Her Zaman İyiye ve Güzele Doğru

Rabbimiz Rad Suresi ayet.11.de mealen şöyle buyurmaktadır: *** Onun önünde ve arkasında Allah’ın emriyle onu koruyan takipçiler (melekler) vardır. Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez. Allah bir topluma kötülük diledi mi, artık onun için geri çevrilme diye bir şey yoktur. Onların Allah’tan başka yardımcıları da yoktur…***

Peygamber efendimiz bir hadisinde mealen şöyle buyurmaktadır: ** Yüce Allah İsrail oğullarından bir peygambere şöyle vahyetti: ‘Kavmine de ki: Herhangi bir şehir ve herhangi bir ev halkı Allah’a itaat eder, sonra bu hallerinden Allah’a isyan haline dönerlerse, Allah onların sevdikleri şeyi ellerinden alır, onun yerine sevme¬dikleri şeyi verir…” (İbn Ebî Hatim; İbn Kesir Muhtasarı, 2/274)

İnanıyoruzki Müslümanların asli Görevi: Yeryüzündeki Fesâdı Değiştirip öncelikle yaşadıgı toplumu ıslah etmek inandıgı degerlere göre yaşantısını sürdürmek ve Allahın dinini yer yüzüne hakim kılma çalışmalarında gayretli olmaktır. Eger bir bozgunluk varsa, sapıklıga meyledilmişse, Allahın dininden uzaklaşılıp diger kültür ve ideolojiler inançların yerine yerleştirilmişse bir degişiklige gitmek, asli şeklini yerleştirmek müslümanlar için kaçınılmaz bir durum olur inancındayız.

Allah celle şanuhu, halife olarak insanı yeryüzünde yerleştirme iradesini meleklere ifade buyurdugu zaman, onlar Allah’ın vahyi dışına çıkıp çıkmamada serbest olacak bir varlığın hevâsına uyup yeryüzünde fesat çıkaracağını kestirmişler ve „orada kan döküp fesat çıkaracak birini mi var edeceksin?“ (2/Bakara, 30) diye sormuşlardı. Fakat, her ne kadar insanların büyük bölümü müfsid olsa bile, içlerinde öyleleri vardır ki, meleklerin de üzerine çıkar ve Allah’a en yakın olan mertebeye yükselir. Bu bakımdan, „büyük hayır için az şer terkedilemeyeceği“nden ve tabiiki bizim bilemeyecegimiz başka hikmetlerden dolayıAllah insanı yeryüzünde halife yapmış ve vahyine uyanlara müfsidlerle savaşma emrini vermiştir.
Müfsid mana itibariyle yani islami ıstılahta: Bir şeyi bozan, bir ibadet veya muâmeleyi geçersiz kılan kimse ya da şey. Bir ibadeti bozan veya bir hukuki muâmeleyi sakatlayan fiil veya eksiklik anlamında bir fıkıh terimidir. Mükellefin fiillerine bağlanan hükümlerden birisi. Müfsid, fesad aynı kökten gelmektedir. (Şamil İ.A.) Müfsidler kalben korkak ve kendilerini hep huzursuz hissettiklerinden, birbirleriyle fesadda yardımlaşırlar. O halde ıslah edicilerin de yardımlaşmaları ve müfsidlerle savaşmaları gerekir. Yoksa, yeryüzünde hep fesat egemen olur ve insanın hem yaratılışındaki, hem de hilafetindeki amaç gerçekleşemez…

Rabbimiz Bakara suresi ayet.251.de mealen şöyle buyurmaktadır: *** Eğer Allah’ın, insanları bir kısmıyla bir kısmını def edip savması olmasaydı, yeryüzü fesada uğrardı; ama Allah âlemlere karşı lütuf sahibidir… *** Biz Müslümanlar her an ve zamanda kendi kendimizi otokontrol dedigimiz nefsi sorgulamadan geçirmemiz zaruridir inancındayız. İnsanlar iyilige, güzellige, salih amelleri işlemeye meyilli oldugu gibi yine, İnsanın fesada meyilli yapısı da, sâlih mü’mini iç fesada karşı daima uyanık olmaya zorlamalıdır. Bu, nefisle cihdaddır; nefsin fesada meyline karşı cihad. Müslüman tabiidirki bu ugraşıyla gayretiyle, çabasıyla,fesadı bozgunculugu, kötülügü güzellige, salâha çevirendir. Gerçek mücahidlik, kişinin içini salâha çevirmeden ortaya çıkmaz; çıkarsa bu cihad değil allah korusun yıkım olur, terör olur, anarşi olur, isyan olur. Her şeyi bir ölçü ile yaratan Rabbimiz, imkânlarını verip düzen ve yolunu gösterdiği beşerî alandaki dengenin âkıbetini, irâdeli davranışlarımıza bırakmış ve insan cinsi için imtihan sahası kılmıştır. Yaratıcımızın, doğru yolda olanları müjdelemek, sapanları uyarmak üzere elçiler gönderdiği insanlar, önce tek bir ümmet idi. Düzene konulmuş olan yeryüzünde ifsad, bozgunculuk yapmamalı ve kulluklarını unutmamalıydılar. Ama, insanlardan birçoğu hevâlarına uyarak Allah’ın ayetlerini unutup kendi başlarına büyüklük taslamaya, başıboş arzularını ilah ve birbirlerini veli edinmeye başladıklarında ulaşılan sonuç büyük bir fesat, bozgun ve kargaşa idi. Sonsuz güç ve rahmet sahibi olan Rabbimiz, bozgunculukları sonucu kargaşa ve karanlık içine düşen Adem oğullarına, içlerinden gönderdiği Peygamberler aracılığıyla hidayet yolunu tekrar tekrar göstermiş ve kendilerini ıslah edip düzeltip kurtuluşa ermelerini dilemiştir.

Mü’minler, müfsidlerin fesatlarına karşı tavır almalı, İman ve inancını koruma yolunda elinden gelen gayreti göstermelidir. Müslüman devrimci, devirici, yıkıcı degil düzelten ve Islah eden olmalıdır. İradeli tercihlerle ulaşılacak olan iman ve sâlih amel yolunu bizlere mutluluk ve kurtuluş hedefi olarak gösteren Rabbimiz, aynı zamanda Mûsâ Aleyhiselamın, kardeşi Harun aleyhiselame devrettiği ıslahat görevini bütün mü’min kullarının da üstlenmesini istemiş ve bozgunculuk yapanların işlerini ıslah etmeyeceğini bildirmiştir.

Rabbimiz bu konuda Hud suresi ayet.116-117.de mealen şöyle buyurmaktadır: *** Sizden önceki asırlarda yeryüzünde (insanları) bozgunculuktan alıkoyacak faziletli kimseler bulunsaydı ya! Fakat onlardan, kurtuluşa erdirdiğimiz az bir kısmı müstesnadır (bunlar görevlerini yaptılar). Zulmedenler ise, kendilerine verilen refahın peşine düştüler. Zaten günahkâr idiler.
Halkı iyi olduğu halde Rabbin, haksızlıkla memleketleri helâk etmez…***

Kur’an-ı Kerim’in birçok yerinde “sâlih amel” ile “iman” kavramları birbirinden ayrı düşünülemeyecek kadar iç içe bir birliktelikte kullanılmıştır. Sâlih amel, açıkça imanın dışa yansıyan gerekliliğidir. Sâlih amelde bulunabilmenin şartı olarak, ıslahat çabaları söz konusu olmakta ve bu da mü’minlerin temel görev alanlarını belirlemektedir. Yeryüzünün ifsad edildiği, zulüm ve şirkin alabildiğine azgınlaşıp cahilî kültür ve uygulamaları yaygınlaştığı ve vahyî ölçülerden uzaklaşıldığı her dönemde, ıslahat çabalarının gerçekleştirilmesi mü’minlerden beklenilen temel görev ve sorumluluklardandır.

İnanıyoruzki; Rabbimizin müjdelediği sonuca da, ancak bu konularda göstereceğimiz sâlih amellerimizle ulaşabiliriz. Zaten mü’minlerden beklenilen, zorbalara uymaları veya boyun eğmeleri değil; ıslah edicilerden olmalarıdır. Bu konuda yüzlerce ayet biz inananlara yol göstermekte, nasıl hareket edecegimize ışık tutmakta bizlere yol, yöntem, metod ve sistem aşılamaktadır. Örnegin Araf suresi ayet.170.te Rabbimiz mealen şöyle buyurmaktadır: *** Kitab’a sımsıkı sarılıp namazı dosdoğru kılanlar var ya, işte biz böyle iyiliğe çalışanların ecrini zayi etmeyiz…***

Muslihun Yani ıslah edici olanlar, düzeltme yönünü ele alanlar, bu ugurda gayret sarfedenler Rablerine ibadette kimseyi ortak koşmayan, Allah’ın kitabına sımsıkı sarılan, cehalet ve kötülükten arınmaya çalışan, mü’min kardeşlerinin arasını ıslah eden, düzelten, rasullerin canından önce kendi canlarının kaygısına düşmeyip Allah yolunda susuzluğa, açlığa, yorgunluğa hazır olan, iyiliği emredip kötülükten sakındıran ve hayır işlerine koşan, Allah’a çağırıp ben müslümanlardanım diyen kimselerdir kuran diliyle ve ögretisiyle. Bu egitime , ögretime, ıslah etme yönüne bir örnek verecek olursak yine imdadımıza bir hadisi şerif yetişir mealen şöyle:** Sizden kim bir münker (kötülük veya çirkin bir şey) görürse onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse diliyle değiştirsin (diliyle onun kötülüğünü söylesin). Ona da gücü yetmezse kalbiyle değiştirsin (buğzetsin, onu hoş görmeyip kabullenmesin) ki, bu da imanın en zayıf derecesidir… (Müslim, İman)**

Islahat çabalarıyla verilen mücadele, egemen şirk güçlerinin hâkimiyetini hayatın bütün şubelerinden söküp atmaya çalışan gayretli çaba kadar, en az, iman ettikten sonra imanlarına zulüm karıştıran ve kötü amellere meyleden müslümanları uyandırıp ıslah etmeyi amaçlayan iç dinamikleride bünyesinde barındırmaktadır. İster Yüce Allah’ın ilahlığını ve rububiyetini tanımayan veya O’na ortaklar koşarak azgınlık yapan tutumlar sonucu olsun, isterse tevhid dinine girdikten sonra cahilî arzu ve anlayışların tesiriyle itikadî ve amelî yanlışlıklara ve kötülüklere bulaşma sonucunda olsun, yeryüzünde ve toplumsal hayatta baş gösteren bozulma, çözülme, tuğyan ve zulüm karşısında ortaya konabilecek olumlu çabanın Kuranı kerimdeki tanımı ıslahat ve sâlih ameldir.

“Mevcut düzenin ıslah edilmesi” gibi ifadelerle karşımıza çıkan kısmî düzeltme, uzlaşma, düzenle müslümanı bağdaştırma şeklinde anlayış, ıslahat kavramını tahrif etmek ve ıslah etmenin mahiyetini anlamamak olur. Islahat, günümüzde yanlış olarak inkılapçı hareketlerin karşısında, düzen ve sistem içi hafif yumuşatma ve zalim düzenin devamı anlamlarında kullanılıyorsa, bu Kur’an’ın anlaşılmasını istediği bu kavramdan ve içeriğinden uzaklaşmadır, yanlıştır. Islahat, mutlak dogruya çagırıcı bir ameldir. Bozulmuş ve sapmış olanı düzeltme ve vahyî hakikatleri yeniden hakim kılma hükmü altına alma çabasıdır. Islahatçı, insan ve toplumların düşünce ve eylemlerinde vahyî doğrular istikametinde köklü bir değişimi ve dönüşümü gerçekleştirmeyi amaçlar ve bu işin sünnetine uygun bir mücadele içinde olmaya çalışır. Hasenât ise, genelde fıtrî bir iyiliği, insanlara hizmeti ifade eder.

Islahat; Mutlak dogru, kesin ve muhkem olan vahyî ölçüye dayanarak cahilî bütün tutum ve davranışları, ifsad edilmiş bütün kurumları tepeden tırnağa değiştirmeyi amaçlamış salih amele yönelik çalışmadır. Islahatçı mümin, ilahlık taslayan egemen şirk güçlerine karşı gösterdiği tavır kadar, şirk güçlerinin saldırısı karşısında ümmet bünyesinin mukavemetini yıkan, onu hastalıklı kılan iç bozulmaya karşı da mücadele vermek zorundadır. Islahatçı, kendi ümmetinin, dış güçlerin saldırılarından önce, kendi halini bozması, olumsuz olarak değiştirmesi sonucunda gerilediğini ve Allah’ın verdiği nimetleri elinden kaçırdığını bilir.

Islahatçı; Allah’ın düşmanlarıyla mücadele etmek kadar, düşmanla mücadele edecek sağlıklı bir bünyeye sahip olma çabasının da taşıyıcısıdır. O, bozulma ve zilletin nedenlerini, şeytanî güçlerin aslî görevi olan saldırılarından önce, çözülmeye ve hastalanmaya müsait hale gelmiş olan kendi ümmetinin itikadî ve amelî tutumlarında arar. Islahatçı, kurtuluşa kişisel iyiliklerle ulaşılamayacağını bildiği gibi; ıslah çabalarında kendi nefsini de unutmaz. Ve o yine bilir ki, iman edip sâlih amel işleyenler, insanların en hayırlılarındandır. Islah etmeye yönelik çabalar, her türlü bozulma, tuğyan ve şeytanî tuzak karşısında tevhidî ilkeleri yaşatmayı ve Allah’ın dinini yeryüzünde hakim kılmayı amaçlayan soylu ve köklü bir uğraştır. Islahatçı, vahiy temeline bağlı, vahiy ölçüsüyle hareket eden, Kuran ve sünneti seniyyeye sımsıkı baglı olmasından dolayı güç ve kuvvetini her zaman taze tutar. O, Rabbimiz’in ilettiği buyruklar doğrultusunda öncelikle kendini ıslah ederek kendi nefsinde inkılabı gerçekleştirmiş ve bu olumlu değişimi çevresine, toplumuna ve yeryüzüne taşımayı amaçlamıştır. İnanıyoruzki; İman edip sâlih işlerde bulunalar, halkın en hayırlılarıdır. Islah çabalarının birinci elden muhatapları, ilahî vahye kulaklarını tıkamamış, gerçekler karşısında gözlerini yummamış olanlardır. İnandıkları halde, bilmeyerek kötülük işleyenlere veya cehaletleri dolayısıyla bu duruma düşenlere, cahilî anlayış ve tavırlarından sonra tevbe etme ve kendilerini düzeltme (ıslah) kapıları açık tutulmaktadır. Bu bozulma ve kötülük hali, tarihî süreç içinde toplumların bünyesinde açıkça görülmektedir. İslam ümmetinin bugün yaşadığı hastalıklı ve cahilî durum, buna şahitlik etmektedir.

Tarihi sürece baktıgımızda; İlk aile kurumuyla oluşmaya başlayan toplumsal hayat; şeytanî olanla Rabbanî olan arasındaki tartışma, çatışma ve imtihanlarla çeşitlenerek bugüne dek süregelmiştir. Tevhid-şirk kutuplaşmasında süregelen toplumsal mücadeleler tarihi, ıslah edilmiş olan yeryüzünde Allah’a verilen sözden cayıp, bozgunculuk yapanlarla, inanıp sâlih amellerde bulunanlar arasında devam edegelen sürekli bir çatışmayı oluşturmaktadır. Tevhid ile şirkin, hak ile bâtılın, ma’ruf ile münkerin, muhkem ile muharref olanın arasındaki çatışma bugün de sürüp gitmektedir.

Hidâyet nimetine nankörlük eden, Yaratıcısı yanında başka velîler edinen, kendi aczini unutarak büyüklük taslayan ve böylece yeryüzünde bozgunculuk yapan, fitne çıkaran, kötülüğü yaygınlaştıran, vahiy dinini tahrif etmeye kalkışan veya bu konuda aracı olanların söz konusu cahilî eğilimleri ve bozgunculukları, rasullerin öncülüğünü yaptığı sâlih kulların ıslahat çabalarıyla insanlık tarihi süresince giderilmeye, düzeltilmeye çalışılmıştır. Özellikle mü’minlerin kâfirlere ve münâfıklara, kısaca muslihlerin müfsidlere karşı savaşı yalnız insanlar için değil; tüm varlıklar için bir rahmettir. Yeryüzünü fesada boyayan kâfirler korkaklıkları, paylaşmak istedikleri rant ve sahip oldukları hırs sebebiyle birbirleriyle yardımlaşırlar. Bunlara karşı muslihlerin/müslümanların, fesada ve müfsidlere karşı ortak bir cephe meydana getirmeye gayret etmeleri kulluk ve hilafet görevleridir.

Bir toplumda bozgunculara engel olunamaması ve bozguncuların sayısının artması, bu toplumu ayakta tutan sosyal düzenin bozulması, işlerin çığırından çıkması, toplumsal hayatta hiçbir şeyin yolunda gitmemesi ve kargaşa ortamının hâkim olması demektir. Özellikle zâlim yöneticiler ve politik seçkinler, toplumlarında kötülüğü ve fesadı yaygınlaştırırlar. Bu fesatçılar, ister peygamber, isterse kendi topluluklarından çıkan şuurlu insanlar olsun, bütün ıslahçılara karşı çıkarlar, onlarla mücadele ederler.

İnsanlar, çoğu zaman düşünce ve hayat tarzlarını büyük ölçüde tarihlerinden devraldıkları kültür ve geleneksel hayat tarzıyla şekillerdirmektedirler. Çünkü insan, doğduğu andan itibaren, -doğru ya da yanlış- atalarının kültür ve geleneğiyle içiçedir. İnsan, içinde bulunduğu bu kültürle yetişerek, onun bir parçası, onu bir önceki nesilden devralıp daha sonraki nesle devredecek olan bu câhiliyye din ve düzeninin bir dişlisi haline gelir. Bu rolün taşıyıcılığını yapan insan, rolünün yanlışlığını düşünmek bir yana, çoğu zaman yaşatmaya çalıştığı kültürünün doğruluğundan şüphe bile etmez. Ona göre, kendisinin yapması gereken; devraldığı kültürü yaşatmak, kendinden sonraki nesillere devretme görevini yerine getirmektir. Bu görevi yerine getirmeye içinde bulunduğu toplum tarafından zorlanır ve kendisini bu noktada bilinçsizce zorunlu hisseder.

Çünkü geleneksel yapı, bir anlamda, hatta çoğunlukla bilinç denen olgunun iyiden iyiye köreldiği ve alışkanlığa dönüşen davranışlar bütünü olduğu için, insanı etkin yönlendiricilikle kuşatıverir. İnsanın, kendisini saran gelenek hakkında kuşkuya kapılması için, ya tamamen farklı kültür ve geleneklerin egemen olduğu bir toplum içinde yaşamak zorunda kalması, ya da peygamberlerin itikat noktasında ortaya koydukları tebliğ ve mücâdelede olduğu gibi, kendi toplumunun geleneğine karşı şiddetli bir başkaldırı ve dirençle uyarılmış olması gerekir. Bu faktörlerin etkisi, değişim sözkonusu olmadığı müddetçe, geleneksel çark dönmeye devam edecek, yerleşik kültür tek düze yaşamını sürdürecek, ahtapotun kolları gibi bu geleneksel atalar dini tüm toplum bireylerini sarıp sağlıklı düşünce yapılarını dumura uğratacaktır.

Kur’ân-ı Kerim, peygamberlerin kıssalarını anlatırken inkârcıların mâzeretçi tavırlarını ve „atalar dini“ yönündeki tercihlerini bize ibret verici bir şekilde aktarmaktadır. Zaten Kur’an’da kıssaların anlatılmasının da ibret vermekten başka bir amacı yoktur. Âd kavminin kıssasından bahsederek Hûd (a.s.)’un tebliği karşısında kavmi: „Yâ! Demek sen, tek Allah’a kulluk edelim ve atalarımızın taptıklarını bırakalım diye mi bize geldin?!“ (7/A’râf, 70) diyerek bu şekilde tavır almış, Allah’a kulluk yerine atalarının taptıklarını tercih etmişlerdir. Yine Medyen halkına gönderilen Şuayb (a.s.)’ın tebliğine karşı kavminin takındığı tavır da farklı olmamış, yine „atalar dini“ni terci yönünde olmuştur (11/Hûd, 87).

Kur’an’da anlatılan kavimlerin kıssalarında temelde iki ortak nokta göze çarpmaktadır. Birincisi, dini sadece Allah’a hâlis kılarak kulluk yapmak; ikincisi, bu kulluğun zorunlu sonucu olarak „atalar dini“nin getirdiğiyanlış anlayışları reddetmektir. Ancak, İlâhî mesajla karşılaşan her kavim, içlerinde küçük birer topluluk hâriç, atalarından devraldıkları dinin etkisiyle İlâhî dini reddetmişlerdir. Kur’ân-ı Kerim’i yalanlayanların durumu da bunlardan farklı değildir. Mekke dönemi müşriklerini anlatırken Rabbimiz bir genelleme yaparak peygamber/elçi gönderilen her kavmin inkârcılarının aynı mâzereti ileri sürdüklerini bildirmektedir.

Rabbimiz Zuhruf suresi ayet.22-23.te mealen şöyle buyurmaktadır: ** Hayır! „Sadece, biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izinde gidiyoruz“ derler. Senden önce de hangi memlekete uyarıcı göndermişsek mutlaka oranın varlıklıları: Babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerine uyarız, derlerdi…*** İnkârcıların durumu böyle iken Rabbimiz kitabında iman edenlere hitap ederek kesin ve net bir dille onları uyarmış; değil câhilî kültürü ve atalarını taklid etme yöntem ve yollarını… yanlış üzere olan en yakınları, babaları ve kardeşlerini dahi velî edinmemelerini istemiştir…

Ataların yolu, babalardan dedelerden devralınan din anlayışı, Kur’an ve Sünnet’e ters, hurâfe ve uydurmalarla, yanlışlarla dolu olabilir. Sırf babaların yolu diye, onların anlayışı diye bunları savunmak, bunları hak ve hakikat gibi görmek ataları kutsallaştırıp putlaştırmak, onları Allah’a ortak koşmak demektir. Bu problem, sadece eski câhiliyyenin problemi değildir; her dönemde ve her yerde izlerini devam ettiren bâtıl anlayıştır. Bu anlayış, bazen ecdâdı yüceltmekle, ırkçılıkla, tarihi kutsallaştırmakla ortaya çıkar; bazen gelenek, görenek, örf-âdet ve körü körüne taklitçilikle kendini gösterir; “ele güne karşı”, “başkaları ne der?”, “ben bu yaşa geldim, bunları duymadım, dolayısıyla bu yanlıştır”, “senin yaşın kaç? Sen ne bilirsin?”, “biz hocalarımızdan, babalarımızdan böyle gördük, böyle duyduk; o yüzden doğrusu budur” gibi ifâdelerle ortaya çıkar; bütün bunlar hurâfe ve bâtıl inanışlar, câhiliyye mantığı olarak değerlendirilmelidir. Eski câhiliyye döneminde tevhidî çağrının önündeki en önemli itirazın bu anlayış olduğu gibi, günümüz modern câhiliyyesinde de de durum farklı değildir. İnanıyoruzki; Günümüzde şuurlu müslüman gençlerin sırât-ı müstakîm çizgisinde sahih İslâm’ı anlayıp inanarak yaşamalarının önündeki engellerden, belki de en büyüklerinden biri bu “atalar yolu” anlayışıdır. Aynı zamanda Taklitçilik, şirkin ayrılmaz niteliklerinden birisidir. Kur’ân-ı Kerim, ataları taklit ve onlara uyma bahanesiyle dünya ve âhiretle ilgili hakikatleri inkâr etme anlayışını pek çok âyette değişik vesilelerle kınamaktadır.

Geçmişi üstün görme ve beğenme duygusu, sosyal değişme karşısında kalan toplumlarda sıkça görülen bir olaydır. Çünkü âdetlerine bağlı olan toplumlar değişiklikten rahatsız olur. Fakat bu durum âdetlerin niteliğine göre de değişiklikler arzeder. Kendisine veya geçmişine kusur isnad etmek, insana zor gelir. Dolayısıyla önceden beri yürürlükte olan çok sayıdaki âdetlerden insanı vazgeçirmek güç bir meseledir. Özellikle köklü bir geçmişe sahip toplumların, yıllar öncesi, hayat normlarının bir birikimi olan geleneksel yapıyı değiştirmenin kolay olmadığı görülüyor. Çünkü söz konusu geleneksel yapı toplum bireylerinin tamamının katılımyla bir kültür birikimi meydana getirmiştir. İşte toplum vicdanında kemikleşen bu dahilî geleneksel yapıyı değiştirmeyi başaran, aynı zamanda toplumu İlâhî geleneğe dâvet eden İslâm olmuştur.

Günümüzün din kültürü ve din içerikli ihtilâf ve tartışmalar konusunda biri ifrat, biri tefrit iki bâtıl çizgi göze çarpmaktadır. Bir tarafta geleneği ve içinde çeşitli bid’atlar, hurâfeler, isrâiliyat ögeleri bulunan geleneksel din anlayışını (içine bolca bâtıl karışmış, dolayısıyla hak olmaktan çıkmış, hak görünümündeki sentezi) bağnazca savunan dindar görünümlü insanlar; diğer tarafta bunlara tepki olarak çıkan, İslâm dışı çevrelerce, düzen ve medya tarafından destek gören ve gittikçe yaygınlaşma eğilimindeki modernist ve reformcu din anlayışı. Bize düşen, hakkı hak bilerek, ona hiçbir bâtılı karıştırmadan, eğer karıştırılmışsa Kur’an ve sahih sünnet ölçeğiyle yeniden ayıklayarak katıksız, hurâfelerden arınmış, atma ve katmalardan arınmış „hâlis din“e sahip çıkmak, „hak üzere“, orta yol olan sırât-ı müstakîm çizgisinde yaşamaktır.

Müslümanlar cemaat yaşantısını içlerine sindirip bireysellikten uzak bir şekilde toplumsal yaşantıya yani cemaat yaşantısına uymak zorundadırlar.Nasıl, Neden ve Niçin’ine fazla girmeden bazı faydalı başlıkları başlıkları kısaca ifade etmemiz yararlı olur kanısındayız mesela toplumsal yaşantının özelliklerini ifade edecek olursak derizki: Öncelikle, İnsan, toplumsal bir varlıktır. Toplumlar canlı (hayatî) bir yapıya sahiptirler.Toplumlar yasalara (sünen/sünnetler) sahiptir.Toplumsal yasalarda değişme olmaz.Toplumların belirli hayat süreçleri (ecel) vardır.Toplumlar değişkendirler. Toplumların gelecekleri kendi davranışlarına bağlıdır. Bütün toplumlar elçiler aracılığıyla uyarılmıştır.Elçi gönderilmeyen toplumlar helâk edilmezler.Helâk edilen toplumlarca bütün elçiler yalanlanmıştır.Toplumun önderleri, toplumdan sorumludur.Toplumların mânevî yönleri maddî yönlerinden önceliklidir.

İslam cemaatında ise şu hususlar ön plana çıkan özelliklerdir: Yeryüzüne mü’min toplumlar hâkim olacaktır. Allah mü’minlerle beraberdir ve onlara yardım eder. Allah, dinine yardım edenlere yardım eder. Mü’minler, kâfir toplumlar helâk edilirken kurtarılırlar. Mü’min toplumlar, öncekilerin başına gelenlerle deneneceklerdir. Mü’minler yeryüzünde baskıya mâruz kalırlarsa, hicret etmelidirler.

Kâfir toplumlarla ilgili Sünnetullah Özellikleride sayacak olursak şöyleki: Kâfir toplumlar varlıklarını sürdüremezler. Kâfir toplumlar hemen helâk edilmezler. Allah kâfir toplumları, belki inanırlar diye sıkıntılar ve bolluklarla imtihan eder.Kâfir toplumlar inkârdan vazgeçip inanırlarsa Allah affeder. Azap geldikten sonra kâfirlerin inanması fayda vermez.Ataları körü körüne taklit etmek, toplumları felâkete götürür.

Kur’ân-ı Kerim, toplumların yıkılış biçimlerini ve kötü sonlarını ortaya koyduğu gibi; onları, bu noktaya getiren sebepleri de açıkça beyan eder. Bu nedenlere ilişkin şu örnekler verilebilir: Zulüm, baskı, haksızlık ve günahlar. Lüks, israf, fısk ve bozgunculuk içinde olma. Cinsel sapıklık, aşırılık ve yol kesme. Günah, zulüm, refah ve zevke dalma. İtaatsizlik, nankörlük. Kitabın (Kur’an’ın) bir kısmına inanıp bir kısmına inanmamak. Bunun cezâsı dünya hayatında rezil olmaktır. Peygamber Efendimizin(sav) emrine muhâlefet, fitne, belâ , musibet ve acıklı bir azâbı getirir. Önde gelenlerin ve Sâlihlerin fesâdı önlememeleri. Ekonomik dengesizlik, vurgun ve soygunlar. Evet bu ve bunun gibi olumsuzluklar toplumsal hayatı zehir eden ve isyan sebebpleridir. Müslümanların bu gibi olumsuzlzluklardan mutlaka uzak durması gerekmektedir…

Biz müslümanlar eger bu ve buna benzer din dışı, islam dışı alışkanlıklarımız, tavırlarımız, tarzımız, huyumuz ve tiryakiliklerimiz varsa en kısa süre içerisinde degiştirme yönüne gitmeliyiz. Kuranı kerimde çogu ayetlerde bir toplum kendilerinde bulunan iyi ahlâk ve meziyetlerini muhafaza edip, kötü olanı değiştirmedikçe, daha genel tâbiriyle bir millet kendi kendini düzeltmedikçe Allah’ın, onlara verdiği nimetleri değiştirmeyeceği vurgulanmaktadır. Bir millet ahlâkını bozar, şerlere, kötülüklere, fesatlara dalar, isyan ederse Allah da onlara lutfettiği nimetleri ellerinden alır, onları perişan eder. Böylece güçlerini kaybeder, felâketlere uğrar, küçü¬lürler. Bu, Allah’ın ilahi yasalarındandır.

Sağlam karakter sahibi milletler kuvvetli, müreffeh olmuşlar; karakterleri bozulunca zayıflamış, perişan olmuş, başka milletlerin hakimiyeti, egemenliği altına girmişlerdir. Böyle kimseler, Allah’ın cezasını hak ederler. Bu, onların mahvı, egemenliklerini kaybet¬meleri demektir. Allah bir milleti cezalandırmak dilerse O’nun cezasını kimse engelleyemez. Bir toplum kötü ahlâkını düzeltmedikçe Allah onları düzeltmez. Ama millet gittiği yanlış yoldan döner, doğru yola girer, ahlâkını düzeltirse Allah da onların duru¬munu düzeltir, kötü hallerini iyiye, sıkıntılarını mutluluğa, refaha çevirir.

Allah’ın yasaları, toplumun davranışlarına göre kendisini gösterir. Kötülük edenler, yaptıklarının kötü sonuçlarıyla karşılaşırlar. Kuvvetleri, servetleri bir gün elden gider. Nimetleri, yurtları başkalarının eline geçer. Kendilerini düzeltip uslananların hallerini de Allah düzeltir, işlerinin iyi gitmesine yardımcı olur. Neticede İlahi kanunlar, iyiye yönelenlere o yönde yardımcı olur; kötüye yönelenlere de o yönde tecellî edip onları bozar. Her ikisi de Allah’ın yasaları gereğidir.

Rabbimiz Nisa suresi ayet.131-132.de mealen şöyle buyurmaktadır: *** Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Sizden önce kendilerine Kitap verilenlere ve size „Allah’tan korkun“ diye emrettik. Eğer inkâr ederseniz biliniz ki göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Allah hudutsuz zengindir, ziyadesiyle övgüye lâyıktır. Göklerde ve yerde olanlar Allah’ındır. Vekil olarak Allah yeter…*** Maide suresi ayet.105.te ise mealen şöyle buyurulmaktadır. *** Ey iman edenler, siz kendinize bakın; hidâyette/doğru yolda iseniz dalâlettekiler/sapıtanlar size zarar veremezler…*** Peygamber efendimiz (sav) Tirmizî’nin bizlere ulaştırdıgı hadiste mealen şöyle buyuruyor: ** İsrâiloğulları günahlara daldıklarında âlimler onları sakındırdılarsa da onlar izledikleri günahlara devam ettiler. Bu sefer âlimleri de onlarla birlikte oturdular, beraberce yediler, içtiler. Bunun üzerine Allah da onların kalblerini birbirine benzetti de Dâvud ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle onlara lânet etti. Bu, onların isyan etmeleri ve sınırları aşmaları sebebiyle idi.” Rasûlullah (s.a.s.) dayanmakta olduğu yerden doğrulup oturdu ve: “Hayır, canımı gücü ve kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, dil ile yasaklama yetmez, siz onları hakka boyun eğdirip hak üzere tutmadıkça bu lânetleme de devam edecektir…**

İbni Macenin ulaştırdıgı hadis mealen şöyle:** Ümmetimle ilgili olarak en çok korktuğum şey, Allah’a şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size ‘onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar’ demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler), Allah’tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklardır ve gizli şehvet içinde olacaklardır.” (İbn Mâce, Zühd.)

Degişim konusunu tahlil eden Ahmet Kalkan diyorki: Dinin, toplumun örgütlenmesinde en önemli fonksiyonu, insanlara belli bir zihniyet yapısı, bir değerler sistemi kazandırmasıdır. Bir dine mensup olan fert, dinin dünya hakkındaki değerler manzûmesini kabul etmekte ve davranışlarını buna göre ayarlamaktadır. Dinin dünya karşısındaki tavrı, mü’minlerin zihniyet yapılarını şekillendirmekte, onlara yeni bir form kazandırmaktadır. Böylece her din, sahip bulunduğu değerler ve semboller sistemi ile bir ekonomik ahlâkın ve sosyal anlayışın oluşmasında önemli rol oynamaktadır.Toplumsal yapının bir ögesi olarak dinin, toplumdaki genel değişmeden bağımsız olduğunu söyleyebilmek zordur. Dinin toplumsal değişmede itici ya da engelleyici bir faktör olarak değerlendirilmesiyle birlikte, dinî değişmeyi toplumsal değişmenin bir sonucu şeklinde ele almak da söz konusudur.

Düşünce tarihinde, dinin temel karakteristik özellikleri nedeniyle, değişmeyi engelleyici muhâfazakâr rolü sürekli olarak dile getirilmiştir. Gerçekten de din, özü itibarıyla bir kalıcılığı ve sürekliliği ihtivâ etmesi nedeniyle, her çeşit zihniyet, değer; sosyal ve kültürel yapı değişikliklerine karşı bizâtihî engel teşkil etme durumunda görülmektedir. Bir istikrar faktörü olarak, toplumsal bütünleşmeyi sağlayan din, toplumları derinden etkileyen, onların istikametini tayin eden, idâmesini mümkün kılan, ayniyetin muhâfazasını sağlayan bir olgu olmaktadır. Dinin bu anlamda bazı (olumsuz) toplumsal değişmelere direnç oluşturması, kökü mukaddes âleme uzanan beşer üstü, vahiy kategorisinde bulunması ile izah edilebilir bir durumdur. Böylece inançların değişmeyen yönleri, dine bir devamlılık kazandırmaktadır. (Bunun yanında, dinin bir amacı da, bireysel ve toplumsal değişmeyi sağlamak, insanı fıtratı istikametinde olgunlaştırmak, toplumu asr-ı saâdet örneğine yaklaştırmaktır. Ahmet kalkan.Kavramlar ans.)

Allahım bizleri senin o güzel boyanla boyananlardan eyle. Bizleri razı oldugun dinin olan sıratı müstakimden ayırma.Bizleri modernist sapıkların oyuncagı olmaktan muhafaza eyle. Bizleri Sünnet ve cemaat ehli olanlar sınıfında saglam duranlardan eyle. Sen her şeylere kadirsin allahım…Amin…

Sermedkadir…Lu…20..10.2011

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht.