İman Bizim İmanımız

Rabbimiz Haşr Suresi ayet.21-22.de mealen şöyle buyurmaktadır: *** Eğer biz bu Kur’an’ı bir dağa indirseydik, muhakkak ki onu, Allah korkusundan baş eğerek, parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri insanlara düşünsünler diye veriyoruz. O, öyle Allah’tır ki, O’ndan başka tanrı yoktur. Görülmeyeni ve görüleni bilendir. O, esirgeyendir, bağışlayandır…***

Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem mealen şöyle buyurmaktadır:** Her kim ilim istemek için bir yola girerse, cennet yollarından birine girmiş olur. Ondan hoşlandıkları için, melekler ilim arayanın üzerine kanatlarını gererler. ilim isteyene, göklerdekiler, yerdekiler ve sudaki balıklar bile günahının affı için yalvarırlar. Alimin ibadet edene üstünlüğü, dolunayın yıldızlara üstünlüğü gibidir. Alimler, hiç şüphe yok ki, peygamberlerin mirasçılarıdırlar.Peygamberler, ne dinarı, ne de dirhemi miras bırakmışlardır. Onların mirası ilimdir. Kim o ilmi alırsa, çok büyük bir nasibi elde etmiş olur…(Ebû Derda radıyallahu anh. Tirmizî.)**

Allaha binlerce ve binlerce şükürler olsunki Müslüman kimligini taşıyoruz. İman ehliyiz, Allaha, Peygamberlerine, kitaplarına, meleklerine, Ahiret gününe, öldükten sonra dirilmeye, kadere inanıyoruz. Müslümanım derken neye neden ve niçin teslim oldugumuzun bilici ve şuuru içerisindeyiz elhamdulillah. Allahın emir ve yasaklarının hepsini tasdik ediyoruz ve peygamberi vasıtasıyla bize gönderilen dine teslim oluyoruz.Zaten bu manada bir mükelleften istenende inanuıyoruzki, kalpten iman edip teslimiyet göstermesidir.

Mükellef olan kişinin, İmanın ve islamın özüne girmesi,ancak kalbiyle tasdik etmesi ve boyun egmesiyle yani teslim olmasıyla mümkündür. O yüzden çaresi kalmayan insanlar derlerye tamam tamam teslim oluyorum diye. Evet bizler taa baştan teslim olanlardanız. Zaten Allaha boyun egmeden, iman söz konusu olamaz. Kalbiyle tasdik etmeden de İman ve İslam sahih olmaz. Kuldan istenilen kamil bir iman için, kalbin tasdiki, dilin ikrarı-söylemesi- ve organların o iman dogrultusunda amel etmesi zorunludur, gereklidir ve de şarttır.

Mutlak surette kamil bir islam, alemlerin rabbi olan Allaha tamamen teslimiyeti gerektirir. Bunun için kalbin tasdiki ve teslimiyeti esastır. Dilin İslamı, kelimeyi şehadeti ikrar etmesi söylemesidir. Organlarımızın ameli,islamın emir ve yasaklarına yani ahkamını, hükümlerini uygulamasıdır. Bu manada kelime olarak ele aldıgımızda İman ve İslamın aynı oldugunu söyleriz. Bizler Müslüman isminden daha şerefli, daha onurlu başka bir sıfatla anılmak istemedigimizi ifade ederiz. Yani bu manada Müslüman kimligi, bizim için yücelerin yücesi bir makamdır inancındayız…

İnanıyoruzki; gerçek mümin aynı zamanda gerçek müslüman olur. Kuranı kerimin iki kapagı arasında olanların hepsine inanır, Bize kadar ulaştırılan sünneti seniyeyi baş tacı eder, hayat tarzı olarak uyulacak, takip edilecek yol olarak görür. Müslümanın sözleri, davranışları,tasdiki ve boyun egmesi,teslim olması bu dogrultuda olmalıdırki şeref ve haysiyetlerin,onurun en yüce mertebesine ulaşsın…

Rabbimiz Taha suresi ayet.111-112.de mealen şöyle buyurmaktadır:*** Bütün yüzler (insanlar), diri ve her şeye hakim olan Allah için eğilip boyun bükmüştür. Zulüm yüklenen ise, gerçekten perişan olmuştur. Her kim, mümin olarak iyi olan işlerden yaparsa, artık o, ne zulümden ne de hakkının çiğnenmesinden korkar…*** Şurası bir gerçektirki; amel bakımından insanlar farklı farklı yollar ve izleri sürdürmektedirler. Bu yüzden imanın ve İslamın tarifi yapılırken,İmanın ve İslamın hakikati hakkında islam alimleri tarafından bir çok konu izah edilmiş güzelce ortaya konulmuştur. Bizler bu çeşitli görüşler içerisinde Ehli sünnet itikadını her müslümanın muteber eserlerden veya güvenilir hocaefendilerden ögrenilmesi nin uygun olacagı inancındayız. Din hakkında, İman ve İslam hakkında söz söylemek,ulu orta görüş beyan etmek mesuliyeti çok büyük olan bir davranış şeklidir. Nerde ne kadarını ve ne şekilde izah edecek oldugumuz dini anlatımları mutlak surette bizler çok iyi bilmek zorundayız.

Müslümanlık, din, iman, islam, mukaddesatımız söz konusu oldugunda;meseleyi bu manada ele aldıgımızda; İlahi buyrukların muhatabı bütünüyle insan unsuru olduğu için, dinî konular hepimizi ilgilendiriyor şüphesiz. Ama, dinin temsili sözkonusu olduğunda, herkesin kendi düşüncesini “dinî gerçekler” veya “dinin gerçeği” olarak anlatması ne kadar doğru olabilir? İşte asıl dikkat edecegimiz yer burasıdır. Mutlak surette; Dinin sahibi Allah, kapsadığı alan ise dünya ve ahirettir. Allah, sahibi olduğu dini insanlara ulaştırmak için yarattıkları içerisinde en çok sevdiği ve seçtiği peygamberlerini aracı kılmıştır.

Bütün peygamberler bu uğurda her şeylerini, hatta canlarını feda etmişler, Allahın muradını insanlara ulaştırmayı hayatlarının tek gayesi kılmışlardır. Buna rağmen peygamberlerin vazifesi, yalnızca Allah’ın buyruklarını tebliğ etmek olmuş, tebliğcisi oldukları din adına kendiliklerinden, kendi heva ve heveslerinden hiç bir şey söylememişlerdir. Peygamberler bu ilahi görevi üstlendiklerinde; öncelikle tebliği sadece bilgi aktarımı olarak değil, Allah’ın vahyettiklerini bizzat yaşayarak insanlara ulaştırmışlardır. Peygamberlerin yolunda giden ve hem zahiri hem manevi yönleriyle onların varisi olan gerçek alimler de tebliğ vazifesini yerine getirmenin gayreti içinde olmuşlardır.

Yalnızca Kuran ve Sünneti seslendirmişler, bu iki kaynakta açıkça bulamadıkları bazı detay konuları ise büyük bir hassasiyet ve titizlik içinde yine Kuran ve Sünnetin genel anlayışına uygun olarak çözümleyerek insanlara en güzel surette izah ederek, açıklayarak sunmuşlardır. Burada dikkat çekecegimiz en önemli meselelerden birisi şudurki; Peygamberler ve onların varisi gerçek İslam alimlerinin tavrından çıkan sonuç şudur: allahın emrettigi, ilahi buyruklar bütünü olan dini, herhangi bir ideoloji gibi genel kültürle yorumlamak tarifi imkansız büyüklükte bir hatadır. Hele dini, bir başka söylemin önüne vitrin malzemesi olarak koymanın ne büyük bir vebal olduğu da gayet açıktır. Zerre kadar imani hassasiyeti bulunan bir kişinin bu gerçeklere kayıtsız kalması kesinlikle düşünülemez…

Bütün bu gerçekler bilindigi halde; ne yazık ki günümüzde din adına konuşan ve yazan pek çok kişi, bir hobiden ya da herhangi bir sosyal vakıadan söz eder gibi din adına konuşurken, rahat davranabiliyor. Kaldı ki, bu konularda bile herhangi bir yanlış anlatım, konu uzmanlarının itiraz duvarına çarpıyor. Her konunun bir ölçüsü oldugu gibi mutlaka, din adına konuşmanın da başından itibaren bir ölçüsü olması zorunludur. Bu ölçü, bir şekilde İslam dinini dile getiren herkesin mutlaka uyması gereken bir ölçü olmak zorundadır.

Bu dini anlatımda, duyurmada, teblig etmede birinci derecede, Allah’ın görevlendirdiği peygamberler din adına konuşmaya yetkili olmuşlardır. Yukarıda kısaca değinildiği gibi Onlar, kendilerine vahyedileni tebliğ etmekle görevli Allahın yer yüzündeki seçilmiş kullarıdır. Onlar, Allahın dinine kendiliklerinden hiçbir şey eklememiş ve çıkarmamışlardır. Peygamber Efendimiz (sav) aynı zamanda sahabesi olan arkadaşlarının içerinde 23.yıl yaşamış bilfiil o dini insanlara sözlü, ameli ve bilinen her yönüyle onlara anlatmıştır… Peygamber Efendimiz bir hadisinde mealen şöyle buyurmaktadır: ** Şüphesiz, Allah birçok şeyleri emretmiştir, sakın onları boşa çıkarmayın. Birçok da sınırlar çizmiştir, sakın onları aşmayın. Birçok şeyleri de yasaklamıştır, sakın onlara yaklaşmayın. Birçok şeyleri de unutmaksızın bırakmıştır, onları da sakın araştırmayın…(Sâlebe radıyallahu anh. Rezin.)** Dini anlatımda başvuracagımız insanların ikincisi peygamber varisi olan başta sahabe,tabiin ve etbai tabiinden olan sırasıyla İslam alimleridir. Onlar mutlak surette peygamberlerden sonra din adına konuşmaya ehliyetlidirler. İyi bir tohumun çıplak bir taş üzerinde yeşerip büyümesi mümkün olmadığı gibi, kuru bilginin kalbinde sağlam bir imanı ve takvası, üzerinde de Sünnet’e uygun bir ameli bulunmayan kimsede faydalı olamayacağı aşikârdır.

Tabir caizse sahabe Peygamber Efendimizin yaşantısını kare kare beyinlerine nakşetmiş,ondan ögrendiklerini bir sonraki nesle dogru ve gerçek bir şekilde nakletmiş saadetli devrin güzide insanlarıydı onlar.Bir hadis mealen şöyle: ** Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin sahabilerinden bize bilgi verenler, şunu anlattılar: Onlar, Peygamberden on âyet alıp ezberlerlermiş. Onu iyice sindirip, içindeki bilgileri ve hükümleri hayatlarına uygulamadıkça diğer on âyete geçmezlermiş.(Ebû Abdurrahman radıyallahu anh. Ahmed.)

O güzide insanların önderlerinden Ömer efendimizden gelen rivayet şöyle: ** Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:“Kim ilimsiz ibadet ederse, bozdukları düzelttiklerinden çok olur. Kim söylediklerini uygularsa, kendisini ilgilendirmeyen boş sözü az bulunur. Kim dinini tartışmalara hedef ederse, bir kararda kalamaz daldan dala atlar durur.“Ömer(ra) Dârimî.**

Başka bir hadisi Buhari zamanımıza taşıyor,mealen şöyle.Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:“Şüphesiz Allah, ilmi insanların ellerinden çekerek almaz, ilmi, âlimleri almakla alır. Alimlerden kimse kalmayınca, insanlar câhil başkanlar edinirler, onlara sorarlar, onlar da fetva verirler, hem kendileri saparlar, hem de onları saptırırlar.“ (İbn Amr(ra). Buhari.)

İslam alimleri, seviyesini bilen ve yetkili ağızlardan veya eserlerden eksiksiz öğrendiğini olduğu gibi aktaran müslümanlar olarak hassasiyetlerini en güzel şekilde yerine getirmişler, bu dinin anlaşılması, yaşanması ve ileriki nesillere ulaştırılması görevini en iyi şekilde yerine getirmişlerdir. Tabii ki bu müslümanlar, din adına konuşmanın önemini ve sorumluluğunu idrak etmiş, kalplerinde takvâ hassasiyetini kazanmış olan müslümanlardır. Din adına konuşmaya yetkili olan Peygamber Efendimizin (sav), O’nun varisi olan alimlerin ve diğer salih müminlerin bu konudaki genel tutumlarını inceleyip, din adına konuşma hususunda dikkat edilmesi gereken ölçüler ana konumuzdur.

Din adına konuşmanın temelini tebliğ oluşturur. Tebliğ ise kısaca, Allahın bildirdiklerini inanarak ve yaşayarak insanlara ulaştırmaktır. Allahın bildirdiklerinden maksat, Kur’an ve Sünnettir. Peygamber Efendimizin (sav) vazifesi de bu idi. O’nun varisi olan alimlerin vazifesi de budur.

Rabbimiz Nisa Suresi ayet.59.da mealen şöyle buyurmaktadır: *** Ey iman edenler. Allah’a itaat edin. Peygamber’e ve sizden olan ülülemre (idarecilere) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz Allah’a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız onu Allah’a ve Resûl’e götürün (onların talimatına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir…***

Mutlak surette inanıyoruzki; İslâm itaat dinidir: Allaha itaat, Resûlüne itaat ve ululemre itaat.Ulul-emr geniş bir kavramdır. Emir sahipleri, genellikle sözkonusu işin yetkilileri anlamındadır. Her müslüman itaat ahlâkı üzere olmakla mükelleftir. Bilgi sahibi olmak, yetki sahibi olmak, itaat ahlâkına aykırı davranma hakkını vermez. Bu itibarla bir müslüman ne kadar bilgi sahibi olursa olsun, her zaman kendi üzerinde daha iyi bir bilenin var olduğunu kabul edecek ve kendisini son merci görmeyecektir. Hakikate ulaşabilmek için gayret sarfettiğini düşünecek, en doğrusunu Allahın bildiğini, kendi yaptığının ise o bilgiye ulaşma gayreti olduğunu itiraf edecektir. Takvâ hassasiyeti içerisinde her türlü ikaza açık olacaktır. Dikkat edilirse en muteber tefsirlerde müfessirlerimiz bir ayeti en güzel şekilde izah etmeye gayret ederler ve sonunda da her şeyi en iyi bilen Allahtır derler. Ne güzel birusül, ne edebli bir uygulama…

Sahabeyi kiramdan başlayarak, tabiin ve etbai tabii bu dini kurallara en güzel bir şekilde uymuşlar,Peygamber efendimizden aldıklarını en dogru ve güvenilir bir şeklde kendilerinden sonrakilere ulaştırmışlardır.Allaha ve onun Şanlı rasulune baglılıkta örnek teşkil etmişler bu dini sahih olarak yaşamamızda çok büyük rol üstlenmişlerdir allah hepsinden razı olsun.

Rabbimiz ali imran suresi ayet.159-160.da mealen şöyle buyurmaktadır: *** O vakit Allahtan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için dua et; iş hakkında onlara danış. Kararını verdiğin zaman da artık Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever. Allah size yardım ederse, artık size üstün gelecek hiç kimse yoktur. Eğer sizi bırakıverirse, ondan sonra size kim yardım eder? Müminler ancak Allah’a güvenip dayanmalıdırlar…***

Allahın emrini en güzel şekilde yerine getirmeye gayret eden, Sahabei Kiram, din adına konuşma Allah adına hüküm verme konusunda da takip etmeleri gereken yolu Peygamber efendimizden (sav) öğrenmişlerdir. Onlar,Efendimizden gördüklerini ve duyduklarını aynen yerine getiren ittiba ehli insanlardı. Sahabe-i Kirâm, fetva ve hüküm vermekten son derece kaçınırlardı. Bir konuda tereddüt ettiklerinde, o konu hakkında Kur’an’dan veya Resulullah (A.S.) dan bir açıklamanın bulunup bulunmadığını araştırırlardı. Buldukları takdirde hemen ona uyarlar, bulamadıklarında ise Resulullah (A.S.) Efendimize sorarlar ve aldıkları cevap neyi gerektiriyorsa onu yaparlardı.

Sahabe-i Kirâm, Resûlullah (A.S.) Efendimiz’in sohbetinde bulunmuş, O’nunla birlikte bir çok savaşlara katılmış, canlarını O’nun yoluna kurban etmiş, âyetler geldiği esnada Efendimiz ile aynı havayı teneffüs etmiş, ayrıca âyet ve hadislerin hepsi çok iyi bildikleri kendi ana dillerinde gelmiş olduğu halde hüküm vermeye cesaret edemiyorlar, onun sorumluluğu karşısında tir tir titriyorlardı. Çünkü Bedir Gününde esirlerle ilgili vermiş olduğu karardan sonra inen ayetler karşısında, Resûlullah (A.S.) ın nasıl hıçkıra hıçkıra ağladığını gözleriyle görmüşlerdi. Onlar Peygamber efendimizin talebeleriydi,her konuda Onun terbiyesini almışlardı.

Sahabe-i Kirâm’ın genel tutumu yukarıda ifade ettiğimiz şekilde olmakla birlikte, bazen hüküm vermek zorunluluğu ile karşı karşıya kalabiliyorlardı. Bu durum, Resûlullah (A.S.) ın hayatta bulunduğu dönemde bazı hallerde meydana geldiği gibi, irtihalinden sonra da meydana gelmiştir. Böyle bir durumda dahi onlar, Kitab ve Sünnet’ten yeterince bilgisi bulunan ve aynı zamanda bu bilgisini hadiselere uygulayabilecek kabiliyete sahip olan sahabilere müracaat ediyorlardı. Bunların da sayısı pek fazla değildi.

Resûlullah (A.S.) ın hayatta bulunduğu dönemde, savaş meydanında veya seferde bulunmak gibi çeşitli sebeplerden dolayı O’na başvurulamayan ve hemen hüküm verilmesi gereken konularda Sahabe-i Kirâm ictihat etmiş ve hüküm vermişlerdir. Daha sonra Resûlullah (A.S.) ın yanına döndüklerinde olayı anlatmışlar, Efendimiz de onların vermiş oldukları hükümlerin doğru olup olmadığını bildirmiştir. Onlar da Efendimiz’in dediğine hemen uymuşlardır. Resûlullah (A.S.) ın tasvibine mazhar olan bu tür Sahabe ictihatları sünnet olarak kabul edilmiştir.

Resûlullah (A.S.) ın irtihalinden sonra Sahabe-i Kirâm, hükmünü vermek zorunda kaldıkları olaylarla karşılaştıklarında da aynı hassasiyeti göstermişlerdir. Abdurrahman b. Ebi Leylâ’nın anlattıkları, onların hassasiyetini ortaya koymaktadır. O diyor ki: “Bu mescitte (Medine mescidinde) Resul-i Ekrem’in ashabından 120 tanesine yetiştim. Hepsi de kendilerine bir mesele sorulduğunda veya bir fetvâ istendiğinde bunu başkalarına havale eder, cevap vermek istemezlerdi. Hatta birine bir şey sorulduğunda, onu diğerine havale ede ede tekrar kendine gelirdi, kimse cevap vermek istemezdi.” (Gazali, İhyâ)

Sahabe-i Kirâm, Tabiîn ve onları takip eden dönemde fetvâ vermiş olan zâtların isimlerini bir eserde toplayan İbn-i Hazm, yüzbinin üzerinde olduğu ifade edilen Sahabe-i Kirâm içerisinde fetva verenlerin (ictihat edenlerin) sayısını 146 olarak tesbit etmiştir. Bu Sahabelerin 120 tanesinden -kiminden bir, kiminden üç, kimisinden beş tane olacak şekilde- çok az fetvâ (ictihat) rivayet edilmiştir. Raşid Halifeler, Hz. Aişe gibi Efendimizin bazı hanımları ve Sahabe-i Kirâm’dan kadîlik ve yöneticilik yapmış olanlar da bu 146 rakamına dahildir.

Bütün bunların yanında, hakkında âyet ve Sünnet’ten delil bulunmayan bir konu hakkında hüküm verirken Râşid Halifelerin takip ettiği usül, onların hassasiyetini belgeleyen başka bir delildir. Hemen Sahabe-i Kirâm’ı biraraya toplayıp, onlarla istişare ederek hüküm verirlerdi. İşte Allah adına hüküm vermede Sahabe-i Kirâm’ın hassasiyeti bu derece takdire şayan idi. Sahabe-i Kirâm’ın hassasiyetini görerek yetişen müslümanlar yani Tabiîn, hayatın her sahasında olduğu gibi, din adına konuşma, Allah adına hüküm verme konusunda da onların edeblerini muhafaza etmişlerdir.

Nasıl ki Sahabe-i Kirâm, önlerine hüküm vermeleri gereken bir husus geldiğinde onu yetkili olan ilim sahiplerine havale etmişlerse, tabiîn dönemi müslümanları da aynı yolu takip etmişlerdir. Günümüze kadar onların yoluna tabi olanlar da aynı tutumu sergilemişlerdir.

Tabiîn dönemi ve takip eden dönemlerde, bütün varlıklarını ilme ve onunla amel etmeye adayan Peygamber varisi âlimler yetişmiştir. Hem ilim yönünden hem de amel ve takvâ yönünden ictihada ehliyet kazanmışlardır. Kendilerine arz edilen meseleleri, Allah’ın rızasına uygun bir şekilde cevaplandırmaya gayret göstermişlerdir.

İbn-i Hazm “Ashâbu’l-Futyâ” isimli eserinde, tabiîn döneminden üçüncü asrın sonlarına kadar bütün İslâm aleminde yetişmiş olan müstakil müctehitlerin sayısını 304 olarak tesbit etmiştir. Bu âlimlerin etrafında binlerce ilim talebesi yetişmiş ve çeşitli bölgelere yayılmışlardır. İctihat edebilecek seviyeye ulaşamamış âlimler, müctehitlerin vermiş oldukları hükümleri insanlara aktarmışlardır. Bu âlimlerin hayatlarına bakıldığında, ilim tahsili için bütün imkânlarını seferber ettikleri, bütün olumsuz şartlara rağmen geri adım atmadıkları, ilmi dünya için değil Allah için yaptıkları ve bütün çalışmalarında Allah ile irtibatlarını her şeyin üstünde tuttukları görülür.

Bütün İslâm âlimleri, din adına konuşmanın – Allah adına hüküm vermenin çok büyük bir sorumluluğu gerektirdiğinde ittifak etmişlerdir. Müslümanların bu konuda çok dikkatli olmaları imanlarının icabıdır. Hükmünü kesin olarak bilmedikleri meseleleri de yetkili olan alimlerine sormalıdırlar. İslam âlimleri, dini ilimlerdeki tahsil seviyelerine göre müslümanları çeşitli derecelendirmelere tabi tutmuşlardır. Onların yapmış olduğu taksimlerden de faydalanarak, dinî ilimlerdeki tahsil seviyelerine göre müslümanları iki büyük başlık altında toplayabiliriz. Birincisi, avam veya ümmî ismi verilen, dini ilimlerde yeterli tahsili bulunmayan müslümanlar; ikincisi de yeterli tahsili bulunan müslümanlar. Her iki grup, kendi arasında da derecelere ayrılır. Hayatını ilme ve amele adamış kıymetli müctehid âlimlerimizin değerini ancak gerçek ilim sahipleri ile dininde hassasiyeti yüksek müminler takdir edebilir. Bu gün onların miraslarına dayanarak doktora yapanların, makaleler yazanların ve konuşup maişet temin edenlerin, o miras sahiplerinin biraz da edep ve tevazuundan istifade etmeleri gereklidir inancındayız.

İslam dini, adına konuşma,hüküm verme yetkisine sahip olan İslam alimlerin zirvesinde müctehid imamlarımız bulunmaktadır. Bir ilim adamının müctehid olabilmesi için bazı şartları taşıması gerekir. İmam Gazalî (Rh.A.) müctehitte bulunması gereken şartların iki olduğunu belirtmiştir. Birincisi ilim, ikincisi de dinin istediği şekilde adaletli ve dindâr olmaktır. İkinci şart, müctehidin verdiği hükmün, müslümanlar tarafından kabul edilmesinin şartıdır. (Gazalî, el-Mustasfâ) İctihat yapabilecek seviyede bütün ilimleri bilen bir ilim adamı dindar değilse, yapmış olduğu ictihat müslümanlar tarafından kabul edilmez.

Müctehidde aranan diğer şart ise ilimdir. İslâm âlimleri, bir âlimin ictihat yapabilmesi için aşağıdaki ilimleri iyi bir şekilde tahsil etmesi gerektiği hususunda aynı kanaate sahiptirler: Kuranı Kerimi bilmek. Bir müctehidin Kur’ân ayetlerinin hepsini genel olarak, ahkâm ayetlerini ise en ince ayrıntılarına kadar bilmesi şarttır. Ayetlerin nâsihini-mensuhunu, nüzûl sebeplerini, lugat ve ıstılah manâlarını, hass, âmm, mücmel, müfesser gibi lâfızları tanıma yollarını bilmesi gerekir.

Müctehid imam Sünneti çok iyi bilecek. Müctehid, hadislerin sahih olanıyla zayıf olanını birbirinden ayırt edebilecek bilgiye sahip olmalıdır. Bunun yanında râvîlerin durumlarını, senet yönünden rivâyet derecesini bilmelidir. Hadislerin vürûd sebeplerini, aralarında nâsih-mensuh ilişkisini, tercih sebeplerini bilmelidir. Arapça’yı bilmek. Sarf, nahiv, belâgât, me’anî, beyân gibi ilgili ilim dallarıyla birlikte bilmek.Ayrıca İcmanın meydana geldiği konuları bilmek.

Kıyas’ı bilmek. İctihadın temeli kıyas olduğu için müctehidin kıyasın rükünlerini, şartlarını, hükümlerini en ince teferruatına kadar bilmesi şarttır.

Dini ilimlere vakıf ola müctehid,Fıkıh Usûlünü bilmek zorundadır. Fıkıh’ın furuunu bilmekte onu işidir. Kısaca, bir müctehitte bulunması gereken şartlar bunlardır. Burada şunu önemle belirtmek zorundayız ki, yukarıdaki şartları haiz müctehitleri yetiştirme gayreti içerisinde bulunmak, bütün ümmetin boynunun borcudur. Dini yetkisiz, adalet vasıflarından uzak, laubali ve dinin ruhunu hissedemeyen bilgiçlerin ve bir şekilde malumat edinerek ve Akademisyenlik sıfatlarına sıgınnarak az amelle çok konuşan okumuş cahillerin elinden kurtarmak bu ümmetin üzerindeki en büyük vazifedir inancındayız.

Usülcüler, müctehid olmayan âlimleri ilmî seviyelerine göre derecelendirmişlerdir. Kısaca bu derecelere giren âlimlerin bazı özellikleri şöyle özetlenebilir: Müctehid olmayan alimler, ilmî seviyelerine göre mukallid, temyîz, tercih ve tahrîc ashabı şeklinde dört kademede değerlendirilmişlerdir. Yalnız bir mezhebe ait hüküm, mesele ve rivayetlerin büyük bir kısmını ezberlemiş, bunları eserlerine almış olan âlimlere “mukallid” ismi verilmiştir. Farklı görüşler arasında kuvvetli olan ile zayıf olanı biribirinden ayırabilecek seviyede bir ilme sahip olan âlimlere “temyiz ashabı” denilmiştir.

Mukallid ve temyîz ashabının bir üst derecesinde bulunan, farklı görüşler arasında tercihte bulunabilecek güçte olan âlimler “tercih ashabı”dır. İctihad derecesinin bir alt derecesinde bulunan âlimler ise “tahric ashabı”dır. Onlar, hükmü bulunmayan meselelerde, mezhebin usulünü kullanarak yeni hükümler çıkarabilecek kabiliyettedirler. Ebu Bekir el-Cessâs, Ebu Abdullah el-Cürcânî gibi alimler bu tabakadan sayılmışlardır. Şu hususa kesinlikle inanıyoruzki, Alim olmayan fakat diniyle ilgili hassasiyeti olan müslümanların kendilerini ilgilendiren konuların hükümlerini öğrenmeleri mutlak surette gereklidir.Buna, “içinde bulunmuş oldukları hallerin bilgisi” anlamında ilmihâl bilgileri diyoruz. Her müslümanın, yapması farz olan bir işin ilmini de öğrenmesi farzdır.

Aynı şekilde yapmaması gereken haram bir fiilin ilmini öğrenmesi farzdır. Çünkü haram olduğunu bilmezse sakınamaz. Yine vacibleri ve mekruhları öğrenmesi vacib, sünnetleri öğrenmesi de sünnettir.Bu seviyedeki müslümanlar, bir konunun hükmünü ya yetkili bir âlime sormalı veya yetkili bir âlimin yazdığı güvenilir bir eserden okuyup öğrenmelidirler. O konunun hükmünü bilip, gereğini yerine getirmeleri yeterlidir. O hükmün delillerini ve delâlet yollarını öğrenmeleri, bu seviyedeki müslümanlara farz değildir. Müslümanların büyük bir kısmı bu grupta yer alır.

İmamı gazalinin tesbitlerine göre: Bütün İslâm âlimleri, müslümanlardan -yukarıda ifade edilen manada- avam sınıfında bulunanlarının yetkili âlimlere sorarak dinlerini yaşamaları gerektiği hususunda ittifak etmişlerdir. Kaynak eserlerimizde bu konu şöyle ifade edilir: “Avamın fetvâ sorarak amel etmesi vacib olduğu gibi, ilim ve adalet sahibi olduğunu bildiği alimlere ittiba etmesi baglanması da vacibtir.”

Bu grupta bulunan müslümanlar, kesinlikle bildikleri bir hükmü, meselâ namazın farz olduğunu, içkinin haram olduğunu vb. başkalarına anlatabilirler. İyi bilmedikleri veya az da olsa tereddüt ettikleri konularda konuşmamaları gerekir. Böyle bir durumda yetkili bir âlime müracaat etmeleri lâzımdır. Dinî ilimlerde bir miktar tahsil görmüş, fakat hükmün delillerini bilebilecek seviyeye gelememiş olan kimseler de avam müslümanlarından sayılır. Bunlar, taklid ehlinden oldukları için öğrenmiş oldukları hükümle amel ederler. Çünkü taklid, delilini bilmeksizin bir görüşü kabul etmektir. (Gazalî, el-Mustasfâ)

Sonuçta; Müslüman, eğer din adına konuşacaksa önce kendi seviyesini bilmelidir. Yukarıda çok özet olarak ifade etmeye çalıştığımız derecelerden hangisine girdiğine vicdanında karar vermeli ve ölçüsünü aşmamalıdır. Mütevazi ve alçakgönüllü olmalı, kendisini hak etmediği konumlarda görmemeli. Hangi konumda olursa olsun her zaman kendisinin üzerinde daha iyi bir bilenin olduğunu unutmamalıdır. İyi bilmediği bir şeyi nakletmemeli ve bilirmiş gibi konuşmamalıdır. Kesin olarak bildiklerini ise nereden okuduğunu veya kimden duyduğunu belirterek nakletmelidir.

Devamlı ilmini ve amelini geliştirmelidir. Ne ilminde ne de amelinde bu günü dününden geride olmamalıdır. Bu din bizim dinimizdir,bu iman bizim imanımızdır ve korma görev ve sorumluluguda bizlere aittir.Bir hadis mealiyle konumuzu noktalatyalım inşaallah: ** Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:“Kim ilimsiz ibadet ederse, bozdukları düzelttiklerinden çok olur. Kim söylediklerini uygularsa, kendisini ilgilendirmeyen boş sözü az bulunur. Kim dinini tartışmalara hedef ederse,bir kararda kalamaz daldan dala atlar durur..“(Ömer radıyallahu anh. Dârimî.)**

Allahım bizlere seni sevenleri sevdir.Bizleri iyilere,salih ve saliha olanlara yoldaş ve eş eyle.Bizleri dinine,imanına,mezhebine sımsıkı sarılanlardan eyle.Bizleri Wehli sünnet imamlarının yolundan ve izinden ayırma.Bizleri senin dosdogru yolun ola sıratı müstakimden ayırma.Sen her şeylere kadirsin Allahım…amin…

Sermedkadir…20.02.2011

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht.