CUMA SURESİ ÜZERİNE NOTLAR…

Rabbimiz  Cuma  Suresi  ayet.1-3.te mealen şöyle  buyurmaktadır: *** Göklerde ve yerde olanların hepsi, mülkün sahibi, eksiklikten münezzeh, azîz ve hakîm olan Allah’ı tesbih eder. Çünkü ümmîlere içlerinden, kendilerine âyetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara Kitab’ı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O’dur. Kuşkusuz onlar önceden apaçık bir sapıklık içindeydiler. (Peygamberi) müminlerden henüz kendilerine katılmamış bulunan diğer insanlara da göndermiştir. O, azîzdir, hakîmdir… Bu, Allah’ın lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir. *** Bütün âlimlerin görüşüne göre Medine’de inmiştir. Onbir âyettir.

 

Müslim’in Sahih’inde Ebu Hureyre’den rivayete göre Peygamber  efendimiz (sav) mealen şöy­le buyurmuştur: **Güneşin doğduğu en hayırlı gün curna günüdür, O günde Âdem yaratıldı, o günde cennete yerleştirildi, o günde oradan çıkarıldı. Kı­yamette ancak cuma günü kopacaktır…** Bir  başka  hadiste  Peygamber  efendimiz  mealen  şöyle  buyurmaktadır: ** Biz sonra gelenleriz, kıyamet gününde ise ilkleriz. Biz cennete ilk girecek olanlarız. Şu kadar var ki, onlara bizden önce kitab verildi, bize ise kitab onlardan sonra verildi. Onlar anlaşmazlığa düştüler.

 

Allah bizi hakkın­da ayrılığa düştükleri hakka iletti. İşte bu, onların haklarında anlaşmazlığa düştüğü günleridir. Yüce Allah bizi bugüne iletti. (O da) cuma günüdür. Bugün bizimdir, yarın Yahudilerin, yarından sonrası ise hristiyanlanndır…** Sûrenin adı, 9. âyette geçen Cuma kelimesinden alınmıştır. Sûrede Cuma, Cuma namazı, Cuma hutbesiyle ilgili hükümler anlatılmakla birlikte, sadece Cuma namazı anlatılmış değildir. Sûrenin ilk 8 âyeti hicretin 7. yılında, muhtemelen Hayber’in fethine rastlayan bir dönemde nâzil olmuştur. Yahudilerin son kalesi olan Hayber’in düşüp Yahudilerin kolu kanadı kırılışından sonra Rabbimizin bu derbeder topluma son defa seslenişini ihtiva eden bu âyetlerin indiği rivâyet edilir.

 

Sûrenin nüzul sebebine, 11. âyette yer alan, “Onlar bir ticaret ya da bir oyun ve eğlence gördükleri zaman ona akın ettiler ve seni ayakta bıraktılar” ifadesiyle işaret edilmiştir. Muteber kaynaklarda verilen bilgilerden anlaşıldığına göre Medine’de böyle bir hadise gerçekleşmiştir… Bu ayette Allah(c.c) „Göklerde ve yerde her ne var ise, Allah’ı tes­bih eder“ diyor. Böyle olunca yaratılan herşey, Allah’ı tesbih eder. En uzak yıldız dahil (ki, Mülk suresinin tefsirinde geçmişti birinci kat se­madadır. Kur’an-ı Kerim yedi kat semadan bahsediyor. Yıldızların en uzağıda birinci kat semadadır.

 

Onun dışındaki genişliği ifade edecek ra­kamı insanoğlu henüz bulmuş değildir.) Yedinci kat semanın en uzağına kadar ve yerin yedi kat altına kadar yaratılmış her  ne  var  ise  Allah’ı tesbih eder. „Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah’ı teşbih ediyor“ ama biz anlayamıyoruz. Anlayamadığımızı da bir başka ayet-i kerime de Rabbim haber verir; „Fakat siz onların tesbih’ini anlayamazsınız.“ (İsra 44) Karıncanın kendine görebir zikri vardır. Kelebeğin kendine göre bir zikri vardır. Arının, gülün, denizin, dağların kendilerine göre bir zikri vardır. Herkes bir zakirdir. Herkes gökyüzünde uçarken, yeryüzünde yürür­ken, zikredenlerin arasından geçtiğini düşünecek. İnanmayanların da bütün hücreleri Allah’ı zikreder; Dilinin et parçası Allah’ı zikreder.

 

Onun kafirliği, iradesini kötüye kullanmaktan, aklını Allah’ı inkarda kullanma­sından dolayıdır. Yoksa onun kanı da, kalbi de, canı da Allah’ı zikret­mektedir. İradesiyle bu zikri yapmadığından dolayı cezalandırılacaktır. Bu ayette Allah’ın esma’ül-hüsnasmdan 5 tanesi sayılmış oluyor. Hem Kur’an-ı Kerimi okuyoruz, hem manasını anlıyoruz, herşey Allah’ı tesbih eder diyoruz, hem de Allah’ın kelamını okuyarak ve de Allah’ın esmail hüsnasından beş tanesini zikrederek ibadetimize ve zikrimize devam ediyoruz. Buda Kur’an’ın bir özelliği ve güzelliğidir.

 

Allah’ın beş esma­sının ayetin manasıyla alakası vardır. Göklerde ve yerdeki her şeyin tesbih ettiği o Allah, „El-Melik“ Gücü ve emri karşısında durulamayandır. Yani tabiatta her neyin olmasını istiyorsa, insanoğlu ancak ona boyun eğmekle mü­kelleftir. Allah(c.c) gökyüzünü, güneşi ve havayı veriyor, biz bunu is­temeyiz deyip engelleyecek kimse yok. O tabiatın yönetiminde hiç kim­senin etkisinde değil, kimse de onun gücünü engelleyecek güçte değil O „Kuddüs’tür“; O bütün eksikliklerden uzaktır. Yani doğmaz, doğ­rulmaz, ölmez, hastalanmaz, uyumaz kısaca bütün eksikliklerden yüce ve kendisi tertemizdir.

 

Allah’ın bu Kuddusiyeti tecelli etmemiş olsaydı, yeryüzünde  Adem Aleyhiselamdan bu güne kadar ölenlerin kokusu yeryüzünü durulamaz hale getirirdi. Fakat Rabbim yeryüzünde bir denge kurmuş. Bir tarafta ölen­ler, bir tarafta yok olanlar, bir tarafta pisleyenler, bir tarafta pisliği te­mizleyenler. Bir diğer taraftan güneşi bu işe musahhar kılmış. Tabiatta milyon­larca temizlik işçisi yardır.

Onun için dağlar eğer insanoğlu kirletmi­yorsa, kendi kirini temizler bir mekanizmaya sahiptir. Rabbim tabiata dengeyi böyle koymuştur. Dengeyi insanoğlu bozmaya çalışmaktadır. Mü’minler olarak bizler insanların kirlenmesini istemiyoruz, gönülle­rine şirk inancının Allah’ı inkar pisliğinin girmesine karşı duruyoruz. Çünkü tabiatın kirlenmesi gönülün kirlenmesinden meydana geliyor. Gönül kirlenince tabiat kirleniyor. Gönül temiz kalacak olursa tabiatta temiz kalıyor.

 

O „Aziz‘ olan Allah, herşeye hükmeden hükmündede hikmet sahibi olan Allah’ı (c.c), herşey tesbih eder. O Allah (c.c.) yani Melik, Kuddüs, Aziz ve Hakim olan Allah (c.c.) ümmiler arasından onlara bir peygamber göndermiştir. Onlara henüz kavuşmayan bizlere de, daha sonra gelecek olanlara da bizim peygam­berimiz hz. Muhammed(s.a.v.) gönderilmiştir. Daha önce onlar her ne kadar apaçık bir sapıklığın içerisinde iselerde onkrı temize çıkarmak, onlara kitabı öğretmek, onlara hikmeti öğretmek ve onlara Allah’ın ayetlerini okumak üzere peygamberini göndermiştir.

 

Peygamber efendimizin (sav) görevleri Kur’an-ı Kerim’de çeşitli şekilde ve­rilmiştir. Burada ise „Onlara Allah’ın ayetlerini okuyan bir peygamber“ „Onları bu ayetlerle temizleyen, temiz bir toplum meydana getiren peygamber“ olarak nitelenmektedir. Hz. peygamberin (s.a.v.) Bu sayılan 4 özelliği diğerlerinin neredeyse özü durumundadır. O peygamber, o günün şartlan içerisinde olan bir toplumu temizlemiştir. Şu anda sizi rahatsız edecek bütün haberlerin en kötü uygulaması Mekke toplumunda vardı. Ahlaksızlığın boyutlarını bi­zim tahayyül etmemiz mümkün değil.

 

İşte böyle bir toplum düzeltilmiş­tir. Ne ile düzeltilmiştir. Onlara okunan Allah’ın ayetleriyle düzeltilmiş­tir. Bugün dünyada 7 milyar’dan  fazla  insan  yaşıyor ve  bu  insanların  inanıyoruzki  ekseriyeti temiz toplum istiyor. Aslında bu bir dirilme alametidir. Yani 7 milyar insa­nın temizliği istemesi bir hayra alamettir. Fakat bu istenilen temiz top­lumun meydana gelmesi için hangi ilkeler benimsenecek? Bir kısmı koministlik ilkeleri? Benimsedi temizlenmedi, en kötü hale dönüşüverdi. Kapitalist ilkelerin bütün sistemleri denendi olmadı.

 

Onlar diyorlar ki; biz başarılı olamadık, konforu teknolojinin bütün imkanların­dan yararlanarak sağladık ama, toplum iyice bozuldu. Şimdi sıra bizde, Bu topluma bir teklif getirebiliriz biz. Bu kendi tek­lifimiz değil. Allah (c.c.) onları, yani toplumu temizlemek için indirdiği ayet-i kerimelerini bu insanlara okuyacağız. Bu insanlara insanın Allah tarafından yaratılan bir şaheser olduğunu, bunun kırılmaması gerektiğini anlatacağız. Bu, Allah’ın lûtfûdur. Onu dilediğine verir, sahibidir.

 

Peygamberlik Allah’ın bir lûtfû keremidir, onu dilediğine verir.“Yahudiler itiraz ediyorlar!!. Bu okuma yazma bilmeyen insanların arasından, bu okuması-yazması olmayan peygamberi niye gönderiyor? Bu nasıl  peygamber olur? İlimle insan belirli mevki elde eder. Fakat peygamberliğin okumayla alakası yoktur. Alim olan Allah (c.c.) peygamberlik için dilediği insan­ları seçiyor. O dilediği insanlara dilediği kadar ilim veriyor. Böylelikle peygamber olarak gönderiyor. Allah dilediğini seçer. İnsanların bu ko­nuda hiçbir müdahalesi yoktur. Yahudiler, kendilerinden peygamber gelmesini bekliyorlar.

 

Mekke’nin müşrikleri de itirazlarında diyorlar ki; Allah mutlaka bir pey­gamber gönderecekse bunu Mekke’nin veya Taif in, şu iki şehrin ileri gelenlerinden, filan adamı göndermesi gerekmezmiydi.? Dikkat ederseniz, Mekke’li müşriklerin peygamberlik için ileri sür­dükleri değerler, günümüz müşrik insanlarının da değerleridir. Yani bir insanın değerli olabilmesi için paraya sahib olması gerekir diyorlar. Kimin parası fazla ise onun sözü geçer, inancı Mekkede de vardı, günü­müz cahil toplumunda da vardır. (M.Toptaş)

 

İbni  Kesir  bu  ayetler  hakkında  şu  izahları  getiriyor. Allah Teâlâ, göklerde ve yerde bulunanların kendisini tesbîh etti­ğini bildiriyor. Yani canlı ve cansız, konuşan ve konuşmayan bütün yaratıkların Allah’ı tesbîh ettiğini haber veriyor. Al­lah Teâla Kur’ân hakkında «Herhangi bir güruh onu inkâr ederse; onun varacağı yer ateştir.» (Hûd, 17) kavli ve peygamberliğinin umumîliğine, bütün mahlûkâta gönderilmiş olup kızılın, karanın nebisi olduğuna de­lâlet eden âyetlerle bu âyet çelişik değildir.

 

Bu âyetin tefsirini, yine âyetler ve sahîh hadîslerle En’âm sûresinde bildirmiştik. Hamd ve min­net Allah’a mahsûstur. Bu âyet-i kerîme, Allah Teâlâ’nıii halîl-i İbrahim (a.s.)in Mekke halkı için duâ ettiğinde kendilerine onlardan bir rasûl göndermesini ve bu rasûlün Allah’ın âyetlerini okuyup, onları tezkiye etmesini ve on­lara kitabı ve hikmeti öğretmesini istediğinde, onun isteğine cevab ve­rildiğini doğrulamaktadır.

Allah (cc) yolların karardığı, peygamberin azaldığı, ihtiyâcın arttığı, Arap ve Arap olmayanların yeryüzünde Allah’ın gazabına uğra­dığı, Meryem Oğlu îsâ (r.a.)nın getirmiş olduğu şeriata bağlanan çok az bir kitle müstesna —ki bunlar ehl-i kitâb’ın bakıyyeleridir— herke­sin sapıttığı bir dönemde, peygamber olarak onu göndermiştir. Bu se­beple, «Ümmîler arasından, kendilerine âyetlerini okuyan, onları te­mizleyen ve onlara kitabı ve hikmeti Öğreten bir peygamber gönderen O’dur. Halbuki onlar, daha önceleri gerçekten apaçık bir sapıklık için­deydiler.» Buyurmuştur.

 

Şöyle ki: Araplar îbrâhîm (a.s.)in dinine bağ­lıydılar. Onun dinini değiştirip ona karşı çıkmışlardı. Tevhîd yerine şirki, yakîn yerine şekki koymuşlar ve Allah’ın izin vermediği şeyler uydurmuşlardı. Keza Ehl-i kitâb da Allah’ın kitabını değiştirmiş, tah­rif ve te’vîl etmişti. Bu esnada Allah Teâlâ Hz. Hazreti Muhammed’i (sav) yüce bir şeriat, mükemmel bir ni­zâm, kapsamlı bir sistem ile bütün mahlûkâta peygamber olarak gön­dermişti. İnsanların dünya ve âhiretleriyle ilgili muhtaç oldukları her şeyin kılavuzu ve açıklaması onun şerîatındaydı…

 

İnsanları cennete yak­laştıran ve Allah’ın rızâsına lâyık kılan davet, onun çağnsıydı. Cehen­neme yaklaştıran ve Allah’ın gazabına götüren yollan yasaklayan, hü­küm veren ve ana konularda, teferruatta her türlü şek, şüpheleri  yok  eden şeriat onun şeriatıydı. Allah Teâlâ öncekilerin bütün güzelliklerini onda toplamış, eskiler­den hiç bir kimseye verilmemiş olan nimetleri ve daha sonrakilerden de hiç bir kimseye verilmeyecek olanları  Peygamber  efendimize  vermişti…(İbni Kesir)

 

Kardeşlerim  Cuma  Suresini  anlamaya  ve  anlatmaya  devam  ediyoruz. Rabbimiz Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ı tesbih eder buyuruyor. Evet, Melekler, yıldızlar, ay, güneş, bitkiler, semâ, arz, tüm varlıklar Allah’ı tesbih eder. Tüm varlıklar Allah’ı gündemde tutar. Tüm varlıklar Allah’ın kendileri için çizdiği program dahilinde, Allah’ın belirlediği yörünge istikâmetinde hareket ederek, Allah yasalarına boyun bükerek Allah’ı tesbih ederler.

 

Sürekli Rabblerini gündemde tutarak, Allah’ın emirlerine boyun bükerek, Allah’ın yasalarına itaat ederek, Rabblerinin emirlerini yerine getirme konusunda görevli olduklarını, kul olduklarını bir an bile unutmayarak Allah’ı tesbih ederler. İnanıyoruzki; Tüm varlıklar kuldur. Bu varlıklar ne kadar büyük, ne kadar yüce, ne kadar da günahsız olurlarsa olsunlar, onların Allah karşısındaki konumları kulluktan başka bir şey değildir. Allah’ın yarattığı mahluklar ne kadar yüce varlıklar olurlarsa olsunlar, yine de kuldurlar. Kul ne kadar yüce olursa olsun, yine de yaratıcısına muhtaçtır.

 

Âbid her yerde, her zaman ve mekânda yine âbid, Mabûd da Mabûd’dur. Yaratılmış olan herkesin ve her şeyin yaratıcı karşısında konumu kulluktur. Tüm varlıklar zerre kadar bir gurur ve kibre kapılmadan Rabblerine kulluk yapıyor, Rabblerini tesbih ediyor, Rabblerini azametine uygun sıfatlarıyla tanıyor, noksan sıfatlardan tenzih ediyor, yerdeki ukalâların saygısızlıklarından ötürü de sıfatlarıyla tanıdıkları Rabblerinden özür diliyorlar. Allah Meliktir, Kuddüs’tür, Azîzdir, Hakimdir.

 

Yahudiler peygamberliği bize göndermeliydi, elçiyi bizden seçmeliydi diye O’nu şartlandırmaya çalışsalar da, Allah Meliktir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsinin mülkü O’na aittir. Göklerin ve yerin mutlak Mâliki O’dur. Göklerde ve yerde tek hakim, tek egemen, yegâne tasarruf sahibi O’dur. Göklerde ve yerde hiç bir güç O’nun önüne geçemez, hiçbir güç O’nu etkisi altına alamaz, hiçbir güç O’nun yetki sahasına giremez, hiçbir güç O’nun yetkilerini sınırlandıramaz. Allah  Kuddüs’tür. Her türlü noksanlıklardan, her türlü kusurlardan münezzehtir.

 

Rabbimizin aldığı kararlarda herhangi bir yanılgı kesinlikle söz konusu değildir. Hiçbir lekesi olmayan, temiz ve pâk olandır. Rabbimizin bizlerin adımıza aldığı kararlar da mükemmel ve tertemizdir. Bizim için belirlediği hayat programı da övgüye, takdise lâyıktır. Allah, Azîzdir. Her şeye güç yetiren mutlak güç sahibi, her konuya hakim olan mutlak hâkimiyet sahibi, mutlak otorite sahibidir. Hiç kimsenin kendisine galip gelemeyeceği, hiçbir şeyin kendisini aciz bırakamayacağı yenilmez ve yanılmaz bir Allah’tır. Öyle bir Azîz ki, izzetine kimse toz konduramaz. Öyle bir Azîz ki, sahasına kimse giremez.

 

Öyle bir Azîz ki, aldığı kararları hiç kimse gözden geçiremez. Öyle bir Azîz ki, yönetimine hiç kimse karışamaz. Hâkimiyeti, gökleri ve yerleri idaresi konusunda hiç kimse O’na ortaklık iddiasında bulunamaz. Rubûbiyeti ve ulûhiyeti konusunda ortağı olmayan, vekilleri, yetkilileri, yardımcıları olmayan bir Allah’tır. Peygamberini seçerken, Kitabını gönderirken, emirlerini indirirken hiç kimsenin etkisi altında kalmayan, göklerde ve yerde ne varsa her şeyin sahibi olan bir Allahtır. Aynı zaman da Hakimdir de Allah. Hikmet, hâkimiyet sahibidir.

Ne buyurmuş, neyi emretmiş, neyi yasaklamışsa, ne yapmış, ne yaratmış, kimi elçi seçmişse, yani kendisinden ne tecelli etmişse, mutlaka her şeyi hikmetlidir. Allah celle  şanuhu ne dedi, ne yaptı, ne  buyurdu, ne  emretti,  neyi  yasakladıysa ne leri yapmamızı istediyse, bilelimki hepsinde mutlaka bir hikmet vardır. Göklerde ve yerde ne varsa, işte bu sıfatların sahibi olan Allah’ı tesbih ederler. Öyleyse göklerdekiler ve yerdekiler gibi kul olan bizler de, onların kervanına katılıp Rabbimizi tesbih edeceğiz. (Ali Küçük) Kulluk  görevimizi  yapmaya  ğayret  edeceğiz  inşaallah…

 

Rabbimiz  Cuma  Suresi  ayet.5-8.de  mealen  şöyle  buyuruyor: *** Tevrat’la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerce kitap taşıyan merkebin durumu gibidir. Allah’ın âyetlerini yalanlamış olan kavmin durumu ne kötüdür! Allah, zalimler topluluğunu doğru yola iletmez.
De ki: Ey yahudiler! Bütün insanlar değil de, yalnız, kendinizin Allah’ın dostları olduğunuzu iddia ediyorsanız, bunda da samimi iseniz, haydi ölümü temenni edin (bakalım)Ama onlar, önceden yaptıklarından dolayı ölümü asla temenni etmezler. Allah, zalimleri çok iyi bilir.
De ki: Sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, muhakkak sizi bulacaktır. Sonra da görüleni ve görülmeyeni bilen Allah’a döndürüleceksiniz de O size bütün yaptıklarınızı haber verecektir…***

 

Mevdudi  Rahmetli  bu  ayetler  hakkında  diyorki: Yahudiler, Umumi  manada „Kendilerine Tevrat verilmesine ve ona göre amel etmekle sorumlu tutulmalarına rağmen, bu sorumluluklarının bilincinde olmamış ve bunu yerine getirmemişlerdir.“ Hususi manada ise:  „Tevrat“ yüklenmiş kimseler olmaları nedeniyle, Hz. Peygamber’e (s.a.) herkesten önce uymalıydılar. Çünkü Tevrat’ta açıkça Hz. Peygamber’in (s.a.) geleceği müjdesi verilmiştir. Ancak buna rağmen Yahudiler, Tevrat’ın mesajına aldırmaksızın, Hz. Peygamber’e (s.a.) herkesten daha fazla karşı çıkmışlardır.

 

Yahudiler tıpkı ne taşıdığını bilmeyen üzerine kitaplar yüklü merkep gibidirler. Yahudiler de, adeta bir merkep gibi Tevrat’ı yüklenmişlerdir ve o kitabın kendilerine ne tür sorumluluklar tevdi ettiğini bilmemektedirler. Yani onların durumu merkepten daha beterdir; zira merkep kendisine şuur verilmediği için mazurdur. Ancak onlara şuur verildiği gibi ayrıca Tevrat’ı okuyor ve anlıyorlar. Fakat buna rağmen, yine de bu öğretiyi uygulamaktan kaçınmakta ve Hz. Peygamber’i (s.a) bile bile reddetmektedirler.

 

Oysa bu peygamberler, Tevrat’a göre hak bir peygamberdir, ayrıca Tevrat’ı anlamadıkları şeklindeki iddiaları da mazeret değildir, aksine onu anlıyor ama Allah’ın ayetlerini bile bile yalanlıyorlar. Burada, „Ey Yahudiler!“ şeklinde hitap edilmeyip, „Ey kendisine Yahudi diyenler!“ yahut „Ey Yahudilik iddiasında bulunanlar!“ denmesi oldukça dikkate değerdir. Bunun sebebi, Hz. Musa’nın (a.s) tebliğ etitği dinin de O’ndan önceki peygamberlerin getirdikleri dinin de adının İslâm olmasıdır. O peygamberlerden hiçbiri Yahudi değildi ve daha o dönemlerde Yahudilik doğmamıştı bile.

 

Bu din, daha sonraları bu isim ile tanınmaya başlanmış ve Hz. Yakub’un (a.s) dördüncü oğlu Yahuda’ya nisbet edilmiştir. Hz. Süleyman’dan (a.s) sonra İsrailoğulları ikiye bölündüğünde, sülaleden birinin saltanatı „Yahuda“ ismi ile meşhur olmuştur. İsrailoğulları’nın diğer kabileleri ise, „Semerna Devleti“ adını almışlardır. Daha sonraları Asur’luların bu devleti yerle bir etmeleri sonucunda oradaki İsrail kabilelerinden ve devletin kurucularından hiçbir eser kalmamıştır.

 

Onlardan geriye sadece Yahuda ve Bünyamin’in nesli kaldığından ve bunlar arasında Yahuda’nın nesli çoğunluğu teşkil ettiğinden İsrailoğulları’na „Yahuda“ denmiştir. Bu neslin içinden Kahinler, Rabiler (alimler) , Ahbarlar kendi doktrinlerini, eğilimlerini, adet ve inançlarını, asırlar boyunca dini bir iskelet haline getirip bunu „Yahudilik“ diye adlandırmışlardır. Bu oluşum M.Ö. 4. yüzyıl ile M.S. 5. yüzyıl arasında teşekkül etmiştir. Bu akide içine, peygamberlerin getirdiği bir takım ilahî ilkelerin sokulması ihmal edilmemiş ama bunlar dahi değiştirilmiştir.

 

İşte bu sebeplerden dolayı, Kur’an’ın birçok yerinde onlara „Kendilerine Yahudi diyenler“, şeklinde hitap edilmiştir. Yani „Ey kendiliğinden Yahudiliği icad edenler!“ Bu kitleye sadece İsrailoğulları değil, İsrailoğulları’ndan olmadığı halde Yahudiliği seçenler de dahil edilmiştir. Kur’an’da nerede İsrailoğulları’na hitap edilmişse, „Ya Beni İsrail“ denmiş, nerede de Yahudiliğe intisap edenlere seslenilmişse, „Ey Yahudi olanlar!“ denmiştir.

 

Kur’an’ın birçok yerinde, onların bu iddialarının ayrıntıları verilmiştir. „Yahudilerin dışında kimse cennete giremiyecek dediler.“ (Bakara: 111) „Sayılı birkaç gün dışında bize ateş dokunmayacaktır.“ (Bakara: 80, Ali İmran: 24) „Biz Allah’ın oğulları ve sevgilileriyiz dediler“ (Maide: 18) ,

Bu iddialar, Yahudilerin kendi kitaplarında da bulunmaktadır. Tüm dünyada onların kendilerini Allah’ın seçkin kulları kabul ettikleri, Allah ile aralarında özel bir yakınlık olduğunu ve Allah’ın onları diğer insanlardan üstün tuttuğunu zannettikleri bilinmektedir. Yahudilere bu teklif, bununla birlikte Kur’an’da ikinci kez yapılmış olmaktadır. Daha önce Bakara: 94-96’da şöyle buyurulmuştur: „De ki; Eğer gerçekten Allah katında ahiret yurdu kimsenin değil, yalnız sizin ise, sözünüzde doğru iseniz haydi ölümü temenni edin. Fakat ellerinin yapıp öne sürdüğü işlerden dolayı ölümü asla istemezler.

 

Allah zalimleri bilir. Onları, insanların hayata en düşkünü, müşriklerden daha tutkunu bulacaksın; herbiri ister ki bin yıl yaşatılsın. Oysa yaşatılması onu azaptan uzaklaştıracak değil. Allah ne yaptıklarını görüyor“ Aynı teklif burada da tekrarlanmıştır. Ancak bu, sadece bir tekrardan ibaret değildir. Çünkü Bakara Suresi’ndeki ayet, Yahudilerle Müslümanlar arasında henüz bir savaş patlak vermezden önce, onların karakter yapılarını teşhir etmek amacıyla nazil olmuştur.

 

Bahis konusu ayet ise, (Yahudilerle yapılan savaşların sonucunda, onların yaşamak konusunda ne kadar hırslı oldukları ve ne pahasına olursa olsun her şart altında yaşamayı istedikleri bizzat denenerek müşahade edildikten sonra nazil olmuştur. Örneğin, Medine ve Hayber’deki Yahudi gücü Müslümanlardan hiç de az değildi. Bilakis onların imkanları Müslümanlarınkinden fazlaydı bile. Ayrıca Arap müşrikleri ve Medine’deki münafıklar onları destekliyorlardı ve hepsi de Müslümanları ortadan kaldırmaya kararlıydılar.

 

Fakat şartlar eşit olmamasına rağmen, yine de Müslümanlar galip geldi ve Yahudiler yenildi. Zira Müslümanlar ölüm korkusu taşımaksızın, Allah yolunda şehadeti arzulayarak, seve seve canlarını ortaya koymuşlardı. Onlar kalplerinin derinliğinde, Allah yolunda cihad ettiklerine ve bu yolda şehadetin cennet ile ödüllendirileceğine yakinen inanıyorlardı. Yahudiler ise tam aksine hiçbir şey adına canlarını ortaya koyma yanlısı değillerdi. Öyle ki, Allah yolunda, kavimleri, kendi mal, can, şeref, namus vs. için dahi savaşabilecek cesaretleri yoktu. Onlar, her türlü şart altında yaşama arzusu içindeydiler. Dolayısıyla bu zaafları, kendilerini korkak insanlar haline getirmiştir…(mevdudi)

Cuma  Suresi  ayet.9 mealen  şöyle:*** Ey İnananlar! Cuma günü namaz için ezan okunduğu zaman Allah’ı anmaya koşun; alım satımı bırakın; bilseniz, bu sizin için daha iyidir…*** Cuma günü namaz için çağrı yapıldığında, ezanla Cuma namazına çağrıldığınızda Allah’ın zikrine koşun ve her türlü alışverişi terk edin. Bu Cuma namazına yeni bir çağrı değildir. Aslında yeni bir emir gibi anlaşılsa da, önceden de Cuma namazı vardı. Önceden de Cuma kılınıyordu ama Cuma günü, Cuma namazına çağrıldıklarında Müslümanların bu dâvete karşı gevşek davranmaları, alışverişlerine devam etmeleri konu ediliyor ve bu konuda uyarılıyorlar.

Müslümanların bu konuda Yahudiler gibi davranmamaları, ciddi olmaları, her türlü meşguliyetlerini terk ederek Allah’ın zikrine koşmaları emrediliyor. Buradan anlıyoruz ki Rasulullah’ın emirleri Kur’an’da olmasa da, aynen Kur’an’da varmış gibi bizim için bağlayıcıdır. Peygamber Efendimizin (sav) emirleri itaati gerektirmektedir. Zira bakın buradaki namaza çağrıdan maksat ezandır ve Kur’an’ın hiçbir yerinde namaz için ezan okunmasına dair bir hüküm yoktur. Bu Rasulullah Efendimizin koyduğu bir kuraldır. Ayrıca yine Cuma namazının vakti, rekatları, kılınış şekli ve Cuma hutbesine dair Kur’an’da bir bilgi mevcut değildir.

Bütün bunlar Rasulullah Efendimizin uygulamasıyla bilinmektedir. “Öyleyse şer’î hükümler sadece Kur’an’da beyan edilmiştir, bizi sadece Kur’an bağlar, onun dışında başka hiç bir kaynağa ihtiyacımız yoktur” diyen kimse sadece sünneti değil, aynı zamanda Kur’an’ı da reddettiğinin farkına varmalıdır. İşte bu âyet bunun en güzel örneğidir. Ömer  Nasuhi  Bilmen Merhum  bu  ayet  hakkında  diyorki:  Bu mübarek âyetler, mü’minlerin Cuma ezanı okununca ticaretlerini ve diğer işlerini bırakıp mabetlere gitmelerini emrediyor. Namazı kıldıktan sonra, dağılıp yine ticaretle veya diğer meşru şeyler ile meşgul olmalarının cevazını gösteriyor.

Hutbeyi dinlemekte mükellef olanların cuma günü hutbe ve namaz tamam olmadan bir ticaret veya bir eğlence maksadıyla mabetlerden çıkıp gitmelerinin caiz olmadığını ve bolluk ve bereketin Allah-ü Teâlâ’dan niyaz edilmesini emr ve tavsiye buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ey îman etmiş olanlar)Ey cemaat-i Müslimîn!. (cuma günü) Cum’aya mahsus (namaz için çağrıldığı) ezan okunduğu (zaman hemen Allah’ın zikrine) hutbeyi dinlemek, cuma namazını kılmak için mabetlere (gidin) tam bir hürmet ve sükûnetle yürüyerek o kutsal vazifeyi yapmaya azmedin,

gevşeklik, tembellik göstermeyin (ve alış verişi bırakın) dünyevî muameleleri geçici olarak bırakıp manen pek fâideli olan bir dinî vazifeyi yerine getirmeğe çalışın. (Bu) namaz ve niyaz için mabetlere gidip te ticaret vesaireyi bırakmak. Ey Müslümanlar!. (Eğer bilir kimseler oldu iseniz, sizin için çok hayırlıdır.) Bu cumaya ait vazifenin kadrini takdir edebilen bir Müslüman, elbette ki: Bu vazifenin İfasını, her türlü fâni menfaatlere tercih eder, bu sayede nice sevaplar, uhrevî mükâfatlara aday bulunmuş olur. Bunların yanında dünyevî fâidelerin ne ehemmiyeti olabilir.(Ö.Nasuhi Bilmen)

Seyyid  Kutub  Rahmetli  son  ayetler  hakkında diyorki:Cuma namazı toplayıcı, kuşatıcı bir namazdır. Toplu halde kılınmadan sahih olmaz. Bu haftalık bir namazdır. Orada müslümanların toplanmaları buluşmaları, kendilerine Allah’ı hatırlatan konuşmayı dinlemeleri zorunludur. Cuma namazı düzenli bir ibadettir. Zaten islam, dünya ve ahiret hazırlığını tek bir düzen içinde ve tek bir ibadet sistemi içinde çözüme kavuşturur. Her ikisi de ibadettir, bunların. Cuma namazı islamın sosyal nitelikli inancını özel bir şekilde dile getirmektedir.

Cuma namazının fazileti, cuma namazına teşvik ve banyo yapma, temiz elbiseler giyinme ve koku sürünme ile ilgili hazırlıkları ifade eden pek çok hadisler de vardır. Evs İbni Evs Sakafi’den gelen rivayette deniyor ki: Resulullah’tan işittim, şöyle diyordu: **Kim cuma günü elbisesini yıkar ve banyo ederse, erken kalkar ve erken yola düşerse, bineğe binmeyip yolda yürürse, imama yakın durur, sözlerine kulak verip bu arada boş söz ve işle uğraşmazsa attığı her adım için gündüzü oruçlu, gecesi ibadetli bir yıllık mükafat elde eder…**

İmam-ı Ahmed, Kab bin Malik yoluyla Ebu Eyüp Ensari’den, onun şöyle dediğini rivayet eder: Hz. Peygamber’den işittim, şöyle diyordu: **Kim cuma günü yıkanır ve evindeki kokusundan sürünür, en güzel elbiselerini giyer, sonra camiye gelip dilerse iki rekat namaz kılıp kimseyi de rahatsız etmezse, imam hutbeye çıkıp, namazı bitirene kadar susup sessiz kalırsa onun bu cumayla diğer cuma arasındaki günahları için kefaret olur…**

Rabbimiz, ***Ey iman edenler, cuma günü namaza çağrıldığınız zaman Allah’ı anmaya koşun ve alış-verişi bırakın:*** O andan itibaren dünya işlerinden sıyrıldıktan sonra hemen Allah’ı anmaya geçmelerini teşvik etmektedir: ***Eğer siz gerçeği anlayan kimseler iseniz bu sizin için daha hayırlıdır…*** Bu da gösteriyor ki ticaret ve hayatın diğer uğraşlarından el etek çekmek, böyle bir teşviki ve sevdirmeyi gerektiriyordu. Bu aynı zamanda gönüller için sürekli bir uyarıdır.

İnsanın dünya işlerinden ve yeryüzünün cazibeli değerlerinden el etek çektiği, kalbini bunlardan arındırdığı zaman dilimleri olmalıdır. Böylece yalnız Rabbinin olabilmeli, O’nunla başbaşa kalmalı, kendini O’nun zikrine adamalıdır. Bu çok özel tadın zevkine erebilmeli, böylece yüceler alemi ile ilişkiye geçerek o aleme dalmalı, kalbini ve göğsünü bu hoş kokulu tertemiz manevi hava ile doldurmalı, onun güzel kokusundan tadından, zevkinden payını almalıdır.

Sonra dünya işlerine dönmeleri, sonra bu işler sırasında Allah’ın adını hatırdan çıkarılmaması hatırlatılır. ***Namaz bitince yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfunu isteyin. Allah’ı çok zikredin, umulur ki  kurtuluşa erersiniz:*** İşte bu, islam sistemine damgasını vuran dengenin kendisidir. Yeryüzündeki hayatın gereklerini yerine getirme, çalışma çabalama didinme ve kazanma gibi gereksinimleri ile bir süre bu havadan ruhen koparak, kalbinin bağını keserek bütünüyle kendini zikre, Allah’ı anmaya verme arasındaki denge. Bu eylem kalbin hayatı için zorunludur.

Yoksa büyük emanetin yükümlülüklerini onsuz elde etmek algılamak ve yerine getirmek mümkün değildir. Geçim peşinde koşarken dahi Allah’ı anmak gerekmektedir. Günlük işleri yerine getirirken Allah’ı kalbinde hissetmek insanın dünya hayatı için yaptığı çalışmaları ibadete dönüştürür. Yalnız bununla beraber insanın somut zikir, görevini de yerine getirmesi, kendini tamamı ile dünyadan koparma ve köklü bir şekilde kendini Allah’a adama anlarının da bulunması gerekmektedir. Nitekim bu iki ayetin teması da buna işaret etmektedir.

Ancak İbni Malik cuma namazını kıldığında kalkar gider caminin kapısında durup şöyle derdi: „Allah’ım çağrına uydum. Bana farz kıldığın namazı kıldım. Bana emrettiğin şekilde buradan ayrılıp işimin başına dönüyorum. Bana hazinenden rızık ihsan et. Sen rızık verenlerin en hayırlısısın.“ (Bu olayı İbni Ebi Hatim rivayet etmiştir)

Bu tablo ilk müslümanların meseleyi ne kadar ciddi olarak ele aldıklarını göstermektedir. Onlar emri duyar duymaz tam bir sadelik içinde ve gerçek anlamı ile onu harfi harfine uyguluyorlardı. Belki de ilk müslüman nesli, surenin son ayetinde ifade edildiği gibi, onca cahili eğilimlere ve cazibelere rağmen ulaştığı seviyeye ulaştıran onların bu ciddi, net ve sade anlayışlarıydı…(Seyyid Kutub)

Kardeşlerim  bir  defa  daha  ifade  edelimki; Müfessirlerin  izahına  göre, Buradaki zikirden, zikrullah’tan kasıt Cuma namazı, Allah’ın emirlerinin, arzularının, yasaklarının duyurulup ilân edildiği Cuma hutbesidir. Rabbimiz Cuma hutbesine zikrullah dediğine göre, Cuma hut-besinde sadece Allah’ın zikri, sadece Allah’ın adının yüceltilmesi, sadece Allah yasalarının konuşulması, sadece Allah talimatlarının gündeme getirilmesi gerekmektedir. Böyle değil de günümüzde olduğu gibi hutbede egemen güçlerin, zalim iktidarların isimlerinin anılması, onların talimatlarının, yasalarının konuşulması ve onlara duaların edilmesi zikrullah değil, zikru’ş-şeytan olacaktır.

 

Namaz ve hutbeye çağrı olan ikinci ezan okunur okunmaz tüm alış-verişler, tüm konuşmalar, tüm meşguliyetler terk edilmelidir. Fakihlerimiz ezan okunduğu andan itibaren Müslümanı mescide gitmekten alıkoyan her tür meşguliyetin haramlığı üzerinde ittifak etmişlerdir. Her türlü meşguliyet terk edilip Cuma’ya gidilecek. Sonra  Rabbimiz: ***Namaz bitince yeryüzüne yayılın; Allah’ın lütfundan rızık isteyin; Allah’ı çok anın ki saadete erişesiniz…***buyuruyor. Bu Âyetin anlamı, namaz biter bitmez alış-veriş yasağının bitişinin beyanıdır. Artık Allah’ın fazlından, kereminden rızık aramamızda bizim için bir sakınca yoktur.

 

Tıpkı ihramlıyken avlanma yasağı içinde olan Müslümanlara, ihramdan çıkınca artık avlanın şeklindeki beyanı gibi. Dağılın, Allah’ın dininin yüceliğiyle yücelmek, Allah’ın zikriyle yücelmenin devamını kazanmak üzere, ilim talebine gitmek, bir Müslümana âyet ve hadis anlatmak, bir hasta kardeşinizin ziyaretine gitmek veya bir Müslümanın defin ve teçhizinde bulunmak gibi dağılın. Çoluk, çocuğunuzun rızkını Allah’ın fazlından aramaya dağılın. Hutbede öğrendiğiniz Allah’ın dininin tüm dünyaya yayılması için çaba sarf etmeye dağılın. Duyduğunuz, öğrendiğiniz âyetleri Allah kullarına öğretmeye, anlatmaya gidin. Allah’ı çok çok zikredin. Zikir budur zaten. Allah bizden zikir istiyor.

 

Allah’la, Allah’ın diniyle şereflenmek, Allah’ın kitabını gündem yapmak ve tüm dünyada Allah’ı tanıtmak üzere bir savaşın içine girmek. İnanıyoruzki; İşte zikir budur. Umulur ki böylece felâha erersiniz, dünyanız da, âhiretiniz de güzel olur. Cuma namazlarını  kılmaya  ğayret  edelim, Allah’ı çok çok zikredelim. Namazda aldığımız mesajı namaz sonrası hayatımızda unutmayalım.Hayatımızı namazımız düzenlesin. Namaz kaynaklı bir hayat yaşayalım. Namazımızla hayatımız doğru orantılı olsun. Cuma hutbesinde bizlere intikal ettirilen Allah zikrine, Allahın  emirlerine riâyet ederek bir hayat yaşayalım. Umulur ki o zaman felâha, kurtuluşa erenlerden  oluruz  inşaallah.

 

Zuhayli  son  ayetler  hakkında  diyorki: Burada, mümin dünya işlerini yaparken dünya muhabbetinin ağır basmaması için Allah Tealâ’yı ve O’nun murakabesini unutmaması lazım geldiğine bir işaret vardır. Zira Allah’ın murakabesini unutmamak dünya­da ve ahirette insanın umduğuna nail olmasına vesile olur. Hadis-i şerifte şöyle varid olmuştur: **Kim çarşıya, pazara girer de „Lâ ilahe illallahü vahdehu lâ şerikeleh lehülmülkü ve lehülhamdü ve hüve alâkülli şey’in kadir“ derse Allah ona yüz bin sevap yazar, yüz bin hatasını da siler…**

 

Allahım  bizleri  sana  hakkıyla  İBADET  edenlerden  eyle. Bizleri  senin  emir  ve  yasaklarına  harfiyyen  uyan, itaat  eden,  teslim  olanlardan  eyle. Bizleri  Cuma  Namazlarını  devamlı  eda  edenlerden, beş  vakit  Namazlarını  son  nefesimizi  vereceğimiz  ana  kadar  eda  edenlerden  eyle. Bizleri  senin  hak  dinini  hakkıyla  yaşama  azmi  ve  ğayreti  olanlardan  eyle. Bizleri  sadece  dünyasını  düşünen  değil  aynı  zamanda  AHİRETİNİDE  dert  edinenlerden  eyle. Bizleri  Kur’anı  kerim  ve  Sünneti  seniyye  nurundan  ayırma. Bizleri  sıratı  müstakimde  olan  muazzez  kullarınla  bir  ve  beraber  eyle. Bizleri  Nefsine  uyanlardan  eyleme… Bizleri  Ehli  sünnet  vel  cemaatta  sabit  duranlardan  eyle…Sen  her  şeylere  kadirsin  Allahım…  Amin…

 

Sermedkadir…LU…13.10.2016…

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht.