Fetva ve Mahiyeti Üzerine Notlar

Rabbimiz Ali İmran Suresi ayet.7.de mealen şöyle buyurmaktadır: *** Sana Kitab’ı indiren O’dur. Onun (Kur’an’ın) bazı âyetleri muhkemdir ki, bunlar Kitab’ın esasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşâbih âyetlerin peşine düşerler. Halbuki Onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde yüksek pâyeye erişenler ise: Ona inandık; hepsi Rabbimiz tarafındandır, derler. (Bu inceliği) ancak aklıselim sahipleri düşünüp anlar…***

Tirmizide, İbni abbas’dan (ra)rivayet edilen bir hadiste Peygamber efendimiz mealen şöyle buyurmaktadır: ** Tek bir dini anlayıcı fakih, şeytana bin tane ibadet edici abidden daha çetindir…**

FETVA: Sorulan İslâmî bir soruya yetkili bir kimsenin verdiği cevap, bir meselenin hükmünü belirten veya zorlukla karşılaşılan bir olay hakkında güçlükleri çözmek için verilen kuvvetli cevap. Fetva, herhangi bir meselenin dini hükmü¬nü öğrenmek, bir meseleyi açıklığa kavuştur¬mak ya da bir işin yapılabilmesi için dini hü¬kümlere uygun olup olmadığına dair sorulan soruyu cevaplandırmak ve o işin dini hükmü¬nü açıklamak demektir. İçinde bulunulan zor bir durumu, Bir müşkülü halletmek ve açıklamak demek olan ifta yani fetva verme, içtihada göre daha özel bir anlam taşır. Zira ictihad, fıkhı bid’at hükümleri bizzat kaynaklarından çıkarmaktır. İfta ise, mevcut olayın hükmünü açıklamak üzere fıkıhçı tarafından verilen ve hüküm ma¬hiyetinde olmayan cevaptır.

Fetva veren kimseye müftî denir. İslâm hukuku metodolojisinde müftî, müctehid anlamında kullanılmıştır. Kendisi bizzat ictihad edecek durumda olmayan bir ilim sahibinin, diğer müctehidlerin söz ve fetvalarını alıp aktarmasından dolayı mecâz yoluyle müftî denir (ö. Nasuhi Bilmen, İstilâhât-ı Fıkhıyye Kamusu, I, 246). Fetva, ictihada göre daha özel bir anlam taşır. Çünkü ictihad herhangi bir soru sorulsun veya sorulmasın fıkhı hükümleri kaynaklarından çıkarmak anlamına gelirken, fetva gerçek veya muhayyel yani olması mümkün, olabilecek bir soruya verilen cevaptır. Gerçek fetva, ictihad şartları ile birlikte diğer şartları da taşıyan müctehid tarafından verilir.

Bir kimse muhtaç olduğu İslâmî bilgileri ya kaynaklarından bizzat alır. Yahut bunu yapamıyorsa bilenlerden sorarak öğrenir. Rabbimiz Nahl suresi Ayet.43.te mealen şöyle buyurmaktadır: *** Senden önce de, kendilerine vahyettiğimiz kişilerden başkasını peygamber olarak göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, bilenlere sorun…**

Evet bu manada Fetva verene Müfti denildigi gibi hüküm vermekle görevlendirilen kim¬seye de „kadı“ denilmiştir. Müftü ile kadı arasında mahiyet bakımından şu fark vardır: Müfti, şeri hükümleri kaynaklarından çıkartarak ortaya koyarken, kadı, bu hükümlerden kendisi¬ne arzedilen hadiseye temas eden hükmü tesbit ederek tatbik eder. Ayrıca kadı ulul emrin, halifenin vekili iken, müfti fetva verme ehliyeti¬ne sahip her müslüman erkek – kadın ve kişiden olabilmektedir. İslam toplumundaki fıkhı kurumlardan biri olan fetva, fıkıh kaynaklarında ciddi bir incele¬meye tabi tutulmuştur. Şartları, hükümleri ve hangi ihtiyaçlara cevap vereceği İnceden ince¬ye tesbit edilmiştir. Bu arada fer’i meselele¬rin, asıllara irca olunarak İncelenmesi esası da kabul edilmiştir. Asrı saadet döneminde Peygamber efendimize (sav) çeşitli konularda fetva soru¬lur, o da cevap verirdi. Huzuruna bir dava geti¬rildiğinde o davayı hallederek bir hükme bağ¬lardı. Ayrıca Medine dışına tayin ettiği valile¬re ümmetin müşküllerine, meselelerine, problemlerine çözüm yolları bul¬maları İçin nasıl hüküm vereceklerine dair usul bilgisini de aynı zamanda vermişlerdir.
Peygamber Efendimizin (sav) irtihalinden sonra Ashab’ın kitab ve sünnete müracaat ederek verdikleri fetvalarla İfta kurumu işleklik kazanmıştır. Fetva, sonra¬ları, sırf fıkıhla ilgili bir meselede sorulan soru¬ya verilen cevap anlamında kullanılmıştır. Gerçek fetva, ietihad şartlarıyla birlikte başka şartları da kendinde bulunduran müctehid de¬recesindeki kişi tarafından verilir. Bu şartların başlıcaları; fetva İsteme yani istifta olgusunu bil¬mek ve fetva isteyenin yani müsteftinin durumunu ve içinde yaşadığı toplumu incelemektir.

Fetva veren kişinin şu özellikleri taşıması ge¬rektiği hususu genellikle kabul edilmiştir.Bir ayet veya hadisi yorumlamak ve yeni çıkan bir problemi çözmek, bir takım ön bilgileri ve özel yetenekleri gerektirdiği için bunu yapacak kişilerde bazı vasıfların bulunması öngörülmüştür. Ahmed b. Hanbel, bir kimsenin müftî olabilmesi için kendisinde şu beş vasfin bulunması gerektiğini söyler: iyi niyet sahibi olmak ve yalnız Allah rızasını gözetmek. Çünkü kötü niyet, düşünceyi de kötüleştirir, İlim, hilim, vakar ve ciddiyet sahibi olmak, Kendisinden ve bilgisinden emin olmak, Halka kendi otoritesini kabul ettirmek, Fert ve toplum olarak insanları tanımak.

Bu şartlardan da anlaşılacağı gibi müftînin fetva isteyenin psikolojik durumunu dikkate alması, halk nazarında itibar sahibi, basîretli vereceği fetvânın fert ve toplum üzerindeki etkisini kavrayacak bir görüşe sahip olması gerekmektedir (Muhammed Ebû Zehrâ, İslâm Hukuk Metodolojisi) Hüccetullahil Baliga adlı degerli eserinde Şah veliyullah Dihlevi diyorki: Mutlak yani tam ictihadın en yüksek mertebesi, kişinin kendisinde oluşan ahkam bilgisi sayesinde, bilfiil ya da ona yakın bir güçte olaylar hakkında fetva talebinde bulunanların cevaplarını çogu kez karşılayabilecek bir yetenege sahip olması yoluyla olur ve buna içtihad adı verilir.

İctihad melekesi şu şekillerde oluşur: Rivayetlerin toplanması, Şazz- fazz her türlü hadis üzerinde durulması ve imali fikir edilmesi yoluyla oluşur. Nitekim İmam ahmed bin Hanbel buna işarette bulunmuştur. Tabiiki, bunu yapan kimsenin , akılca yeterli, dili ve sözün ne zaman ne manaya geldigini bilen, muhtelif rivayetler arasını cenmetmek suretiyle selefe ait asar hakkında, istidlal yolları ve bunların tertibi konusunda bilgi sahibi olan birisi olması şarttır. Ayrıca bu durum Fıkıh imamlarından birinin mezhebi üzeri tahric yollarını saglam bir şekilde kullanabilmekle olur. Tabiiki bunun içinde,görüşünün icmaa muhalif düşmedigini bilebilecek kadar sünen ve asar bilgisine sahip olması şart olacaktır.

Ayrıca ashabı tahricin takip ettigi yola bakacak olursak, bu durumda kişi, fıkhın üzerindeicmaa olan temel meseleleriyle ilgili konularını tafsili delilleriyle ögrenebilecek kadar Kuran ve Sünnet bilgisi edinir. Bazı ictihadi meselelere dair delillerden hareketle sonuçlara ulaşır. Görüşler arasında tercihler yapar, tahricleri eleştirir ve saglamlarını zayıflarından ayırma bilgi ve becerisine ulaşır.
Kısmi ictihad yani mezhepte müctehid ise kişi, mutlak müctehid için gerekli olan ictihad şartlarına ulaşamaması halinde, iki mezhepten seçime yani telfige gidebilir. Bunun da şu şartları vardır. O mezheplerin delillerini bilecektir. Telfik sonucu ulaştıgı görüşü, mutlak müctehidin ictihadı alanına girmeyecektir. Kadının hükmünün kabul edilmedigi, müftilerin fetvasının cari-geçerli olmadıgı konulardan olmayacaktır.Bu mertebedeki bir kimse, sahih olmadıgını anlaması halinde, kendisinden öncekiler tarafından yapılmış bazı tahricleri yapabilir. Bunun içindir ki, mutlak müctehidlik iddiasında bulunmayan pek çok ulema, öteden beri tasniflerde bulunmuşlar, düzenlemeler yapmışlar, tahriclere girmişler,tercihler yapmışlardır…

Daha aşagı mertebe ise Müftinin fetvasıdır. Bunların her zaman için karşılaşılan konularla ilgili mezhepleri, hocalarından, atalarından ve kendi hemşehrilerinden oralara tabii olunan mezheplere dair ögrenegeldikleri şeylerdir. Nadir olaylar hakkında ise,Müftinin verecegi fetvalar, mahkeme davalarında da kadının verecegi hükümler esastır. Eski yeni her mezhepten olan muhakkik alimleri hep bu anlayış üzere bulmuşuzdur. Mezhep imamlarının tabiilerine ögütledikleri tavır da budur. Yani delilsiz mezhebe tabi olunmaz. Ebu Hanifenin (Rh.a) Şöyle dedigi rivayet edilir: * Delilimi bilmeyen bir kimsenin, benim sözüme dayanarak fetva vermesi caiz degildir…*

Yine Ebu Hanife, allah ondan razı olsun bir fetva verdiginde şöyle derdi: * Bu Numan bin Sabitin (yani kendisini kasdediyor) görüşüdür. Bu bizim ulaşabildigimiz en güzel sonuçtur. Kim bundan daha güzel bir sonuca ulaşırsa, elbetteki ona uymak daha isabetli olacaktır…* Aynı konuda İmam Malik diyorki: * Rasulullahtan (sav) başka istisnasız herkesin sözü kabul de, red de edilebilir…*

Hakim ve Beyhaki, İmam Şafii den (Rh.a) şöyle dedigini nakletmişlerdir: * Hadis sahih oldugu zaman, benim mezhebim odur. Başka bir rivayette de: Benim sözümün, hadise ters düştügünü görürseniz, siz hadisle amel edin ve benim sözümü duvara çalın. Demiştir…* İmam ahmed bin Hanbel (Rh.a) şöyle derdi:* Allah ve Rasulünün yanında hiç bir kimsenin sözünün degeri olamaz…Bir başka sözü ise şöyle: Ne beni, ne Maliki, ne Evzaiyi, ne Nehaiyi ne de bir başkasını taklid et. Hükümleri, onların aldıgı yerden; kitap ve sünnetten al…*

Her hangi bir kimsenin, şeri meseleler konusunda ulemanın görüşlerini, onların yaklaşımlarını iyice bilmeden fetva vermeye kalkışması dogru olmaz. Ebu Yusuf ve Hanefi mezhebinin dördüncü imamı Züfer demişlerdirki: * Bir kimsenin, nereden aldıgımızı bilmeden, bizim görüşlerimizle fetva vermeye kalkışması caiz olmaz…* Ebu Yusufun oglu Isama „ Sen, Ebu Hanifeye çokça muhalefette bulunuyorsun“ dediklerindeo, şöyle cevap vermiştir: * Çünkü Ebu Hanife, bize nasip olmayan çok üstün bir anlayışa sahipti. Bu anlayışla bizim anlayamadıgımız şeyleri anlamıştı. Bu itibarla anlamadıkça, onun görüşleriyle fetva vermemiz bize caiz olmaz…* (Hüccetullahil Baliga,Veliyullah Dihlevi.c.1.s.569-573)

Bilinmelidirki; Fetva geleneği İslâm dininin doğuşu ile birlikte ortaya çıkmıştır. Sahâbe problemlerini bizzat Allah elçisine sorar, O da bu problemleri âyet veya kendi buyurduğu hadisle çözümlerdi. Fetva verme ve yargı (kaza) fonksiyonu Hz. Peygamberde toplanmıştı. O’nun vâli olarak Yemen’e gönderdiği Muâz b. Cebel (ö. 18/639) ve Mekke’ye gönderdiği Attâb b. Esîd . (ö. 13/634) o yörelerde fetva verme ve kendilerine gelen davaları hükme bağlama yetkisine sahiptiler. Fetva ile meşgul olmak çok önemli bir iştir. Çünkü müftî, helâl, haram, sıhhat, fesat ve benzeri hükümleri İslâm adına açıklamış olur. Bu konuda gerekli araştırmayı yapmadan, kendi hevasına uyarak fetva vermek sorumluluğu gerektirir. Hele fetva, kul hakları ile ilgili ise daha dikkatli olmak gerekir.

İctihad ve fetva vazifeleri büyük bir ilim ve ihtisas işidir. Ayet ve hadislerin manalarını sathi bir şekilde anlayabilen, hâfızalarında sınırlı birkaç hadis bulunan kimselerin bir müctehide tabi olmayıp da şer’î delillerden hüküm çıkarmaya kalkışmaları ve kendi namlarına fetva vermeleri caiz olmaz (ö. Nasuhi Bilmen, Hukûkî İslâmiyye ve İstilâhât-ı Fıkhıyye Kamusu, I, 250).

İslam dininde şimdiki laik sistemde oldugu gibi, din ve devlet ayrımı olmadığı için fetvanın, devlet teşilatına bağlandığı ve biraz da daraltılarak Şeyhülislamlar veya şeyhülislamlık makamı¬nın tayin ettiği „müftüler“ tarafından verilen fıkhı mütealalar anlamını kazanması sonucu¬nu doğurmuştur. Fetvaların, önemli siyasi olaylar ile ilişkili ol¬dukları için İslam devletlerinin işleyişindeki et¬kisi büyük olmuştu. Emeviler, müftülerden gö¬rüş almadıkça büyük İşlere girişmemişlerdir. Abbasiler ise siyasi mülahazalar dolayısıyla Medine’deki müftülerden temaslarının kop¬ması nedeniyle, şer’i delillere kıyası da katan Irak fakihlerine yakınlık göstermişler, Ebu Hanife ve arkadaşları gibi büyük şahsiyetler¬den istidafe etmişlerdir.

Osmanlı devletinde de bu geleneğe riayet edilmiş, fakihler, fetvala¬rında kaynak göstermekle yükümlü tutulur¬ken, Şeyhülislamlar bundan muaf kılınmıştır. Osmanlı devletinde özellikle on altıncı yüzyılda fetva makamları olan müftilik ve şeyhülislam¬lık devlet yönetiminin hemen her alanında bir¬çok fetva vermişlerdir. Balkan devletlerinden bazılarıyla Osmanlı devleti arasında müftülük teşkilatına ait muahedeler bile bulunmakta¬dır. Bu fetvalar şer’i, hem de örfi kanun niteli¬ği kazanmıştır. Kanunname mecmualarında fetvalar ve bunların nitelikleri sıralanmakta¬dır.

Günümüzde medeni kanun kapsamına giren konularda olduğu gibi, arazi ve vergi me¬seleleri ile ilgili fetvalar da verilir ve bunlar uy¬gulanması zorunlu kanunlardan sayılırdı. Ör¬neğin Şeyhülislam Ebussuud Efendi’nin Os¬manlı devletindeki arazi çeşitleri ve bunların miri, haraci veya öşri topraklar olduğu hakkın¬daki görüşleri, bir fetvanın hukuki unsurlarını kapsamakla birlikte birer kanun maddesi ha¬linde kabul edilip mecmualara geçirilmiştir. Osmanlı döneminden bir misal verirsek konu daha iyi anşlaşılır sanıyorum.

Yavuz Sultan Selîm Han 1512’de Osmanlı tahtına oturup iç işlerini yoluna koyduktan sonra, kıvılcımları Irak ve Horasan’a yayılmış olan şiânın fitne ateşini söndürme plânına koyuldu. Bunun için de devrin ilim adamlarını yardıma çağırdı. İbni Kemâl paşazade, İdrîs-i Bitlîsî, Zenbilli Ali Cemâlî efendi ve daha nice ilim adamları bu gö¬reve koştular. Dîvânda harb için tereddüd edenler vardı. Mesele fazla oyalamaya gelmemeliydi. Bu durumda İbni Kemâl paşazade şu fetvâyı verdi: * Her türlü hamd ve senâ, kudret ve kerem sâhibi yüce Allah’a olsun. Selâtü selâm da doğru yolu gösteren hazreti Muhammed aleyhisselâma ve O’na tâbi olanlara olsun. Haberlerde geldiğine göre, aşırı şiâya bağlı bir grup, Ehl-i sünnet vel-cemâat yolunda olan müslümanların memleketlerinin pekçoğunu işgâl ettiler. Oralarda kendi bâtıl yolları ile görüşlerini yaydılar. Hazreti Ebû Bekr, hazret-i Ömer ve hazret-i Osmân hakkında küfr, fenâ sözler söyle¬diler. Bunların halîfeliklerini inkâr ettiler. İlim erbâbına ve ictihâd yapan müctehidlere hakâretler savurdular.

Onların başında bulunan Şah İsmâ¬il’in tâkib ettiği aşırı şiâ yolunu tutulacak en kolay ve doğru yol zannetti¬ler. Onlara göre Şah dinde sınırsız bir yetkiye sahiptir. Onun dinde helâl kıldığı helâl, haram kıldığı haramdır. Meselâ Şah içkiyi helâl kılmıştır, öyle ise içki helâldir… Netice olarak onların kötülükleri ve küfürleri sayı¬lamayacak kadar çoktur.Buna göre bizim, onların küfür ve irtidâdlarında (İslâmiyetten ayrıl¬dıklarında) aslâ şüphemiz yoktur. Ülkeleri Dârü’l-harbdir. Erkekleri ve kadınları ile evlenmek câiz değildir. Bunlar hakkında verilecek hüküm, dinden dönenler hakkında verilecek hüküm ile aynıdır. Erkeklerden bu sapık yolu bırakıp müslüman olanlar serbesttir. Kabul etmezlerse hakları kılıçtır, öldürülürler. Savaşa gücü, kudreti olan müslümanların bu cihâda katılmaları farzdır…*

Böylece bütün müslümânların dikkati çekildi ve gafletten uyanmaları gerektiği belirtildi. Ayrıca İbn-i Kemâl paşazade, Şah İsmâil’in Ehl-i sünnetten olan Akkoyunlu, Gürganlı ve Dulkadirli devletlerinin ahâlisine yaptığı zulüm ve mezâlimi şiirleri ile yaydıktan sonra; „Ama Allah onun insanlara yaptığını yanına koymadı. Bu ejderhayı yutmaya bir asâ ve o firavunu nehre batı¬ran bir Mûsâ yarattı.“ diyerek Selîm Hanı övdü, onun peşinden yürünme¬sini tavsiye etti. Ve böylece Fetva alındıktan sonra hazırlıklar yapıldı 1514.Yılında Şia üzerine sefere çıkılmış oldu…

Osmanlı döneminde idari ve hukuki sistemde, Şeyhulislam, Müfti, Kadı gibi kazai makamların yanında birdr Fetva emini vardı. Fetva emini, Şeyhulislam’a sorulan şeri me¬selelerle ilgili fetvaları hazırlamak, yazılı soru¬lara cevap vermek, şer’iyye mahkemesince ve¬rilen ilamları incelemekle görevliydi. Fetva eminleri, fıkıh ilmiyle yakın ilgisi bulunan kim¬seler arasından seçilirlerdi. Şeyhülislam’in fet¬va verme yetkisi yanında vilayet, sancak ve ka¬zalarda da halkın sordukları sorulara cevap ve¬ren müftülükler vardı. Müftüler, verdikleri fet¬vaların üzerine nerenin müftüsü olduğunu ya¬zar ve verdikleri fetvanın Arapça metni ile hangi kitaptan aldıklarını belirtirlerdi.

Şu veya bu insan değil de, insanı yaratan Allah, bazı kural¬lar koymuş ve onlara uyulmasını istemiştir. Peygamberlerle savaşanların ve onları sürgün edenlerin başında genelde sömürüp sustur¬dukları insanlara karşı otoritelerini kaybet¬mekten korkan kanun koyucular ve yönetici¬ler vardır. Fıkıh, Allah’tan İnsanlığın mutlu¬luk ve olgunlaşması için gelen son semavi din olan İslam ve onun İki ana kaynağı Kur’an ve Sünnet’İn pratiğe uygulanmış şeklidir. Fıkıha, bu anlamda, Kur’an ve Sünnetin her asır insa¬nının anlayacağı ve yaşayabileceği düzeye indi¬rilmiş şekli de denebilir. Hukuk sistemleri ile İslam fıkhı arasında temelde ba¬zı temel farklılıklar vardır bunlara kısaca bakacak olursak:

Öncelikle, İslam fıkhının kaynağı ilahidir. İlahi olma özelliği her hükmünde asıldır. Diğer hukuk sistemleri ise, insanların örf ve geleneklerine, otoritenin arzularına, fikri yapılarına ve bü¬yük oranda ‚çıkarlarına‘ dayanır. Özet olarak İslam fıkhı, Allah’tan insana, hukuk-sistemleri ise, insandan insana doğrudur. İslam fıkhı, Al¬lah ve insan arasındaki oranlamayla ölçülecek bir yaptırım ve kabul getirirken, hukuk sistem¬leri, benzer yapılı kişilerin bu kuralları birbir¬lerine tatbikinden ibaret olduğu için ancak, mevcut silahlar ve insanlara karşı bu silahla¬rın üstünlüğüne paralel bir yaptırım ve kabulü sözkonusudur. Batılılar kendi hukuklarının toplumun içinden çıktığına ve toplum tarafın¬dan belirlendiğine inanırlar. Oysa müslüman¬lar için hukuk (fıkıh) toplumdan önce gelir ve onu biçimlendirir. İslam fıkhının kuralları, Al¬lah’ın insanlar İçin koyduğu ebedi ve ezeli öl¬çülerin uygulamaya dönüşmüş biçimleridir.

Ayrıca, İslam fıkhının ana ilkeleri belirlenmiş olup kıyamete kadar değişmez niteliktedir. Ancak fer’i konularda, ana ilkelere sadık kalı¬narak içtihadlar (değişiklikler) yapılabilir. Be¬şeri hukuk sistemlerinde ise, hiçbir hükmün sabitliği ve ebediyen değişmeyeceği düşünüle¬mez. İçtihadın varlığı, fıkhı, bir zaman sonra donma ve ihtiyaca cevap vermemekten kurtar¬maktadır. Fıkıh, hayatın bütününe ayarlanmış yapısıyla ancak bütünü istenen sonucu verir. Bölümlerinden bir bolümü, o bölümden arzulananları bile veremeyebilir.

İslam Fıkhı, hayatın her alanını ve anını kapsar. Zaman ve mekanın değişmesi ile eski¬me ve yetersizliğe düşmesi söz konusu olmaz. Bu açıdan bakıldığında İslam fıkhının „İslam Hukuku“ olarak tercüme edilmesi doğru sayıl¬mayabilir. Diğer hukuk sistemleri fıkhın kap-samlılığı ve evrenselliğinden yoksundurlar. Fıkhı bir hukuk sistemi gibi görmek, onun en¬gin geniş açısını perspektifini daraltmaya yol açar. Hukuk sistemleri belli ulusların, genelde coğrafya ve kültürlerinin etkisinde kalarak geliştirdikleri kurallardır. Demokrasi, Sosyalizm, Liberalizm, laiklik gibi adlarda birleşiyor görünseler de, her millet, ulus için değiş¬kenlik gösteren bir demokrasi ve sosyalizm vardır. Fıkıh ise, cins ve coğrafya sınırlarını kaldıran, tek dünya ve tek insan prensibine da¬yanan bir hukuk sistemidir. Fıkıh ancak kendi terimleriyle tanımlanabilir. Ayrıca, „ahiret“ kavramının da fıkıhta yer alması, hukuk kavra¬mı ile ayniliğini veya ona denkliğini ortadan kaldırmaktadır.

Fıkıh, sosyal yönü ağır basan bir disiplin¬dir. Hak, yalnız Allah’ındır. Ancak her bireyin başkasına zararı olmadığı sürece bireysel öz¬gürlükleri vardır. Kamunun çıkarı, bireyin çı¬karından önde tutulur, ama birey de ezilmez. Fıkıhta dünyevi ve uhrevi olmak üzere iki ayrı ceza gündeme gelir. Dünyevi cezadan kur¬tulan bir yükümlü uhrevi ceza İle muhakkak karşılaşacaktır. Fıkıh, hiç bir hukuki sistemde olmayan bir biçimde olayları iki bölümde inceler: Za¬hir ve batın. Hükümler zahire yani dış görünüşe göre verilirken fıkıh dünya için tatbik edilmiş olur. Ancak hükmü – insan olmaktan kaynakla¬nan bir nedenle – yanıltan bir durum olursa, bu da olayın batın yönüne, ahiretteki hesaplaş¬maya havale edilmiştir.

Fıkhın gayesi „en iyi insanı“ oluşturmak, onu yetiştirmektir. Diğer amaçlar bu hedefin arkasından gelir. Beşeri sistemlerde ise gaye, silah gücüyle de olsa, toplumda huzur ve istik¬ran sağlamaktır. İslam fıkhı İle beraber zikre¬dilen „Şeriat“ kavramı onun eş anlamlısı değil¬dir. Çünkü ilkin şeriat, kitab ve sünnet olarak vahiydir. Fıkıh İse mütçehidlerini içtihadlarınıda içerir. İkinci olarak da, Şeriat vahiy olduğu için hatadan berîdir. Ayrıca İslam fıkhı ifadesi üzerinde icma edilen ve edilmeyen konulan da içerir. Son olarak İslam fıkhının yanılmaması diye bir şey yoktur. İslam fıkhının çoğunlukça kabul edilmiş dört kaynağı vardır; Kitab (Kur’an), Sünnet, İcma ve Kıyas. Kitab ve Sünnet tartışmasız iki kaynaktır. İcma ve kıyasta ise, ilk iki kaynak içerisinde olma ya da ikisinden birine dayan¬ma, kıyaslanma şartı vardır. Değişik mezheple¬re göre, üzerinde ittifak olmayan başka kaynaklar da vardır. İnsan hayatındaki eylemlerin fıkıh dilindeki ifadelerinden temel hükümleri oluşturan te¬rimleri ise şöyle sıralayabiliriz: Fıkıhta bütün eylemler beşli bir sınıflamaya tabi tutulmuş¬tur Farz (ya da vacib) yapılması zorunlu olan eylemler; mendub yapanın övüldüğü fakat yapmayanın da kınanmadığı eylemleri; mu¬bah, ne iyi, ne de kötü olan eylemler; mekruh, yapanın kınandığı eylemler; haram ise kesin¬likle yasaklanmış olan eylemlerdir. (Sosyal B.A.Nureddin yıldız.)

Fetva verenlerden iki dönem ve Alimine örnek gösterecek olursak: Tâbiîn devrinde Kûfe’de yetişen müctehid imamların büyüklerinden Saîd bin Cübeyr (Rh.a) Kendisine her meselede soru sorulan ve ictihadına başvurulan bir müctehiddi. Abdullah ibni Abbâs ve Abdullah bin Ömer’den çok ilim almıştır. Ha¬dîs, fıkıh, tefsir ve kırâat ilimlerinde, onlardan çok rivâyette bulunmuştur. Bir defasında Abdullah ibni Abbâs kendisine şöyle buyurdu: „Ey Saîd! Sen de dînî meselelerde, soranlara cevap ver. Hatalı bir hükümde bulu¬nursanız tashih eder, düzeltiriz. O da; „Ey İbn-i Abbâs, sizin huzuru¬nuzda dînî işlere karışmak benim haddim değildir“ diye tevâzularını bil¬dirmiştir.

Ancak İbn-i Abbâs hazretlerinin gözleri âmâ olup, göremez hâle gelince, Saîd bin Cübeyr fetvâ işlerini üzerine aldı ve müslümanların dînî meselelerdeki müşküllerini halletmeye başladı. Onun ilminin çokluğunu bütün âlimler ittifakla bildirmişlerdir. Hadîs ilminde rivâyetleri çok meşhur olup, sika yani güvenilir ve sağlamdır. Kütüb-i Sitte’de rivâyet ettiği hadîsi şe¬rîfler vardır. Tâbiîn devrinin meşhûr âlim ve velîlerinden Zührî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Tam ehil olmadan fetvâ veren kimse, Allahü teâ- lânın nezdinde mes’ûl olur. Böyle kimse, Cehennem’in tâ kenârında¬dır.”

Fetva makamını hakkıyla dolduran, Osmanlı Ulemasının en önde gelenlerinden birisi ise, Zenbilli Ali Efendi dir. Zenbilli Ali Efendiye (ra), Kânûnî Sultan Süleymân, meyva ağaçlarını karıncaların sarması üzerine, karıncaları kırmak için meseleyi hazretlerine güzel bir beyitle sorar ve şöyle der: “Dırahtı (ağacı) sarmış olsa eğer karınca…Zarar var mı karıncayı kırınca.” Zenbilli Ali Efendi zarîf bir ifâde ile sorulan bu suâlin altına şu beyti yazarak cevap vermiştir: “Yarın divânına Hakk’ın varınca…Süleymân’dan alır hakkın karınca.”

Bilindigi gibi; Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ve Ömer b. Abdülaziz gibi halifeler hem devlet başkanı, hem müftî ve hem de kadı itliler. Bu üç sıfat tek kişide toplanıyordu. Daha sonra devlet başkanlığı ile fetva ve kaza fonksiyonları birbirinden ayrılmıştır. Zamanımıza gelene kadar bilinen bazı Fetva kitaplarına örnek verecek olursak bazıları şunlardır: a) Hindiyye: „el-Fetâvâ’l-Hindiyye ve el-Alemgîriyye“ ismini taşıyan bu meşhur fetva kitabı, Sultan Muhammed Evrengzîb Bahâdır Âlemgîr (ö. 1 1 18/1706)’in emriyle, Hindistan âlimlerinden bir kurul tarafından te’lif edilmiştir. Hanefi mezhebine ait, arapça olup, hükümleri delillerini kapsamına almaz. Meseleler fıkıh bablarına göre düzenlenmiştir. Eser birkaç defa basılmıştır (Bulak, I-VI, 1310/1892, el-Meymeniye, 1323/1905).b) Hâniyye: Ferganalı Fahruddin Hasan b. Mansûr (ö. 592/1196) tarafından te’lif edilmiştir. Hanefi mezhebi’ne göre verilen fetvalardan ibarettir. Çok yaygın olan ve sık sık meydana gelen meseleleri kapsamına alır. Hindiyye’nin kenarında basılmıştır.c) Bezzâziyye: Harezmli Muhammed b. Muhammed el-Kerderî (ö. 827/1424) tarafından te’lif edilmiş olup, el-Câmiu’l-Vecız adiyle yine Fetevây-ı Hindiyye’nin kenarında basılmıştır.d) Hulâsatü’l-Ecvibe: Çeşmizâde Muhammed Hâlis (ö. 1298/1881) tarafından on beş yıllık bir çalışma sonucu tertip edilmiş olup, bazı rumuzlar kullanılarak Feyziyye, İbn Nüceym, Abdurrahım, Behce, Ali Efendi ve Netice adlarını taşıyan altı fetvâ kitaplarının fetvalarını bir araya getirmiştir. „Cevapların özeti“ anlamına gelen bu eser iki cilt hâlinde basılmıştır.e) Mahmud Şeltut, el-Fetâvâ: Muâsir Ezher âlimlerinden Mahmud Şeltut tarafından te’lif edilen bu eser, tek cilt olup, bazı çağdaş problemlere verilen fetvaları kapsamına almaktadır… (Şamil İ.Ans.)

Sorulan sorular üzerine verilen Fetvalardan da bir kaç örnek vererek konumuzu baglayalım inşaallah. Osmanlı âlimlerinin en meşhûrlarından ve büyük velî Ebüssü’ûd Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin vermiş olduğu binlerce fetvâdan bir kısmı ise şu şekildedir. „Bir tavuk boğazlanıp, içi ve gursağı çıkarılmadan, kaynar suda haş¬lasalar, yolsalar, yemesi helâl olmaz, haramdır. Kesip içi ve gursağı çı¬karılıp, içi yıkandıktan sonra haşlanırsa, tüylerine necâset bulaşmamış ise, yemesi helâl olur.“ „Bir köyde veya mahallede mescid olmayıp, cemâatle namaz kılma¬salar, hükûmet bunlara zorla mescid yaptırmalıdır. Cemâati ihmâl eden¬leri tâzir etmelidir.

Soru: Namazda otururken şehâdet parmağı kaldırmak mı kaldırma¬mak mı daha iyidir? Cevap: Her ikisi de iyi demişlerdir. Fakat parmağı kaldırmamak daha iyi olduğu meydandadır. Suâl: Bir dilenci gelip: „Allah aşkına, Peygamber aşkına; Allah’ı se¬versen, Peygamber’i seversen bana bir akçe ver“ dese; o dilenciye: „Al¬lah versin!“ tarzında cevap verilse veya hiç bir yardımda bulunulmasa günaha girmiş olunur mu? Cevap: Sevmek, vermeyi gerektirmez… Vermemesi sevmemesine bağlı değilse, hiçbir hatâ ve günah yoktur.

Suâl: Karacaahmet tekkesine hasta götüren ve orada kurban kesen kimseler: „Hasta oraya varınca şifâ bulur“ diye inansalar“ dînen onlara ne gerekir? Cevap: Eğer şifâ verenin Allahü teâlâ olduğunu bilirler ve Karacaah- med’i de sâlih bir kişi olarak tanırlarsa bir şey gerekmez… Suâl: Cenâb-ı Hak hazretleri mekan mefhumundan münezzehtir. Böyle olduğu halde „Allah göklerdedir“ tarzında mı veya bir başka şe¬kilde mi inanmak gerekir?..Cevap: „Allahü teâlâ bütün mekanlardan münezzehtir. Gökler, yerler onun idâresindedir. İlmi ve gücüyle onlara hâkimdir“ tarzında îtikâd et¬mek gerekir. Duâ ânında elleri yukarı kaldırmak, üst cihetin, semânın, duânın kıblesi kabul edilmesinden dolayıdır. Suâl: Bir mescide imâm olmak mı yoksa marangozluk mu daha iyi¬dir? Cevap: Bir sanatı, namazı hiç terketmeden yürütmek, Allah katında makbul ameldir.

Osmanlı Şeyhulislamlarından büyük devlet adamı İbni Kemâl Paşa (ra) ne güzel söylemiş. Haberler ululardan naklolunur…Her Firavuna bir Mûsâ bulunur…Allah cümlesinden razı olsun. Cenabı hak bizleri Kuran ve Sünneti seniyye düsturundan ve ehli sünnet vel cemaattan ayırmasın. Dinimize sımsıkı baglananlardan eylesin…Amin… Sermedkadir…Lu…14.10.2011

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht.