Emaneti Yüklenme Şuuru

Rabbimiz Nisa suresi Ayet.58.de mealen şöyle buyuruyor: *** Allah size, mutlaka emanetleri ehli olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne kadar güzel öğütler veriyor! Şüphesiz Allah her şeyi işitici, her şeyi görücüdür…***

‘Emânet’ kelimesinin aslı ‘emn’ köküdür. ‘Emn’ sözlükte, güvenmek, korku ve endişeden emin olmak, ruhun sükûnet bulması anlamına gelir. Aynı kökten gelen ‘iman’, inanma, Allah’ın gönderdiği inanç ilkelerinin doğru olduğundan emin olma, ‘mü’min’ ise, iman eden, Allah’a güvenen ve güvenilir bir kimse demektir. ‘Emânet’ insanın güvenilir olması, kendisine bir şeyin korkusuzca teslim edilebilir olması demektir.

Bunun anlamı şudur: Emânet, -maddi olsun manevi olsun-, bir şeyi veya bir değeri gönül huzuru ve güvenle başkasına teslim etmek ve aynı gönül huzuru ve eminlikle geri almaktır. ‘Emânet’ ayrıca, güvenilen bir kimseye koruması için geçici olarak bırakılan şeydir. Hukuk ilminde ve halk arasında bu son mânâ daha fazla yaygındır.(A.Metin)

Geniş anlamıyla, „Allah’ın tekliflerinin tamamına“ emânet denilmiştir (Mecmuat’ul-Tefâsir, İstanbul 1979, V. 142, 143). Usûl-i fıkıhta, Allah’ın insanlâra yüklediği bütün mükellefiyetlere emânet denilmiştir (Molla Hüsrev, Mir’at el-Usûl fî Şerhi’l Mirkat el-Vüsûl, İstanbul, 1307, I, 591). Eşref-i mahlûkat, Allah’ın yeryüzündeki halifesi olarak tanımlanan insan; Allah’ın öğüdü ve rehberi olan Kur’an-ı Kerîm ile ruhlar âleminde verdiği ‚misâk’ı aldığı emâneti yerine getirmeye çalışmakla mükelleftir. Bu manada, herhangi bir şekilde kendisine emânet edilmiş bir malı korumamak nasıl hâinlik olmaktaysa; daha geniş kapsamlı olarak Kur’ân ve Sünnet emânetini sahiplenmemek, İslâm’a yönelmemek ve İslâmî ilkeleri yaşamamak, yaşatmayı unutturmak veya engellemek de emânet ve emânet ilkelerine uymamak demektir.

Nisa Suresi 58.ayet hakkında Şehid seyyid kutub diyorki: * Bu iki görev, müslüman cemaatın hem yükümlülükleri hem de ahlak kurallarıdır. Emanetleri, onları taşıyabilecek yetenekte olanlara yüklemek ve „insan“lar arasında adalete uygun, yüce Allah’ın sistemi ve direktifleri uyarınca hüküm vermek.Emanetler, „en büyük emanet“le başlar. Yüce Allah’ın, insan fıtratına sunduğu, insan hamurunun mayasına kattığı, „göklerin, yeryüzünün ve dağların yüklenmekten kaçınmalarına, ağırlığından ürkmeleri“ne rağmen „insan“ın omuzlarına aldığı emanet.

Bilinçli, iradeli, istikametli ve yoğun bir çaba ile yüce Allah’ı bulma, bilme ve O’na inanma emaneti. Bu insan fıtratına özgü bir emanettir. İnsan dışında kalan canlı-cansız bütün varlıklara gelince yüce Allah onlara kendine inanmayı, kendine varmayı, kendisini tanımayı, kendisine kulluk etmeyi, kendisine uymayı ilham yolu ile empoze etmiş, onları evrensel yasalarına uymaya zorlamıştır. Bu konuda onların bilinçli, iradeli, istikametli ve yoğun bir çaba harcamalarına gerek bırakmamıştır.

Yalnız insan fıtratına, insan aklına, insan bilgisine, insan iradesine, insan yönelişine ve yoğunluklu insan çabasına, yine kendi yordamı ile Allah’a ulaşma görevini yüklemiştir. „Allah’ın yardımı ile“ diyoruz. Çünkü yüce Allah „Bizim uğrumuzda cihad edenleri kesinlikle yollarımıza iletiriz“ buyuruyor.“ (Ankebut Suresi, 69) İşte bu emaneti insan yüklendi ve gereğini yerine getirmekle yükümlü olduğu emanet budur.Yüce Allah’ın yerine getirilmelerini emrettiği diğer emanetler, bu „en büyük emanet“in dalları olarak karşımıza çıkar.

Bu ikinci derecedeki emanetlerin biri bu dini tanıtma, onun için tanıklık etme emanetidir. Bu emanetin ilk aşaması kişilik aracılığı ile tanıtma, tanıklık etme görevidir. Yani müslüman öyle bir kişilik örneği ortaya koymalı ki, bu dinin canlı tanığı olmalı, bilinci ve davranışları ile onun tercümanı olmalıdır, insanlar bu inanç sistemini onun kişiliğinde somutlaşmış görerek „Bu ne güzel, ne iç arındırıcı vè yararlı bir inanç sistemi! Taraftarlarının vicdanlarını ne örnek bir ahlâk ve olgunlukla yoğuruyor!“ demelidirler.

Müslümanın başkalarına böyle dedirtebilmesi kişilik aracılığı ile yapılan ve dışa dönük etkisi kısa zamanda görülen bir tanıtma, bir tanıklık yapma olur.Müslümanın bu dini kişiliğinde özümlemesinden ve yapısında somut ifadeye kavuşturmasından sonra tanıtmanın ikinci aşamasına sıra gelir. Bu aşama insanları bu dine çağırma, onlara bu dinin üstünlüğünü ve seçkinliğini tanıtma aşamasıdır. Mümin, İslâm’ı sadece kendi şahsında uygulamakla ve uygulamanın sağlayacağı tanıtma imkânı ile yetinemez. Bunun yanısıra insanları bu dine çağırmakla da yükümlüdür. Bu yükümlülüğü yerine getirmedikçe omuzlarındaki bu dini tanıtma, anlatma emanetini yerine getirmiş sayılamaz.

„En büyük emanet“ ağacının dallarını oluşturan ikinci derecedeki emanetler arasında şunları sayabiliriz: İnsanlar arasında sağlıklı ilişkiler kurma, hiç kimsenin hakkını çiğnememe emaneti; alış-verişlerde, sözleşmelerde, verilmek üzere alınan her türlü eşyada güveni bozmama emaneti; yönetenlere ve yönetilenlere yönelik nasihat, doğruyu söyleme emaneti; ailede ve toplumda çocuklara bakma, onları iyi yetiştirme emaneti; toplumun dokunulmaz haklarını, mallarını ve sınır boylarını kollama-gözetme emaneti; kısacası hayatın bütün alanlarında ilahi sistemin insanlara yüklediği görevleri yerine getirme emaneti.

Bu saydıklarımızın tümü yukarda okuduğumuz ayetin yaygın anlamlı kapsamına giren ve bu nitelikleri ile yerine getirilmeleri yüce Allah’ın emri olan emanetlerin başlıcalarıdır.“İnsanlar“ arasında adalete uygun hükümler verme görevine gelince yüce Allah bu görevi tüm „insanları“ içerecek biçimde kayıtsız, yaygın ve geniş kapsamlı tutuyor. Başka bir deyimle İslam’ın istediği adalet sadece müslümanlar arasında geçerli olacak ya da müslümanlar dışında bir de kitap ehlini şensiye altına alarak diğer insanları kapsamı dışında tutacak sınırlı bir adalet değildir. İslâm’a göre adalet, her insanın, sırf „insan“ olmasından kaynaklanan doğal hakkıdır.

Bu sistemde adalet hakkının tek gerekçesi insanın „insan“ olmasıdır. İnsan niteliği olduğuna göre insanlar arasında adalet dağıtılırken mümin-kafir, dost-düşman, siyah derili-beyaz derili, arap-arap olmayan ayırımı yapılamaz.Müslüman ümmet, insanlar arasında hüküm verme görevi ile karşılaşınca onlar arasında adalet uyarınca hüküm etmekle yükümlüdür. Adalet ilkesinin böyle ayırımsız, böyle kayırmacasız uygulamasını insanlık sadece İslâm’ın eli altında, müslümanların egemenlik dönemlerinde, İslâm toplumunun insanlığa önderlik ettiği yerlerde ve zamanlarda görebilmiştir.

İslâmdan önce ve İslâm’ın egemenlik yetkisini yitirdiği andan itibaren insanlık, böylesine onurlu, böylesine herkesi kucaklayan bir adalet düzeni ne görmüş ve ne de tadını tadabilmiştir. Bütün insanların ortak sıfatı olan „insan“likan başka hiçbir nitelik gözetmeyen adalet uygulaması, müslümanların söz sahibi olmadıkları toplumlarda ve dünyada tatlı bir rüya olmaktan ileri gidemez.İslâm’da toplumsal hayatın temelini nasıl -geniş kapsamı ve bütün anlamları ile- emanet oluşturuyorsa egemenliğin, hükümranlığın temelini de adalet oluşturur.Emanetleri, taşıyabilecek olanlara yüklememizi ve insanlar arasında adalete uygun hükümler vermemizi emreden ifadeleri izleyen yorum cümlesi bize bu ilkelerin yüce Allah’ın öğüdü ve direktifi olduğunu, O’nun ne güzel öğütler ve direktifler verdiğini hatırlatıyor.(Fi Zilali Kuran.Seyyid kutub)

Emaneti ehliyet sahiplerine vermek, adaletin olduğu kadar iktidarın da şartıdır. Bugün “yönetimi elinde bulundurma, yürütme yetkisine sahip olma hali” anlamına kullanılan “iktidar”, aslında “güç yetirebilme niteliği, yapabilme kudreti” yani ehliyetle kazanılmış güç demektir. Dolayısıyla makam ve yetkiden öncedir; makam ve yetkiyle elde edilmiş bir donanım değildir. Mevki, makam ve rütbe ile sağlanan yetki ve imkanlar, kişide önceden bulunması gereken bu donanımın, yani ehliyetin pratiğe yansıtılmasına, uygulamaya aktarılmasına yarar.

Değişmeyen bir kuraldır: Makamın gerektirdiği ehliyetten yoksun insanlar yürütme yetkisini ele geçirme anlamında iktidar olabilirler ama hiçbir zaman muktedir olamazlar.

Bundan daha kötüsü iktidarı kullanma mevkiinin bir zulüm, haksızlık, yolsuzluk kaynağı haline getirilmesidir ki, bu durum da liyakatsizlik eseridir. “Salâhiyet” salih kişilere verilmeyince “yetki” olur, yettiği yerlerde ot bitirmez.Liyakat ve ehliyet mahrumiyetine rağmen elde edilecek bir makam yahut iktidar mevkiinin hayır değil şer olduğunu bilmek, bunun hem kişiye hem topluma zarar vereceğini unutmamak gerekiyor öyleyse. Makama değil liyakat ve ehliyete talip olmak, bununla yetinmek gerekiyor. İnsan altın olursa, kıymetini bilecek bir sarraf bulunur elbet. Bulunmasa da gam değil. Allah her şeyi bilen, her şeyden haberdar olan ve hikmetinden sual edilmeyen değil midir?

Muaz b. Cebel r.a. anlatıyor: Bizler Rasulullah s.a.v. ile birlikte Mekke yolu üzerindeki Cümdan dağının yan tarafında yürüyorduk. Birden, uyarırcasına buyurdu ki:“Ey Muaz! Sâbikûn (öne geçenler) nerede?” Ben de:“Geçip gittiler. Şu insanlar geriye kaldı.” dedim. Bunun üzerine,“Ey Muaz! her şeyleri ile Allah’ın zikrine dalmış olan sâbikûn nerede?” buyurdu. “Sâbikûn” önden giden anlamına da geliyor. Efendimiz s.a.v.’in sorusu üzerine bunu böyle anlıyor Muaz b. Cebel r.a. ve kafilenin önünde, zahiren baş tarafta olanları kastettiğini sanıyor.

Bugün de öyle değil midir? Çoğumuz mevki makam sahiplerinin önde, başta, yukarıda olduğunu düşünmez miyiz? Ama hayır, Rasul-i Ekrem s.a.v. asıl önde bulunanların “Allahın zikrine dalmış olanlar” olduğunu söyleyip başka bir makama işaret ediyor. Müminlerin talip olması gereken tek makamdır bu. Allah’ın zikrine devam edenlerin, zikirle boyananların, Allah’tan gayrısını düşünmeyenlerin makamı.

Raşit halifelerin beşincisi Ömer b. Abdülaziz rh.a., bir Arefe gecesi Arafat tepesinden Mina’ya doğru akan insan seline bakıyor. Hemen herkesin öne geçme derdiyle adeta birbiriyle yarış edercesine koşuşturduğunu görüyor. Şöyle mırıldanıyor kendi kendine: – Bugün öne geçenler, bineği önde olanlar değil, günahları bağışlananlardır. Sabikûndan ama Âlemlerin Efendisi’nin tarif ettiği sâbikûndan olmayı talep edelim. Çünkü daha yüksek ve daha gerçek bir makam yok. İşe bakın ki bunun da yolu dünyayı geride bırakıp dünyevî bütün makamlardan uzaklaşmaktan geçiyor.
İslam ahlakında: makam istenmez, liyakat ve ehliyet bakımından müstehak olana “tevdi edilir”. Tevdi etmek, geçici olarak, emaneten vermek demektir. Bu dünyadaki her şey gibi mevki ve makamlar da hem gelip geçicidir, hem emanettir. Bir makamı birine tevdi etmenin ilk şartı olan “liyakat”, işte bu fanilik ve emanet şuuruyla belli eder kendini. Bulunduğu veya bulunacağı makamda geçici olduğunu bilmesi ve buna göre davranması, her an ölebileceğini hesaba katıp ahirete hazırlıklı olması, liyakat sahibi bir insanın birinci özelliğidir.

İkincisi emin, yani güvenilir olmasıdır. Çünkü emanet ancak emin olana, emanete ihanet etmeyecek olana verilebilir. Bir kişinin güvenilirliği Allah’a kulluktaki samimiyet ve ciddiyetiyle ölçülür. Kulluğunu savsaklayıp unutarak Allah’a ihanet edene asla güven olmaz. “Kork Allah’tan korkmayandan!” denilmiştir.

Rabbimiz Bakara suresi ayet.282-283.de mealen şöyle buyurmaktadır: *** Ey iman edenler! Belirlenmiş bir süre için birbirinize borçlandığınız vakit onu yazın. Bir kâtip onu aranızda adaletle yazsın. Hiçbir kâtip Allah’ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan geri durmasın; (her şeyi olduğu gibi) yazsın. Üzerinde hak olan kimse ( Yolculukta olur da, yazacak kimse bulamazsanız (borca karşılık) alınmış bir rehin de yeterlidir. Birbirinize bir emanet bırakırsanız, emanet bırakılan kimse emaneti sahibine versin ve (bu hususta) Rabbi olan Allah’tan korksun. Şahitliği bildiklerinizi gizlemeyin. Kim onu gizlerse, bilsin ki onun kalbi günahkârdır. Allah yapmakta olduklarınızı bilir…***

Liyakat genel bir şarttır aslında. Müminin şiarıdır. Makam tevdiinde mutlaka gözetilecektir ama asla bununla yetinilmeyecektir. Çünkü “Allah size emaneti ehline vermenizi emreder” (Nisa: 58). Emanetin, yani bir görev veya makamın ehli, o makamın gerektirdiği özel şartları taşıyan kişidir. “Ehliyet” dediğimiz bu özel şartlar bir bilgi, beceri, mizaç, kabiliyet yahut yeterliliktir ki noksanlığı makam verilmesine manidir. Fakat kişi adına bir eksiklik değildir.

Bir insan çok faziletli, çok dindar olabilir. Böyle birini bu hasletlerinden dolayı mükafatlandırır gibi yüksek bir makama getirmek, eğer o makamın gerektirdiği ehliyeti taşımıyorsa, doğru değildir. Nitekim Peygamber efendimiz (sav), ashabın büyüklerinden, en çok sevdiği, doğruluğunu ve zühdünü övdüğü, kendisine dua ettiği, sık sık evine çağırdığı Ebu Zerrin valilik talebini geri çevirmiş, ona “İki kişiye bile olsa sakın âmir olma.” tembihinde bulunmuştur. Çünkü Ebu Zerrin en küçük bir ihmali bile hoş görmeyen, mazeret kabul etmeyen, yanlışlar karşısında sert tepkiler veren bir mizacı vardır.

Fakat onun valiliğine engel olan bu mizaç, faziletine gölge düşürmez. Kaldı ki Peygamber Efendimiz (sav) onun valilik talebini sadece yönetilecek kitleyi düşündüğü için değil, bizzat Ebu Zerrin iyiliğini düşündüğü için de reddetmiştir. Yani bazen bir makam talebinin reddi, o talebin sahibine iyilik olabilmektedir. Bu nedenle Ebu Zerr (ra) alınganlık göstermemiş, hatta ilk üç raşit halife döneminde bu defa kendisine teklifler yapılmasına rağmen yöneticilik görevi kabul etmeyerek Peygamber efendimizin (sav) tembihine vefatına kadar sadık kalmıştır.

Liyakat ve ehliyetiyle bir makamda başarılı olanları, çok farklı bir ehliyeti gerektiren başka görev ve makamlara getirmek de yanlıştır. Osmanlının son zamanlarında bu hataya çokça düşülmüş, örneğin 93 Harbi’nin büyük kumandanı Ahmet Muhtar Paşa gibi savaş kahramanlarının sadrazamlıkları tam bir hayal kırıklığı olmuştur.Yani insan çok iyi bir asker olabilir lakin idare makamına geçince ne yazıkki aynı başarıyı gösteremez. Bu durumdan dolayı kendisi zarar gördügü gibi ümmetin zararı daha fazla olur.

İmam Nevevî rh.a. yüzlerce kıymetli eser bırakmış önemli alimlerimizden biridir. Eserleri arasında en bilineni Riyâzü’s-Sâlihin adlı hadis derlemesidir. Bu kitapta hadis-i şerifler konulara göre tasnif edilmiş, her bölüm başında da konuyla ilgili kısa bir açıklamaya yer verilmiştir. Bu açıklamalarda idarecilerle ilgili şu ifadeler yer alır: ** İdarecilerinizin hayırlıları onlardır ki, siz onları seversiniz, onlar da sizleri. Siz onlara dua edersiniz, onlar da sizlere. İdarecilerinizin şerlileri de o kimselerdir ki, siz onlara onlar da size öfke duyarlar. Siz onlara, onlar da size lanet okur…**

Peygamber Efendimiz (sav) iki kişi bile olsak, birimizin yönetme sorumluluğunu üstlenmesini tavsiye etmiştir. Küçük büyük bütün toplumlar bir yönetilen-yöneten, ast-üst hiyerarşisine dayanmak durumundadır. Toplumsal yapılanmada görev, yetki ve sorumlulukların zorunlu kıldığı farklı mevkiler vardır. Kaçınılmaz olarak birileri bu mevki ve makamlarda görev yapacaktır. “Bu birileri niçin ben olmayayım..” diye düşünebilir insan. Kendini bir makama daha layık görebilir, diğer insanlardan daha iyi hizmet vereceğini zannedebilir.

Fakat makam taleplerinin arkasında kendini başkalarından üstün görme, bencillik, takdir edilme duygularının yahut çıkar sağlama, şöhret ve daha rahat yaşama niyetinin olması da mümkündür. Hatta kişi bu olumsuz duygu ve hesapların farkında bile değildir çoğu zaman. İşte bu yüzdendir ki kalp illeti ince bir meseledir. Fıtrî bir duyguyu, mükemmelleşme arzusunu istismar eder. Masum görünür ama çok tehlikelidir. Aşırı hırs ve düny ya meyletme gibi veye aşırı tamag gibi, diğer manevi kalp hastalıklarının artmasına sebep olacak bir potansiyeli vardır çünkü.

Rabbimiz Kasas suresi ayet.78-80.de mealen şöyle buyurmaktadır: *** Karun ise: O (servet) bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi, demişti. Bilmiyor muydu ki Allah, kendinden önceki nesillerden, ondan daha güçlü, ondan daha çok taraftarı olan kimseleri helâk etmişti. Günahkârlardan günahları sorulmaz (Allah onların hepsini bilir). Derken, Karun, ihtişamı içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzulayanlar: Keşke Karun’a verilenin benzeri bizim de olsaydı; doğrusu o çok şanslı! dediler. Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise şöyle dediler: Yazıklar olsun size! İman edip iyi işler yapanlara göre Allah’ın mükâfatı daha üstündür. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir…***

Kasas suresinin ayetlerinde, serveti, mevki ve imkânları dolayısıyla kendisine imrenilen Karun, ihtişam içinde kavminin karşısına çıktığında, onu gören insanların iki farklı tutumu aktarılır. Bir kısmı “Keşke Karun’a verilenlerin benzeri bizim de olsaydı” diye iç geçirir. Bunlar “dünya hayatını arzulayanlar”dır. “Kendilerine ilim verilenler” ise “Allah’ın mükafatını daha üstün” tutanlardır. Bu mükafatı dünyalığa yani Karun’un konumunda olmaya tercih ettiklerini “imanlarını koruyup salih ameller işlemek” suretiyle ortaya koyanlardır.

Esas mesele budur. Dünyanın geçici makamlarını elde etmek için mi koşturup duruyoruz, yoksa Kur’an’da “fevz’ül-azîm” denilen “en büyük kazanç” için mi? Bu dünyadaki kurtuluşu mu istiyoruz, ahiretteki kurtuluşu mu? Eğer ahireti, Allah’ın mükafatını, ebedî mutluluğu talep ediyorsak, ki öyle olması gerekir, o zaman ancak nefsin hırs ve tamahkârlığından korunabilmiş kimselerin kurtuluşa erecekleri” gerçeğini unutmamak gerekiyor.

Kaldı ki Allah’tan ve O’nun rızasından gayrısına rağbet, rağbet edilen şey ne kadar büyük ve yüksek görünürse görünsün insan için menafatına degil, zillettir. Mümin, “maksadım Allah, talebim O’nun rızasıdır” diye diye ulaşılan takvanın en üstün makam olduğunun farkındadır. Allah indinde firavunların, karunların, kisraların değil, İbrahim Edhemlerin makamının yüksek olduğunu bilir; taca tahta meyletmez.

‘Emânet’in kelime anlamında görüldüğü gibi ‘emânet’ olayında iki taraf söz konusudur. Birisi, kendisine güvenilen, itimat edilen, emin olan taraf; diğeri de ona herhangi bir şeyi gönül huzuruyla, güvenerek veren taraf. Emâneti veren de, kendisine emânet edilen de bu işin şuurundadır. Böylece şuurla, birbirine güvenen iki taraftan birinin diğerine ‘korunması için bıraktığı şey’ bir ‘emânet’ olarak karşımıza çıkmaktadır.Kimilerine göre buradaki ‘emânet’; Tevhid kelimesi ve gereği, akıl, kulluk veya Allah’a itaattir.

‘Emânet’i eğer böyle anlarsak, o zaman şöyle dememiz mümkündür: Emânet olayının farkında olan ve onu dünya hayatında gereği gibi koruyan mü’minler, emânete hıyanet etmedikleri ve onun değerini, ne olduğunu unutmadıkları için ‘zâlim ve câhil’ değildirler.Puta tapanlar, taptıkları nesneleri ilâh edinirler. Halbuki onlar şuursuz, güçsüz, âciz varlıklardır. Kur’an bu yüzden şuursuz varlıklara tapanları ‘câhil’, bilgisiz ve olgun hareketten yoksun kimseler diye tanımlıyor. Onların taptıkları bu şuursuz ve güçsüz varlıklar, insana bir fayda vermedikleri gibi, ona bir görev de yükleyemezler. Puta tapanların, ‘kulluk’ emânetini bu gibi ilâhlara yapmaları olacak şey değildir.

‘Emânet’ kelimesindeki karşılıklı eminlik özelliğinden hareketle diyebiliriz ki, ‘emânet’i ancak şuurlu ve akıllı insan taşıyabilir. Akılsız, şuursuz, irâdesiz varlıkların bu emâneti yüklenmeleri mümkün değildir. İnsanın yüklendiği bu ‘emânet’, onun dünya hayatının sırrıdır, oluş sebebidir. Varlık, insanın emâneti taşıyıp taşımadığına göre bir anlam kazanmaktadır. İnsan, ‘emânet’in gereğini yapıp yapmamakla denenmektedir. İlim adamları buradaki ‘emânet’i, İslâm’ın insanlara teklifleri, kulluk, rûhî ve bedenî kabiliyetler, ma’rifetullah yani Allah’ı hakkıyla tanıma, Allah’ın insanlara gönderdiği hak din ve onun yüklediği görevler, akıl, insanın yeryüzündeki halifeliği, emir ve yasaklar, adâleti yerine getirme, doğruluk (emin olma), Allah’a itaat şeklinde açıklamışlardır.

İslam alimlerinin birçoğunun görüşüne göre ‘emânet’, insana yüklenen kulluk görevi ve O’nun hükümleriyle amel etmektir. Allah (c.c.), gerek kendi hakları, gerekse kullarıyla ilgili haklar konusundaki hükümlerini ve bunların yerine getirilmesini, emin olma, güvenilir olma sıfatını kazanan, yeryüzünde halife olan insanlara, baskı ve zorakî değil, gönül rızâsıyla veriyor. Zaten ‘emânet’ verme konusunda zorâkîlik değil, gönül rızâsı vardır. Böylece ‘emânet’in gereğini yapan mükâfat alır, yapmayan ise büyük kayıplara uğrar. Nitekim, müslüman olmak ve İslâmî ilkeleri yerine getirme konusu da gönül rızâsıyla, hür irâde ile olmaktadır.

Burada en önemli mesele olarak karşımıza çıkan, İnsan önce Rabbine karşı, sonra kendine karşı, sonra da diğer insanlara karşı emin, güvenilir olmak görevindedir. Yani her türlü emâneti taşıyabilecek bir özellikte olması gerekir. İnsana düşen görev, öncelikli olarak Rabbinden gelen emânet’i korumak, gereğini yapmak, ona ihânet etmemektir.İnsana verilen ömür, nimetler, ilim, beden ve imkânlar birer emânettir. Bütün bunların gereği gibi korunması lâzımdır. Zaten insan bu emânetlerin hesabını vermeden âhirette kurtuluşa eremez inancındayız.

Konumuzu çok okudugumuz meşhur olan bir hadisi şerifle noktalayalım inşaallah: Peygamber efendimiz mealen şöyle buyuruyor: ** Dört şey kimde bulunursa halis münafık olur. Her kimde bunların bir parçası bulunursa onu bırakıncaya kadar kendisinde münafıklıktan bir özellik kalmış olur. Bunlar; kendisine bir şey emanet edildiği zaman hıyanet etmek, söz söylerken yalan söylemek,söz verdiğinde sözünü tutmamak,kavga zamanında haktan ayrılmaktır…(Buhari-Müslim)**

Allahım bizleri emaneti hakkıyla taşıyanlardan eyle. Bizleri emanete hıyanet edenlerden eyleme. Bizleri emin ve güvenilir bilinenlerden eyle.Bizleri senin dinine sımsıkı sarılanlardan, sıratı müstakimde olanlardan eyle. Ehli sünnet vel cemaatten ayrılmayanlardan eyle.Bizleri hakkı hak bilip hakka baglanan, batılı batıl bilip batıldan kaçınanlardan eyle.Sen herşeylere kadirsin Allahım…Amin…

Sermedkadir…Lu…10.06.2010

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht.