İSLAM’DA  EMANET  KAVRAMI  VE  DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ…

Rabbimiz Nisa suresi Ayet.58.de mealen şöyle buyuruyor: *** Allah size, mutlaka emanetleri ehli olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne kadar güzel öğütler veriyor… Şüphesiz Allah her şeyi işitici, her şeyi görücüdür…*** *EMANET* Lügatte, güvenmek, korku ve endişeden emin olmak, ruhun sükûnet bulması anlamına gelir. Aynı kökten gelen ‘iman’, inanma, Allah’ın gönderdiği inanç ilkelerinin doğru olduğundan emin olma, ‘mü’min’ ise, iman eden, Allah’a güvenen ve güvenilir bir kimse demektir.

 

*EMANET*İnsanın güvenilir olması,kendisine bir şeyin korkusuzca teslim edilebilir olması demektir. Bunun anlamı şudur: Emânet, -maddi olsun  manevi olsun-, bir şeyi veya bir değeri gönül huzuru ve güvenle başkasına teslim etmek ve aynı gönül huzuru ve eminlikle geri almaktır. ‘Emânet’ ayrıca, güvenilen bir kimseye koruması için geçici olarak bırakılan şeydir. Hukuk ilminde ve halk arasında bu son mânâ daha fazla yaygındır… Geniş anlamıyla, „Allah’ın tekliflerinin tamamına“ emânet denilmiştir. (Mecmuat’ul-Tefâsir) Usûl-i fıkıhta, Allah’ın insanlâra yüklediği bütün mükellefiyetlere emânet denilmiştir (Molla Hüsrev)

 

Eşref-i mahlûkat, Allah’ın yeryüzündeki halifesi olarak tanımlanan insan; Allah’ın öğüdü ve rehberi olan Kur’an-ı Kerîm ile ruhlar âleminde verdiği ‚misâk’ı aldığı emâneti yerine getirmeye çalışmakla mükelleftir. Bu manada, herhangi bir şekilde kendisine emânet edilmiş bir malı korumamak nasıl hâinlik olmaktaysa; daha geniş kapsamlı olarak Kur’ân ve Sünnet emânetini sahiplenmemek, İslâm’a yönelmemek ve İslâmî ilkeleri yaşamamak, yaşatmayı unutturmak veya engellemek de emânet ve emânet ilkelerine uymamak demektir.

 

Nisa Suresi 58.ayet hakkında Şehid seyyid kutub diyorki: * Bu iki görev, müslüman cemaatın hem yükümlülükleri hem de ahlak kurallarıdır. Emanetleri, onları taşıyabilecek yetenekte olanlara yüklemek ve „insan“lar arasında adalete uygun, yüce Allah’ın sistemi ve direktifleri uyarınca hüküm vermek.Emanetler, „en büyük emanet“le başlar. Yüce Allah’ın, insan fıtratına sunduğu, insan hamurunun mayasına kattığı, „göklerin, yeryüzünün ve dağların yüklenmekten kaçınmalarına, ağırlığından ürkmeleri“ne rağmen „insan“ın omuzlarına aldığı emanet. Bilinçli, iradeli, istikametli ve yoğun bir çaba ile yüce Allah’ı bulma, bilme ve O’na inanma emaneti.

 

Bu insan fıtratına özgü bir emanettir. İnsan dışında kalan canlı-cansız bütün varlıklara gelince yüce Allah onlara kendine inanmayı, kendine varmayı, kendisini tanımayı, kendisine kulluk etmeyi, kendisine uymayı ilham yolu ile empoze etmiş, onları evrensel yasalarına uymaya zorlamıştır. Bu konuda onların bilinçli, iradeli, istikametli ve yoğun bir çaba harcamalarına gerek bırakmamıştır. Yalnız insan fıtratına, insan aklına, insan bilgisine, insan iradesine, insan yönelişine ve yoğunluklu insan çabasına, yine kendi yordamı ile Allah’a ulaşma görevini yüklemiştir. „Allah’ın yardımı ile“ diyoruz. Çünkü yüce Allah „Bizim uğrumuzda cihad edenleri kesinlikle yollarımıza iletiriz“ buyuruyor.“ (Ankebut Suresi, 69)

 

İşte bu emaneti insan yüklendi ve gereğini yerine getirmekle yükümlü olduğu emanet budur.Yüce Allah’ın yerine getirilmelerini emrettiği diğer emanetler, bu „en büyük emanet“in dalları olarak karşımıza çıkar. Bu ikinci derecedeki emanetlerin biri bu dini tanıtma, onun için tanıklık etme emanetidir. Bu emanetin ilk aşaması kişilik aracılığı ile tanıtma, tanıklık etme görevidir. Yani müslüman öyle bir kişilik örneği ortaya koymalı ki, bu dinin canlı tanığı olmalı, bilinci ve davranışları ile onun tercümanı olmalıdır, insanlar bu inanç sistemini onun kişiliğinde somutlaşmış görerek „Bu ne güzel, ne iç arındırıcı vè yararlı bir inanç sistemi! Taraftarlarının vicdanlarını ne örnek bir ahlâk ve olgunlukla yoğuruyor!“ demelidirler.

 

Müslümanın başkalarına böyle dedirtebilmesi kişilik aracılığı ile yapılan ve dışa dönük etkisi kısa zamanda görülen bir tanıtma, bir tanıklık yapma olur.Müslümanın bu dini kişiliğinde özümlemesinden ve yapısında somut ifadeye kavuşturmasından sonra tanıtmanın ikinci aşamasına sıra gelir. Bu aşama insanları bu dine çağırma, onlara bu dinin üstünlüğünü ve seçkinliğini tanıtma aşamasıdır. Mümin, İslâm’ı sadece kendi şahsında uygulamakla ve uygulamanın sağlayacağı tanıtma imkânı ile yetinemez. 

 

 

Bu yükümlülüğü yerine getirmedikçe omuzlarındaki bu dini tanıtma, anlatma emanetini yerine getirmiş sayılamaz. „En büyük emanet“ ağacının dallarını oluşturan ikinci derecedeki emanetler arasında şunları sayabiliriz: İnsanlar arasında sağlıklı ilişkiler kurma, hiç kimsenin hakkını çiğnememe emaneti; alış-verişlerde, sözleşmelerde, verilmek üzere alınan her türlü eşyada güveni bozmama emaneti; yönetenlere ve yönetilenlere yönelik nasihat, doğruyu söyleme emaneti; ailede ve toplumda çocuklara bakma, onları iyi yetiştirme emaneti; toplumun dokunulmaz haklarını, mallarını ve sınır boylarını kollama-gözetme emaneti; kısacası hayatın bütün alanlarında ilahi sistemin insanlara yüklediği görevleri yerine getirme emaneti.

 

Bu saydıklarımızın tümü yukarda okuduğumuz ayetin yaygın anlamlı kapsamına giren ve bu nitelikleri ile yerine getirilmeleri yüce Allah’ın emri olan emanetlerin başlıcalarıdır.“İnsanlar“ arasında adalete uygun hükümler verme görevine gelince yüce Allah bu görevi tüm „insanları“ içerecek biçimde kayıtsız, yaygın ve geniş kapsamlı tutuyor. Başka bir söyleyişle İslam’ın istediği adalet sadece müslümanlar arasında geçerli olacak ya da müslümanlar dışında bir de kitap ehlini şensiye altına alarak diğer insanları kapsamı dışında tutacak sınırlı bir adalet değildir. İslâm’a göre adalet, her insanın, sırf „insan“ olmasından kaynaklanan doğal hakkıdır.

 

Bu sistemde adalet hakkının tek gerekçesi insanın „insan“ olmasıdır. İnsan niteliği olduğuna göre insanlar arasında adalet dağıtılırken mümin – kafir, dost – düşman, siyah derili – beyaz derili, arap-arap olmayan ayırımı yapılamaz. Müslüman ümmet, insanlar arasında hüküm verme görevi ile karşılaşınca onlar arasında adalet uyarınca hüküm etmekle yükümlüdür. Adalet ilkesinin böyle ayırımsız, böyle kayırmacasız uygulamasını insanlık sadece İslâm’ın eli altında, müslümanların egemenlik dönemlerinde, İslâm toplumunun insanlığa önderlik ettiği yerlerde ve zamanlarda görebilmiştir. İslâmdan önce ve İslâm’ın egemenlik yetkisini yitirdiği andan itibaren insanlık, böylesine onurlu, böylesine herkesi kucaklayan bir adalet düzeni ne görmüş ve ne de tadını tadabilmiştir.

 

Bütün insanların ortak sıfatı olan „insan“likan başka hiçbir nitelik gözetmeyen adalet uygulaması, müslümanların söz sahibi olmadıkları toplumlarda ve dünyada tatlı bir rüya olmaktan ileri gidemez.İslâm’da toplumsal hayatın temelini nasıl -geniş kapsamı ve bütün anlamları ile- emanet oluşturuyorsa egemenliğin, hükümranlığın temelini de adalet oluşturur.Emanetleri, taşıyabilecek olanlara yüklememizi ve insanlar arasında adalete uygun hükümler vermemizi emreden ifadeleri izleyen yorum cümlesi bize bu ilkelerin yüce Allah’ın öğüdü ve direktifi olduğunu, O’nun ne güzel öğütler ve direktifler verdiğini hatırlatıyor.(Fi Zilali Kuran.Seyyid kutub) 

 

Emaneti ehliyet sahiplerine vermek, adaletin olduğu kadar iktidarın da şartıdır. Bugün “yönetimi elinde bulundurma, yürütme yetkisine sahip olma hali” anlamına kullanılan “iktidar”, aslında “güç yetirebilme niteliği, yapabilme kudreti” yani ehliyetle kazanılmış güç demektir. Dolayısıyla makam ve yetkiden öncedir; makam ve yetkiyle elde edilmiş bir donanım değildir. Mevki, makam ve rütbe ile sağlanan yetki ve imkanlar, kişide önceden bulunması gereken bu donanımın, yani ehliyetin pratiğe yansıtılmasına, uygulamaya aktarılmasına yarar. Değişmeyen bir kuraldır: Makamın gerektirdiği ehliyetten yoksun insanlar yürütme yetkisini ele geçirme anlamında iktidar olabilirler ama hiçbir zaman muktedir olamazlar.

 

Bundan daha kötüsü iktidarı kullanma mevkiinin bir zulüm, haksızlık, yolsuzluk kaynağı haline getirilmesidir ki, bu durum da liyakatsizlik eseridir. “Salâhiyet” salih kişilere verilmeyince “yetki” olur, yettiği yerlerde ot bitirmez.Liyakat ve ehliyet mahrumiyetine rağmen elde edilecek bir makam yahut iktidar mevkiinin hayır değil şer olduğunu bilmek, bunun hem kişiye hem topluma zarar vereceğini unutmamak gerekiyor öyleyse. Makama değil liyakat ve ehliyete talip olmak, bununla yetinmek gerekiyor. İnsan altın olursa, kıymetini bilecek bir sarraf bulunur elbet. Bulunmasa da gam değil. Allah her şeyi bilen, her şeyden haberdar olan ve hikmetinden sual edilmeyen değil midir?

 

Muaz b. Cebel r.a. anlatıyor: Bizler Rasulullah s.a.v. ile birlikte Mekke yolu üzerindeki Cümdan dağının yan tarafında yürüyorduk. Birden, uyarırcasına buyurdu ki: **Ey Muaz! Sâbikûn (öne geçenler) nerede?” Ben de:“Geçip gittiler. Şu insanlar geriye kaldı.” dedim. Bunun üzerine,“Ey Muaz! her şeyleri ile Allah’ın zikrine dalmış olan sâbikûn nerede?” buyurdu.“Sâbikûn” önden giden anlamına da geliyor. Efendimiz s.a.v.’in sorusu üzerine bunu böyle anlıyor Muaz b. Cebel r.a. ve kafilenin önünde, zahiren baş tarafta olanları kastettiğini sanıyor. Bugün de öyle değil midir? Çoğumuz mevki makam sahiplerinin önde, başta, yukarıda olduğunu düşünmez miyiz? Ama hayır, Rasul-i Ekrem s.a.v. asıl önde bulunanların “Allahın zikrine dalmış olanlar” olduğunu söyleyip başka bir makama işaret ediyor. Müminlerin talip olması gereken tek makamdır bu. Allah’ın zikrine devam edenlerin, zikirle boyananların, Allah’tan gayrısını düşünmeyenlerin makamı. Raşit halifelerin beşincisi Ömer b. Abdülaziz (rh.a.), bir Arefe gecesi Arafat tepesinden Mina’ya doğru akan insan seline bakıyor. Hemen herkesin öne geçme derdiyle adeta birbiriyle yarış edercesine koşuşturduğunu görüyor. Şöyle mırıldanıyor kendi kendine: – Bugün öne geçenler, bineği önde olanlar değil, günahları bağışlananlardır. Sabikûndan ama Âlemlerin Efendisi’nin tarif ettiği sâbikûndan olmayı talep edelim. Çünkü daha yüksek ve daha gerçek bir makam yok. İşe bakın ki bunun da yolu dünyayı geride bırakıp dünyevî bütün makamlardan uzaklaşmaktan geçiyor.

 

İslam ahlakında: makam istenmez, liyakat ve ehliyet bakımından müstehak olana “tevdi edilir”. Tevdi etmek, geçici olarak, emaneten vermek demektir. Bu dünyadaki her şey gibi mevki ve makamlar da hem gelip geçicidir, hem emanettir. Bir makamı birine tevdi etmenin ilk şartı olan *LİYÂKAT*, işte bu fanilik ve emanet şuuruyla belli eder kendini. Bulunduğu veya bulunacağı makamda geçici olduğunu bilmesi ve buna göre davranması, her an ölebileceğini hesaba katıp ahirete hazırlıklı olması, liyakat sahibi bir insanın birinci özelliğidir. İkincisi emin, yani güvenilir olmasıdır. Çünkü emanet ancak emin olana, emanete ihanet etmeyecek olana verilebilir.

 

Bir kişinin güvenilirliği Allah’a kulluktaki samimiyet ve ciddiyetiyle ölçülür. Kulluğunu savsaklayıp unutarak Allah’a ihanet edene asla güven olmaz. *Kork; Allah’tan korkmayandan…* denilmiştir. Rabbimiz Bakara suresi ayet.282-283.de mealen şöyle buyurmaktadır: *** Ey iman edenler! Belirlenmiş bir süre için birbirinize borçlandığınız vakit onu yazın. Bir kâtip onu aranızda adaletle yazsın. Hiçbir kâtip Allah’ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan geri durmasın; (her şeyi olduğu gibi) yazsın. Üzerinde hak olan kimse ( Yolculukta olur da, yazacak kimse bulamazsanız (borca karşılık) alınmış bir rehin de yeterlidir. Birbirinize bir emanet bırakırsanız, emanet bırakılan kimse emaneti sahibine versin ve (bu hususta) Rabbi olan Allah’tan korksun. Şahitliği bildiklerinizi gizlemeyin. Kim onu gizlerse, bilsin ki onun kalbi günahkârdır. Allah yapmakta olduklarınızı bilir…***

 

Liyakat genel bir şarttır aslında. Müminin şiarıdır. Makam tevdiinde mutlaka gözetilecektir ama asla bununla yetinilmeyecektir. Çünkü “Allah size emaneti ehline vermenizi emreder” (Nisa: 58). Emanetin, yani bir görev veya makamın ehli, o makamın gerektirdiği özel şartları taşıyan kişidir. “Ehliyet” dediğimiz bu özel şartlar bir bilgi, beceri, mizaç, kabiliyet yahut yeterliliktir ki noksanlığı makam verilmesine manidir. Fakat kişi adına bir eksiklik değildir. Bir insan çok faziletli, çok dindar olabilir. Böyle birini bu hasletlerinden dolayı mükafatlandırır gibi yüksek bir makama getirmek, eğer o makamın gerektirdiği ehliyeti taşımıyorsa, doğru değildir.

 

Nitekim Peygamber efendimiz (sav), ashabın büyüklerinden, en çok sevdiği, doğruluğunu ve zühdünü övdüğü, kendisine dua ettiği, sık sık evine çağırdığı Ebu Zerri Gıfari’nin  valilik talebini geri çevirmiş, ona “İki kişiye bile olsa sakın âmir olma.” tembihinde bulunmuştur. Çünkü Ebu Zerrin en küçük bir ihmali bile hoş görmeyen, mazeret kabul etmeyen, yanlışlar karşısında sert tepkiler veren bir mizacı vardır. Fakat onun valiliğine engel olan bu mizaç, faziletine gölge düşürmez. Kaldı ki Peygamber Efendimiz (sav) onun valilik talebini sadece yönetilecek kitleyi düşündüğü için değil, bizzat Ebu Zerrin iyiliğini düşündüğü için de uygun  görmemiştir…

 

Yani bazen bir makam talebinin reddi, o talebin sahibine iyilik olabilmektedir. Bu nedenle Ebu Zerr (ra) alınganlık göstermemiş, hatta ilk üç raşit halife döneminde bu defa kendisine teklifler yapılmasına rağmen yöneticilik görevini kabul etmeyerek Peygamber efendimizin (sav) tembihine vefatına kadar sadık kalmıştır. Liyakat ve ehliyetiyle bir makamda başarılı olanları, çok farklı bir ehliyeti gerektiren başka görev ve makamlara getirmek de yanlıştır. Osmanlının son zamanlarında bu hataya çokça düşülmüş, örneğin 93 Harbi’nin büyük kumandanı Ahmet Muhtar Paşa gibi savaş kahramanlarının sadrazamlıkları tam bir hayal kırıklığı olmuştur.

 

Yani insan çok iyi bir asker olabilir lakin idare makamına geçince ne yazıkki aynı başarıyı gösteremez. Bu durumdan dolayı kendisi zarar gördügü gibi ümmetin zararı daha fazla olur.
İmam Nevevî rh.a. yüzlerce kıymetli eser bırakmış Âlimlerimizden biridir. Eserleri arasında en bilineni Riyâzü’s-Sâlihin adlı hadis derlemesidir. Bu kitapta hadis-i şerifler konulara göre tasnif edilmiş, her bölüm başında da konuyla ilgili kısa bir açıklamaya yer verilmiştir. Bu açıklamalarda idarecilerle ilgili şu ifadeler yer alır: ** İdarecilerinizin hayırlıları onlardır ki, siz onları seversiniz, onlar da sizleri. Siz onlara dua edersiniz, onlar da sizlere. İdarecilerinizin şerlileri de o kimselerdir ki, siz onlara onlar da size öfke duyarlar. Siz onlara, onlar da size lânet okur…**

 

 

Peygamber Efendimiz (sav) iki kişi bile olsak, birimizin yönetme sorumluluğunu üstlenmesini tavsiye etmiştir. Küçük büyük bütün toplumlar bir yönetilen – yöneten, ast – üst hiyerarşisine dayanmak durumundadır. Toplumsal yapılanmada görev, yetki ve sorumlulukların zorunlu kıldığı farklı mevkiler vardır. Kaçınılmaz olarak birileri bu mevki ve makamlarda görev yapacaktır. “Bu birileri niçin ben olmayayım..” diye düşünebilir insan. Kendini bir makama daha layık görebilir, diğer insanlardan daha iyi hizmet vereceğini zannedebilir. Fakat makam taleplerinin arkasında kendini başkalarından üstün görme, bencillik, takdir edilme duygularının yahut çıkar sağlama, şöhret ve daha rahat yaşama niyetinin olması da mümkündür.

 

Hatta kişi bu olumsuz duygu ve hesapların farkında bile değildir çoğu zaman. İşte bu yüzdendir ki kalp illeti ince bir meseledir. Fıtrî bir duyguyu, mükemmelleşme arzusunu istismar eder. Masum görünür ama çok tehlikelidir. Aşırı hırs ve dünya ya meyletme gibi veye aşırı tamah gibi, diğer manevi kalp hastalıklarının artmasına sebep olacak bir potansiyeli vardır çünkü. 
Kasas suresinin ayetlerinde, serveti, mevki ve imkânları dolayısıyla kendisine imrenilen Karun, ihtişam içinde kavminin karşısına çıktığında, onu gören insanların iki farklı tutumu aktarılır. Bir kısmı “Keşke Karun’a verilenlerin benzeri bizim de olsaydı” diye iç geçirir.

 

Bunlar “dünya hayatını arzulayanlar”dır. “Kendilerine ilim verilenler”  ise “Allah’ın mükafatını daha üstün” tutanlardır. Bu mükafatı dünyalığa yani Karun’un konumunda olmaya tercih ettiklerini “imanlarını koruyup salih ameller işlemek” suretiyle ortaya koyanlardır. Esas mesele budur. Dünyanın geçici makamlarını elde etmek için mi koşturup duruyoruz, yoksa Kur’an’da “fevz’ül-azîm” denilen “en büyük kazanç” için mi? Bu dünyadaki kurtuluşu mu istiyoruz, ahiretteki kurtuluşu mu? Eğer ahireti, Allah’ın mükafatını, ebedî mutluluğu talep ediyorsak, ki öyle olması gerekir, o zaman ancak nefsin hırs ve tamahkârlığından korunabilmiş kimselerin kurtuluşa erecekleri” gerçeğini unutmamak gerekiyor.

 

Kaldı ki Allah’tan ve O’nun rızasından gayrısına rağbet, rağbet edilen şey ne kadar büyük ve yüksek görünürse görünsün insan için menafatına degil bu  husus İnsan İçin bir zillettir. Mümin, “maksadım Allah, talebim O’nun rızasıdır” diye diye ulaşılan takvanın en üstün makam olduğunun farkında olarak  yaşantısını  devam  ettirmelidir. Allah indinde firavunların, karunların, kisraların değil, İbrahim Edhemlerin  makamının yüksek olduğunu bilmekj gerekir. Gönül  gözü firaseti açık  olan  insan taca tahta meyletmemelidir.‘Emânet’in kelime anlamında görüldüğü gibi ‘emânet’ olayında iki taraf söz konusudur. Birisi, kendisine güvenilen, itimat edilen, emin olan taraf; diğeri de ona herhangi bir şeyi gönül huzuruyla, güvenerek veren taraf.

 

Emâneti veren de, kendisine emânet edilen de bu işin şuurunda olmalıdır. Böylece şuurla, birbirine güvenen iki taraftan birinin diğerine ‘korunması için bıraktığı şey’ bir ‘emânet’ olarak karşımıza çıkmaktadır. Kimilerine göre buradaki *EMANET* Tevhid kelimesi ve gereği, akıl, kulluk veya Allah’a itaattir. ‘Emânet’i eğer böyle anlarsak, o zaman şöyle dememiz mümkündür: Emânet olayının farkında olan ve onu dünya hayatında gereği gibi koruyan mü’minler, emânete hıyanet etmedikleri ve onun değerini, ne olduğunu unutmadıkları için ‘zâlim ve câhil’ değildirler.Puta tapanlar, taptıkları nesneleri ilâh edinirler. Halbuki onlar şuursuz, güçsüz, âciz varlıklardır.

 

Kur’an bu yüzden şuursuz varlıklara tapanları ‘câhil’, bilgisiz ve olgun hareketten yoksun kimseler olarak  vasıflandırıyor. Onların taptıkları bu şuursuz ve güçsüz varlıklar, insana bir fayda vermedikleri gibi, ona bir görev de yükleyemezler. Puta tapanların, ‘kulluk’ emânetini bu gibi ilâhlara yapmaları olacak şey değildir. *EMANET* kelimesindeki karşılıklı eminlik özelliğinden hareketle diyebiliriz ki, ‘emânet’i ancak şuurlu ve akıllı insan taşıyabilir. Akılsız, şuursuz, irâdesiz varlıkların bu emâneti yüklenmeleri mümkün değildir. İnsanın yüklendiği bu ‘emânet’, onun dünya hayatının sırrıdır, oluş sebebidir. Varlık, insanın emâneti taşıyıp taşımadığına göre bir anlam kazanmaktadır.

 

İnsan, ‘emânet’in gereğini yapıp yapmamakla denenmektedir. İlim adamları buradaki ‘emânet’i, İslâm’ın insanlara teklifleri, kulluk, rûhî ve bedenî kabiliyetler, ma’rifetullah yani Allah’ı hakkıyla tanıma, Allah’ın insanlara gönderdiği hak din ve onun yüklediği görevler, akıl, insanın yeryüzündeki halifeliği, emir ve yasaklar, adâleti yerine getirme, doğruluk (emin olma), Allah’a itaat şeklinde açıklamışlardır. İslam alimlerinin birçoğunun görüşüne göre ‘emânet’, insana yüklenen kulluk görevi ve O’nun hükümleriyle amel etmektir. Allah (c.c.), gerek kendi hakları, gerekse kullarıyla ilgili haklar konusundaki hükümlerini ve bunların yerine getirilmesini, emin olma,

 

 

güvenilir olma sıfatını kazanan, yeryüzünde halife olan insanlara, baskı ve zorakî değil, gönül rızâsıyla veriyor. Zaten ‘emânet’ verme konusunda zorâkîlik değil, gönül rızâsı vardır. Böylece ‘emânet’in gereğini yapan mükâfat alır, yapmayan ise büyük kayıplara uğrar. Nitekim, müslüman olmak ve İslâmî ilkeleri yerine getirme konusu da gönül rızâsıyla, hür irâde ile olmaktadır. Burada en önemli mesele olarak karşımıza çıkan, İnsan önce Rabbine karşı, sonra kendine karşı, sonra da diğer insanlara karşı emin, güvenilir olmak görevindedir. Yani her türlü emâneti taşıyabilecek bir özellikte olması gerekir. İnsana düşen görev, öncelikli olarak Rabbinden gelen emânet’i korumak, gereğini yapmak, ona ihânet etmemektir.

 

İnsana verilen ömür, nimetler, ilim, beden ve imkânlar birer emânettir. Bütün bunların gereği gibi korunması lâzımdır. Bizler Müslüman  olarak, Teslimiyetimizin geregi insanları  kesinlikle öldürmek  değil  yaşamaları, en  güzel  bir  şekilde yani  İnsanca yani  İslam  ilkelerine  göre yaşamaları  için  elimizden gelen  ğayretleri sarfederiz. Günümüzde ise  Yahudi’ler  ve  Hristiytanlar devamlı toplu  katliam  yapma  peşindeler dün  Afganistanı kana  bulayanlar, Irakı yerle  bir  ettiler Milyonlarca  cana  kıydılar. Avrupanın  ortasında  Bosna  Hersek’te neredeyse  bir  soykırım gerçekleştirdiler.

 

Yetmedi Suriye’yi baştan  başa yakıp  yıktılar Milyonları katlettiler. Bugün  Yemen’de İnsanlar öldürülüyor, Dogu Türkistan’da, Arakan’da akıl  almaz  işkenceler  altında  Müslümanlar  yerinden  yurdundundan  edilip kaçma  fırsatını  bulamayan  çoluk çocuk, kadın  erkek  demeden  hunharca  katlediliyorlar.       Yahudi, Hristiyan  ve  Putperestlerin aşırı zulmü  yetmezmiş  gibi  Mısırda  onlara  şirin  görünme  çabası  içindeki yerli işbirlikçiler yüzlerce binlerce  Müslümanı hapishanelerde işkence  altında  inletiyor sonunda bir  bahane  uydurup  idam  hükmüni  icra  ediyorlar Hristiyan, Yahudi, Putperest terörü  hiç fasıla  vermeden  devam  ediyor Lakin basın, yayın ve  iletişim  araçları Müslümanları Terörrist olarak dünya ya  duyuruyorlar. İşte  en  son Yeni  Zelanda da ki  Cami  içinde  yapılan  katliam bu  sözümüzün  en  son  örneğidir…

 

Dün,Yeni Zelanda’nın Hagley Park bölgesinde “Christchurch ilçesi”ndeki iki camiye silahlı saldırı düzenlendi ve 49. Müslüman Cuma namazında hayatını kaybetti.. Saldırganlar saldırı öncesi sosyal medyadan paylaştıkları sözde manifestoda, genelde  Müslümanlara, özelde  ise Erdoğan ve Türkiye’ye yönelik tehditler savurdu. El Nur Camii’ne yönelik saldırı sırasında camide 200 kişi bulunuyordu. Saldırgan internette yayınladığı manifestosunda; Erdoğan’ı “Halkımızın en kadim düşmanı olan Türklerin lideri” olarak anıyor ve öldürülmesi çağrısında bulunuyor. Terörist Brenton Tarrant yayınladığı bildiride, “Boğaz’ın doğu tarafında barış içinde yaşayabilirsiniz. Fakat Avrupa topraklarında, Boğaz’ın batısındaki herhangi bir yerde yaşayamazsınız.

 

 

Sizi öldürür ve topraklarımızdan süreriz.‘Kostantinopolis’e gelecek ve bütün camiler ile minareleri yıkacağız. Ayasofya’yı minarelerden kurtaracağız. İstanbul bir kez daha Hristiyan toprağı olacak” ifadelerini kullanıyor. Son  alınan bilgilere  göree, Gözaltına alınanların sayısı biri kadın 4’kişi. Gözaltına alınan saldırganların araçlarında çok sayıda patlayıcı ele geçirildi ve Yeni Zelanda polisi, ülkedeki tüm camilere muhtemel yeni saldırı endişesi ile ve güvenlik gerekçesi ile kapılarını kapatması uyarısında bulundu.

 

 

Yeni Zelanda Başbakanı, Laurell Ardern 19 kişinin Linwood Camii’nde, 30 kişinin de El Nur Camii’nde öldüğünü belirten Ardern, 20’si ağır 48 kişinin de yaralandığını açıkladı. Başbakan Ardern’in yaptığı açıklamada, saldırganların Hristiyan bir kişi olduğunu söyledi. Ardern ayrıca katliamı yapanın, saldırıya ait görüntüleri paylaşan, 70 sayfalık bildirisini yayınladığı sosyal media hesabının kapatıldığını söyledi ve ‘Bugün ülkemizin en karanlık günlerinden biri. Bu saldırı, eşi görülmemiş bir şiddet eylemi› dedi.

 

Bu olay, tam da Çanakkale’de Anzak ayiniiçin bir aydan az bir zaman kala, Çanakkale savaşının yıldönümünün hemen öncesinde yaşandı. Son  zamanlarda özellikle Türkiye ve İslam coğrafyası, yeni bir Siyonist Haçlı ittifakının tehdidi altında. İsrail Lübnan’dan Hizbullah ve diğer Müslüman unsurları tasfiye ederek, Falanjistlerle birlikte orada bir Hristiyan devlet oluşturma gayretinde. Suriye’yi ise Lazkiye, Cebeli Dürz, Kuzey Suriye, Güney Suriye olarak bölüp,  Ortada Lübnan’ın kantonu olarak küçük bir Hristiyan bölge, Kürdistan içinde Süryani ve Ezdi kantonları oluşturma gayretindeler. Birleşik bir Suriye devleti. Suriye Federasyonu planı sözkonusu. Mısır ordusundan asker alıp, Suudi ve Birleşik arap  emirliklerinin parası ile kurulacak ordunun içine Suriye Demokratik Güçleri içinde hep PYD, yani Kürt unsurlar öne çıkarılıyor.

 

 

Bilindii  gibi, Suriye  demokratik güçleri’nin içinde gizli bir “Haçlı askeri gücü” var. Suriye, Lübnan ve Irak Hristiyanları yanında, Afrika, Avrupa, Asya ve Latin Amerika’dan devşirilen Hristiyan unsurlar da bu yapının içinde gizli. Brüksel’de CHRİSTİANİTY ARMY ile sağlanan mutabakat çerçevesinde Amerikalı, İngiliz, Alman, Fransız, Hollandalı, Belçikalı ve Avustralyalı Hristiyan unsurlar da buraya yönlendiriliyor ve bu unsurlara çok yönlü destek sağlanıyor. Yani PYD ile perdelenen, bölge  kürtlerinin  gerisinde gerisinde planlanan bir haçlı ittifakı var.

 

Bu son olay sankibir işaret fişeği gibi. Bu plan gerçekleşirse, Türkiye, Rusya ve İran’a “bölgeden çık” denilecek. Çünkü Arap barış gücü var. Amerika ve İsrail bu planın iki ana proramcısı. İngiltere ve Fransa da anlaşma  gereği garantör ülke olarak orada yer alacak. Bütün bunlar, Haçlı koruması altında, Kudüs’ün İsrail’e başkent olarak kabul edilmesinin ardından Mescidi Aksa’nın yıkılarak, Büyük İsrail’e giden yolda son adım olan ve gerekirse uğrunda her  yöntem  denenecek. Süleyman Mabedinin inşası için son adımı da atmış olacaklar.

 

Tabii bu  arada Müslümanların can evinde  vurulmaları gerekiyor ki, Mescidi Aksa ile ilgilenemeyelim. Zaten Müslümanlara, Mukaddes Tur-u sina ve Mukaddes Tuva’yı unutturdular nerede ise. İran-Suudi Arabistan arasında bir füze savaşı için taraflar silahlarla donatıldı ve sürekli kışkırtılıyor. Bugünkü Tevrat’ta şöyle bir bölüm var: (Yeremye Bab 4, Paragraf 3) “Kuzeyden üzerinize büyük bela ve katliam getireceğim. İşte aslan sık ormanından çıktı. Ve milletleri helak eden (cengâver) yola düştü; şehirlerin harap olsun.” Bu Kuzeydeki ülke ya da halk kim! O Tevrat’ın Nuh (AS) ile ilgili bölümünde Samîler Yafesoğulları konusunda uyarılırlar.

 

Yeni Zelanda’daki  saldırıdan önce, İsrail  başbakanı  Netanyahunun mesajı  yayınlanmış  mesaj  şöyle idi: “(Türklere) İstanbul’un “Konstantinopolis” adında bir şehir olduğunu hatırlatacağım! Bizans İmparatorluğu’nun başkenti ve Ortodoks Hıristiyanlığın merkezi. Orası Türk işgalinde, bin yıldan daha uzun bir süredir…  “Onlara ayrıca Soykırım Türkiyesi’nin Rumlara, Asurlara (Süryanilere) ve Ermenilere karşı yaptıklarını hatırlatacağım! Etnik olarak tüm Hristiyanları Küçük Asyadan temizlediler.” Tarih. 13.3.2019 16.58… Yani Yeni Zelanda saldırısından 2 gün önce!

 

Sanki azmettirici açıkça  kendini  ortaya  atıyor. Yeni Zelanda’daki vahşi katliam 25 Şubat 1994 tarihinde, Ramazan’ın on beşinde yine bir Cuma günü ama Cuma namazında değil de sabah namazında gerçekleştirilen El-Halil katliamına benziyor. O zaman Barush Goldstien adlı bir siyonist, Filistin’in Batı Yaka bölgesindeki El-Halil şehrinde bulunan Hz. İbrahim Camisi’nde insanların tam secdeye vardığı sırada arkadan üzerlerine kurşun yağmuru yağdırmış ve birçoklarını secdedeyken şehit etmişti. O zaman bu vahşi katliamı gerçekleştiren Barush Goldstien bir doktordu.

 

Yani mesleği insanların hayatlarını kurtarmak için çalışmayı gerektiren bir meslekti. Ama o içi dışı İslam ve Müslüman düşmanlığı, Müslümana karşı nefret duygularıyla doldurulmuş bir canavardı. Müslümanları secdeye vardıkları sırada yakalayıp katletmek ona özel haz ve zevk veriyordu. Müslümanlara karşı benzer kin ve nefret duygularıyla doldurulmuş ve İslam düşmanlığı temelinde siyonist canavar Barush Goldstien’le birleşen bazı vahşi canavarlar da dün Cuma namazı vaktinde Yeni Zelanda’nın iki camisini basarak namaz kılmaya gelen Müslümanlara saldırdı ve korkunç katliamlar gerçekleştirdiler.

 

Gerçekleştirdikleri katliamı adeta bir kahramanlık sahnesi gibi internette yayınlamaları da onlardaki vahşet duygularının ne dereceye vardığını gözler önüne sermektedir.Bu korkunç katliamı gerçekleştirmeye ve vahşeti icra etmeye yönelten karakterin onların tabiatlarında olması mümkün değildir. Çünkü insan selim fıtrat üzere doğar. Onlara bu ruh haleti kendilerini yetiştiren ve yönlendiren çevre, medya organları ve teşkilatlar tarafından verilmiştir. Buna bugün “İslamofobi” adı veriliyor. Yani İslam’dan, İslam’ın yayılmasından, güçlenmesinden korkmak.

 

Gerçekte ise bu İslam düşmanlığı, Müslümanlara karşı intikam düşüncesi ve kindir. “İslamofobi” adı verilen toplumsal ur Batı ülkelerinde Müslümanlara karşı ciddi bir tehdit oluşturmaya başlamıştı. Ama Yeni Zelanda’ya kadar ulaşması sadece Batı ülkelerine, Avrupa’ya, Kanada’ya ve Amerikaya özgü olmadığını, Müslümanlara karşı kin duygusunu yönlendiren haçlı zihniyetinin ulaştığı bütün her yerde ciddi bir tehdit oluşturmaya başladığını ortaya koydu. Olayın bir diğer boyutu da sergilenen bu vahşetin sadece “İslamofobi” kategorisine sokulması ve arkasında duran haçlı kininin, İslam’a karşı nefret duygularını besleyen faşist ve ırkçı siyasi akımların fonksiyonlarının görmezden gelinmesi. Tabiidir ki; İslamofobi vahşetini Kudüs’ü işgal ettiği zaman sadece bu şehirde yetmiş bin insanı katleden haçlı zihniyetinin bugünkü proğramlardan ayrı göremeyiz. Gerçekte bu vahşet bugün hâlâ Avrupa’da birçok siyasi hareketin ideolojik temellerini oluşturan haçlı zihniyetinin ortaya çıkardığı ve yönlendirdiği bir gerçektir. İşte bu haçlı zihniyetinin ve ırkçı anlayışın ulaştığı her yerde İslamofobi olgusunun Müslümanlar açısından son derece tehlikeli hale gelen bir canavara dönüşmesi sistemli, planlı ve kasıtlı çalışmanın sonucudur.

 

Bu çalışmada en etkili şekilde kullanılan araç da medyadır, internettir, iletişim  araçlarıdır. Medya bir yandan sanal terörü zihinlere yerleştirirken, bu arada normalde Müslümanların reddettiği gayri meşru şiddeti İslâm’a mal etmek ve böylece bu şiddetin arkasında duran karanlık güçleri değil İslâm’ı ve Müslümanların tümünü mahkûm etmek için yoğun çaba sarf ederken diğer yandan da İslâm’ın kutsallarını hafife alan yayınlar yapmaktadır. İslâm’ı karalamada malzeme olarak kullandığı şiddeti sürekli ve özellikle “İslâm terörü” olarak tanımlamak suretiyle bu isimlendirmenin zihinlere iyice yerleşmesini sağlamaya  çalışmaktadırlar. 

 

Bunu yaparken Müslümanlara karşı girişilen vahşetin de temellerini ve gerekçeleri oluşturulmaktadır. Sonra da haçlı temelli ırkçı ve faşist zihniyetle beslenenleri Müslümanları hedef almaları için tahrik etmektedirler. Zaten insan bu emânetlerin hesabını vermeden âhirette kurtuluşa eremez inancındayız. Sonuç  olarak  diyoruz ki; Yeni  zellanda’daki vahşet  basita  alınacak  bir  baskın  değildir. Katil Tarihi  olayları geçmişi kendi  zihniyetinde tahlil  ederken  diyor ki;  Konstantinopolis’e yani İstanbul’a gelir, tüm cami ve minareleri yıkarız. Ayasofya, minarelerden kurtulacak ve Konstantinapol hak edildiği gibi tekrar Hristiyan şehri olacak“

 

Bu ifadelerin  yanında 1683.yılında Kara Mustafa  Paşanın ikini  Viyana  kuşatmasına vurgu  yapılmakta ayrıca  bölge  halkı yani  bütün Avrupalı  hristiyanlar  Müslüman Türklere karşı galeyana  getirilmek  istenmektedir. Tabiidir ki; Hak  ve  batıl  mücadelesi kıyamate  kadar  sürecektir. Baştaki  ifadeleri tekrar  edecek  olursak: bizler Yahudi, Hristiyan  ve Putperestleri asla ve  asla Emin  insanlar olarak  göremeyiz. Emanet  ehli  olarak  tanıyamayız, Can, Mal, Din, Akıl  ve  Nesil  emniyetimizi onlarla paylaşma  gaflet  ve  dalaletine  düşemeyiz. Bu  kültürün  sahibi  olan  Müslümanlara  karşı İHANETİNİ  mutlaka ortaya  koyacaklardır…   

 

Konumuzu çok okudugumuz meşhur olan bir hadisi şerifle noktalayalım inşaallah: Peygamber efendimiz mealen şöyle buyuruyor:  ** Dört şey kimde bulunursa halis münafık olur. Her kimde bunların bir parçası bulunursa onu bırakıncaya kadar kendisinde münafıklıktan bir özellik kalmış olur. Bunlar; kendisine bir şey emanet edildiği zaman hıyanet etmek, söz söylerken yalan söylemek,söz verdiğinde sözünü tutmamak,kavga zamanında haktan ayrılmaktır…(Buhari-Müslim)**

 

Allahım bizleri Yahudi, Hristiyan, Putperest her  ne  ise onları emin  toplum  görenlerden  eyleme. Bizleri Gayrımüslimlere emanet verecek yanlışa, gaflet  ve  dalalete  düşürme. Bizleri İslam  düşmanlarına dostluk  kurarak sevgiyle  yaklaşanlardan  eyleme.  Bizleri senin  RAZI  olacagın kişilerle  dost  eyle onları  sevdir. Bizleri emaneti hakkıyla taşıyanlardan eyle. Bizleri emanete hıyanet edenlerden eyleme. Bizleri emin ve güvenilir bilinenlerden eyle. Bizleri senin dinine sımsıkı sarılanlardan, sıratı müstakimde olanlardan eyle. Bizler Ehli sünnet vel cemaatten ayrılmayanlardan eyle.Bizleri hakkı hak bilip hakka baglanan, batılı batıl bilip batıldan kaçınanlardan eyle. Sen herşeylere kadirsin Allahım…Amin…

 

Sermedkadir…LU…16.03.2019…

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht. Erforderliche Felder sind mit * markiert