürülür. Bid’atı küfrü gerektirmeyen bid’atçılar, bid’atlarının dini bütünlüğü tahrip dere¬cesine göre hapis ve sopa gibi çeşitli tazir ceza¬larıyla cezalandırılırlar.

Bir grup oluşturuyor ve tehlike arzediyorlarsa, ya da bid’atlannı propaganda edip yayıyorlarsa bunların da başı siyasetten öldürülebilir. İtikadi anlamda bid’atçının imamlık yapması mekruhtur. Bura¬dan bid’atın kötülüğünün de dereceleri olduğu anlaşılır. Dinin zaruri esaslarından birine zarar veren bid’at büyük {kebire), vermeyen ise küçüktür (sağıra). Bunun yanında bid’at Şeriatın bütün öğretilerini kapsaması ya da kapsamaması açısından da „külli ve „cüz’i“ olarak ikiye ayrılır. Bütünüyle kötü kabul edil¬mekle beraber bid’at bir başka açıdan da şu çeşitlere ayrılabilir: Dînde aslen meşru olma¬yan bir şey ihdas etme. Recep Ayında regaip namazı, Aşure gecesi namazı gibi.

Aslen meşru olan bir şeye ilave şeklindeki bid’at. Şiilerin ezanda „eşhedü enne Aliyyen veliyyullah“ de¬meleri gibi. Eksiltme şeklindeki bid’at. Arefe Gecesi Mina’da gecelemeyi kaldırmak gibi. Meşru bir şeyin yerini değiştirme şeklindeki bid’at. Bayramların hutbelerini namazdan önce okumak gibi. Mubah ve müsadeli bir şeyi terketme şeklindeki bid’at. Helal hanımına yaklaşmayı, yemeyi, içmeyi vb. terketmek gibi. Bid’at ile ilgili konulardan birisi de bid’atçiliğe götüren sebeplerdir.

Bunları; uydurma ve zayıf hadislere tutunma, aklın sahasını aşan koşullarda akla güvenme, Kur’an ilimlerini bilmediği halde Kur’an’ı tahminlerine göre yo¬rumlama, kesin nasları bırakıp müteşabihlere meyletme, nefsi arzularına meşruluk kılıfı bulmak isteme, meşrebine ve üstadına her konu¬da taassupla bağlı olma vs. şeklinde özetlemek mümkündür. Bütün bu açıklamalardan sonra bid’atlerin toplu listesi verilebilir mi, diye akla gelebilir. Bu elbette zor, hatta imkansız bir şeydir. Ama bid’atı anlatan kitaplarda hemen hemen itti¬fakla verilen bid’atlerden şu bir kaç tanesi ör¬nek olarak zikredilebilir:

Ücretle Kur’an-ı Ke¬rim okumak, ölü için ziyafet vermek, kabirle¬re mum yakmak, cenaze, gelin, damat vb. şey¬ler önünde sesli zikir yapmak, kabirlerin üzeri¬ne bina, türbe vs. yapmak, kabrin yanında yat¬mak, nafile namazda ta’dili erkanı terketmek. İmamı geçmek, safları düzeltmemek, şarkı tür¬kü okumak ve dinlemek, Kur’an okunurken ve zikir yapılırken lahn yani sesi dalgalandırma yapmak, sallanmak ve raks etmek, hutbe oku¬nurken salatü selam okumak, amin demek, israfçıya ve mescidde dilenene sadaka vermek, hatim ve gösteriş için ziyafet vermek, kadınla¬rın toplanıp sesli „tevhid“ okumaları, bir ya¬bancının evinde tebrik, taziye, hasta ziyareti, kabir ziyareti vs. için toplanmaları, erkeklerin duyacağı şekilde mevlit okumaları… İmam Bir-givi ve ona uyarak Hadimi bu saydıklarımızı bid’atlarm en çirkinleri olarak zikrederler.(Faruk beşer.Sosyal B.Ans.C.1.s.179-181)

Bid’at konusunu güzel bir şekilde araştırıp inceleyen ve en dogru bilgileri bizlere sunan Yusuf Kerimoglu hocaefendi konumuzla alakalı diyorki: * Resûl-i Ekrem (sav)’in devr-i saadetlerinde izledikleri yol ve Hülâfa-i Raşidin dönemindeki tatbikat „sünnet“ kavramı ile açıklanabilir. Zira bizzat Resûl-i Ekrem (sav)’in „Benim ve raşid halifelerin sünnetine sarılın“ buyurduğu sabittir. Hûlefa-i Raşidin döneminden sonra İslâm’a sokulmaya çalışılan itikâdî ve siyasî doktrinler bid’at hükmündedirler. Bunların bir çoğunu bid’at-ı hasene olarak nitelendirmeye çalışanlar, Resûl-i Ekrem (sav)’in: „Dinimizden olmayan herhangi bir şeyi uyduranın ortaya koyduğu merduttur. Her bid’at dalâlettir“ hükmünü dikkate almıyorlar, demektir.

Halkı müslüman ülkelerin uğradığı felâketlerin temelinde bid’atler yatmaktadır. Çünkü, bid’at, sünnetin zıddıdır. Her bid’atın; mutlaka bir sünneti ortadan kaldırdığı dikkate alınırsa, işin vehameti daha kolay kavranır. Zira bid’at çıkarma arzusu; tam ve kâmil olan İslâm nizamında noksanlık veya fazlalık varmış vehmine dayanır. Bu vehim ise, „Bugün dininizi kemâle erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak müslümanlığı (verip ondan) hoşnut oldum“ âyet-i kerimesinden şüpheyi beraberinde getirir.

Bunun itikâdi yönden insanı hangi noktaya getireceği basiret sahiplerince malûmdur. Kaldı ki, İslâm’da olmayan herhangi birşeyi, İslâm’a sokmaya çalışmak veya hükümlerin bir kısmının çıkarılmasını arzu etmek, küfrü beraberinde getirir. Ehl-i Sünnet’in bütün müctehid imamları: „Kur’ân-ı Kerim’den olduğu sabit olan herhangi bir harfi, bir kelimeyi veya bir âyeti inkâr eden kimsenin küfrü üzerinde“ ittifak etmişlerdir. Ayrıca, „delâlet-i ve subûti kat’i olan mütevatir bir sünneti inkâr etmek de“ insanı küfre sürükler. İmam-ı A’zam Ebû Hanife (rha)’nin „Bid’atçının arkasında namaz kılmayın“ buyurduğu dikkate alınırsa, mesele kolayca kavranır…

Mütercimler, tercüme ettikleri eserlerin kime ait olduğuna veya faydalandıkları kaynakların mahiyetlerine dikkat etmeden bid’at-ı hasene kavramının yaygınlaşmasına vesile olmuşlardır. Bu arada sünnet ile bid’at arasında „uzlaşma“ ortamı meydana getirmeye gayret eden bazı tipler: „Başta uçak ve otobüs olmak üzere, bir çok nakil vasıtaları Resûl-i Ekrem (sav) zamanında yoktu. Bunlar da bid’attır, bunlar da mı reddedilecek?“ gibi demagojilerle saf zihinleri bozmuşlardır. Bu mantığın ne kadar sefil olduğu şuradan bellidir ki; ilim ve teknik, Kur ân, sünnet ve icma ile övülmüş iki alandır.

Mü’minlerin yerde ve gökte rızık aramaları, Allah (cc)’ın dinine düşman olan kâfırlere karşı hafif ve ağır bütün silâhları hazırlamaları farz-ı kifâye olan bir ibadettir. Eğer İslâm toprakları işgal edilirse, cihad farz-ı ayn hâle geleceği için, cihad vasıtalarının da imâli farz olur. Kaldı ki, uçak ve otobüs, dine sokulmuş vasıtalar değil ki, bid’at kavramı içine girsin!…

Bid’at-ı hasene kavramını Hz. Ömer (ra)‘ in teravih namazı ile ilgili uygulamasına dayandıran ve bizzat onun dilinden „İşte en güzel bid’at“ cümlesi ile tanımlayanlar, yanılmaktadırlar. İmam-ı Ebû Yusuf (rha) İmam-ı A’zam (rha)’a: „Teravih namazı için, Hz. Ömer (ra)’in yaptığı ictihadın hükmü nedir?“ diye sorduğunda İmam-ı Â’zam (rha) „Teravih namazı sünnet-i müekkededir. Bu sebeple kimse bid’attır diyemez. Resûl-i Ekrem (sav) zamanında olan ve onun bizzat yaptığı işi, düzenli ve devamlı hâle getirmiştir“ cevabını verir. Gerçekten Resûl-i Ekrem (sav)’in sahabe-i kirama imamlık yaparak teravih kıldırdığı sabittir. Kaldı ki; sahabe-i kiramın icmaını bid’at-ı hasene diye nitelendirmek, selim akıl sahiplerinin yapabileceği bir cinayet değildir. İmam-ı Gazzalî: „Bid’atı red ve ondan el çekmek, beğenilmiş sünnettir. Her bid’at mezmum (zem edilmiş) ve delâlettir“• buyurmaktadır. Ayrıca el-Mustasfa isimli usûl kitabında, din emniyetinin sağlanabilmesi için, bid’at ehlinin cezalandırılmasını şart koşmaktadır.

Müceddid-i elfi sani İmam-ı Rabbani de Mektubat isimli ünlü eserinde „bid’atın hasenesi olmaz, hepsi mezmumdur“ buyuruyor. Bütün bu izahlardan sonra şunu söylemek mümkündür: Modernistlerin büyük bir çoğunluğu, hevâ ve heveslerine uyarak bid’at-ı hasene kavramını kullanmakta, ehl-i sünnet mü’minleri, müstevlîlerin esiri haline getirmektedirler. Bu tuzağa, feraset sahibi mü’minler düşmemelidirler. (Yusuf Kerimoglu.Kelimeler Kavramlar.)

Kur’ânı Kerîm’de ifade edildiğine göre islâm dini Hz. Peygamber’in hayatında kemâle ermiştir. Bu sebeple Peygamber efendimizden (sav) sonra dinde icad edilen ve uydurulan her şey bid’at kavramına gir¬mektedir. Bid’at sünnetin zıttıdır. Geniş anlamıyla sünnet Peygamber Efendimizden (sav) ve ashabı kiramdan sahih olarak nakledilen her şey¬dir. Kur’ânı Kerîm’in, Peygamber efendimizin ya da ashabının dinî konularda söz, fiil veya takrir (karşı çıkmama) yoluyla tasvip ettiği dav¬ranışlar bu anlamda sünnet kavramına girmiş olur. Bid’at da bunların zıddınt teşkil eder diyebiliriz.

Bid’at konusunda yapılan çeşitli tanımlar dikkate alınırsa, bid’atın kapsamının dinî konularla sınırlı olduğu hususunda İslam alimlerinin fikir birliği içinde bulundukları görülür. Meselâ bir kimsenin bedenini geliştirmek için her sabah bir süre koşması, spor yapması, sonra bir yerde durup belli hareketlerle vücudunu zinde tutması tabiidirki faydalıdır. Ancak aynı hareketler ibadet olsun diye yapılır ve ibadet sayılırsa caiz olmaktan çıkar, bid’at kapsamına girer. Çünkü İslâm’da ibadetin yeri, zamanı ve şekli Allah celle şanuhu ve Peygam¬ber efendimiz (sav) tarafından tarafından kesin biçimde açıklanmıştır.

Huzeyfe b. el-Yamân’ın rivâyet ettiği bir hadis-i şerifte mealen şöyle buyurulmaktadır: ** Allah bid’at sahibinin orucunu, azını, sadakasını, haccını, umresini, cihadını, sarfını (maddi yardımını), şehadetini kabul etmez. O, kılın yağdan çıktığı gibi İslâm’dan çıkar…**(İbn Mace, Mukaddime, 7/49). Peygamber Efendimizin, dinde hoş karşılanmayan bid’atın kötülüğü, ondan kaçınmanın, Kitab’a, Sünnet’e ve cemaata sarılmanın gerekli olduğu konu¬sunda pek çok emir ve tavsiyeleri vardı. Bunlardan birisin¬de şöyle mealen şöyle buyurmuştur: ** Benim ve benden sonraki hidayete erdirilmiş râşid halifele¬rimin sünnetine uyunuz ve onlara sımsıkı sanlınız. İşlerin sonradan icat edilenlerin¬den de sakınınız. Çünkü her sonradan icat edilen şey bid’attır, her bid’at da sapıklık (dalâlet)tir…**

Rabbimiz Enam suresi ayet.153.te mealen şöyle buyurmaktadır: *** Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. (Başka) yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah’ın yolundan ayırır. İşte sakınmanız için Allah size bunları emretti…*** Ali küçük hocaefendinin bu ayet hakkındaki izahlarıyla konumuza açıklık getirelim inşaallah: * Evet işte bu dosdoğru yolumdur. Sizi dünyada huzura, âhi-rette de cennete götürecek yol budur. Öyleyse haydi uyun ona. O yolda olun. Böylece benimle beraber cennete gidecek yolda olun. Ama bu benim yolumun dışında da yollar vardır. Sakın o yollara uy-mayın, o zaman paramparça, darmadağın olursunuz. Allah’ın yolundan sapar, sapıtır gidersiniz. İşte Allah size böylece vasiyette bulunu-yor, tavsiyede bulunuyor, belki böylece siz takvalı davranır, Rabbini-ze karşı gelmekten sakınır, yolunuzu Allah’ın kitabıyla bulmaya gayret edersiniz. Yol tekdir. Yol Allah’ın yoludur. Tâli yollarsa şeytanların yollarıdır. Eğer benim yolumu bırakır da onların yollarına uyarsanız, onlar sizi Rabbinizin yolundan ayırıp saptırırlar. Allah kendi yolunu, dosdoğru yolunu kitabında ortaya koy-muştur. Öyleyse bütün mesele Allah’ın kitabına uymak ve kitaba gö-re yaşamaktır. Kitapla yol bulmaktır. Yolunu kitaba ve sünnete sora-rak bulmaktır. Takva da budur işte. Takva Rabbimizin yukarda tarif buyurduğu esaslara göre hayat yaşamaktır.

Rabbimizin kitabında anlattığı bu emir ve yasaklara riâyettir takva. Rabbimiz bizim muttaki olmamız için, bizim böylece bir hayat yaşayarak cennete ulaşmamız için yollarını göstermiştir. Kitabın ve sünnetin dışında takva yolu da yoktur. Kim ki kitap ve sünneti bırakır da başka şeylerin, başka yolların peşine takılırsa o mutlaka sapmak zorunda kalacaktır. Allah’ın Resulü bu konuyu anlatırken elindeki bir çöple yere bir çizgi çizdi ve buyurdu ki, işte Rabbimin dosdoğru yoludur. Sonra onun sağına ve soluna başka çizgiler çizerek işte bunlar da şeytanların yollarıdır. Sakın sizler bu yollara gitmeyin, çünkü o yollardan her birisinin üzerinde sizi ona çağıran, sizi sırat-ı müstakîmden uzaklaştırmak ve saptırmak isteyen şeytanlar vardır buyurdu.
Evet kim ki sıratı müstakîmde yürürse, kim ki hayat programını Allah’ın kitabından ve Resulünün parlak yolundan alırsa dünyada tüm problemleri çözülecek ve mutlu bir hayat yaşayacak, sonunda da dosdoğru cennete ulaşacaktır.Allah diyor ki aklınızı kullanasınız ve muttaki olasınız diye size kendi yolunu vasiyet etmektedir. Evet bu yolun özelliği aklı kullanmaktır. Aklını kullananların yoludur bu yol. Takva bu yolun özelliğidir. Muttaki olmak isteyenler bu yolun yolcusudur. Takva bu yolla elde edilir. Bu yol cennete götürür, şeytanların yolları da cehenneme götürür. Artık siz bilirsiniz. Sonucuna kendiniz katlanmak kayd-u şartıyla dilediğiniz yolu tercih edebilirsiniz.

Söyleyin şimdi hangi yoldayız? Severken, küserken, seçer-ken, alırken, verirken, ekonomik hayatta, sosyal hayatta, siyasal ha-yatta söyleyin hangi yoldayız? Allah yolunda mı başkalarının yolunda mı? Kimin peşinde gidiyoruz? Kiminle beraberiz? Kesinlikle bilelim ki peygamberin yürüdüğü o yolun dışında bizi cennete götürecek yol yoktur. (Ali küçük. Besairul kuran.) Aişe Radıyallahu anhadan gelen bir hadisle konumuzu baglayalım inşaallah Peygamber efendimiz (sav) Mealen şöyle buyurmuşlardır:** Her kim bizim emrimize uymayan bir iş yaparsa o iş merduttur (yani boş ve geçersizdir)**(Buharı-Müslim)

Allahım her gününe şükürler olsun. Bizleri İslam dininde sabit duran kulları zümresine dahil eylesin. Bizleri bidat ve sapıklıklardan muhafaza eylesin. Bizleri sıratı müstakimden ayırmasın. Bizleri ehli sünnet vel cemaatta saglam duranlardan eylesin. Sen her şeylere kadirsin Allahım…Amin…

Sermedkadir…19.10.2011

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht.