Hind binti Utbe bin Rebia

Rabbimiz Fatır suresi ayet 18-24.de mealen şöyle buyurmaktadır: *** Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez. Yükü (günahı) ağır gelen kimse onu taşımak için (başkasını) çağırsa, bu çağırdığı akrabası da olsa, onun yükünden bir şey yüklenmez. Sen ancak görmeden Rablerinden korkanları ve namazı kılanları uyarabilirsin. Kim temizlenirse o, kendi menfaatine temizlenmiş olur. Dönüş Allah’adır. Körle, gören bir olmaz. Karanlıkla aydınlık da bir olmaz. Gölge ile sıcak da bir olmaz. Dirilerle ölüler de bir olmaz. Şüphesiz Allah, dilediğine işittirir. Sen kabirlerdekilere işittiremezsin! Sen sadece bir uyarıcısın. Biz seni müjdeleyici ve uyarıcı olarak hak ile gönderdik. Her millet için mutlaka bir uyarıcı (peygamber) bulunmuştur…***

Şurası bir gerçektirki; Allah (c.c.) insanlardan: * Kendisini tanımalarını, Emirlerini yerine getirmelerini, Yasakladıklarından kaçınmalarını,* Kısacası, kendisine kulluk etmelerini istiyor. Allah’a kulluk, Müslüman olmakla başlar. Müslüman olmak için Allah bizden bir kelime istiyor, O da: Kelime-i Şehâdet. Eşhedü enla ilahe illallah ve Eşhedü enne Muhammeden abduhu verasuluhü. Bir de İnsanları İslam dairesine dahil eden Kelime-i Tevhid var. La ilahe illallah Muhammeden Rasulullah. Bunlar ayrı ayrı kelimeler. Birbirlerine karıştırmamak lâzım. Bu kelimeleri dilimizle ifade etmemiz bizleri her türlü sorumluluktan koparıp, bizleri mesuliyetten kurtarmıyor. Bu söyledigimiz güzelliklerle İslâm dairesine girdikten sonra kulluk şuurumuza tabir caizse merhaba diyoruz.

Allah’ın emirleri artık bundan sonra bütün benligimizde gerçekleşmeye başlıyor. Bizim yaratılış hikmetimizi Allah (c.c.) şu ayetiyle açıkça bildiriyor. Rabbimiz Zariyat Suresi Ayet.56.da mealen buyuruyor ki: *** Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım….*** yani yaratılış hikmetimiz Rabbimize kulluk yapmak. İnsan olarak en yüksek izzet ve şerefe nâil kılınmış olmamız bu Ayetlere baglılıgımızla orantılı…İnsan olmamızın getirdigi deger ve kıymet ölçüsünü tam tutturmamız için, kulluk yapmak ve kulluğumuzun icaplarını yerine getirmek zorunda oldugumuz bilincine varmamız icabediyor. En değerli iki büyük sermayemiz var: Biri, İman; diğeri imanımızın varlığına delil olacak olan ibâdetlerimizdir. Bunlar varlığımızın ve şuurlu olmamızın temel taşlarıdır. Dünya ve ahiret saadetini ancak bu degerlerimöizle kazanabiliriz düşüncesindeyiz..

Yine düşünen, akleden ve yaratılmışların en şereflisi olma özelligimizle bize verilen ömür sermayemizi en kazançlı şekilde değerlendirmek durumundayız. Allah’ın bize lutfettigi her türlü nimetler aslında kulluk bilincimizi ve Yaratana olan şükür ve hamdetme özelligimizi daha da artırmalı Yaratanımızla her anımızda barışık olmalıyız ki İmanın ve İnancın hazzını alalım, Teslim olma şuuruna hakkıyla varalım…Mallarımız, evlâtlarımız, edindigimiz makamlarımız, beşeri rütbelerimiz, maddi sermayelerimiz, her bir azamızın kudret ve kuvveti bizi Allah’a kulluk yapmaktan alıkoymamalı. Bilakis bu Dünya nimetlerine erdigimiz için kibiri, gururu bir yana bırakıp, her fırsatta Allaha ibadetle ve Yüce yaratıcıya en samimi DUA ve niyazlarımızla ona kullugumuzun gereklerini ifa etmek boynumuzun borcu olmalıdır.

Dünya nimetlerinin hepsine birer imtihan aracı olarak bakmamız icap eder. Bu tür kazanımlarımıza aldanmamak gerekir. Çünkü geçici şeylere aldananların kaybedecegini hesap etmek adımlarımızı ona göre atmak bizleri küçültmez aksine bizleri muttaki kul mertebesine yükseltir. Aksi yönde bir hareket bizlere hem Dünyamızı ve hem de Ahiretimizi kaybettirir Allah korusun…Samimi, şuurlu ve akıllı Müslümanlar kulluk şuurunun vermiş oldugu firasetle ellerinde fırsat varken sâlih ameller işlerler. Hayatını verimli kılacak çaba ve gayret sarfederler. İnsanlara karşı yapacakları hayırlı hizmetleri onu hayırlı ve şuurlu kul yapacagına inanır. Allah’ın bize verdiği imkanları onun emirlerini yerine getirerek değerlendirmeye çalışır. Kul olmanın ve Allah’a kulluk yapmanın şuuruyla haz alır ve sevinç içinde huzur duyarlar. Firaset ehli Müslüman bilir ki; Bu haz, bu sevinç ve bu tatlı huzur Ahiret kazancımızın da sermayesi olur inşaallah…

İnanıyoruzki; Cehalet Müslümanın sırtında çirkin görünümlü bir kambur gibidir. Cehalet kesinlikle Müslümana yakışmayan bir ayıptır. Bu Dinin mübelligi egiticisi, ögreticisi olan Peygamber Efendimiz (sav) Peygamberligi boyunca CEHALETLE mücadele etmiş, Ashabına dogruyu, gerçegi, hakikatleri ögretmiş ve Cahilligin karşısında ve hakkın, adaletin, dogrunun, gerçegin,hakikatin İLMİN yanında yer almış, Ashabını DARUL ERKAM’da yetiştirmiş, İLİMLE yugurmuş örnek ve degişmez önderimizdir…

İman gerçeginden, Allahın emir ve yasaklarına baglılıktan, Sünneti seniyye sımsıkı sarılmaktan, ilimden, Hikmetten kopuk bir yaşantı ve bu yaşantıyı devam ettiren nasipsiz insanlar Allahın ayetleriyle maneviyatlarını beslemezlerse, kendi hayat çizgilerini Allahın ayetleriyle, kontrol altına almazlarsa bu takdirde, her kötülüge meyilli nefsinin insanı sınır tanımaz kötülüklere sürükleyeceğine, Kişiyi Allah korkusundan ve Ahiret inancından zamanla koparacagına, insanlara nefislerinde bulunan bu kötülüklerden sakınacak gücü ve aklı kendilerinde bulamayacaklarına ve şeytanın maskarası olacaklarını ifade etmek kehanet olmasa gerektir…

Mücadelesini şeytanın arzuları dogrultusunda yapmaya devam edenler ebedi kaybededenlerden olacaklardır. Artık şeytanın paralı askeri konumuna gelen bu kişiye Şeytan neyi telkin ederse anında her türlü davranışı uygular. İnsanlarla alay ederek, saga sola iftira atarak, yalan söyleyerek, entrika yaparak, ikiyüzlü bir tavır sergileyerek İblis neyi telkin ediyorsa ve göstermesini ilham ediyorsa tüm bunları hiç düşünmeden hemen dışa vurur. Allah’a hesap vereceğini düşünmediği için de tüm bu tavırları uygulamakta hiçbir sakınca görmeyeceklerdir.

Oysa bunların hepsi, Allah’ın Ayetlerinde Peygamberi vasıtasıyla bildirdigi, nefsin insanları çağırdığı sınır tanımaz kötülüklerindendir. İnsan nefsinin telkinlerine uyarak hareket ettiğinde, insanların gözünde hiçbir şekilde büyümez, aksine küçülür. İçinden gelen duyguları, kötü olduğunu bildiği halde kontrol altına alamamış olmaları bu insanların zayıflıklarını ve vicdanlarını kullanmadıklarını ortaya koyar. Cahil ve bilgisiz İlimden yoksun olan, dogru düşünceden nasipsiz olan kişiler, İlim erbabı, faziletli dogru ve gerçeklere teslim olmuş, akıllı kişilerden bucak bucak kaçarlar. Çünkü bu tür karanlık zihniyetli kişiler kendilerini oldugundan büyük görme hastalıgına tutulmuş nasipsizlerdir.

İman sahibi samimi ve şuurlu bir Müslüman ise, Allah korkusu nedeniyle, cahiliyeye, bilgisizlige, yalana, samimiyetsizlige ve her türlü azgın ve sapkınlıga ahlaki olarak tamamen uzak olma durumundadır. İnanıyorum ki Hiç bir kimse Cehalete, Cahilliğe, Bilgisizliğe, Fasıklığa müsamaha ile bakamaz, hoşgörülü davranamaz. Dinimizin hükümleri, emir ve yasakları, uyarıları bellidir, çok açıktır. Bunları bile bile, Cahilce ve kimseden perva etmeden, Allah’tan korkmadan, Onun şanlı Resulunden utanmadan, Müslümanlardan çekinmeden İslam Dininin zıddına ameller işleyenler zalimlerdir, fasıklardır. Onların istikballeri, gelecekleri zindan olur. Sonunda tepetaklak layık oldukları çukura yuvarlanırlar. Allah katında tek geçerli din İslâm’dır. Bu Kur’ân âyetiyle sâbit muhkem bir gerçektir. Yalnız bu gerçek durduk yerde yerleşmemiş, mücadele etmeden kendiliginden ortaya konulmamıştır.

Hazreti Adem aleyhiselamdan itibaren hak batıl mücadelesi olanca şiddetiyle bütün Peygamberlerin önderliginde devam etmiştir. Ne yazıkki Tarihin her döneminde oldugu gibi; Dinde aşırı gidenler, kendi kanaatlarını, zanlarını DİN edinenler, liderlerini ilahlaştıranlar, öfkeleri merhametlerini, nefretleri sevgilerini aşanlar oldu. Tarihin her dönemi bu ve bunun gibi cahili düşünce ve hareket mensuplarının varlıklarıyla doludur. Biz bu mücadelede en önde olmuş ve mücadelesini son ana kadar devap ettirmiş bir karı kocayı daha çok bir kadını karakteriyle şahsiyetiyle tanımaya gayret edecegiz inşaallah.

Tanımaya gayret edecegimiz kadın HİND binti Utbe bin Rebia…kendisi Kadın sahâbîlerden. Mekke kâfirlerinden Utbe bin Rebi’a bin Abd-i Şemsî bin Abd-i Menâf kızı, annesi Safiyye Binti Ümeyye’dir. Ebû Süfyânın hanımıdır. Hazreti Mu’âviyenin annesidir. Hind binti Utbe Mekke’de doğmuş olup, doğum târihi bilinmemektedir. Büyük dedesi Abd-i Menâf Kureyş’in ileri gelenlerinden ve başkanlarından idi. Hind binti Utbe, evvelâ Mahzûm kabîlesinden Fâkıhe İbn-i Mugayze ile daha sonra ise Ebû Süfyân ile evlendi. Hind, Mekke’de müşriklerin içerisinde bulunmuş ve onlarla birlikte olmuş, kocası Ebu Süfyanla beraber Peygamber efedimize karşı mücadele eden lider bir şahsiyyettir…HİND, İslam’a ve Müslümanlara karşı o kadar düşmanca davranmıştır ki, Mekke’nin fethinden önce Peygamberimizin ilan ettiği “Görüldüğü yerde öldürülecekler” listesine dahil edilmiştir.

Düşmanlığı Mekke’nin fethine kadar devam etmiştir. En büyük suçu ise, Hazreti Hamza’nın şehit edilişindeki rolü ve ciğerlerinin sökülerek ağzına alınması olayıdır. Zeki, hırslı, gayretli, intikamcı ve kinci olarak tanınan Hind, lider yaratılışlı ve hep başa oynayan bir kadındır.

İlk evlendiği kocası Fakıh Bin Mugire’yi, zayıf karakterli bularak ayrılmıştır. İkinci evliliğini Ebu Süfyan ile yapmıştır. Ebu Süfyan Bin Harb’in hanımı ve sonraları halife olacak olan, Hazreti Muaviye’nin annesidir. Ebu Süfyan’ın künyesı Ebu Süfyan Sahr Bin Harb Bin Ümeyye’dir. Bu evlilikten de Muaviye ve Utbe adlı oğulları ile, Cüveyriye ve Ümm Ül Hakem adlı kızları dünyaya gelmiştir. Müslüman olan kardeşi Ebû Huzeyfe, Bedir savaşında babasını karşılıklı çarpışmaya davet etti. Bunu duyan Hind çok hiddetlendi ve kardeşini bir şiir ile hicvetti. Bedir savaşının sonuçları Mekke halkına ulaştığında, müşrikler sanki yıldırım çarpmışa döndüler.

Müşriklerin içinde can evinden vurulan birisi daha vardı: Hind!.. Çünkü o, bu savaşta, babası Utbe bin Rebîa’yı, amcası Şeybe’yi, ve kardeşi Velid’i kaybetmişti. Bu hadiseyle Müslümanlara karşı olan nefreti bir kat daha artan Hind, yakınlarının intikamını alıncaya kadar, „gülmeyeceğine, koku sürünmeyeceğine ve eşiyle beraber olmayacağına“ yemin etti.

Ve o günden sonra her fırsatta müşrikleri, Allah Rasûlü ile savaşa kışkırttı. Bu arada mızrak atıcılığında eşsiz bir usta olan köle Vahşî bin Harb’in mehdini o da duymuştu. Herkes Vahşi’nin ardından koşarak, kendi intikamını alması karşılığında ona çeşitli vaadlerde bulunuyordu. Hind de bizzat Vahşî’ye giderek, can düşmanı olarak gördüğü Hazret-i Hamza’yı öldürmesi halinde, kendisini âzâd ettireceğini ve ona ağırlığı kadar kıymetli eşya vereceğini vaad etti.

Bedir savaşının intikamını almak için yapılan Uhud savaşına, Kureyş’in lideri olan kocası Ebû Süfyân’la birlikte Hind de katıldı. Savaş öncesinde ve savaş esnasında şiirler söyleyerek, defler çalıyor, diğer Kureyşli kadınlarla birlikte orduyu savaşa teşvîk ve tahrik ediyordu. Hind’in gözü dönmüş, intikam ve kan gözünü bürümüştü.Müslümanlar savaşın başlangıcında büyük bir üstünlük elde ettiler. Düşman safları bozuldu ve müşrikler kaçmaya başladılar. Ancak müslümanların arka cephesini koruyan dağdaki okçuların, „savaşı kazandık“ diye yerlerini terk etmesi üzerine harbin tâlihi değişti. Oysa ne olursa olsun yerlerinde kalmaları için emr-i Peygamberî vardı. Bir anlık itaatsizlik ve teslimiyetsizlik mü’minlerin saflarında ağır kayıplara ve kargaşaya sebep oldu. Hazret-i Hamza’yı öldürmek için fırsat kollayan Vahşî bu karışıklık ânını kaçırmadı. Nihayet beklediği fırsatı yakalayınca, uzaktan attığı mızrakla Hazreti Hamza’yı şehid etti.

Bununla da yetinmeyen Vahşi, efendisi Hind’i memnûn edebilmek için, Hazret-i Hamza’nın ciğerini söküp Hind’e götürdü. O ânı sabırsızlıkla bekleyen Hind, Hazret-i Hamza’nın ciğerini avuçları içinde görünce çiğ çiğ yemeye başladı. Midesi dahî buna tahammül edememiş, istifra etmişse de, kini bir türlü teskîn olmuyordu. Bu vahşeti sebebiyle kendisine, „âkiletu’l-ekbât: ciğer yiyen kadın“ lakabı verildi. Bu kadarla da yetinmeyen Hind, Hazret-i Hamza’nın cesedi başına gitti ve bu sefer mübârek şehidin diğer uzuvlarını da kesip kendisine gerdanlık ve halhal yaptı. Ona hayret ve dehşetle bakan diğer müşrike kadınlara da: „-Ne duruyorsunuz siz de bulduğunuz diğer müslüman şehitlere böyle yapsanıza.“ diyerek onları da aynı melanete teşvik etti.

Peygamber Efendimizin savaş esnasında elinde bir kılıç vardı. Müslümanlara şöyle sesleniyordu: -Bu kılıcın hakkını vermek üzere kim almak ister? Herkes kılıcı almak için çırpınırken Resulullah onu kimseye vermedi. Ebu Dücane sordu: -Bu kılıcın hakkı nedir Ya Resulallah! Peygamberimiz de: -Sonuna kadar onunla düşmanla çarpışmaktır. Buyurdu. Ebu Dücane: -Ben alırım Ya Resulallah! Dedi. Peygamberimiz de kılıcı O’na verdi. Ebu Dücane kahraman bir kişi idi, kırmızı bir kuşağı da vardı. O kuşakla başını sardığı zaman herkes O’nun nasıl bir savaş yapacağını anlıyordu. Bu kuşağı ile başını bağlayıp kendisine verilen kılıcı aldı. İki saf arasında salına salına yürümeye başladı. Resulullah O’na bakarak buyurdu ki: -Bu Allah’ın böyle bir yer dışında hoşlanmadığı bir yürüyüş şeklidir.

Ebu Dücane önüne gelen herkesi darmadağın ediyordu. Bu haliyle dağın eteğinde tefler çalan kadınlara kadar vardı. Bunlar arasında bulunan Hind Binti Utbe şiir söyleyerek erkekleri savaşa kışkırtıyordu.

Ebu Dücane bu kadını öldürmek için kılıcını kaldırdıysa da, Resulullah’a ait bir kılıcın bir kadını öldürmek gibi bir küçüklüğe düşmemesi gerektiğini düşündü. Böylece Hind, Uhud’da öldürülmekten kıl payı kurtulmuş oluyordu. Müslüman ölülerinin organlarını kesmek için Kureyş kadınları geldiler. Hind Binti Utbe erkeklerin kulaklarından ve burunlarından halhallar ve gerdanlıklar yaptı. Kendi halhal ve gerdanlıklarını Vahşi Bin Harb’e verdi.. Sonra bir kayanın üzerine çıkıp avazı çıktığı kadar bağırdı: -Biz size Bedir’in karşılığını verdik. Harpten sonra harp deliliktir. Utbe’ye, kardeşime, amcama ve çocuğuma sabredemedim.
İçimi rahatlattım. Adağımı yerine getirdim. Vahşi, sen benim yüreğime su serptin.

Vahşi! Ömrüm boyunca ve kabrimde kemiklerim çürüyünceye kadar sana teşekkürler…

Müslüman şehitlerin kulak burun ve azalarının kesilmesi konusunda Ebu Süfyan Müslümanlara seslenerek şöyle demişti: -Bugünkü zaferimiz Bedir’e karşılık olsun! Savaşta zafer bazen bu tarafa bazen de öbür tarafa nasip olur. Size gelince, sizin ölüleriniz arasında kulakları burunları kesilmiş kimseler bulacaksınız. Vallahi bundan hoşnut ta olmadım, kızmadım da. Ne yasakladım, ne emrettim!..Ve devam etti:-Gelecek sene bir daha karşılaşalım! Bedir’de kozlarımızı paylaşalım. Biz orada olacağız! Ölülerin azalarını kesme konusunda Peygamber efendimiz tepki göstermişti. Şöyle ki: Savaştan sonra vadinin bir tarafında, karnı deşilmiş, organları kesilmiş, ciğerleri çıkarılmış bir şekilde Hazreti Hamza’nın naşı bulundu.

Peygamberimiz bunu görünce buyurdular ki: -Eğer Safiye (Hazreti Hamza’nın kız kardeşi) üzülmeyecek, ya da benden sonra sünnet haline getirilmeyeceğini bilsem, Hamza’yı bu şekilde bırakır ve vahşi hayvanların karnına, yahut kuşların kursağına yem olmasını isterdim. Yemin ederim, Allah Kureyş’e karşı bana zafer nasip edecek olursa, onlardan otuz kişinin burun ve kulaklarını keseceğim! Safiye, Abdulmuttalib’in kızı, Hazreti Hamza’nın kız kardeşi idi. Müslümanlar da “Araplardan hiçbir kimsenin şimdiye kadar yapmadığı bir şekilde kulak ve burun gibi organları keseceklerine.” yemin ettiler.

Hind Bint Utbe, Mekke’nin fethi gününe kadar devamlı Resulullah ve İslam’a karşı savaş halindeydi…Mekke’nin fethinde, önce Medine’ye, daha sonra da yoldaki Müslüman ordusuna Kureyş’in elçisi olarak giden Hind’in kocası Ebu Süfyan, Müslüman olarak Mekke’ye dönüyor ve devesinin üzerinde kendisini bekleyen halka yüksek sesle: -Kim, Ebu Süfyan’ın evine girer sığınırsa, ona eman verilmiştir. Kim, kapısını üzerine kapatır ve elinden silahını bırakırsa, ona da eman verilmiştir! Kim Kabe’nin örtüsü altına girerse onlara da eman verilmiştir!..
Diyordu. Ebu Süfyan’ın evi, Mekke’nin yukarı semtinde, bulunuyordu.

Ebu Süfyan, Mekke’ye varıp evine girmek istediği zaman, karısı Hind Binti Utbe: -Arkanda ne haber var? Allah, seni, iyilikten ırak etsin! Sen, ne kötü bir elçi oldun! Diyerek O’na hakaret etti. Ebu Süfyan Mescidi Haram’a vardı: -Ey Kureyş topluluğu! İşte, Muhammed! Karşısında dayanamayacağınız kadar büyük bir kuvvetle yanı başınıza gelmiş bulunuyor! Ey Kureyş topluluğu! Ey Galip Hanedanı! Müslüman olunuz da, selamete eriniz! Yüce Allah, sizi, onlardan, Abbas sayesinde korudu! Yazıklar olsun size! Siz, bu tutum ve davranışınızla, kendi kendinizi aldatmayınız! O, sizin karşı koyamayacağınız, dayanamayacağınız bir ordu ile başucunuza gelmiş bulunuyor.Ben, sizin görmediklerinizi ve hiç göremeyeceklerinizi gördüm.

Sayısız erler, atlar ve silahlar gördüm ki onlara hiç bir kimsenin gücü yeter değildir.
Diyerek avazının çıktığı kadar bağırmağa başladı. Kureyş müşrikleri, O’na:
-Sus! Kavmine, senin gibi kötü elçilik yapanı, Allah, iyilikten uzaklaştırsın! Dediler.
Hind Binti Utbe, kocası Ebu Süfyan’ın yanına varıp sakal ve bıyığından, tutarak:
-Ey Galip Hanedanı! Şu kocamış hayırsız adamı, şu kara alçağı, şu elçinizi, öldürünüz!
Çünkü, O, dininden dönmüştür! Kavminin ne kötü bir gözeticisidir! Allah, Kureyşliler’in senin gibi elçisini hayırdan uzaklaştırsın! Ey Galip Hanedanı! O’nu, öldürmeyecek misiniz? Kendinizden ve yurdunuzdan def etmeyecek misiniz O’nu? Diyerek bağırdı. Ebu Süfyan, Hind’e: -Sus! Sakalımı da bırak! Varlığım, Kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki; sen ya Müslüman olursun, ya da senin boynun vurulur! Hemen evine gir! Dedi.

Bunun üzerine, Hind, Ebu Süfyan’ın sakalını bıraktı ve evine girdi. Mekke’ye girerken, yakalandığında öldürülmesine dair Peygamberimizin emri olan Hind binti Utbe, evinin penceresinden manzarayı ürpererek seyrediyordu. İslam ordusunun haşmeti, heybeti, Resulullah Efendimizin engin şefkati ve müsamahası, müslümanların İlahi huzurdaki duruşları, edeb, nezaket ve hürmetleri, Hind’in gönlünde İslam nurunun parlamasına vesile oldu. Daha önce gördüğü rüyasını hatırladı. Güneşin yakıcı ateşi altında kaldığını, gölge yakınında olmasına rağmen gitmeye gücünün yetmediğini, sonra Resulullah’ın uzaktan görünüp yaklaştığını kendisini kurtardığını hatırladı. Resulullah Mekke halkını toplamış onlara soruyordu: -Benim size ne yapacağımı zannediyorsunuz? Ne dersiniz? Dedi. Onlar : -Hayır. Biz senden hayır umarız!.. Sen Kerim bir kardeş, Kerim bir kardeşin oğlusun.

Sen takdir edilen birisin. Dediler. Resulüllah Efendimiz:-Ben de kardeşim Yusuf Aleyhisselam’ın söylediği gibi söylüyorum: “Bugün size kınama yok. Allah sizi bağışlasın. O, merhametlilerin en merhametlisidir!..” (Yusuf Suresi:92) Gidiniz siz serbestsiniz!..Buyurdu. Hind Bint Utbe, Resulullah’ın, kendisine işkence edip yurdundan çıkaranları, O’nunla savaşanları affettiği gibi, kendisini de affedeceğini ummaya başladı. Kocası Ebu Süfyan’a: -Ben Muhammed’e beyat etmek istiyorum! Dedi. Karısının bu sözüne şaşıran Ebu Süfyan, O’nun sadakatini anlamak için: -Ama sen İslam’ı inkar ediyordun! Dedi. Hind de kocasına: -Evet! Vallahi öyle idim. Ancak şimdi, ben şuna kesinlikle inanıyorum ki, bu geceden önce Kabe’de Allah’a hakkıyla kulluk edilmemiştir. Yemin ederim ki, müslümanlar bütün geceyi namaz kılarak, ayakta, rükuda ve secdede geçirdiler.Dedi.

Hanımının kesin kararlı olduğunu gören Ebu Süfyan:-Öyle ise akrabalarından birisini yanına alarak git! Dedi. Ertesi gün Hind, Resulullah’ın nerede olduğunu sordu. Safa Tepesinde beyat aldığını öğrenince derhal kardeşi Ebu Huzeyfe’yi yanına alarak gitti. Ebu Huzeyfe İslam’ın ilk yıllarında müslüman olmuştu. Hatta Bedir savaşında müşrik ordusunda bulunan babasına karşı meydan okuduğu için Hind O’nu bu hareketinden dolayı kınayan bir şiir söylemişti.

Şimdi ise O’nu kendisine destek olarak Resulullah’a götürüyordu. Hind Binti Utbe, Kureyş’in önde gelen hanımlarından da bir grup oluşturdu. Tanınmaması için kendisini bir örtü ile gizledi. Zira öldürülmesinden korkuyordu. Bu ruh hali içerisinde Safa Tepesi’ne gitti. Hanımların içerisine katıldı. Bu hanım topluluğunda şunlar bulunuyordu:

Ebu Süfyan Bin Harb’in karısı Hind Binti Utbe, İkrime Bin Ebi Cehil’in karısı Ümmü Hakim Binti Haris Bin Hişam, Safvan Bin Ümeyye’nin karısı Begüm Binti Muazzel, Fahite Binti Velid Bin Mugire, Hind Rayta Binti Münebbih Bin Haccac ve daha bazı Kureyş kadınları…Hep beraber gelerek on kişilik bir gurup halinde beyat etmek üzere Peygamberimizin yanına geldiler. Peygamberimizin yanında zevcesiyle kızı Hazreti Fatıma ve Abdulmuttaliboğulları kadınlarından bazıları da bulunuyordu. Hind ise tanınacağından, tanınırsa, öldürüleceğinden korkuyor, Peygamberimizden uzakça duruyor, kendisini, tanıtmamağa çalışıyordu.
Hind: -Ya Resulallah! El tutuşup sana beyat edelim mi? Diye sordu. Peygamberimiz:
-Ben, kadınlarla el tutuşmam! Benim, yüz kadına birden hitab etmem, her bir kadına ayrı ayrı hitab etmem gibidir! Buyurdu. Peygamberimiz, kadınlarla, ancak, sözle beyat yapardı.
Peygamberimiz, yanında bulunan Hazreti Ömer’e:

Söyle bu kadınlara, Allah’a hiç bir şeyi eş ve ortak tutmamak üzere Resulullah’a beyat edecekler! Buyurdu. Hind’in yanındaki Kureyş kadınları, sustular, konuşmaktan kaçındılar. Hind: -Vallahi, kadın, erkek bizler putlara tapıp duruyorduk. Senin, erkeklerden almadığını gördüğümüz bir taahhüdü; sen, bizden alıyorsun!?. Erkeklerden istemediğin bir taahhüdü, kadınlardan ne diye istiyorsun? Her ne ise, biz söylememizi istediğin şeyi de söyleyeceğiz! Ben, iyice anlamışımdır ki, Allah ile birlikte başka mabudlar da bulunmuş olaydı, başımıza gelenlerden bizi korurdu!dedi. Peygamberimiz, Hind’e baktı ve Hazreti Ömer’e : -Söyle onlara; hırsızlık da etmeyecekler! Buyurdu. Hind: -Ya Resulallah! Ebu Süfyan, pinti ve cimri bir adamdır. Vallahi ben, O’nun haberi olmadan, malından bir şeyler çalıyordum. Bu, benim için helal midir, değil midir bilmiyorum?

Ebu Süfyan ne bana, ne de oğluma yeteri kadar bir şey vermiyor! Dedi. Peygamberimiz: -O’nun malından, kendine ve oğluna yetecek kadar bir şey alabilirsin!
Buyurdu. Resulullah’ın yanında bulunan Ebu Süfyan atıldı :-Senin geçmişteki çaldığın, geçti gitti. Gelecekte alacağın da sana helal olsun! Dedi. Peygamberimiz, güldü Hind’i yanına çağırdı: -Demek sen, Hind Binti Utbe’sin? Diye sordu. Hind: -Evet! Allah’a şükürler olsun ki, kendisi için seçip beğendiği dinini üstün kılmıştır. Ey Muhammed! Muhakkak ki bana rahmetin dokunacaktır. Ben, şimdi Allah’a inanmış bir kadınım! Dedi. Yüzünden, peçesini açtı: -Allah, geçmişleri bağışlar. Sen, benim geçmişlerimi bağışla ki; Allah da seni bağışlasın! Dedi. Peygamberimiz, Hind’e: -Hoş geldin! Müslümanlığın hayırlı olsun! Buyurdu.

Hind: -Vallahi, ya Resulallah! Dün, yeryüzünde senin çadırın kadar, zillete ve hakarete uğramasını özlediğim bir çadır halkı yoktu! Bu gün, sabaha çıkınca, yeryüzünde senin şu çadırındakiler kadar izzet ve şerefe ermesini özlediğim bir çadır halkı yoktur! Dedi. Peygamberimiz: -Bu hal, sende daha da çok olsa gerektir! Buyurdu. Hind Binti Utbe de:-Senin çadırın ve içindekiler kadar kin duyduğum ve Allah’ın yağmalatmasını arzuladığım bir çadır yoktu! Fakat, vallahi şimdi, bana senin çadırın ve içindekiler kadar, sevdiğim ve Allah’ın mamur ve mübarek kılmasını özlediğim bir çadır yoktur! Dedi.

Peygamber Efendimiz: -Öyledir. Vallahi, ben, kendisine çocuklarından, ana ve babalarından daha sevgili olmadıkça, hiç biriniz gerçekten iman etmiş olmazsınız! Buyurdu. Resulullah Efendimiz devamla: -Ölülere ağıt yakmaktan, ağlarken yüz göz tırmalamak, üst baş yırtmak, saç baş yolmak, ah vah diyerek bağırıp çağırmaktan sakının! Dedi. Efendimiz yine Hazreti Ömer’e dönerek:-Söyle onlara; zina etmeyecekler! Diye beyat almaya devam etti. Hind:
-Ya Resulallah! Hür bir kadın, zina eder mi hiç?… Dedi. Efendimiz de: -Hayır! Vallahi hür bir kadın zina edemez!.. Diye teyit etti.Yine Hazreti Ömer’e: -Söyle onlara; çocuklarını da öldürmeyecekler!..Buyurdu.Hind: -Küçük iken onları biz büyüttük, yetiştirdik. Siz öldürdünüz. Bedir’de öldürmedik genç bıraktınız mı ki, onları öldürelim? Dedi.

Hind’in Hanzala adındaki oğlu Bedir Savaşında müşrik olarak öldürülmüştü. Efendimiz tebessüm edip geçti. Hazreti Ömer ise buna çok güldü.Efendimiz Hazreti Ömer’e: -Söyle onlara; elleri ve ayakları arasında bir iftira uydurup getirmeyecekler! Emrettiğim iyilikleri yapma konusunda bana karşı gelmeyecekler! Buyurdu. Hind: -Vallahi, iftira çok kötü, çirkin bir iştir. Biz senin huzuruna isyan etmek niyetiyle gelmedik. Dedi. Kadınlar Efendimize, her emrine itaat etmek üzere beyat ettiler.Peygamberimiz de onlara Kuranı Kerim okudu. Hazreti Ömer, erkeklerin beyatında olduğu gibi, Peygamberimizin buyruklarını kadınlara tebliğ edip ulaştırarak onların da beyatlarını aldı.

Şerefli, muhterem, akıllı ve görüş sahibi olan Kureyşli ve Haşimilere mensup Hind Binti Utbe, müslüman olmuştu.. Kocası Ebu Süfyan, Resulüllah Efendimiz Mekke’ye girmeden hemen önce müslüman olmuştu. Böylece onları nikahları üzere bıraktı. Hind Binti Utbe, dünyaya sanki yeni doğuyordu. Bir başka insan olmuştu adeta. Resulullah Efendimizin her sözüyle içindeki cahiliye kalıntıları sökülüp atılıyordu. O’nun engin müsamahası, muhabbeti, şefkat ve merhameti karşısında bütün düşmanlıklar, kin, nefret, gazab, haset ve intikam hisleri eriyip gitmişti.

Peygamber Efendimize olan hayranlığını içine sığdıramıyordu. Bu coşkun sevgisini şöyle dile getirirdi: -Anam babam sana feda olsun Ya Resulallah! Ne kadar müstesna bir insansın! Bizi ne büyük hedeflere, ne güzel şeylere çağırıyorsun! O, bunu sadece diliyle söylemiyordu. Bütün varlığıyla, bütün zerreleriyle söylemeye gayret ediyor ve: -Ya Resulallah! Yeryüzünde senin itaatine girmeyen tek kişinin kalmasını istemiyorum! Gönlümün derinliklerinden gelerek söylüyorum ki; herkes sana tabi olsun. Beni bundan daha çok sevindirecek hiçbir şey yoktur. Diyerek teslimiyetini ve iman aşkını arzediyordu. Hind bir kuş hafifliğinde arkadaşları Ümmi Hakim Binti Haris, Begum Binti Muazzel, Fahite Binti Muğire v.s. ile birlikte evine döndü.

Bu şekilde biat tamamlandıktan sonra Hind, kuş gibi hafiflemişti. Korkuyla ve büyük bir tedirginlikle geldiği Resulullah’ın yanından gönül huzuru içinde ve yeni doğmuş bir insan gibi ayrılıyordu. O ana kadar yeryüzünde en çok kızdığı ve yok olup gitmesi için dua ettiği Allah’ın Resulü ve ailesi gitmiş; yerine dünyada en mesut insanlar olması için dualar ettiği, Resulullah ve ailesi gelmişti. O sevinçle, evine döner dönmez iki oğlak kesip kızarttı ve cariyesiyle Allah’ın Resulü Efendimize gönderdi. “Daha fazla göndermek istediği halde, hayvanlarının hasta ve az olması” özrünü de Peygamber Efendimize ulaştırmasını, cariyesine sıkı sıkı tembih etti. Cariyesi, bu durumu Peygamber Efendimize söylediğinde, Yüce Peygamberimiz, Hind’in hayvanları için dua etti. Bu dua bereketiyle Hind’in hayvanları kısa süre içinde öyle arttı ki, sayıları bilinmez oldu.

Bu hali gören Hind: -Bu Resulullah’ın bereketidir! Bizi, İslam’la şereflendiren Allah’a hamd olsun! Derdi. Hind İslam’ın sonsuz saadetine kavuşmuştu. Müslüman bir hanımefendi olarak evini köşe bucak kontrolden geçirdi. İlk iş olarak, yıllardır boş yere mücadele verdikleri putlarını kırmaya başladı. Onları parçalarken öfkesini:-Biz yıllarca size nasıl da aldanmışız. Siz taş ve odunsunuz. Bize ne faydanız, ne de zararınız dokunabilir. Nasıl da anlayamamışız! Diyerek göstermeye çalıştı. İslam’ın sonsuz rahmeti içine girmenin sevinciyle gönlünü temizlediği gibi, evini de putlardan temizlemeye koyuldu. Peygamber Efendimizin vefatından sonra da Hind, o eski yiğitlik ve coşkunluğunu İslam için kullanmaya devam etti.Yermük Gazası çok şiddetli ve kanlı geçen bir harpti. Bu savaşa kocası Ebu Süfyan ile birlikte katılan Hind, savaş boyunca söylemiş olduğu şiirlerle orduyu savaşa teşvik etmiştir.

Ordu dağılma emareleri göstermesine rağmen savaş meydanından uzaklaşmamış, aksine düşmanın üzerine üzerine giderek askerleri teşvik etmiştir. O’nun bu kahramanlık ve gözüpekliğini gören diğer kadınlar ve askerler de toplanmış, yeni taarruzlarla ordu nihayet zafer kazanmıştır. Daha sonraları Hind’in Ebu Süfyan’dan boşandığı rivayet edilmiştir. Hind, Hazreti Ömer’in hilafeti zamanında, Şam Valisi olan oğlu Muaviye’nin yanına gitmiş, oğluna; yakınlarına iltimas geçip gereğinden fazla yardım etmemesini nasihat etmiştir.

Oglu Muaviyeye: Halife, adaleti gözeten bir insandır; böyle davranırsan seni görevinden azledebilir! Demiştir. Velhasıl huysuz, gaddar, zalim, insan ciğeri dişleyen, lakin, zeki, coşkulu, cesur bir kadın olan Hind; hidayetin nuruyla, İslam’la şereflendikten sonra, şahsiyet değiştirmiş, gönlü iman dolu, fedakar, cesur, ince ruhlu, vakarlı bir anne olmuştur. Bu güzide karakter ve şahsiyetli sahabe hanım, Hicret’in 13. yılında, Hazreti Ebu Bekir’in babası Ebu Kuhafe ile aynı günde vefat etmiştir.

Resulullah Efendimize selat ve selam olsun. Sahabelerinden ve onları takip edip, iman ile dünyadan göçen tüm müminlerden de Allah razı olsun. Cenabı hak bizleri hakka, adalete, dogruluga, yalnız ve yalnız hakikatlere uyan Kuran ve sünneti seniye nurundan feyiz alan, sıratı müstakime sımsıkı baglanan, İslami adına mücadelesini ömür boyu devam ettiren, Ehli sünnet vel cemaattan kopmayanlardan eylesin, son nefesimizedeKelimeyi tevhidi ve kelimeyi şehadeti söylemeyi nasip eylesin…Sen her şeye kadirsin allahım…Amin…

Sermedkadir 16.05.2013

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht. Erforderliche Felder sind mit * markiert