Görünen ve Görünmeyen Hallerimiz

Rabbimiz Hadid suresi ilk beş ayette mealen şöyle buyurmaktadır: *** Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah’ı tesbih etmektedir. O, çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir. Göklerin ve yerin mülkü O’nundur. O, diriltir, öldürür, O, her şeye kadirdir. O ilktir, sondur, zahirdir, bâtındır. O herşeyi bilendir. O’dur ki gökleri ve yeri altı günde yarattı. Sonra arş üzerine istivâ etti (hükümran oldu). Yere gireni, ondan çıkanı, gökten ineni, ona çıkanı bilir.Nerede olsanız O sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görmektedir. Göklerin ve yerin mülkü O’nundur. Bütün işler O’na döndürülecektir…

Zahir Mana itibariyle:Ortaya çıkan, bir şeyin üstüne çıkan, üstün gelen, galip gelen. Bir fıkıh usûlu terimi olarak zâhir bir lâfız çeşidi olup şöyle tarif edilir: Anlaşılması için dış bir karineye muhtaç olmayacak şekilde bu anlama açık olarak delâlet eden, fakat te’vîl ve tahsîs ihtimaline açık bulunan ve kendisinden çıkarılan sözün asıl sevk sebebi olmayan lafza „zâhir“ denir.İslâm Hukuk usûlünde lafızlar manaya delâletin açıklığı ve kapalılığı bakımından ikiye ayrılır. Mânâya delâleti açık olan lafızlarda, kasdedilen mananın anlaşılması için bir açıklamaya veya dış karineye ihtiyaç duyulmaz.

Bunlar açıklık ve delâlet kuvvetine göre açıktan daha açığa doğru; a) Zâhir, b) Nass, c) Müfesser, d) Muhkem olmak üzere dörde ayrılır.Mânâyı delâlet kapalı olan lafızlarda ise kasdedilen mananın anlaşılması için, bir açıklamaya veya dış karîneye ihtiyaç duyulur. Bunlar da dört tane olup; a- Hafî, b- Müşkil, c- Mücmel, d- Müteşabih adlarını alırlar.Anlamı açık olan zâhir lafız, delâlet kuvveti bakımından en aşağı derecede bulunur. Çünkü sözcüğün anlamı sözlük bakımından kolaylıkla terceme edilip anlaşılmakla birlikte, sözcük bu anlaşılan anlam veya ondan çıkarılan hükmü, bildirmek için gelmemiştir. Bir lafzın böyle sevkedilmediği manaya delâleti, lafzî bir delâlettir. Çünkü onunla birinci derecede bu anlam kasdedilmemiştir.

Batın ise:Bir şeyin içi, gözle görülemeyen tarafı, Allah’ın isimlerinden biri.Bâtın kelimesi Kur’an’da değişik anlamlarda kullanılmıştır. Bâtın, her şeyden önce Esmau’l-Hüsna*’dan biridir: „O evvel (her şeyden önce) dir, Ahir (kendisinden sonraya hiç bir şeyin kalmayacağı son)’dur. Zâhir (varlığı aşikâr)’dır. Bâtın (gerçek mahiyeti insan için gizli) olandır.Ebû Hüreyre (r.a.)’den rivayet edilen bir hadis-i şerifte de Allah Teâlâ’nın doksandokuz ismi olduğu zikredilmiş, bunlardan birinin de el-Bâtın* olduğu belirtilmiştir. (Tirmizî, Daavat, 82). (Şamil İ.A.)
Dinin tıpkı bir madalyon gibi iki tarafı, iki yüzü vardır. Bir yüzde temizlikten ibadetlere, haram ve helallerden ticaret hayatına kadar uzanan kurallar, emir ve yasaklar…

Diğer yüzde ise insanın iç dünyasını, gönlünü, akleden ve hisseden bir varlık olarak duruşunu, bakışını, sevgisini, nefretini konu alan derunî boyut…Yani “zahir” ve “bâtın”.

Yüce dinimiz insanın bu iki yönünü bir arada, bir bütünlük içinde ele alır, işler ve ilahî nurlarla bezer. Zahir ve bâtının biri olmadan diğeri olmaz. İkisi bir arada, kapsamlı ve derin bir itibatla birbirine bağlıdır.Sahih bir dindarlık ancak bu irtibatı koruyarak gerçekleşir.

On dokuzuncu asırdan itibaren Materyalizm’in yani maddeciligin ön plâna çıkmasıyla birlikte giderek her şey maddi, zahirî yani dış ölçülerle ele alınmaya başlanmış, din ve maneviyat adına ne varsa inkâr edilmiştir. Hatta o kadar ileri gidilmiştir ki, duyu organlarının algılayamadığı, pozitif bilimlerce doğrulanmayan her şey reddedilmiştir.

Bu akım sadece dinin geri plâna itilmesi ve dinsizliğin moda oluşuna sebebiyet vermekle kalmamış, bir kısım müslümanları, özellikle de bazı müslüman ilim adamlarını etkilemiştir ne yazıkki.Bu etkinin halen devam eden bir sonucu olarak günümüzde keşif, keramet, tasavvuf, şefaat, evliya ve daha birçok manevi hakikati, hatta mucizeleri bile inkâr eden müslüman ilim adamlarının sayısı geçmişe nazaran bir hayli artmıştır.Dinî hakikatlerin hemen tamamını maddi, zahirî bir yaklaşımla ele alan, her şeyi maddi kalıplara oturtmaya çalışan bu zahirperest insanların, zihniyet olarak manaya ait her şeyi inkâr eden materyalistlerle ortak yönlerinin bulunması dikkate değer bir husustur.

Zamanımızın en ön planda görülen hastalıgı olan çağdaş bunalım, arızalı maneviyatçılık,Hızlı maddileşme, maneviyata karşı yabancılaşma, bu sefer de tam zıddı olan başka bir yanlışı körükleme eğilimindedir: Bâtıl ya da arızalı maneviyatçılık…Zira insanlık aradığı huzuru maddede ve maddecilikte bulamamış, maneviyata yönelme ihtiyacını hissetmeye başlamıştır. Bu ihtiyaca binaen manevi, bâtınî özellikleri öne çıkan dinî ve mistik akımlar çokça taraftar bulabilmektedirler,yani ifrat ve tefrit hastalıgı yeniden dogmuştur…

Her zaman diliminde oldugu gibi, İfrat tefriti doğurmuş, insanlar yanlış tercihlere sürüklenmişlerdir. Budizm, Uzakdoğu dinleri, bir kısım Yahudi (Kabbalist), Hıristiyan ve Hindu tarikatlarına gösterilen rağbet buna örnek olarak gösterilebilir.Allaha binlerce binlerce şükürler olsunki, aleyhteki bunca propaganda ve provakasyonlara rağmen halen günümüz dünyasında en hızlı yayılan din İslâm’dır. İslâm’ın buralarda hızla yayılmasına sebep olan etkenlerin başında ise inanıyoruzki İslam dininin tebligi,anlatılması,davete verilen gayreti,çabası bu önemi dahada artıracaktır inşaallah…

Rabbimiz Ali imran suresi ayet.7.de mealen şöyle buyurmaktadır: *** Sana bu kitabı indiren O’dur. Bunun âyetlerinden bir kısmı muhkemdir ki, bu âyetler, kitabın anası (aslı) demektir. Diğer bir kısmı da müteşabih âyetlerdir. Kalblerinde kaypaklık olanlar, sırf fitne çıkarmak için, bir de kendi keyflerine göre te’vil yapmak için onun müteşabih olanlarının peşine düşerler. Halbuki onun te’vilini Allah’dan başka kimse bilmez. İlimde uzman olanlar, „Biz buna inandık, hepsi Rabbimiz katındandır.“ derler. Üstün akıllılardan başkası da derin düşünmez….***

Şu husus dikkatlere şayandırki zamanımızda; Sadece Batı’da değil, İslâm aleminde ve özellikle de ülkemizde buna benzer manevi-bâtınî bir yöneliş göze çarpmaktadır. Son zamanlarda hemen her televizyon kanalında “bâtınî sırları” konu edinen programların ortaya çıkışı, söz konusu yönelişin birer ispatı sayılabilir. Bunlardan bazıları zahir-bâtın dengesini kurarak olumlu tesir bırakırken; diğer bazıları namaz, oruç, zekât, güzel ahlâk gibi İslâm’ın zahirî emirlerini ihmal edip, işi sadece olağanüstü hallere, kerametlere havale ederek izleyicilerinin inanç ve düşüncelerini olumsuz etkilemektedirler.

Konumuzun başına almış oldugumuz hadid suresi ilk ayetlerinde de görüldügü gibi;Zahir ve bâtın lafızları birbirinden kıl kadar ayrıldığı zaman sapmalar baş gösterir.Kelime manası itibariyle zahir; bir şeyin dış yüzü, görünen tarafı ve duyu organları ile hissedilip bilinen kısmı demektir. Bâtın ise bir şeyin gizli, iç, derunî, sırlı tarafı, tefekkür ve firasetle bilinen manevi ciheti demektir.Mutlaka, Her zahirin bir bâtını vardır. Bu bakımdan ilim ve ameller de zahir ve bâtın olarak ikiye ayrılır.

Bilindigi gibi; Zahirî ameller, bedenle yapılan iş ve ibadetlerdir. Abdest, namaz, oruç, hac, zekât, nikâh ve benzerleri bu gruba girer.Bâtınî ameller ise kalplerde zuhur eden iman, yakîn, tasdik, ihlâs, tevekkül, teslimiyet, muhabbet gibi hallerdir. Zahirî ilim, bedenle yapılan iş ve ibadetlerin dinî hükümlerini anlatan ilimdir. Fıkıh ilminin temel konusu budur. Fizik, kimya, biyoloji gibi müspet ilimler de zahirî ilimlerdendir.Bâtınî ilim ise varlığın, ibadetlerin ve yukarıda zikredilen kalbî ameller ve bunların hakikatlerini anlatan ilimlerdir. Örnek gösterecek olursak,Tasavvuf ilminin konusu da budur. Tarikat ise, bu ilimlerin pratiği ve uygulamasıdır. Ayrıca, iman ve tasdik gibi konular Akaid ilminin de temel esasını teşkil ederler.Bâtın ilmi, kalp, ruh ve nefs gibi manevi lâtifeleri tanıtıp terbiye yollarını gösteren, Hakk’a ulaştıran yolları anlatan bir ilimdir.

Ayrıca isimleri, fiilleri ve sıfatlarından başlayarak Allah Tealâ Hazretleri’ni tanıtan, insan ve kâinatın iç yüzünden bahseden, berzah alemi, melekût alemi, ahiret alemi gibi, manevi alemlerden haber veren bir ilimdir.Bu ilimlerin bir bölümü ayet ve hadislere dayanırken, diğer bölümü Hakk’a vasıl olmuş, görünürdeki eşya ve olayların arkasındaki hakikatleri keşif ve ilhamla bilen, kalp gözüyle gören velîlerin verdiği haberlere dayanmaktadır.Bâtınî bilginin en temel ölçü şudur: Bâtın ilminin asla zahir ilmine ters düşmemesi gerekir…

Bir ölçüyüde burada ifade edelimki;“Zahire muhalif her bâtın bâtıldır.”kuralı inandıgımız ölçü ve kuralların başındadır.Yani kısaca bizim için asıl olan Ehli Sünnet alimlerinin bildirdikleri ilimlerdir. Keşif, ilham, rüya, gibi şeyler, müçtehit imamların cumhurunun bildirdiği hakikatlere uygun düşmezse kabul edilmez. Çünkü Ehli Sünnet alimlerinin bilgileri peygamberlik kaynağından alınmış olup, genelde vahye dayanmaktadır. Tasavvuf büyüklerinin keşif ve ilhamlarının doğruluğu ise kesin değildir, zannîdir…

Şurası çok iyi bilinmelidirki; evliyanın yanlış keşiflerine uyanlara sevap verilmez. Çünkü ilham ve keşif ancak sahibi için senettir, delildir. Başkalarına senet ve delil olamaz. Müçtehitlerin sözü ise mezhebinde bulunan herkes için senet ve delildir.Netice itibarıyla, evliyanın yanlış ilhamlarına, keşiflerine uymak caiz değildir. Müçtehitlerin sözlerine uymak ise, hata ihtimali olsa dahi, caizdir ve hatta vaciptir.Şunu da belirtmek gerekir ki, hakka’l-yakîn mertebesine ulaşmış olan velîler, şuur ve uyanıklık (sahv) halindedirler. Onlar gaybî bilgileri, İslâm’ın hükümlerini geniş ve doğru bir biçimde keşfen müşahede ederler.

Başkalarına çalışıp öğrenmekle hasıl olan ilim onlara keşif yoluyla hasıl olur. Velilerin hakka’l-yakîn makamına ulaştıklarının alameti ise, bilgi ve marifetlerinin İslâm’ın bildirdiği hakikatlere tam uygun olması, kıl kadar farklılığın bulunmamasıyla anlaşılır.Bu kaidelere dikkat edilmediği takdirde, Allah korusun, İslâm dairesi dışına çıkan Bâtınîlerin düştüğü sapkınlık çukuruna düşülmüş olur.Bu konuda daha fazla malumatlar,veliler ve tarikatlarda usül kitaplarına müracaat edilerek bulunabilir.

Zahir ve bâtının hükmü konusuna kısaca bakacak olursak;Her şeyden önce, kişinin mümin sayılabilmesi için iman, tasdik, muhabbet gibi, bâtınî amellerden bir bölümünün bulunması şarttır. Ayrıca Kur’an ve Sünnet’in koyduğu hükümlere göre, zahir ve bâtın amellerin bir kısmı herkes için farz-ı ayındır.Mesela bedenle, zahiren beş vakit namaz kılmak farz olduğu gibi, o namazı kalben riyasız, gösterişsiz ve sırf Allah rızası için kılmak da farzdır. Eğer ihlâs olmazsa ibadet boşa gitmekle kalmaz, kişi ibadeti sebebiyle ceza da görebilir.

İslâm’ın zahirî emir ve yasaklarına uymadan insanın bâtınını düzeltmesi mümkün olmadığı gibi, zahirsiz bâtınî amellerin de bir faydası da yoktur. Hem İslâm’ın emir ve yasaklarına uymak gibi nefsi kıran başka bir şey de yoktur. İmam-ı Rabbani Hazretleri bu hususu şöyle açıklamaktadır:“İslâm’ın bir emrini yerine getirmek, kendi düşüncesiyle yapılan binlerce senelik riyazet ve mücahededen daha tesirlidir. Hatta İslâm’a uygun olmayan riyazet ve mücahedeler nefsi daha da azdırır. Zahirî emirler ise böyle değildir.

Nefsi kırarak bâtını güçlendirir. Meselâ zekâttan bir kuruş vermek, zekâtın dışında kendiliğinden binlerce altın hayır yapmaktan çok daha fazla nefsi tahrip eder. Yine mesela İslâm’ın emri olduğu için bayram günü oruç tutmayıp yiyip içmek, kendiliğinden senelerce oruç tutmaktan daha faydalıdır. İki rekât sabah namazının farzını cemaatle kılmak sünnettir. Bu sünneti yapmak gece sabaha kadar nafile namaz kılarak sabah namazını cemaatsiz kılmaktan daha iyidir. Hz. Ömer r.a. gece sabaha kadar ibadet edip de cemaate gelmeyen biri için, ‘Keşke bütün gece uyuyup da sabah namazını cemaatle kılsaydı…’ buyurmuştur.”

İslâm’dan sapmış olanlar binbir eziyet, riyazet ve mücahedeyle nefislerini köreltiyorlarsa da bir kıymeti yoktur. Bunların kalpleri zulmet içindeyken nefsleri parlayıp cilalanır. Böylece kendilerinden keramete benzer istidraçlar zuhur eder. Mesela Brahman papazları ve Hint fakirlerinin durumları böyledir. Hint fakirlerinden havada bağdaş kurup oturanlar vardır. Ama bu durum onların azabını çoğaltmaktan ve ebedi felakete sürüklemekten başka bir işe yaramaz. Allah Tealâ ancak İslâm’a tabi olanlardan razı olur. Bazen onların bir saatlik çalışmaları yüzlerce senelik manevi kazanca sebep olur. Çünkü Hak İslâm’a uygun amelleri kabul eder ve beğenir.

Rabbimiz Lokman suresiayet.20-22.de mealen şöyle buyurmaktadır: *** Görmediniz mi ki, Allah göklerde ve yerde ne varsa hepsini sizin hizmetinize vermiş, gizli ve açık olarak nimetlerini üzerinize yaymıştır. Bununla beraber insanlar içinde kimi de var ki, ne bir ilme, ne bir mürşide ve ne aydınlatıcı bir kitaba dayanmaksızın Allah hakkında mücadele ediyor.Onlara: „Allah’ın indirdiğine tabi olun!“dendiği zaman: „Hayır, biz atalarımızı neyin üzerinde bulduksa, onun ardınca gideriz.“ diyorlar. Ya şeytan onları cehennnem azabına çağırıyor idiyse de mi onlara uyacaklar? Oysa her kim iyilik yaparak yüzünü tertemiz Allah’a tutarsa, o gerçekten en sağlam kulpa yapışmıştır. Öyle ya bütün işlerin sonu Allah’a dayanır…***

İnanıyoruzki; Her şeyden önce Ehli Sünnet itikadından haberi olmayan bir kimsenin imanını muhafaza etmesi bile zordur. Bu devrin en büyük engeli iman noktasındaki zafiyetlerdir. Çok zaman namaz kılan insanların bile itikadında bozukluklara rastlanabilmektedir. Yolun sonuna gelmemiş tasavvuf erbabı da söz konusu tehlikenin dışında değildir. Zira, diğerlerine nispetle az da olsa, bilgisizlik ve aşırı muhabbet sebebiyle tasavvuf erbabında da bozuk itikatlara rastlanabilinmektedir. Allah korusun insan bir defa dinden çıktı mı, geçmişteki bütün sevapları silindiği gibi, farz olan ibadetlerin vebali de üzerinde kalır.

Cehaletin zararları sadece bununla sınırlı değildir. Amellerin boşa gitmesine, sevaplarının azalmasına veya farkında olmadan haramlara girmeye de sebebiyet verir.Mesela insan namazın şart ve rükünlerini bilmezse kıldığı namazlar boşa gidebilir. Gusül, abdest, namaz, oruç gibi ibadetlerle ilgili hükümler düzgün bir şekilde öğrenilmezse, ya ameller boşa gider ya da ondan elde edilecek ecir ve sevap azalır. Alışveriş, talâk (boşama) gibi muamele ile ilgili hususlar da böyledir.Bâtınî ilimlerin önemi de zahirî ilimlerden daha az değildir.

Zira sadece bâtınî amellerden kibir bile insanın imanını götürebilir. Nitekim Firavunlar, Nemrutlar ve günümüzdeki insanların çoğu sırf bu yüzden helâk olup gitmişler ve gitmeye devam etmektedirler. Yine sadece ihlâs ve riyadan haberi olmayan bir kimsenin bütün amelleri boşa gidebilir. Hiddet ve şehvet gibi afetlerin kökünü kalpten kazımak için lüzumlu olan ilimleri bilmeyen bir kimse haramlardan kurtulamaz.Hal böyle olunca, insan nefsinin oyuncağı haline gelir. Rabbimiz Kehf suresi ayet.104.te mealen şöyle buyurmaktadır:*** (Bunların) dünya hayatında çalışmaları boşa gitmiştir. Halbuki onlar sağlam iş yaptıklarını sanıyorlardı…***

Şu hususu da belirtelim ki, yukarıda anlatılan zahirî ve bâtınî ilimleri bilmek de kurtuluş için yeterli değildir. Mühim olan bu ilimlerle amel etmektir. İlimsiz amel olmadığı için söz konusu ilimleri öğrenmek farzdır.Ebû Hureyre (r.a)’den rivayet olunduğuna göre, Peygam¬ber efendimiz(sav) mealen şöyle buyurmuştur:** Kendisi ile Allah’ın rızası kazanılan bir ilmi, sırf dünya menfa¬ati elde etmek için öğrenen bir kimse kıyamet günü cennet kokusu bu¬lamayacaktır…**

İslâm’ın zahirî emirlerine sarılmanın ehemmiyeti noktasında yukarıdaki hakikatlere kulak vermeyenler tarih boyunca sapkınlık vadilerinde helâk olup gitmişlerdir. Kökleri çok eskilere dayanan fakat on ikinci yüzyılda “Bâtınîlik” adıyla ortaya çıkan sapık bir grup, Kur’an ayetlerinin zahirine ehemmiyet vermeyip, onları avama hitap eden dış kabuk hükmündeki manalar olarak gördükleri için dalâlete sapmışlardır.

Ayetlerin zahirinden kopuk delilsiz, mesnetsiz, kendi heva ve arzularına göre yaptıkları bâtınî yorumlarla namazı, abdesti ve diğer bütün hükümleri inkâr etmişlerdir. Onlara göre, ayetlerin iç manalarını ancak kendilerince günah işleme kabiliyeti olmayan, masum kişi olarak kabul ettikleri Şiî imamlar anlayabilir. Buna göre mesela namazın manası imama dua etmek, zekâtın manası kabiliyeti olanları ilme teşvik etmek, orucun manası zahir ehlinden ilmi saklamak, haccın manası ilmi talep etmek, guslün manası ise ahdi yenilemektir.

İslâm’ın zahirini terk etmeleri sebebiyle sapıtan daha başka birçok akım vardır. Bunlardan bir tanesi de yirminci asırda ortaya çıkan Kadıyanîliktir. Zahiri bırakıp yoğun bir şekilde bâtınla meşgul olan Gulâm Ahmed Kadıyanî, Hint Yogizmine karşı İslâm adına mücadele ederken, cinlerin ve bir kısım habis ruhların saldırısına uğrayıp onların oyuncağı haline gelmiştir. Habis ruhlar önce kendisine müceddid olduğunu kabul ettirmişler, sonra mehdiliğine, ardından da İsa-Mesih olduğuna inandırmışlardır. En sonunda da, -hâşâ- “Allah bana hulûl etti ve bende göründü.” demeye kadar gitmiştir.

Şükürler olsunki her devirde,her asırda ehli sünnet baglısı imamlarımız,İslam alimleri sapık ve bidat ehli gibi grup ve hiziplerle mücadele etmesini bilmiş ve dogru yolu sıratı müstakimi her zaman el üzerinde tumuşlardır.Yinede,İslâm dışı sayılan bu gibi zararlı akımlar, günümüze kadar varlıklarını sürdürmekle beraber, bazı tasavvuf kollarının içine de sızmışlardır. Günümüzde namazı ve diğer farzları reddeden sözde tasavvuf erbabına rastlanılmaktadır. Bunlar ilk plânda takiyye yaparak bütün düşüncelerini açıklamasalar da, gayri islâmî tutum ve davranışlarıyla kendilerini ele vermektedirler.

Bunlardan başka, bid’at ehli tasavvuf kolları çerçevesinde Allah Tealânın –hâşâ- kendisine hulûl ettiğini söyleyen, vahiy aldığını belirten, bütün gaybı bildiğini iddia eden cin ve şeytanların maskarası, cahil, kandırılmış insanlara rastlamak ne yazık ki her zaman mümkündür.Ehli Sünnet ve’l-Cemaat itikadına ve İslâm’ın zahirî emirlerine sıkı bir şekilde sarılan tasavvuf büyüklerinde bu gibi arızalara rastlamak mümkün değildir.Lakin günümüzde tasavvuf ve tarikatlarla ilgili düşüncelerimizde kılı kırk yararcasına hareket edecegiz,ayaklarımızı saglam basmaya çalışacagız,yoksa anında ayaklarımızı kaydırack olan sahte şeyhler hiç te az degildir.Allah onların şerrinden cümlemizi korusun…

İnanıyoruzki ilim olmadan boyundan büyük işlere soyunanlar,tabir caizse;cam parçalarını elmas zanneden kimselerdir.Yeterince islami ilimlerle yogrulamamış bu gibi kimseler; cezbe, rüya, ilham gibi hallerinden dolayı kendilerini başkalarından üstün görürler. Hatta böyle halleri olmayanlara, kabukla oyalanıp duran, öze inememiş zavallılar olarak bakarlar. Gösteriş maksadıyla hoplayıp zıplayarak cezbe taklidi yaparlar. Kendi aralarında din ve tasavvufla alakası olmayan marifetle ilgili sohbetlerden dem vururlar. Huzurlarına ilim sahibi biri girse neşeleri kaçıp susar ve meclisi terk ederler. Sonuçta nefs ve şeytanın oyuncağı haline geldiğini bile anlayamadan Allah korusun helâk olup giderler.

İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nin buyurduğu üzere, şeytanın aldatmasından ancak Allah Tealâ’nın koruduğu, yolun sonuna varmış, seçkin kimseler kurtulabilir. Şeytan onları aldatamaz. Buna rağmen onlar şeytanın aldatmasından korkmuş, titremişlerdir. Yolun başında ve ortasında olanlar ise korunmuş değillerdir. Şeytan her zaman bunları aldatabilir.

Rüyasında Hz. Peygamber s.a.v.’i veya gavs, kutup gibi büyük velileri gördüğünü ve onlardan bazı şeyler öğrendiğini söyleyen bir hayli insan varlıgını duyarız. Bunları dahi din ve tasavvuf mizanına,terazisine vurmadan kabul etmek son derece mahzurludur.

Zira bu tür rüyalara da şeytan bir şekilde karışabilmektedir. Gerçi peygamberlerin hakiki suretine şeytan giremez. Fakat Muhyiddin ibn-i Arabî Hazretleri, şeytanın başka suretlerde onlar gibi görünebileceğini ifade etmektedir.Nefs, şeytan ve içinde yaşadığımız maddi alemden kalbe akan tesirler, kir ve paslar kalbin gayb alemini görmesine engel olan bir perde (hicap) oluşturur. Zikir ve tasfiye yoluyla bu perde kalkınca, Cenabı Hak dilerse gayb ayan-beyan olarak görünür. İşte bu perdenin kalkmasına, yani kalp gözünün açılmasına keşif denir.

Doğma, işitme veya hitap şeklinde kalbe gelen bilgilere de “ilham” adı verilir. Keşif ve ilham, Allah Tealâ’nın takva sahibi müminlere bir ikramıdır. Zira İslâmın bildirdiği hakikatleri keşfetmekle velinin kalbinde yakîn meydana gelir. Bir nevi görerek, yaşayarak hakiki ve kuvvetli bir imana sahip olur.Böylece Allah’ın emirlerini severek, can u gönülden ve iştiyakla yerine getirir. Yasaklarından şiddetle kaçınır. Haram ve günahlar kendisine gayet iğrenç gelir. Başkalarına çalışıp öğrenmekle hasıl olan ilimler bunlara keşif yoluyla hasıl olur.

İnanç esaslarına dair kısa ve toplu bilgileri geniş bir şekilde müşahede edip, manasını idrak ederler. Akıl ve düşünceyle bulunan manaları da kalple anlarlar.Keşif ve ilhama dayalı bilgilerin bir kıymet ifade edebilmesi için Kur’an ve Sünnet’e tamamen uygun olması gerekir. Aksi halde bu bilgilerin hiç bir degeri yoktur.Evliya dahil, bilgisini şeytanın karıştırmadığı kimse yoktur. Kaldı ki acemi taliplere çok daha fazla karışabileceği ortadadır.

Bu hususla ilgili diğer bir tehlike de şöhrettir. Bunlardan bazıları etrafında toplanan insanlara zarar vermeye başlarlar. Böylece hem çevresindekilerin ayaklarını kaydırır hem de din ile dünyayı satın alarak kendileri kayarlar.İşte bu ve benzeri sebeplerden dolayı büyüklerin keşiflerinin haricindeki keşiflere itibar etmemek gerekir. Bir takım olağanüstü tesirlerden ibaret olan maddi kerametler de böyledir. Keşifle ilgili tehlikeler kerametler için de söz konusudur.

O bakımdan zahir-bâtın dengesini iyi ayarlamak, zahire uymayan bâtına itibar etmemek, ilme ve amele önem vermek gerekir. Böyle yapanlar tarih boyunca hep selamette kalmışlar, Hakk’a vuslat yolunda cam parçalarını elmas zannedip onlara takılıp kalmamışlardır.Zahir ve batın hususunda aslında yazacagımız,söyliyecegimiz çok şey vardır,lakin bilhassa batın konusu çogu tehlkeleri içerisinde barındıran bir konu oldugundan,çok dikkatli,titiz ve hassas davranmamız gerekmektedir.İnşaallah bizlerde Kuran ve sünneti seniyyenin bizlere açıkladıgı hükümlerle yetinmeyi cana minnet bilelim.Bilindigi gibi; Kur’an ayetleri “muhkem” ve “müteşabih” olarak ikiye ayrılır.

Anlıyacagımız şekilde,Basit bir tarifle, manası açık ayetlere muhkem, manası gizli olan ayetlere ise müteşabih adı verilir. Muhkem ve müteşabih birbirleriyle mukayese edildiği zaman muhkeme zahir,müteşabihe de bâtın denilir.Bunlardan birincisi, İslâmî bilgilerin ve hükümlerin kaynağıdır. İkincisi, hakikatlerin ve sırların hazinesidir.

Bunlar çok gizli ve derin manaları içerisinde barındırır.Muhkem olan ayetleri alimlerin yanı sıra ilmi olmayanlar da anlayabilirler. Çünkü bunlar sarih, yani açık lafızlardır. Fakat müteşabih ayetleri yalnızca “râsih ulema” yani “ilimde kök salıp derinleşen” büyükler anlayabilirler.Dini hükümlerden birini yapmak, kendi anlayışına göre bin sene riyazet yapmak suretiyle nefsani bir arzunun izalesine çalışmaktan daha üstündür denilmiştir. Üstelik bu riyazet ve çalışmalar eğer dine uygun değilse nefsani arzuları takviye edecegi de açıktır.

Konumuzu Ahmed Davudoglu merhumun Selamet yolları adlı eserinde zikrettigi bir hadisle noktalayalım inşaallah: «Nu’man b. Beşir (ra) edil¬miştir. Demîşiir ki: ResûlüHah sallallahü aleyhi ve sellem :Muhakkak helâl apaçık ve (yine) muhakkak haram apaçıktır» Fakat bunların arasında bir takım şüpheli şeyler vardîr ki onlar insanlardan bir çoguna örnektir. Şimdi bu şüphelerden sakınan dînini ve ırzını korumuş olur. Şüphelere düşen ise harama düştü demektir. Tıpkı yasak yerin etrafında hayvan güden çobanın onun içine düşmesi yakincacik olduğu gibi. Dikkat edin, bir hükümdarın bir yasak yeri vardır. Şüphesiz ki Allah’ın yasak yeride harâm kıldığı şeylerdir. Dikkat edin! vücûdda bir lokma (et) vardır ki, bu lokma iyi olursa bütün vücut iyi olur; bozulursa bütün vücut bozulur. Dikkat edin, bu lokma kalptir; buyururken işittim; Nu’man bunu söylerken iki parmağını kulaklarına kaldırmıştır.»Ahmed Davudoglu,selamet yolları.c.4s.358-359.**

Allahım sana inandık ve sana güvendik,bizleri senin dosdogru yolun olan sıratı müstakimde saglam duranlardan eyle,ayaklarımızı kaydırma,kalplerimizi yalnız senin diniyin sevgi ve muhabbetiyle doldur.Bizlere seni sevenleri sevdir,bizleri senden uzaklaşanlardan uzak tut.Bizleri senin muhkem kitabına ve şanlı rasulüyün sünneti seniyyesine sımsıkı baglı olanlardan eyle. Rabıtamız, bagımız, sevgimiz, muhabbetimiz öncelikle Kuranı kerim,sünneti seniyye,icma ve kıyas bütünlügüne olsun. Bizleri ehli sünnet vel cemaat yolundan ayırma.Sen her şeylere kadirsin Allahım …Amin…

Sermedkadir…Lu.02.02.2011

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht.