Fecr Sûresine Bir Bakış

Fecr sûresi Mekke’de inmiştir , 30 âyettir. Sure  genel  olarak üç ana konudan bahseder. Ad, Semûd ve Firavun kavimleri gibi, peygamberleri yalanlayan bazı milletlerin kıssalarının anlatılması ve taşkınlıkları sebebiyle bunların başına gelen azap ve helakin açıklanması: ikinci  bşlümde, Yüce Allah’ın, şu dünya hayatında kulları hayır, şer, zenginlik ve fakirlik İle imtihan etmesi hususundaki ilâhî kanununun ve malı aşırı dere­cede sevmesi hususundaki insan tabiatının açıklanması: ve  üçüncü  bölümde  ise, Âhiret, âhiretin sıkıntılı ve korkunç halleri, kıyamet günü insan­ların mutlular ve mutsuzlar olarak ikiye ayrılması, kötü ve iyi nefislerin akıbetlerinin açıklanması konuları  işlenir…

Sûre yine öteki Mekkî sûreler gibi yeminle başlıyor. Fecre, on geceye, çift ve teke, geçip gitmekte, sonu yaklaşmakta olan geceye yemin edilir. Yemin edilen bütün bu varlıkların Allah’ın âyetleri olduğuna, bu varlıkları yaratan, onlar üzerinde egemen olan, onları buyruğu altında tutanın sadece Allah olduğuna, bu varlıkların sadece Allah’a boyun büküp O’nun emirlerini yerine getirdiklerine dikkat çekilir. İlmiyle, hikmetiyle, gücüyle, kudretiyle bütün bu varlıkları yaratan, onları hareket ettiren, onlara hükmeden Allahın  kudretinden  bahsedilirken  insan  unsuru  düşünmeye  sevk  edilir  şöyleki;

Tüm bu varlıkların hareket yasalarını koyan Allah sizin hayatınızın ya-salarını bilmez mi? Sizin nasıl bir hayat programı takip edeceğinizi bil-mez mi? Hayır hayır bütün bu varlıkları yaratan Allah bunları eğlence olsun diye yaratmamıştır. Yarattığı bu varlıkların her birerinin sizi de ilgilendiren görevleri, fonksiyonları vardır. Onlar Rableri tarafından kendilerine yüklenmiş olan bu görevlerini, fonksiyonlarını yerine getirmediği zaman sizin hayatınız biter. İşte varlıklar zincirinden birisi olan sizleri de başıboş bırakmış değildir Allah celle  şanuhu. Elbette sizler için de bir yasa, bir hayat programı belirlemiş ve yaşadığınız bu hayatın sonunda elbette bizleri de o programa uyup uymadığmızdan hesaba çekecektir.

Allah sizin için belirleyip seçtiği bu hayat programını sizden önceki toplumlara yaptığı gibi elçisi vasıtasıyla size de bildirmiştir. Ve işte şu anda Rabbiniz dünyada da, ukba’da da mutlu ve dengeli bir hayata ulaşmanız için sizi son elçisi aracılığıyla bu programı yaşamaya çağırıyor. Eğer Allah’ın bu dâvetini kabullenir ve Allah’ın istediği bir hayatı yaşarsanız kurtulursunuz. Değilse siz bilirsiniz. Allah’ın sizden istediği bu hayatı yaşayabilirsiniz, bunu bırakıp, Allah yasalarını terk edip kendinizce bir hayat da yaşayabilirsiniz. Sonucuna kendiniz katlanmak şartıyla dilediğinizi tercih edebilirsiniz.

Bir yanlışa düşmememiz için Rabbimiz  önceki  kavimlerden  örnekler  vererek bizleri önceden uyarıyor. Şu anda sizin Benim dâvetime ve elçime karşı takındığınız vurdumduymaz tavrı takınan insanlardan örnekler vererek de onların âkıbetlerini  gözler  önüne  seriyor. Böylece akıllarınızı başlarınıza alın buyurarak Rahmeti bol olan Rabbimiz Âd toplumundan, Semûd toplumundan ve Firavun toplumundan örnekler veriyor. Kendi âyetleriyle, kendi elçileriyle savaşa tutuşmuş toplumların âkıbetlerini gözler önüne seriyor.

Fecr  suresini  anlamaya  ve  kavramaya  gayret  ediyoruz  inşaallah. Müslümanların zor günlerinde, dar günlerinde gelen bu sûre bir bakıma işkenceler altında bunalmış ilk  müslümanlara bir destek oluştururken, onlara tepeden bakan müşriklere de bir tehdit oluşturuyordu. Mekke’de dinlerinden döndürebilmek için kâfirler bütün güçleriyle Müslümanların, üzerlerine çullanmışlardı. âdeta her yön-den yağan işkenceler altında bunalmış, tazyik ve terör altında inleyen mus’tazaf’lara bu sûre şöyle diyordu: Ey Müslümanlar! Ey Müslümanlıkları en büyük suç kabul edilmiş müslümanlar! Ey Rabbim Allah dedikleri için suçlu görülmüş müslümanlar! Ey Müslümanlıktan başka suçları olmayan Müslümanlar! Ey sadece Müslümanlıklarından ötürü işkenceye maruz bırakılmış Müslümanlar! Sakın üzülmeyin! Sakın ümitlerinizi yitirmeyin! Sabredin!

Yakında, hem de pek yakında gece gibi karanlık günler, zulüm ve işkence dolu günler geçecek ve zafer gelecektir. Kurtuluş gelecek ve fecir doğacaktır. Fecre ulaşacak ve mutlaka bayramı soluklayacak, zaferi kucaklayacaksınız. Bir bakın gerinize! Âd kavmi, Semûd kavmi, Firavunlar, Nemrutlar ne oldu? Zalimleri, müstekbirleri, Allah yerin dibine batırmadı mı? Onları kahredip inananları yeryüzüne varis bırakmadı mı? Tüm despotları, tüm müstekbirleri imha edip cihanın şarkında garbında inananları varis kılıp imâm yapmadı mı? Öyleyse siz de tıpkı sizden önceki mü’minler gibi sabredin! Tıpkı selefleriniz gibi sizler de Rabbinizin istediği gibi olma, Rabbinizin görmek istediği gibi olma konusunda dayanın, direnin, sabredin ki aynı neticeyi siz de kazanın diye on-lara müjdelerde bulunurken, onlara zulmederek Âd kavimleri  gibi sapıtan, Semûd kavmi  gibi azan, Firavunlaşan Mekke müşriklerine de şöyle bir tehditte bulunuyordu: Ey kâfirler, ey zalimler sizler de seleflerinizin âkıbetine hazır olun.

Sizler de adım adım onların sonlarına yaklaşıyor olduğunuzun farkına varın buyurarak Fecr  suresindeki  ayetlerle  mü’minlere  kuvvetli  bir  destek  olurken, kâfirlere de bir tehdit oluşturuyordu Rabbimiz. Birinci  ayetten  on  beşinci  ayetlere  kadar baktıgımızda  Rabbimiz, bu ayetlerde fecr vaktine, ayın fârklı durumlar aldığı gecelere yemin etmekte, böylece bu vakitlere dikkat çekmektedir. Başka yerlerde de gündüze ve gündüzün çeşitli kısımlarına kuşluk vaktine, -ikinci vaktine- yemin etmektedir. Böylece zaman dilimlerinin tamamına dikkat çekilmiş olmaktadır. Zaman, bütün olaylar için kaçınılmaz bir unsurdur. Geçmiş olayların hepsi zaman içerisinde akıp gitmiştir. Geçen bir ânı geri getirmek, hiç bir yaratığın imkânı dahilinde değildir. İnsânoğlu, olayların geçtiği mekân unsurunun farkındadır ama zamanın akıp gidişini çoğu zaman hesaba katmamakta, onu hatırlamamaktadır.

Oysa her geçen an, insanın ömründen geçmektedir; ömrünü eksiltmektedir. Ve akıp giden zaman içinde ne büyük olaylar gelip geçmiştir: „Görmedin mi Rabbin ne yaptı Âd ‚ (kavmin)’e? Yüksek sütunlarla dolu İrem ‚e? Ki şehirler arasında onun eşi yaratılmamıştı. Vâdide kayaları oyan Semûd (kavmin)e? Ve kazıklar sahibi Fi-ravun’a? (Kazıkları çakıp ordusuna çadırlar kurduğu veya insanları kazığa vurarak, işkence ettiği için Firavun, bu sıfatları almıştır). Bunlar, ülkelerde azmışlardı. Oralarda çok kötülük etmişlerdi. Bu yüzden Rabbin, onların üzerine azap kırbacını yağdırdı. Elbette Rabbin gözetleme yerindedir“

Gece ve gündüzün nizâmı, ceza ve mükâfatın varlığına delil gösterildikten sonra, onun muhakkak gerçekleşeceğini belirtmek için insanlık tarihinden delil getirilmektedir. Âhirete iman etmeyenlerin akı-betine bir kaç misal zikredilmektedir. Âd kavmi, Hûd peygamber’i yalanlamıştı. Mahmut  Toptaş  hocaefendi  diyorki: *Kur’ân-ı Kerim’de bu Ad kavmi bir kaç yerde zikredilmiştir. Yapmış oldukları evler, bahçeler, bağlar, şehirler anlatılmıştır. Günümüzün baş problemi olan çevrecilik problemi dahi Ad kavmi tarafından çözülmüştür. Bunların kaldığı ülkede havayı kirletmesin diye odun yerine, öd ağacı yakılmıştır. Hem ısıtsın hem de havayı güzelleştirsin diye öd ağacını yakmışlar ama çevreyi yaratan Allah (c.c)’ı tanımamakta ısrar etmişler.

Bunlar neden Hud (a.s)’ın mesajına karşı çıkıp, ellerini yaratan Allah’a isyan ediyorlar? Dünyevi çıkarları zedelenecek diye böyle yapı­yorlar. Bir çok zülmu yapamayacak hale geliverecekler. Özellikle Kur’ân’ın ifadesiyle „Çekirdek“ kadro yani yönetici kadronun çıkarları ellerinden gidecek, normal halk seviyesine gelecekler. Halk seviyesinde de yaşamak istemiyorlar. Onun için Hud (a.s.)’a karşı geliyorlar….Şifa  tefsiri  Mahmut  Toptaş…*

Âd Kavmi’ne İrem denilir. Bunlar Sâmi ırkından Hz. Nuh’un oğlu İrem’den gelmişlerdi. Onların bir kolu da Semûd’dur. Âd kavmi, yüksek binalar inşa eden bir kavimdi ve yeryüzünde büyüklük taslayanlardandı. Dünyada eşi olmayan benzersiz, şanlı, güçlü bir milletti. Dağları yontarak evler yapmışlardı. Firavun da muhteşem ehramlar yaptırmıştı. Onlar, asırlardır yeryüzünde kazık gibi durmaktadır. Firavun da haddi aşanlardan, defalarca ilâhı davet kendisine iletilmesine rağmen bile bile büyüklenen, hattâ kendini tanrı ilân eden bir sapık ve azgındı. Ad kavmi ile Firavun ve hanedanı insanlara çok kötülük ettikleri ve hidayetten saptıkları için Allah’ın azabı onlara hak olmuştu.

Bu azapla helâk oldular. Onlar, Allah’ın kâinatın hâkimi ve gözetleyicisi olduğunu bilmezlikten geliyorlardı, gâfildiler, fesat ve fitne çıkarıyorlardı kendi kendilerine zulmediyorlardı, bile bile azabı çağırıyorlardı. Şımardılar, Allah’ı unuttular, ayetleri bile bile inkâr ettiler: Helâkleri de onların bu azgınlığından kaynakladı. Geçen zaman, gece karanlığı gibi bu büyük olayları örtmüştür. Ama aklı olan, bunları hatırlamalı ve onlardan ibret almalıdır. Gündüz işlenmiş olsun, gece işlenmiş olsun, Allah Teâlâ yapılan şeylerin hepsinden haberdardır. Zulmedip yeryüzünde fesat çıkaranların uğrayacağı âkıbet, yukarıdaki âyetlerde anlatılanların âkıbeti gibi olacaktır. Ne var ki insanların çoğu bundan gaflet içindedir:

Mevdudi  diyorki: * Zalimlerin ve müfsidlerin hareketlerini gözetlemek için pusu kurmak“ bir temsil olarak kullanılmıştır. Pusu, aslında, münasip bir an bulduğunda hücum edebilmesi için bir şahsın gizlenerek bakmasıdır. Av, akibetinden habersiz ve gafil olarak gelir ve tuzağa düşer. Zalimlerin Allah (c.c.) karşısındaki durumları da aynen böyledir. Allah’ın kendilerini gözetlediğini düşünmeden dünyada fesad ve fitne çıkarırlar. Kayıtsız ve korkusuzca kötülüklerine devam ederken Allah’ın, artık geçmesine izin vermeyeceği an gelir ve azaba çarpılırlar…Tefhimul Kuran,Mevdudi… *

Rabbimiz  Fecr  suresi  ayet 15 ve 16.da  mealen  şöyle  buyurmaktadır: *** Rabbin denemek için bir insana iyilik edip, nimet verdiği zaman o: „Rabbim beni şerefli kıldı “ der. Fakat onu sınamak için rızkını daraltıp bir ölçüye göre verdiği zaman: „Rabbim bana hor baktı“ der.

Bu  ayetler  hakkında Seyyid  Kutub rahmetullahi  aleyh  diyorki: *Allah’ın insanı bir durumdan diğerine sokarak, vererek ya da mahrum bırakarak, rızkını genişletip ya da daraltarak sınamasına insanın bakış açısı ve değerlendirmesi budur İşte… Allah insanoğlunu nimet vererek ve ona ikram ederek dener. Ama insanoğlu verilecek karşılığa ön hazırlık olmak üzere bunun bir imtihan olduğunu kavrayamaz. Aksine verilen rızkı ve bahşedilen mertebeyi yüce Allah’ın katında bu ikramı hak etmiş olduğuna bir delil ve Allah’ın kendisini seçip tercih ettiğine bir gösterge sayar. Bu bakış açısından hareketle, kendisine verilen belayı „ceza“ yapılan imtihanı da sonuç olarak değerlendirir.

Yüce Allah’ın katındaki şerefi dünya malı ile değerlendirir. Öte yandan yüce Allah insanoğlunun rızkını daraltmak sureti ile deneyince bu imtihanı da ceza olarak değerlendirir, bu sınamayı ceza sayar ve rızkının daraltılmasını yüce Allah’ın katında önemsiz sayıldığı şeklinde yorumlar. Şayet Allah katında küçümsenmeseydi rızkı daraltılmazdı diye düşünür. Ama insanoğlu her iki durumda da, bu konuya yanlış yaklaşıyor ve değerlendirmesi hatalı oluyor. Gerek rızkın bolluğu ve gerekse darlığı yüce Allah’ın kulunu imtihan etmek içindir. Bununla verilen nimete karşı şükredip şükretmeyeceğinin, şımarıp şımarmayacağının belli olması hedeflenmiştir. Çile ve sıkıntı karşısında dayanıp dayanmayacağının ortaya çıkması amaçlanmıştır. Verilecek karşılık ise kulun davranışları ile belli olan sonuca göre olacaktır. O halde ne kula verilen dünya malı karşılıktır ne de verilmeyen…

Bir kulun yüce Allah’ın katındaki değerinin elindeki dünya malı ile kesinlikle bir ilintisi yoktur. Yüce Allah’ın bir kimseden hoşnut olduğu ya da ona gazap ettiği ona bu dünyada dünya malı veriyor mu vermiyor mu diye bakılarak çıkarılamaz. Çünkü Allah bu dünyada iyi kişiye de verir azgına da verir. İyi kişiyi de vermeyip mahrum bırakır azgını da… Ancak ne var ki asıl üzerinde durulması gereken bunların ötesidir. yüce Allah’ın verişi de mahrum edişi de sınamak içindir. Önemli olan bu imtihanın sonucudur.

Ancak şu kadar var ki insanın kalbi imandan yoksun olunca, ne yüce Allah’ın vermesindeki ve mahrum bırakmasındaki hedefi, ne de O’nun ölçüsünde asıl nelere değer verdiğini kavrayamaz. Ama kalbi imanla canlanınca yüceler yücesine bağlanır ve orada nelere değer verildiğini anlar. Artık onun ölçüsünde basit değerlere yer yoktur ve imtihanın gerisindeki karşılığa göz diker. İster rızkı daraltılsın ister genişletilsin onun hedefi imtihanın gerisindeki karşılık olduğundan, onu elde etmek için çalışır. Her iki durumda da yüce Allah’ın kendisi için yaptığı plana güveni tamdır. Yüce Allah’ın katındaki değerini bu anlamsız ve gözle görülen dünya değerlerinden başka değerlerle ölçer ve öğrenir.

Kur’an-ı Kerim Mekke’de, rızkın daraltılması ve bollaştırılması konusunda Rabblerini böyle değerlendiren bir zümreye seslenmekteydi. Gerçi bunların benzerleri yeryüzünde daha üstün ve daha geniş bir alemle bağlarını yitirmiş her cahiliyet sisteminde bulunabilir. Çünkü onların yeryüzünde insanların değerlerini belirlemede başvurdukları ölçü buydu. Şöylesine ki onların katında dünya malı ve makam herşey demekti. Bunların ötesinde başka hiçbir ölçü yoktu.

O yüzden mala karşı aşırı bir düşkünlükleri vardı. Mal tutkuları frenlenmez taşkın bir hırsa dönüşmüştü. Zaten kendilerine, açgözlülüğü, hırsı, mal düşkünlüğü ve cimriliği veren de bunlardı. Bundan dolayı Kur’an-ı Kerim, onların bu alanda içlerinden geçenleri açığa çıkarıyor. Rızkların bollaştırılıp genişletilmesinin gerisindeki imtihana çekilmenin anlamını kavramada hataya düşmelerinin nedenlerinin İşte,bu açgözlülük ve cimrilik olduğunu belirtiyor.

Rabbimiz Fecr  suresi  ayet.17-20.de  mealen  şöyle  buyurmaktadır: *** Hayır! Doğrusu siz yetime ikram etmiyorsunuz, Yoksulu yedirmeye birbirinizi teşvik etmiyorsunuz, Haram helâl demeden mirası yiyorsunuz. Malı aşırı biçimde seviyorsunuz… *** Bu âyet-i kerîme, yetime ikramı emretmektedir. Bu  konuda  peygamber  efendimiz (sav) Abdullah İbn Mübârek’in… Ebu Hüreyre’den naklettiği hadîste, mealen  şöyle  buyurmaktadır: ** Müs­lüman evlerinin en hayırlısı, içinde yetîme ihsan edilen evdir. Müslüman evlerinin en kötüsü de içinde yetîme kötü davranılan evdir. Sonra Rasûlullah (s.a.); parmağıını göstererek; ben ve yetimin koruyucusu cennette, böyleyiz, demiştir.  Ebu Dâvûd der ki: Bize Muhammed İbn Sabah… Sehl İbn Saîd’den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Ben ve yetimin koruyu­cusu cennette şöyleyiz: İki parmağım orta ve şehâdet parmağını birleş­tirmiştir.

Kardeşlerim, Yetim, bilindigi  gibi babası olmayandır. Âkıl-bâliğ olmadan babasını kaybeden çocuga  yetim  denilir.  Müfessirlerimizden Muhammed hamdi  Yazır bu ayetleri  şu  şekilde  izah  ediyor: * Hayır hayır, imtihan için olan rızık genişliğini, dünya refah ve nimetini mutlak ikram saymak da doğru değil, rızık darlığını mutlak hor görme ve hakaret saymak da doğru değildir. İkisi de birer imtihandır. Hüküm, imtihandaki başarıya göre neticede belli olacaktır.

Belki ikram sanılan, kötülüğe götüren bir başarı ile neticede zelillik; horlama sanılan da bir koruma ile neticede ikram çıkacaktır. „Mal ve oğullar, dünya hayatının süsleridir. Baki ka lacak olan iyi ameller ise Rabb’inin katında sevapça daha hayırlıdır, emelce de daha hayırlıdır.“(Kehf, 18/46).

Hayır hayır. Sözlü ayıplamadan fiilî ayıplamaya, fertten topluma geçerek kınama ve ayıplamada yükselme ve güzel ahlaka sevktir. Yani, ey Rabb’inden hep ikram bekleyen ve rızkının daralıvermesini horluk ve hakaret gibi kabul eden insanlar! Doğrusu siz vazifelerinizi yapmazken Rabbinizden ne yüzle ikram beklersiniz ki yetime ikram etmiyorsunuz. Rabbinizin size imtihan için ikram etmiş olduğu nimetlerden üzerinize düşen vazifeyi yapmıyor; yetime iyilik yapıp ihsanda bulunmak suretiyle ikram etmeniz gerekirken bunu yapmıyorsunuz, nasıl olur da siz Rabbinizin katında ikrama layık olursunuz?

Ve düşkünü yedirmeye yani yoksul fakirlerin karnını doyurmaya, bakımlarını sağlayacak yollara birbirinizi teşvik etmiyor, özendirmiyorsunuz. Bu hususta birbirinizle yarışmanız gerekirken siz aksine ondan kaçınıyor, birbirinizi bunu yapmaktan nefret ettiriyorsunuz. Hatta onlar üzerinden geçinmek isteyip taşkınlık ediyorsunuz…* Aynı  ayetler  hakkında  Ali  Küçük  hocaefendi  diyorki: Ama bazılarının babası hiç yok değil mi? Kitapla, Peygamberle tanışamayan, kendilerine Kitap ve sünnet anlatılmayan, Müslümanca eğitilmeyen çocukların babası hiç yoktur değil mi? Babaları var ama yok. Çünkü eve sarhoş girip çıkan, çocuklarının varlığından bile habersiz, dükkan, tezgâh, para, pul, çek, senet, makam, koltuk sarhoşu tüm babaların çocukları da yetimdir.

Eğer bizlerde  böyleysek, eğer bizlerde akşama çalışıp  çabalayıpta akşam eve geldigimizde beraberimizde aile  ve  çoluk  çocugumuza iki âyet, iki hadis taşıyamıyorsak, eğer eşimizi  ve  çocuklarımızı  Kitap ve sünnetle tanıştıramadıysak, bilmemiz gerekirki bizim evlerimizdekiler de yetimdir. Yetim, aslında kulluk konusunda sığındığı, sığınağı olmayan, bu konuda sahibi olmayan demektir.

Öyleyse gerekli  ğayreti  gösteremiyorsak pek çoğumuzun çocukları yetimdir. onlara ikrama yanaşmıyorsak. Onları manevi yönden doyurmayı ihmal ediyorsak, Onların Kur’an ferasetine ihtiyaçlarını gideremiyorsak, Hala Peygamber efendimizle  tanışmasını  engelliyorsak,Onların manevi  ihtiyaçlarına  cevap  veremiyorsak, “Eh karnını doyurduk, elbise aldık, cebine de harçlığını koyduk. Daha ne yapacağız?” kolaycılıgına  saplanmışsak, İnanıyoruzki  bu  davranış yetimi  doyurma anlayışına  cevap  vermeyecektir. Yetime ikram bu değildir. Gerek kendi yetimlerimizin, gerekse babasız, sahipsiz, ilgisiz kalmış başka sürülerin yetimlerinin şu üç bölgesini doyurmak zorunda olduğumuzu hiçbir zaman unutmamalıyız:

Birincisi: Onların kalplerini Allah’a götürücü imanla doyuracağız. Çünkü kalbin gıdası imandır. Allah’a, cennete götürücü imandır. İkincisi: Kafalarını Allah’a götürücü bilgiyle doyuracağız. Kafanın gıdası da bilgidir. Kişiyi Allah’ı tanımaya, Allah’ın istediği şekilde kulluk yapmaya götürücü vahiy bilgisi ulaştırmak zorundayız. Üçüncüsü: Midelerini de Allah’ın helâl rızıklarıyla doyuracağız. Rabbimiz burada buyuruyor ki: “Ey insanlar, sizler böyle yapmıyorsunuz. Yetime değer vermiyor, ikram etmiyorsunuz. Yetimlerinizin kalplerini, kafalarını ve midelerini Benim istediğim ölçülerde doyurmuyorsunuz.”

Bir de en güzel yetime, yetimlerin en güzeline değer vermeye  ğayret  edecegiz. Öyle bir yetim ki, kâinatın efendisidir o. Doğmadan babasını kaybetmiş, anasının kucağında. Badiyeye gitmiş, süt annesinin kucağında, şehir hayatının pisliğinden kurtulmuş. Burada iki yıl kalacakken 4 yıl kalmış, sonra ana kucağına dönmüş. Ana kucağı onun her şeyi ama orada da fazla kalamamış. Babasının mezarını ziyaretten dönüşünde onu da kaybetmiş. Sonra dedesini kaybetmiş, amcasının yanında. Sonra onu da kaybetmiş, ama ne gam? Allah var ya!…

İşte sizler böyle kerîm bir yetime de, yetimlerin en Kerîm’ine de değer vermiyorsunuz. Sizler yetimin söylediklerine, yetimin hadislerine değer vermiyorsunuz. Yetimin sünnetini öğrenmeye çalışmıyor, yetimin tavsiyelerini ciddiye almıyorsunuz. Yetimin sofra anlayışına, mala bakışına, gece hayatına, eğitim anlayışına, kazanma, harcama, ihtiyaç, kulluk anlayışına değer verip öğrenmeye çalışmıyorsunuz. Yetimin hayatına değer vermiyorsunuz. Peki sizler kimin dediklerine değer veriyorsunuz? Kiminkileri öğrenmeye, kimin dedikleri gibi yaşamaya çalışıyorsunuz? Bir de üstelik:

Üstelik bir de sizler miskini de doyurmaya yanaşmıyorsunuz. Miskinlerin sizin mallarınız içindeki haklarını da onlara vermiyorsunuz. Kendi haklarını, kendi yemeklerini onlardan kıskanıyorsunuz. Halbuki sizin mallarınızın içinde onların da belli hakları vardır.

Onlara verilmek üzere Allah size fazladan bir şeyler vermektedir. Bu onların tertemiz hakkıdır. Siz zaten onların olan o mallarını onlara vermemeye, zaten onların olan o yemeklerini onlara yedirmemeye çalışıyorsunuz. Halbuki o sizde hakları olan fakir kardeşlerinizi sizler arayıp bulmalı ve haklarını vermeliydiniz. Siz gidip bulmadığınız halde kendiliklerinden size gelip haklarını istedikleri zaman da onlara teşekkür etmeliydiniz. Hoş geldiniz! Hay Allah sizden razı olsun! İyi ki geldiniz ve bizi bu sorumluluktan kurtardınız! Alın şu bizdeki hakkınızı da güle güle gidiniz demeliydiniz. Siz bunu yapmıyorsunuz. Onları onların yemeğiyle doyurmaya, onların hakkıyla güldürmeye yanaşmıyorsunuz.

Mirası da hak gözetmeden yiyorsunuz. Hak-hukuk tanımadan, haram-helâl bilmeden doyumsuzca başkalarının haklarını yemeye çalışıyorsunuz. Allah’ın size gösterdiği miras hukukunun ötesinde haksızca, zalimce miras paylaşıp haram yiyorsunuz. Bir de size intikal eden mirası da çarçur ediyor, har vurup harman savuruyor, hak gözetmeden yiyorsunuz. Hz. Adem’den bu yana size bir miras sunuluyor. Şu elinizdeki kitapta da buraya kadar size bir miras sunuldu. Rabbiniz size öncekilerin miraslarını anlattı. Dünyayı cennetleştirme cinnetine kapılanları, dünyayı kıble edinip tüm plan ve programlarını dünya adına yapanları, âhireti unutanları, Allah’la savaşa tutuşanları, Allah’ın hayat programını beğenmeyerek kendi bildiklerince burunlarının doğrusuna bir hayat yaşayanları anlattı.

Bu tutumlarından dolayı bunların başlarına gelenleri anlattı. Bir miras, bir ibret levhası olarak bunların nasıl yerin dibine batırıldıkları sunuldu size. Ama sizler size sunulan bu mirası değerlendiremiyor, ibret alamıyor ve çarçur ediyorsunuz. Mirası değerlendiremiyor, har vurup harman savuruyorsunuz. Bunlardan ibret alamıyorsunuz. İşte Âd kavminin mirası, işte Semûd kavminin  mirası ve işte onlara taş çıkartan sizlerin hayatı. Halbuki onların hepsi yanlış yolda gittiler ve tamamı mahvoldular. Sizler bundan ibret almalı değil miydiniz? Size sunulan bu mirası değerlendirip onların düştüklerine karşı tedbir almalı değil miydiniz? Ama heyhat ki bu mirası iyi değerlendiremiyorsunuz. Bu mirastan ibret çıkarıp Allah’ın istediği bir hayata yönelmiyorsunuz.

Bize bir miras sunuluyor bu âyetlerde. Öyleyse bizler de aynısını yapmayalım! İbret alalım! Onlar gibi olmayalım, onlar gibi yapmayalım, onların yolundan gitmeyelim, onların düştükleri yanlışlara düşmeyelim. Örneğin iki çocuk oynuyor olsa. Bunlara, “Bakın çocuklar şurada elektrik var, aman buraya dokunmayın, yanarsınız” desek ve her on dakikada bir bu uyarıyı tekrar etsek, bütün bu uyarılarımıza rağmen bu çocuklardan birisi unutup oraya elini değip yansa, ne demek lâzım bu çocuğa? Haydi o yandı neyse. Beriki çocuk gözleri önünde onun yandığını gördü, artık bu mirası değerlendirip, ibret alıp oraya yaklaşmamalı değil mi? Bunu gördüğü halde ikinci çocuğun da oraya el değerek yanmasına ne demeli? Bu olmaz değil mi? Olmamalı değil mi bu yanılgı?

Diğer çocuğun aynı hataya düşmemesi gerekir. Neden? Çünkü ona bir miras sunuldu. Gözlerinin önünde bir ibret levhası yaşandı. İşte aynen bunun gibi bu mirasa sahip  olan, bu ibret levhalarına şahit olan bizlere de Allah diyor ki siz hiç mi ibret almıyorsunuz? Bu Âd kavminden öğrenmeli değil miyiz? Semûd kavminden öğrenmeli değil miyiz? İbret almalı değil miyiz geçmiştekilerden? İşte anlattı Rabbimiz onları bize. İşte gözlerimizin önüne serdi bunların durumlarını. Adamlar dünyayı cennet yapmaya çalıştılar, Allah’ın hayat programını reddettiler, Allah’ın elçisiyle ilgilenmediler, Allah’ın kitabına tavır aldılar da yerin dibine batırılıverdiler. Öyleyse bizler de onlar gibi olmamalıyız, mirası değerlendirmeliyiz, mirası har vurup harman savurmamalıyız…Ali Küçük.Besairul Kuran…

Kardeşlerim  Fecr  suresini  anlamaya  ve  kavramaya  gayret  ediyoruz  inşaallah, Rabbimiz ayet.21. ile 26.arasında mealen şöyle  buyuruyor: ***Ama yeryüzü parça parça döküldüğü,
Rabbin(in emri) geldiği ve melekler saf saf dizildiği zaman (her şey ortaya çıkacaktır).
O gün cehennem getirilir, insan yaptıklarını birer birer hatırlar. Fakat bu hatırlamanın ne faydası var!
(İşte o zaman insan:) „Keşke bu hayatım için bir şeyler yapıp gönderseydim!“ der.  Artık o gün, Allah’ın edeceği azabı kimse edemez. 0’nun vuracağı bağı kimse vuramaz.

Muhammed  Ali  Sabuni diyorki: * Buradaki edatı, red ve sakındırma içindir. Yani, Ey gafiller! Bundan sakınıp çekinin. Önünüzde o zor günde, sizi bekleyen korkunç olaylar vardır. Bunlar yeryüzü peşpeşe sallandığı ve sarsıldığı zaman olacaktır. Celâleyn yazan şöyle der: „O gün yeryüzü sarsı­lıp üzerindeki bütün yapılar yıkılıp yok olur.“Ey Peygamber! Kullar arasında hüküm ver­mek için Rabbin gelir. Melekler de arka arka ya saf saf olur. İbn Cüzeyy şöyle der: Münzir b. Saîd demiştir ki: Bundan maksat, Allah’ın orada mahlûkâta görünmesidir. Bu ve benzeri âyetler, nazil olduğunu düşünmeden ve bir benzetme yapmadan inanılması gereken konulardandır. Ibn Kesîr de şöyle der: Bütün yaratıklar, Rablerinin huzuruna gitmek için kabirlerinden kalkar. Rabbin de onlar arasında hükmünü vermek için gelir.

Bu, mahlûkâtm, Âdem (a.s.)’in neslinin efendisi olan Hz. Muhammed (a.s)’den Allah’a karşı şefaat dilemelerinden sonra olur. Yüce Allah hükmünü vermek için gelir. Melekler de onun önünde saf saf olurlar. Suçlular görsün diye cehennem getirilir. Nitekim Yüce Allah meâlen, „Gören herkese cehennem açık bîr şekilde gösterildiği zaman“ buyurmuştur. Peygamber  efendimiz  bir  hadisinde  mealen  şöyle  buyuruyor: ** O gün cehennem ge­tirilir. Onun yetmişbin dizgini vardır. Her dizginde de onu çeken yetmişbin melek vardır… „O korkunç günde ve o zor durumda insan yaptıklarını hatırlar. Yaptığı kusur ve isyandan dolayı pişman olur da tevbe edip vazgeçmek ister. Fakat hatırlamanın ona ne faydası olur ki? Vakit geçmiştir artık…**

Hasret ve pişmanlıkla şöyle der: Keşke, ebedî hayatım için âhiretimde bana faydası olacak iyi amelleri işleyip buraya göndermiş olsaydım. O gün, Allah’ın kendisine âsi-olana yaptığı azaptan daha çetin azap edici kimse yoktur. Hiç kimse Allah’ın kâfiri bağlaması gibi, zincir ve halkalarla bağlayamaz. Bu, suçlu mahluklara yapılacaktır.. O gün  pişmanlıklar  ve  keşkeler insanları  kurtaramayacaktır. İnsanlar , eyvah Keşke beni bugün kurtaracak amelleri önceden takdim etseydim! Keşke geleceğim için önceden salih ameller gönderseydim! Keşke Rabbimi razı edecek salih ameller işleseydim! Keşke hayatımı Allah için yaşayarak önceden kendim için takdimde bulunsaydım!

Keşke malımı Allah yolunda takdim etseydim! Keşke zamanlarımı Al-lah’ın istediği gibi değerlendirip geleceğim için takdim etseydim! Keşke malımı Allah’ın istediği yerlerde harcayıp yarınım için hazırlıkta bulunsaydım. Keşke çocuklarımı, karımı, kızımı, kendimi Allah’a kulluğa yatırım yaparak kendim için önceden takdimde bulunsaydım! Keşke tüm varlığımı Rabbimin yoluna adayıp bugünüme faydalı  ameller  işleseydim! Keşke namaz, zekât, cihad gibi Rabbime güzel ameller sunup bugün cennete girebilmek ve cehennemden kurtulabilmek için onlara en çok muhtaç olduğum dönemimde Rabbimin  rızasını  kazanacak amellerim  olsaydı…. Evet  kardeşlerim  keşke  dememek  için  ve ertelemelerimizi son pişmanlık  gününe  bırakmadan nefes  alıp  veriyorken  kulluk  şuuruyla hareket  edelim  inşaallah..

Fecr  suresinin  son  dört  ayeti  olan 27-30. mealen şöyle:*** Ey huzura kavuşmuş insan! Sen O’ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön.(Seçkin) kullarım arasına katıl, Ve cennetime gir!…*** Muhammed  hamdi  Yazır Bu  ayetler  hakkında  diyorki: * Ey nefs-i mutmainne (huzura ermiş nefis)! Sözün gelişi bu hitabın da o gün olacağını anlatıyor. „dön“ emrinin de derhal olmayıp ilerde olacağı açıktır. Onun için tefsirciler bunun, „diyecek“ fiili takdir edilerek hikaye şeklinde zikredilmiş olduğunu söylemişlerdir. Bu ifade üslubu Kur’ân’ın i’cazı yönlerinden birisidir. Bunda dinleyici derhal geleceğe hazırlayacak bir telkin vardır. Yani o gün kâfir insan hakikatı anlayıp „keşke hayatım için takdim etseydim“ diyecek; öyle olmayıp hakkı önce anlamış, iman etmiş, kalp huzurunu iman ve ihlas ile Rabb’ine hayır takdim etmede bulmuş olan her mutmain nefse de yüce Rabb’i diyecek ki, ey o nefs-i mutmainne!

Dön Rabbine, hem razı olmuş, hem de kendisinden razı olunmuş olarak. Öyle bir halde dön ki, Rabbinden hoşnut, Rabbin de senden hoşnut. „Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan.“ (Mâide, 5/119) dön de gir kullarımın içine, bana ihlas ile kulluk eden, sadece bana kul olma özelliğiyle diğerlerinden ayrılan samimi salih kullarımın zümresine katıl. „Kim Allah’a ve peygamberine itaat ederse, bu gibi kimseler, Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle, iyilerle birliktedir. Onlar ne güzel arkadaştırlar.“(Nisâ, 4/69);

Ve gir cennetime onlarla beraber. Tefsircilerin açıkladığı diğer bir mânâ ile: Kendime yaklaştırdığım kullar sırasına dizil ve onların nurlarıyla parla. Zira kutsal, temiz ruhlar yani nüfus-ı zekiyye, karşı karşıya konmuş aynalar gibi karşılıklı olarak birbirlerine yansıdıkça nurları artar. Diğer bir mânâ ile, bedenlere gir, onlarla birlikte sevap yurduna dahil ol…Hak dini, Kuran dili M.Hamdi Yazır…*

Kardeşlerim  Tefsir ulemasının ifadesine  göre, Buradaki nefis, insan demektir. Hani her nefis ölümü ta-dacaktır, buyuruyor ya Rabbimiz, yani her insan, her kişi ölecektir demektir bunun mânâsı. Değilse bir ben var, bir de nefis, varsın o ölsün de ben yaşayayım diyemeyeceğimize göre, nefis, insanın kendisi demektir. Öyleyse mutmaine, nefsin bir makamı, bir merkezi değildir. Ruhla bedenin bileşkesine nefis denir. Ruhla bedenden müteşekkil olan insanın bizzat kendisine nefis denir. Peki acaba insanın itminana ulaşmasını, doyuma kavuşmasını, ya da sükûna ermesini nasıl anlayacağız? İnsanın itminanının, insanın doyuma ve huzura kavuşmasının iki yolla olacağını anlatır Kur’an. Bunlardan birinci yolun Kur’an olduğuna dikkat çekilir. İnsanın sükûnete kavuşması birinci olarak Kur’an’la yâni metluv âyetlerle, okunan, kulağa hitap eden şu kitabın ayetleriyle mümkündür. Zira Allah ona Kur’an vasıtasıyla güzel şeyler söyleyecektir.

Cenabı  hak Ra’d sûresi ayet.28.de mealen şöyle  buyurmaktadır: *** Bunlar, iman edenler ve gönülleri Allah’ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur…*** İşte bu âyeti  çok iyi  anlamamız  icap  etmektedir. Kalpler ancak Allah’ın zikriyle itminana kavuşur, zikrullahla yatışır, doyuma kavuşur, huzura erer. Âyet-i kerîmede anlatılan zikir, zikrullah Kur’andır. Öyleyse kalpler ancak Kur’an’la mutmain olur, ancak Kur’an’la itminan bulur. Ancak onunla yatışır ve sükûnete kavuşur. Çünkü kalp, Allah’ın âyetlerini duydukça, tanıdıkça, şüphe ve tereddütlerden kurtulup doyuma ve itminana ulaşacaktır.

Allah’ın âyetleri okundukça, âyetlerle karşı karşıya geldikçe mü’minlerin kalpleri coşar, taşar, sanki kabına sığmaz hale gelir. Bu iki âyetin bize anlattığına göre kalplerin itminana kavuşmasının birinci yolu elimizdeki şu Kur’an âyetleridir. Kitabın âyetleriyle tanışan kişinin kalbindeki tüm şüpheler, tüm tereddütler dağılır, itminana, doyuma, sükûnete ulaşır. Birinci yol budur. Kalbin sükûnete ve doyuma ulaşmasının ikinci yolunuda yine  rabbimiz gösteriyor…

Bakara sûresi ayet. 260.da mealen şöyle  buyuruluyor: ***İbrahim Rabbine: Ey Rabbim! Ölüyü nasıl dirilttiğini bana göster, demişti. Rabbi ona: Yoksa inanmadın mı? dedi. İbrahim: Hayır! İnandım, fakat kalbimin mutmain olması için (görmek istedim), dedi. Bunun üzerine Allah: Öyleyse dört tane kuş yakala, onları yanına al, sonra (kesip parçala), her dağın başına onlardan bir parça koy. Sonra da onları kendine çağır; koşarak sana gelirler. Bil ki Allah azîzdir, hakîmdir, buyurdu…***

İşte kalplerin itminana kavuşmasının ikinci yolu da yeryüzündeki Allah’ın görülen, müşahede edilen, göze hitap eden, görsel âyetlerini bizzat görmektir. Semâvât ve arzda, çevresinde Allah’a delâlet eden meşhut âyetlerle Allah’ın gücünü, kudretini, ilmini, hikmetini görerek itminana kavuşur kişi. Âyetleriyle Rabbini, Rabbinin gücünü, kudretini tanıdıkça O’na karşı sevgisi, saygısı, takvası ve teslimiyeti artacak ve tüm şüpheleri kaybolup gidecektir inşaallah.

Ali  Küçük  hocaefendi  diyorki: Fakat buna rağmen yine de bir şüphe içinde bulunabilir insan. Hangi konuda? Ya cennete gidemezsem! Ya cehenneme gidersem! Ya Rabbimi razı edememişsem! Ya Allah’ın istediği hayatı yaşayamamışsam! Ya Rabbimi darıltacak bir şey yapmışsam! Ya Cenneti kaybetmişsem! diye insanın içinde her zaman bir korku, bir tereddüt bulunabilir. Peki ne zaman biter bu? Ne zaman sona erer bu tereddüt? Ne zaman biter bu korku? Cennete gidince. Cennete girdiği anda kişinin artık tüm bu şüpheleri, tereddütleri, korkuları bitiverir ve tam emin olur kendisinden.

Tam mutmain olur. Öyleyse nefs-i mutmainne ancak Cennette belli olacaktır. Dünyada bir nefsin itminana kavuştuğu, zafere ulaştığı nasıl bilinebilir ki? Efendim filân zatın nefsi, nefs-i mutmainne makamına ulaşmıştır. Kesinlikle mümkün değildir dünyada bu. Allah’ın kendilerini dünyada cennetle müjdelediği Sahâbe-i Kirâm efendilerimiz bile dünyada asla kendilerinden emin olmamışlar, her an cehenneme gitme tehlikesiyle karşı karşıya olduklarını dilleriyle, yaşantılarıyla itirafta bulunmuşlar ve çok ciddi bir hassasiyet içinde son nefeslerine kadar tir tir titremişler, Allah’a kulluktan ayrılmamışlardır.

Kişi ancak Rabbinin şu müjdesini alır almaz tam itminana kavuşacak, raziye ve merziyye makamına ulaşacaktır:“O, senden, sende O’ndan hoşnut olarak Rabbine dön! “Ey can! İyi kullarımın arasına gir, cennetime gir.” İşte Rabbimizin yarın bu hitabıyla karşı karşıya kaldığımız anda artık her şey bitmiş, tüm tereddütler, tüm şüpheler gitmiş, insan kesin itminana kavuşmuş, kendisinden emin olmuştur. Öyleyse bizden istenen yarın itminan kazananlardan olmaktır. Bizden istenen, yarın Allah’ın razı olduklarından olmak ve Allah’tan razı olanlardan olmaktır. Ama bunun için de Allahın  ayetlerine, dinine  sımsıkı  sarılmamızdır. Bunun yolu buradan geçmektedir.

Sürekli âyetlerle iç içe bir hayat yaşamalıyız. Hayatımız âyet kaynaklı olmalıdır. Allah’ın bizden razı olacağı şeyler peşinde koşmalı ve bu dünya hayatında Allah’tan razı olmalıyız. Hayat programı adına Allah’ınkinden razı olmalı, kılık-kıyafet, eğitim, hukuk, kazanma- harcama, çocuk eğitimi, mala bakış, tüm hayat programı adına Allah celle  şanuhuda  razı  olmak ve Allahın  rızasını  kazanmak bizlere büyük mükafatların en  büyüğünü kazandıracaktır  inşaallah…

Allahım  bizleri  senin  razı  oldugun kulların zümresiyle  beraber  eyle. Bizlere  seni  sevenleri sevdir. Bizleri  sıratı  müstakimden  ayırma. Bizleri  ehli  sünnet itikadına sımsıkı  baglananlardan  eyle. Bizleri Şanlı rasulünü hakkıyla örnek ve  önder  edinenlerden eyle. Sen  her  şeylere kadirsin  allahım…Amin…

Sermedkadir…LU…23.01.2015…

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht.