Güven ve Güvensizlik Hali

Rabbimiz insan suresi ayet.7.de mealen şöyle buyurmaktadır:*** Onlar verdikleri sözleri tutarlar ve kötülüğü yaygın günden korkarlar…***

Tirmizinin Ebû Hüreyreden (r.a.) rivâyetine göre, Peygamber efendimiz mealen şöyle buyurdu:*** Kim şu birkaç kelimeyi benden alarak onlarla amel eder? Veya onları amel ederek bir kimseye öğretir? Ebû Hüreyre diyor ki: “Ben Ey Allah’ın Rasûlü!” dedim. Bunun üzerine elimi tuttu ve beş konu sayarak şöyle buyurdu: “Haram şeylerin her çeşidinden sakın ki insanların ençok ibadet edeni olasın, Allah’ın sana ayırdığına razı ol ki insanların en zengini olasın, komşuna iyilik et ki gerçek mü’min olasın. Kendin için sevdiğini insanlar içinde sev ki gerçek mü’min olasın. Gülmeyi çoğaltma çünkü gülmenin çokluğu kalbi öldürür…**

İlim ve özellikle iradeyle birlikte Allah’ın karşısında insana verilen „benlik-nefs-ene“ göklerin, yerin ve dağların yüklenmekten çekindiği büyük bir „emânet“tir. Bu „emânet“ öylesine ağırdır ki, nefsi aşmayı ve şeytanın süslediği yola dalmadan Allah’a kul olmayı, görmesini O’nun görmesi, eylemini O’nun eylemi, iradesini Onun iradesi hâline getirmeyi gerektirir. İşte, dağlar, gökler ve yer böyle bir emâneti yüklenmekten kaçınmış, Allah’ın iradesine pasif bir teslimiyeti, irade sahibi olarak kâinata efendilik yapmaya tercih etmişlerdir.

Rabbimiz Nisa suresi ayet.58.de.mealen şöyle buyurmaktadır:*** Muhakkak Allah size emânetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder …***
Emanetin tamamen kaybolacağını, dürüst insanların, “falanca kabilede, toplulukta, cemaat, teşkilat, dernek ya da cemiyette dürüst insanlar varmış” diye parmakla gösterileceği günleri haber veren hadis-i şerif, çok yakın zamanları anlatıyor gibi… Bugünün dünyasında her yerde, her konuda eksikliğini hissettiren güven eksikliği, en büyük ahlâk sorunlarından biri olarak hayatımızı derinden etkiliyor. İnsanları “emin” kılan, güvenilir yapan değerlerden kopmanın acı bedeli, aslında çok daha önce kapımızı çalabilirdi.

Yinede binlerce ve binlerce şükürler olsunki; bunca tahribata rağmen, taklidî de olsa sinelerdeki pırıltıları tamamen yok olmayan imanın hayatımızdaki tezahürleri,belirtileri kötü akıbeti,neticeyi geciktirebildi. İslâm’ın geleneklerimize yansıyan güzellikleri, az da olsa zekât ve yardımlaşmanın sıcak atmosferi, toplumu derinden sarsabilecek fırtınayı bir süreliğine erteledi.
Günümüzde ise, çağdaş kültürün hayat telakkisi artık taklidî imanı zorlamaya başladı. Hem o kadar zorlamaya başladı ki, selin önündeki kütük gibi, önüne kattığını götürüyor. İslâmî değerlere yaslanan eski hayat anlayışı,kavrayış ve telakkisi tamamen değişti. Kerpiç evinde bulgur pilavını yiyip, ayran tasını başına diktikten sonra Allah’a hamd eden huzurlu ve mütevekkil adam, yerini yeni çağın hayat standartlarını yakalamaya çalışan hırslı adama bıraktı.

Günümüzde insanların bir bölümü, belki bugünün asgari hayat standartlarına da razı. Fakat ne yazık, ortada herkese yetecek büyüklükte pasta yok. Çünkü gelirin büyük çoğunluğunu küçük bir azınlık paylaşıyor. Necip fazıl rahmetlinin dediği gibi: “Bir kişiye dokuz, dokuz kişiye bir pul” düşüyor. Bu durum karşısında ciddi sefalet tablolarının ortaya çıkması kaçınılmaz hale geliyor. Sonuçta ahlâkî değerler birbirinin ardı sıra kristal vazo gibi tuz-buz olma yolunda Allah korusun. Sabır fitneye yenik düştü. Tevekkül ve Hakk’a itimat, sebepler karşısında unutuldu. Vicdan en talihsiz günlerini yaşıyor. Halbuki pastanın büyük dilimini paylaşanlar, daha fazlasını değil, sadece zekâtlarını vermiş olsalardı, meselenin ekonomik boyutu belki tamamen çözülecekti. Bu da bir kısım ahlâkî değerleri ayakta tutabilecekti. Ne var ki, sadece yardımlaşma ve zekât, çağımızdaki güven bunalımını aşmak için yeterli değil.

Eğer sadece maddi refah yetseydi, “gelişmiş” addedilen toplumlarda insanlar yan komşunun kim bilir hangi ani bunalımla silahını çekip kapıya dayanabileceği korkusuyla yaşamazdı. Çocuklarını dışarıya yalnız bırakabilirlerdi. Bu kadar büyük “güvenlik” harcamalarına ihtiyaç duyulmazdı. Sebebi ne olursa olsun, bir toplumun içinde imanın keyfiyeti kalplerde azalır; bir tarafta fakirlik ve ihtiyaç, diğer tarafta sefahat ve ihtişam çoğalırsa, toplumda güven bunalımının ortaya çıkması kaçınılmazdır inancındayız…

Bizler geçmişte rüzgâr ektik. Din, ahlâk ve maneviyat adına ne varsa aşındırdık. Şimdi ise, fırtına biçiyoruz. Doğruluk, güven ve itimat büyük ölçüde ortadan kalktı. Hile, sahtecilik, döneklik, iffetsizlik normal faaliyetlerden sayılmaya başlandı. Bu toz-duman içinde tilkiler insan postuna büründü. Aslında fırtına henüz başlamadı. Bu toplum manevi bir atılım yapmadıkça, asıl felaketi önümüzdeki 5-10 yıl içinde beklemek kehanet sayılmamalı.

İnsanların malları, canları, ırzları belki bugünkünden yüz kat daha fazla tehdit altında kalacak. Belki bazı sokaklarda gündüz dolaşabilmek cesaret isteyecek. Ne yazık ki bu akıbetin ipuçları gözden kaçmayacak kadar açık. Örnegin yakınıomızda olan frankfurt gibi, biraz uzagımızda olan Berlin ve New york,Paris,Londra,Tokyo,Mexiko city gibi metropollerde soygun,ırza tecavüz,adam öldürme,gasp gibi suçlar saniye saniye işlenir oldugunu iletişim araçlarından haber alıyoruz.

Burada karşımıza emanet ve iman kavramla;Emanet ve iman kavramlarıdır. “Güven”in imanla alakasına dikkat çeken Peygamber Efendimiz (sav), gayet tonlu ve çarpıcı bir ifadeyle: “Emaneti olmayanın imanı yoktur.” buyurmaktadır. Yani Allah Tealâ ve kullarına karşı vazifesini yapmayan, emanete hıyanet eden, yalancı, sahtekâr ve kaypak kimsenin, imanı da tam değildir. Bunlar, verdikleri sözde durmayan, imkanları varken borçlarını ödemeyen, ücretini aldığı halde çalıştığı işi doğru dürüst yapmayan, söz verdiği zaman sözünü yerine getirmeyen kimselerdir.

Allah Tealâ’nın emirlerine de tam olarak riayet etmezler. Ailesine ve diğer insanlara karşı hayırsızdırlar. Eşya ve hayvanlara merhamet etmezler. Bu vasıfların tamamını veya bir kısmını taşıyan kimseler kâmil mümin olamayacakları gibi, kâmil müminlerin dışında da sağlam bir emniyet ve güven duygusuna rastlamak zordur. Halbuki, “mümin” kelimesi “emanet, emniyet ve iman” kelimeleriyle aynı kökten gelmektedir. Yani “mümin” yeryüzünde inancın, emniyet ve güvenin temsilcisi demektir.

Aynı kökten geldigi ifade edilen; “ islâm ” ve “selam” kavramlarıda; güven, emniyet ve barış manalarına gelmekle aynı manayı kuvvetlendirmektedir. “Selam”laşan iki müslüman, birbirlerine “huzur, barış, esenlik ve güvenlik seninle olsun” diye dua etmiş olmaktadırlar. Peygamber Efendimiz (sav): “Müslüman, dilinden ve elinden diğer müslümanların salim olduğu kimsedir. Mümin ise kanları ve mallarına karşı (diğer müminleri) güvence içinde kılan kişidir.” buyurmak suretiyle, “ müslüman ” ve “mümin”in ortak özelliğine dikkat çekmiştir. Yani bir kimsenin elinden ve dilinden emin olunamıyorsa, o kimse ya müslüman ya da kâmil bir mümin değildir.

Tirmizinin, Hasen sahih olarak niteleyip bizlere ulaştırdıgı Amr b. Ahvas (r.a.)’den rivâyete göre, şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.v.)’den işittim veda haccında insanlara şöyle diyordu: “Bu gün hangi gündür” Sahabe: “Haccı Ekber” = Kurban bayramının birinci günüdür dediler. Bundan sonra Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Kanlarınız (canlarınız) mallarınız ve ırzlarınız birbirinize haramdır aynen bu bulunduğunuz belde ve gününüzün haram (kutsal) olduğu gibi her suçlu kendi hesabına suç işler Dikkat edin! Hiçbir çocuk babasının yaptığından, hiçbir baba da çocuğunun yaptığından sorumlu tutulamaz. Dikkat edin! Şeytan şu ülkenizde kendisine ibadet edilmesinden ebediyen ümidini kesmiştir. Fakat amellerinizden önemsemediğiniz bazı konularda kendisine itaat edeceksiniz de oda bundan razı olacaktır.”

İnanıyoruzki; Allah’ın yegane sahih dinine bağlanmadan, o dinin tahkîkî, yakînî, kâmil imanını elde etmeden hiçbir devirde tam bir güven ve huzur toplumu oluşmamıştır. Böyle bir saadet toplumunu yeniden inşa etmek katiyen imkansız değildir. Tarihin şeref levhaları bunun örnekleriyle doludur. Saadet Asrı önümüzdeki en canlı misaldir. Yakın geçmişimizde Osmanlı toplumundaki emniyet ve güven atmosferine bakmak da yeterlidir.

Bir iki örnekle meseleyi özetledikten sonra asıl konumuza girelim: Osmanlı ordusu sefere giderken düşman topraklarında bağ ve bahçelerden geçiyorlardı. Bahçelerin sahipleri korkularından dağlara kaçmış, dizlerini döverek manzarayı seyrediyorlardı. Ordu ayrılınca bahçelerine döndükleri zaman hayretten donakalmışlardı. Çünkü Osmanlı askerleri yedikleri meyvelerin parasını dallara asmış öyle gitmişlerdi . Dünyaya kafa tutan bu insanların içlerinde Allah korkusu, emanet duygusu olmasaydı onlara kim mani olabilirdi?

Yine Osmanlı toplumunda büyük camilerin müştemilatında zekât taşları bulunurdu. Zengin gece kimsenin görmediği bir vakitte gelir, taşın kapağını açar ve bir miktar para bırakırdı. Fakir de gece karanlığında gelir, kapağı kaldırır, ihtiyacı kadar para alır, gerisini bırakır giderdi. Böylece zenginle ihtiyaç sahibi birbirini tanımaz ve fakir minnet altında kalmazdı. İşte İslâmı gönüllere hakim kılan bu ruhtu. Eğer hakimiyet sadece kılıçla sağlanmış olsaydı, o devrin şartlarında devlet bir insanın ömrü kadar bile ayakta durmaya güç yetiremezdi. İslâm’ın yeniden tüm dünyaya neşredilmesi de, inşallah istikbalde böyle bir toplumun yeniden inşa edilmesiyle mümkün olacaktır.

Yaşadıgımız bu ülkede mumelelerimizi,münasebetlerimizi şöyle gözden geçirecek olursak,sanki bunun tam zıddı bir uygulamayı görürüz şöyleki;eger bir ticaret yapacaksak alış verişlerimizde önce alman tercihimiz oluyor.Şayet mecbur kalırsak;ya da çok ucuza bulabilirsek tercihimiz türkler oluyor.Yinede acaba bir yerden hile yapacakmı diyede dikkati elden bırakmamaya çalışıyoruz.Ya mensubu oldugumuz dini bilmiyoruz,ya da günahlardan korkumuz azaldı.Allah korusun her iki halde de zarardayız…

İnsanlık onur ve haysiyetini kemirdiği bugünün dünyasında, gelmiş geçmiş “En Emin İnsan”ı hatırlamak, O’nun yâdıyla tazelenmek, O’na muhabbetimiz vesilesiyle O’nun ahlâkından bir nebze olsun hayatımıza devşirmek, umulur ki yaramıza merhem olur. Düşmanının emanetini bile korurdu.Alemlerin Efendisi s.a.v. nübüvvetten önce cahiliye devrinde bile “ Muhammedü’l-Emîn” adıyla tanınırdı. O’ndan daha güvenilir kimse yoktu. Can düşmanları bile O’nun asla ihanet etmeyeceğinden ve katiyyen yalan söylemeyeceğinden emindiler.

Medine’ye hicret ederken evinin etrafı sarılmıştı. Hz. Ali’yi yatağına yatırmış, sabahleyin emanetleri sahiplerine vermesini emretmişti. Kendisi de müşriklerin yüzüne toprak saçıp “Biz onların önlerine de arkalarına da sed koyduk.” ( Yâsin , 9) ayetini okuyarak müşriklerin arasından gayet emin bir şekilde ayrılmıştı .Böylesine zor bir anda bile, canına kastedenlerin emanetlerine hıyanet etmemişti. Düşmanları bile sözüne güvenirdi Allah Rasulü s.a.v. hayatında bir kere bile yalan söylememişti. Nihayet büyük bir davayla ortaya çıktığı gün, tevhidi ve nübüvvetini ilan etmek üzere Ebu Kubeys tepesine çıkmış, kavmine şöyle hitab etmişti:

“Ey Kureyş topluluğu, size şu dağın eteğinde düşman süvarisi var, size baskın yapacak desem, bana inanır mısınız?” diye sordu. Hepsi bir ağızdan: “Evet inanırız. Çünkü şimdiye kadar senden hiç yalan duymadık, sen yalan söylemezsin…” dediler. Bunu diyenler arasında Ebu Leheb ve Ebu Cehil gibi Hak düşmanları da vardı. Fakat hepsi O’nun doğruluğunu ve güvenilirliğini tasdik ediyordu.
Bizans İmparatoru Heraklius , ticaret için Şam’a gelmiş olan Ebu Süfyan’ı kabul ederek ona Peygamber Efendimizle (sav) ilgili bazı sorular sormuştu. Bu sorulardan birisi şöyle idi:
“Peygamberlik iddiasında bulunan bu zâtın bundan önce hiç yalan söylediğini duydunuz mu?”

Henüz müslümanlığı kabul etmemiş olan Ebu Süfyan : “Asla ! Yalan söylediğini hiç duymadık.” diye cevap vermiştir.

Gerçekten de Peygamber Efendimiz (sav) yalanı münafıklığın üç alametinden biri kabul ediyordu. Diğer iki alameti de güven konusuyla ilişkili: Verdiği sözde durmamak ve emanete hıyanet etmek… Gıybetin zerresine bile müsaade etmezdi Kuran-ı Kerim’de, “Gıybet etmenin ölü kardeşinin etini yemek” (Hucurat, 12) şeklinde tavsif edildiğini çeşitli vesilelerle hatırlatır, Miraç’ta gıybet edenleri ve insanların gizli hallerini araştıranları tırnaklarıyla yüzlerini tırmalarken gördüğünü belirtirdi.

Peygamber efendimiz (sav) Ebû Bekir efendimizden gelen rivayette mealen şöyle buyuruyor:** Ey insanlar; Sizler sadece kendinizden sorumlusunuz eğer siz doğru yolda iseniz sapıklığa düşenler size hiçbir zarar veremezler.” Maide 105. ayetini okuyorsunuz, halbuki ben Rasûlullah (s.a.v.)’in şöyle buyurduğunu işittim: “İnsanlar zâlimi ve zulmünü görüp de onu zulümden el çektirmezlerse Allah’ın onların hepsinin başına bir ceza indirmesi çok yakındır.” (Ebû Dâvûd, Fiten: 1) Evet günümüzde “Ben de arapça biliyorum,bende anlıyorum,benimde dinde söz hakkım var diyen ilahiyatçı meslek erbabının kulaklarını çınlatırız…

Peygamber efendimiz (sav) sözünün eriydi. Cahiliye devrinde Allah Rasulü ile bir yerde buluşmak üzere anlaşan bir genç, verdiği sözü unutmuştu. Üç gün sonra hatırladı ve koşarak kararlaştırılan yere gitti. Baktı ki Hz. Peygamber s.a.v. orada bekliyor. Efendimiz ona kızıp darılmadı. Sadece, “Delikanlı beni yordun. Üç gündür seni burada bekliyorum.” dedi.Her konuda oldugu gibi Bu konudada örnek ve önderimizi esas almalıyız.

Verdigiz sözlerde kararlaştırdıgımız zaman diliminde sözümüzü tutmalı,belki beş dakika önce gelmeliyiz ya da saat vermemeli örnegin ögle,ikindi ya da akşam ve ya yatsı namazından sonra görüşelim diye söz verirsek daha isabetli karar veririz inancını taşıyoruz.Unutmayalım önce kendi kendimize saygı duymalıyız.Dürüstlük bizlerin şiarı olmalıdır.Sadece İnsanlara degil aynı zamanda hayvanlara dahi dürüstlügün,dogrulugun sembolü olan Efendimizi örnek almalıyız şöyleki; Peygamber Efendimiz (sav) sadece insanlara karşı değil, hayvanlara ve bütün varlığa karşı “emin/dürüst” olunmasını istiyordu. Hayvanların kandırılmasına dahi tahammülü yoktu. Bir sahabinin, atını çağırırken elinde yem varmış gibi davranması O’nu rahatsız etmiş, bu sahabiyi çağırıp ikaz etmişti.Peygamber efendimiz Bilhassa Adil davranmada,Hukuki meselelerde kimseye ayrıcalık tanımazdı. Toplumda güveni sağlamanın en önemli yollarından biri de hukuku herkese eşit tatbik etmektir. Nüfuzlu, itibarlı kimselerin hukuk karşısında bir ayrıcalığı olmamalıdır. Şayet bir kısım haklardan ayrıcalıklı kimseler istifade eder, cezaî müeyyideler de gariban,kimsesiz,fakir tabir caizse arkası olmauyan insanlara tatbik edilirse, orada adaletsizlik, güvensizlik, her türlü fitne ve anarşi çıkacagı aşikardır.

Mahzumoğulları kabilesinden bir kadın hırsızlık yapar. Kabile üyeleri araya çok sevdigi,Üsame b. Zeyd Hazretleri’ni koyarak Efendimiz s.a.v.’den kadını affetmesini isterler. Bu duruma son derece gazaplanan Allah Rasulü s.a.v. minbere çıkarak şöyle hitab eder: “ İsrailoğulları, aralarından mevki ve makam sahibi kişiler hırsızlık yaparsa onlara dokunmazlardı. Ama zayıf ve kimsesiz kişiler hırsızlık yaptığında onları cezalandırırlardı. Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, eğer hırsızlık yapan bu kadın, Mahzumoğulları kabilesinden Fâtıma değil de, kendi kızım Fâtıma bile olsaydı, onu da cezalandırırdım.”

Peygamber efendimiz Aldatmayı nasıl reddediyorsa, Aldatmayı da kesin olarak reddederdi.

Allah rasulü (sav) gerek ticarette, gerekse günlük hayatta hileye şiddetle karşı çıkar ve “Bizi aldatan bizden değildir.” buyururdu. Ticarî hayatta doğru sözlü, dürüst ve güvenilir olanların, ahirette peygamberler, sıddîkler ve şehitlerle haşrolacağını haber verirdi. “Allah’ın kudret eli, ortaklar birbirlerine hiyanet etmedikleri sürece onların üzerindedir.” buyurarak, dürüst ve samimi ortaklığı teşvik ederdi.

Peygamber efendimiz (sav) Altı konuda ümmeti olan bizlerden söz istedi. Efendimiz bir gün şöyle buyurdu: “Siz bana altı meselede söz verin, ben de sizin cennete girmenize kefil olayım. Konuşurken dosdoğru konuşun, Vaadettiğinizi yerine getirin, Size bir şey emanet edildiği zaman hainlik etmeyin, Gözlerinizi harama karşı kapayın, Irz ve namusunuzu koruyun,
Elinizi başkalarına zarar vermekten uzak tutun.”

Peygamber efendimizin (sav) bu emirlerinde,isteklerinde dikkat edersek;Evimizin, sokağımızın, şehrimizin ve nihayet bütün yeryüzünün cennete dönüşmesinin formülü de bu altı maddede gizli değil mi? Bu bir niyet meselesi. Rüzgâr nereden eserse essin, diri olma, ayakta kalma niyeti. Bu niyet olunca Cenab-ı Hakkın yardımıyla emniyetimiz tam olacak inşallah. Rabbimiz Hucurat suresi ayet.15.te mealen şöyle buyurmaktadır: *** Gerçek müminler ancak Allah’a ve Resulüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlardır. İşte doğrular ancak onlardır…***

Tirmizide rivayet edilen bir hadisi şerif mealiyle konumuzu baglayalım inşaallah: ** Ebû Saîd dedi ki: Rasûlullah (s.a.v.)’den şöyle buyurduğunu işittim: “Her kim kötü bilinen bir şeyi görürse ona el atıp onu düzeltsin, buna gücü yetmez ise dili ile o kötülüğü düzeltmeye çalışsın buna da gücü yetmeyen ise kalbiyle bu işin kötü olduğunu bilsin ki bu durum imanın en zayıf şeklidir.” (Müslim, İman: 20)**

Allahım bizleri güvenilen,inanılan,itibar edilen kulların zümresine dahil eyle.Bizleri Emanete riayet eden,dogruluktan, dürüstlükten,faziletten,iyi olandan şaşmayan kimselere yoldaş eyle.Bizleri İnanan,ben müslümanlardanım diyen,Mümin olmayı her şeyin üzerinde şeref addeden güzel huylu,güzel ahlaklı,güzel sözlü insanlarla haşret.Bizleri senin dosdogru yolun olan sıratı müstakimden ayırma. Bizleri ehli sünnet vel cemaattan ayırma. Sen her şeylere kadirsin Allahım…Amin…

Sermedkadir…Lu…21.01.20011

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht.