İSLAM’DA GÖRGÜ KURALLARI…

Cenabı hak,hucurat suresi ayet.1.de mealen şöyle buyurmaktadır: *** Ey iman edenler! Allah’ın ve Resûlünün önüne geçmeyin. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir…***Tirmizi bizlere hasen sahih olarak ulaştırıyor. Abdullah (r.a.)’den rivâyete göre: ** Rasûlullah (sav), bize bıkkınlık gelmesinden endişe ederek muayyen günlerdeki yaptığı konuşmalardan dolayı bizim durumumuzu yoklar ona göre ayarlardı… Adabı mıaşeret:mana olarak ve İslami ıstılahta ele aldıgımızda adabı muaşereti şöyle izah edebiliriz.Herkese karşı tatlı dilli, güler yüzlü, açık kalpli olmak…

Herkesle güzel şekilde görüşmek, insanlara eziyet vermekten kaçınmak. İnsanların eziyetlerine katlanmak, kötülüğe karşı iyilik yapmak. Dargınlığa hemen son vermek. Dargınların arasını düzeltmeye çalışmak. İnsanların kusurlarını araştırmamak ve yaymamak, aksine örtmeye çalışmak. Dostları arkalarından savunmak. İnsanların kalplerini kötü zandan korumak için sakıncalı yerlerden uzak durmak. Değişik halk kesimleri ile makamlarına göre sohbet edip ilişki kurmak.

Yaşı  ilerlemiş  olan  ihtiyarlara hürmet, çocuklara, düşkünlere merhamet ve şefkat göstermek. Hayırsever olmak, yardım etmek, arka çıkmak. Selâm vermek. El sıkışmak (musafaha). Teşmitte bulunmak; aksıran için hayır ve bereket istemek.Toplantılarda temiz bulunmak ve edebe uygun davranmak. Dostları ziyaret etmek. Davetlere icabet etmek. Saygı için ayağa kalkmak. Değerli zatların ellerini öpmek. Komşuluk haklarını gözetmek. Hastaları ziyaret etmek. Cenazeleri teşyi etmek (uğurlamak). Müslümanların mezarlarını ziyaret etmek. Bütün  bu  güzellik  ve  özellikler  dinimizin  uymamızı  istediği  edebi  davranışlarımızdır…

İnancımız odurki; İslâmî hayat, içinde sadece namazı orucu olan, başörtüsü ya da türbanı olan hayat değil. Bütün bu ilâhi emirlerin zeminini oluşturan tutum davranışlarla, topyekün İslâm ahlâkıyla süslenmiş, bezenmiş  bir hayat. Böylebir hayat her şeyden önce “edebli” bir hayat  tarzıdır. Yaratıcı’ya ve yaratılana karşı edebli… Bu edeb hali en çok insan ilişkilerinde kendini belli eder. Yani müslüman adab-ı muaşeret sahibidir. Özgürlük adı altında nice kabalığın meşruiyet kazandığı, samimiyet kisvesi altında nezaketin hiçe sayıldığı, menfaat uğruna her türlü sınırsızlığın hak sayıldığı bugün adab-ı muaşereti hatırlamalıyız.

İslam dininin İlme  verdiği  değer İman’dan  sonra  gelir… İlmi  çalışmalar  ise  genelde  camiilerimizde,  mescid  ve  dershanelerimizde yerine  getirilir. Tümüyle Allah’a ait ve O’nun için olması gereken mescidler, tâğûtî düzenlerde “Allah’ın evi”nden ziyade “devlet dairesi”ne benzerler. İslâm’da câmiler sadece namaz kılınıp “dağılınan” yerler değil; kendisinde devamlı “toplanılan” mekânlardır. “Câmi”, kelimesi, bilindiği gibi “toplayan” demektir; İnsanları açtığı bağrında toplayıp cemaat haline getiren yerdir câmi.

Câmi, aynı zamanda her  türlü istişâri  konuların  konuşulduğu  mekan, devletin idare edildiği hareket  merkezi, yönetenlerle yönetilenlerin yüz yüze görüşüp dertleştikleri, hesaplaştıkları mahal, bir okul, kimsesizler yurdu, bir huzur evi…dir. Kalp, insanın merkezi; Kâbe, arzın merkezi, yeryüzü mescidinin temsilcisi sayılır. Başta namaz olmak üzere her çeşit ferdî ve sosyal ibâdetin, eğitim ve kültürün, değişik sanatların ve çeşitli güzelliklerin de etrafa halka halka yayıldığı bir merkez vardır müslümanların medeniyetlerinde. Bu güzellik merkezleri câmilerimiz,  Mescitlerimizdir.

Yine Tarihin her döneminde oldugu gibi zamanımızda da Müslümanlar, her zaman ihtiyaç oldugu için Cami inşaa ederler. Mescidleri en güzel surette yapmaya gayret sarfederler. İmanlarının kendilerine verdigi sorumlulugu göz önünde bulundurararakta hassasiyetle korurlar, titizlik  gözetirler ve yaşatılması için elden gelen bütün maddi ve manevi çabayı seferber ederler. Mescidlerin mimarisine, iç tezyinatına – süslemelerine, tabandan tavana, kubbesine kadar en güzel malzemeyi, en gayretli işçiligi esirgemeyen Mü’minler her türlü estetige ve güzellige aşırı dikkat eder, titiz danvranrlar.

Müslümanların gözünde Camii ve Mescid artık bir alelade bina degildir, bina olan camiinin mekanıdır, Camii bir kurumdur artık bir müessesedir. Bir toplantı yeridir. Manevi bir hareket merkezidir.  Müslümanların günde BEŞ defa toplandıgı, Kürsüsünde ilmi degerlerin anlatıldıgı, insanların müjdelendigi, ya da uyarıldıgı Nasihat ve vaaz makamıdır. Ve en önemlisi Müslümanların MANEVİ hareket merkezleridir. Müslümanların en güzide koruma, yaşatma ve kollama merkezleridir Camiiler, Mescidler. Camiilerimize  kapısından  girdiğimiz  andan  itibaren  mümkün  olduğu  kadar  edebli  ve  her  türlü  huzur  bozucu hareketten  uzaklaşırız…

Şüphe  yokki; Mescidin, Müslümanların  hayatında sosyal  ve  psikolojik olarak  büyük  tesiri  vardır. Mescidde  müslümanların  safları  sıklaşır. Nefisleri  terbiye  edilir,  akıl  ve  kalpleri  uyandırılır, Müslümanların  problemleri  mescidde  çözülür, Müslümanların  birbirlerine  bağlılıkları mescidde  dahada  aşikar  olarak müşahade  edilir. İslamda  Mescidin tarihi  gösteriyorki; İslam  orduları yeryüzünü  hidayete  kavuşturmak  için Mescidlerden hareket  etmişlerdir…

Unutmayalımki; Hidayet  nuru  Müslümanlara  ve  Cami  ve  mescitlerden  ulaşmıştır. İslam  medeniyetinin  tohumları  Mescidlerde  ve  Camiilerde  filizlenip büyümüştür. Sahabeyi  kiramdan  Hazreti  Ebubekir, Hazreti  Ömer, Hazreti  Osman, Hazreti  Ali, Halid bin  Velid, Saad  bin  ebi  Vakkas, Ebu  Ubeyde  bin  Cerrah Radıyallahu  anh  başta  olmak  üzere İslam  tarihinin  büyükleri Medreseyi  Muhammediyye  olan, Mescidi  Nebevi’nin  talebeleridir.Peygamber efendimizin terbiyesinde  mescitlerde , ders  halkalarında  yetişmişlerdir.

İslamda Camilerimizin  ve  Mescidlerimizin bir  özelliği  ve  güzelliğide: Her  hafta hatibinin lisanında HAK  sözün  haykırılması  ve  aktivite kazanmasıdır. Kötülüğü  reddetme, iyiliği  emir,  hayra  davet,  gafletten  uyandırma, toplanmaya  çagrı, zalimleri  protesto veya  tağut’lara  ihtar,  hep  bu  ibadet  mahallerinden  gelen  sesin  işlevidir. Bu  ğayret  ve  çabayı  her  zaman  zinde  ve  diri  tutan  Müslümanlar  inanıyorumki  Allahın  izni  ile  mutlaka  kazanacaklardır.

Allah  Celle  şanuhu, gerçekten iman edip sâlih amellerde bulunan mü’minleri, şirkten uzak kalmaları şartıyla yeryüzünde iktidar sahibi yapacağını vaad etmiştir. Bu vasıftaki mü’minler, yeryüzünün vârisleridir. Allah, onlardan yeryüzünü mescid edinerek kendilerine verilen miraslarına sahip çıkmalarını istemektedir. Peygamber efendimizle (sav)  başlayan ders  halkaları degişik ilim dallarını da içine alarak yüz yıllarca Camilerde, mescidlerde devam etmiştir. Peygamber efendimiz (sav) zamanında degişik sosyal amaçlar için de kullanılan mescid (camii) bir çok müessesenin temelini oluşturmuştur.

Zamanla Camiilere sıgmaz hale gelen bu müesseseler daha sonra külliyeleri meydana getirmiştir. Zamanla Camiiler herkesin okuması için eserlerinin bir nüshasını buralara bırakan müellifler – İlim adamları sayesinde  bir KÜTÜPHANE hizmetide vermişlerdir. Satın alınan kitaplarla zenginleştirilen  bu kütüphaneler * HAFIZI KÜTÜB * adı verilen memurlarca idare ediliyordu. Böylece camiiler ruh ve maddenin bütünleştigi  bir merkez durumunu muhafaza ediyordu. Geçmişte MESCİD ve  Camiilerimiz bir İslam kültür sarayıdır.

Orada edebi konuşma ve yarışmalar yapılır, şiirler okunur, mescid siyasi meselelerin müzakere edildigi bir istişare meclisi, diplomatik görüşmelerin yapıldıgı bir resmi toplantı salonudur. Mescidler, Bir ilim meclisi , egitim ve ögretim müessesesi olarak kuruldugu andan itibaren orada ders halkaları oluşturulmuş, yüksek seviyede egitim ve ögretim verilen bir kuruluş mahiyetini almıştır. Peygamber efendimizin mescidi, Başta Kuranı Kerim, Akaid, Hadis, Fıkıh, Tefsir gibi mühim – önemli ilimlerinögretim kaynagı olmuştur.

Biz Müslümanların Şükürler olsunki artık çok büyük imkanlarımız vardır. İlim tahsili için, bol bol kitap okumak için zamanımız da yeteri kadar vardır. Olmazsa istirahatlerimizden kısıp kendi kendimizi yetiştirmek ve geliştirmek zorunlulugumuz vardır. Müslüman birey tabiidirki; Hem DİN kültürüne, Dini ilimlerin bütün şubelerine vakıf olmalı, hem de genel kültür konusunda bulundugumuz yerin standartlarının en üst seviyesine ulaşmak zorundadır. Bizler Müslümanların, yeterli sayıda, çok vasıflı, çok güçlü, çok üstün, çok başarılı din hizmetlisi yetiştirmesini bekleyecek olursak daha çook zaman kaybederiz.

Tek tek Cemaat müntesiplerinin ilmine, Edebine, ahlakına, karakteristik yapısına ve  kişiliğinin oluşmasına aşırı hassasiyet gösterip elimizden geldigi kadar talebeligimizi yürütmemiz icap etmektedir. Bizler üzerimize düşeni zamanında yapalım. Allah kuluna vekildir. Bilgi, aksiyon-hareket ve karakteristik yapı olarak talebeligi hakkıyla başarırsak o bize kafi gelir inancını taşıyoruz. Çünkü ne denilmiş ögrenmenin yaşı yoktur, Talebelik te ömür boyu devam edecektir. Tabiiki herkes bildiginin hoca’sı olacaktır.

Mabetlerimize  yeterli  hassasiyeti  göstermediğimiz müddetçe  sağlıklı  şekilde yaşayamayız. Câmiilerimiz,  mescitlerimiz,  dershane  ve  Medreselerimiz  Tevhidi  esas  alan  eğitimle asli  görevlerini  yapmayı  hedef  alırlar  inşaallah  ancak  Tevhidi  amaçlayan  gençliğin  manevi  kurtuluşu  bu  şekilde  gerçekleşecektir  ümidini  taşıyoruz…Mescitlerimizden  ve  câmilerden koparılan gençler de öksüz kalacak, temel ihtiyacı olan „mescid anası“nın sütünden, onun kucaklayan ilgi, sevgi ve şefkatinden mahrum  olmaması  için  elimizden  gelen  gayretin  gösterilmesi  zaruridir  inancını  taşıyoruz…

İstikbalde, Gelecekteki İslâm inkılâbı, câmilerin yeniden kazanılması ile, halkın inancını bilmesi, ona sahip çıkması ve liyâkatini yükseltmesi ile mümkün olacaktır. Câmilerini kazanamayan insanların neyi kazanabilecekleri sorgulanmalıdır. Câmilerine sahip çıkamayan insanların hangi değerlerine sahiplik yapabilecekleri düşünülmelidir.

İslâm’ı sosyal ve siyasal hayata hâkim kılma mücâdelesinde, İslâmî değişim ve dönüşüm projesi için en doğal müttefiklerimiz olan veya olması gereken imam ve cemaatle uzlaşamıyor, mesajımızı onlara ulaştıramıyor, onlarla anlaşacak bir yol bulamıyorsak, böyle bir anlayış, câmi ve cemaatten önce kendi tavrımızın sorgulamasını gerektirmektedir.

Dinimize  sahip  çıkalım, İslami  degerlerimizi,  mukaddesatımızı  anlattığımız  Camiilerimize,  mescitlerimize  sahip  çıkarsak  aslında  kendi  kendimize  sahip  çıktığımızın  bilincine  varalım  inşaallah…Peygamber  efendimiz  bir  hadisinde  mealen  şöyle  buyurmaktadır: **Her kim ilim istemek için bir yola girerse, cennet yollarından birine girmiş olur. Ondan hoşlandıkları için, melekler ilim arayanın üzerine kanatlarını gererler. ilim isteyene, göklerdekiler, yerdekiler ve sudaki balıklar bile günahının affı için yalvarırlar. Alimin ibadet edene üstünlüğü, dolunayın yıldızlara üstünlüğü gibidir. Alimler, hiç şüphe yok ki, peygamberlerin mirasçılarıdırlar. Peygamberler, ne dinarı, ne de dirhemi miras bırakmışlardır. Onların  mirası ilimdir. Kim o ilmi alırsa, çok büyük bir nasibi elde etmiş olur…Ebû Derda (ra)Tirmizî…**

Cami, mescid  ve  dershane  âdabına  o  kapıdan  daha  yeni  girmiş  olanlar  evlerinde  ve sokakta,  çarşı  pazarda, ya  da  her hangi  bir  mekandaymış  gibi lâkayt  hareket  edemezler… Kadın,  erkek o  mekana  gelip  oturan  insanlar  Allahın  ayetlerini  ve  Peygamber  efendimizin  sünneti  seniyyesini  duydukları,  dinledikleri  dersleri  bırakıp  kendi  aralarında  sohbet  edemezler. Ders  işlenirken, Mukaddes  değerlerimizden   her  hangi  bir mevzu  anlatılırken  mümkün  mertebe  sessizce  oturup ders  sonuna  kadar  anlatılanlardan  istifade  etmeyi  amaç  edinirler,  olabilirki  duydukları  ilmi  bir  cümle  hayatlarının  değişmesine  vesile  olur… Dinleyen  anlatan’dan  uz  gerek  demişler…

 

Mümkünse  ders  başlamadan  önce  insani  ihtiyaçlar  giderilir. İhlas’la  boş  bir  yere  oturulur  ve  Yarabbi  duyacagım  ilmi  âmel  etmemle  taçlandır  diye  dua  edilir,  söyleyen  değil  söyleten  düşünülür,  Yaşadıgımız  her  anın  fırsatı  degerlendirilir  zaten  kırkbeş  dakika  ya  da  bir saat  sonra  ders  bitiminde çay  sohbetlerimizinde  vakti  gelecek  düşüncesiyle, ders  âdabına, cami âdabına  riayet  edilir… Telefonlaşma  ve  birbirimiz  arasındaki  hal  hatır  dahil  sohbetler  ertelenir… Allahın  ayetlerine  Peygamber  efendimizin  (sav) hadisi  şeriflerine  ve  İslam alimlerinin beyan  ve  ifadelerine  yoğunlaşılır…

 

Kadın,  erkek,  çoluk  çocuk  daha  önceden  ders  anında  nasıl  hareket  edilecegi  üzerinde  bu  minvalde daha  evimizdeyken  aramızda  istişare  eder  manevi  hareket  merkezlerimizin yolunu  tutarız. Müsüman  şahsiyet  elinden  ve  dilinden  geldiği  kadarıyla  İslamı  anlama,  anlatma,  yaşama  hususunda  birbirlerine  yardımcı  olmak  mecburiyetindedirler. İslamın anlaşılması  ilim  edinmekle, islamı Ahlak ve  edeble  İslamın  doğrularını  hayatına  aktarmakla  gerçekleşir. İslamın  Müslüman  hayatında  inşa  edilmesi  ihlaslı iyi  niyet  ve  alınan  eğitimin  âmel  sahasına  aktarılması  inanıyoruzki  İmtihanımızın  neticesinde  etkili  olacaktır.

 

Müslümanca bir hayatın ihya ve inşası için… Âdabın, “insanı değerlendirmede önemli ölçülerden biri” olduğunu söylüyor Mevlana, Mesnevisinde. İslam alimleri, Peygamber Efendimizi (sav) önder ve örnek, model alarak insanlarla iyi, sağlıklı, doğru ve sağlam münasebetler kurmayı “adab-ı muaşeret” olarak tarif ederlerdi. Ardından da insanın hayatı boyunca ihtiyaç duyacağı konuları içeren derin bir hayat bilgisi dersine geçerlerdi. Aslında adab-ı muaşeret bugün zannedildiğinin aksine “görgü kuralları”na karşılık gelmez. Çünkü özünde yaşayan ve yaşanan bir anlayışı taşır. Bu bakımdan adab-ı muaşeret yaşama tarzının, özelde ise bireyin ve karakterinin en önemli belirleyicisidir.

Edeb kelimesi terbiye, güzel ahlâk, iyi davranış, incelik, kibarlık, gibi manalara geliyor.
İslâmî kaynaklarda ‘edeb’e getirilen tanımlamalardan birisi ise Muhammed b.Tayyib el-Fâsî’ye aittir. Ona göre edep, “kişiyi küçük düşürücü bütün durumlardan koruyan tutum ve davranışlar”dır. Bunun yanında edebin; “daima güzeli seçip onunla olma” (İbn Atâ),“kendini tanıma” (Abdullah b. Mübarek k.s.) veya “aklın tercümanı”(Sakatî k.s.) gibi tarifleri vardır. Yani edep, yaşayış tarzımızı, insanlarla ilişkilerimizi güzele yönlendiren belirleyici bir işleve sahiptir.

 

Edep kelimesinin çoğulu olan “âdâb” aynı zamanda bir fıkıh kavramıdır ve Peygamber efendimizin (sav) sünnetine uygun olarak yapılan hareketler şeklinde tanımlanır. Adap kavramı geniş ifadesiyle de Allah’ın ve Peygamber Efendimizin (sav) emir ve yasaklarına uygun biçimde hareketetmek anlamına gelir. Dolayısıyla adab-ı muaşeretin özünde Efendimizin (sav) Sünneti vardır. Adab-ı muaşeret kuralları da O’nun örnek, güzide anlayışına yaklaşmak için bize sunulan yansımalardan ibarettir. Adab-ı muaşerete giden yolda sünneti seniyeyi anlamak  bir zarurettir, sorumluluktur, zorunluluktur.

 

Din’en uyulması  gereken sınırlara  riayetin  adı  en önemli adap kitaplarımızdan biri olan Kimya-yı Saadet’te İmam Gazali (rh.a) edep konusunda şöyle diyor: *Adab-ı Muaşeret esasları, hadislerde ve İslâm kaynaklı eserlerde bildirilmiştir. İnsanlar ve hayvanlar arasındaki fark, bu edeplere riayet etmek iledir. Zira hayvanlar tabiatlarının iktiza ettiği şekilde yerler, içerler, yaşarlar. Onlara akıl yeteneği verilmediği için güzel ile çirkini birbirinden ayıramazlar. İnsanlar akıl ve temyiz (iyi ile kötüyü ayırt etme) yeteneğini yerinde kullanmazlarsa akıl ve tercih nimetinin hakkını vermemiş ve nimeti reddetmiş olurlar.*

 

Dolayısıyla,adab-ı muaşeret insanın iyi ile kötü, güzel ile çirkin karşısındaki tercihinde yönlendirici bir role sahiptir. Bu rolüyle de dinî, dünyevi, âhlâkî ve sosyal uygulamaları sistemleştiren ilkeler bütününü içine alır. Bu yüzden tüm bu konularda en ideal örnek ve önderimiz Peygamber efendimiz (sav) kabul edilir. İslâmi adab literatürüne giren eserlerin çoğunda “Âdâbü’n-Nebi” veya benzer başlıklar altında Peygamber Efendimizin (sav) kişiliği, davranış ve yaşayış biçimi örnek olarak sunulur.

 

Yine Hanefi fukahasından İbni Abidin (rh.a) “farz-ı ayn”olan ilimleri tasnif ederken şu hükmü ortaya koyuyor: “Kulun dinini yaşaması, Allah için amelinin ihlâsı ve kulları ile muaşereti hususunda muhtaç olduğu ilmi öğrenmesi İslâm’ın farzlarındandır.” Dikkat edilirse, insanların birbirleriyle olan münasebetleri (muaşeret kaideleri) hususunda bilgi sahibi olmaları farz-ı ayn olarak işaret ediliyor. İmam-ı Kurtubî’nin edeple ilgili sözlerinde de aynı hikmet dile getirilir: *Kur’anı Kerim’in mucizelerinden birisi de ilimdir.

 

Helal, haram ve diğer hükümlerle insanlığı ayakta tutan, ailevî ve beşerî münasebetleri düzene koyan ve saadeti hazırlayan bir ilim.” Sûfi geleneğinde derinliğine işlenen bu konu hakkında, Abdullah b. Mübarek Hazretleri ise; “Adabı küçümseyip önem vermeyenler sünnetlerden mahrumiyetle cezalandırılır, sünnetleri küçümseyenler farzlardan fire vermeye başlar, farzları küçümseyenler ise ilâhi anlayıştan mahrum olur.” ikazını ifade buyurur. Bu  durum  zamanımızda  yaşanan hadiselerdendir…
Bu bilgiler doğrultusuda adab-ı muaşeretin, “insanların birbirleriyle münasebetlerinde, helal ve haram hudutlarına riayeti esas alan bir ilim” olduğunu söyleyebiliriz. En dogruya, En iyiye, ‘En güzele yaklaşmak için, Adab-ımuaşeret, terbiyeli, kibar, nazik, takdire değer ahlâkî davranış biçimleri anlamına da gelir. Görgü ve nezaket kuralları toplumun dününü, bugününü dengeleyen tarihî sürekliliği temine yardımcı olur. İnsanlık alemini en güzel noktalara taşımanın yolu, görgü ve nezaket kurallarından geçer inancındayız. Sosyolojik olarak düşündügümüzde; Yaratılışları gereği (bedenî ve ruhî açıdan) birbirine muhtaç olan insanlar bir arada yaşamak zorundadırlar.

 

Kişinin toplumla kurduğu ilişkileri düzenleyen ve sağlamlaştıran,toplumsal ahengi sağlayan ve muhafaza eden, sosyal bir varlık olan insanı çokluk içinde seçkin ve doğru kılan kurallar bu sebeple çok önemlidir. Her ümmetin, akidesine dayalı ahlâkî anlayışından kaynaklanan adab-ı muaşereti vardır. Bu kurallar zaman içinde oluşur. Bütün kitleye mal olarak o toplumu ayakta tutan dinamiklerden biri olarak varlığını devam ettirir.

 

İbni Macede geçen bir hadiste Hazreti Ali efendimizden(r.a.) rivâyet edildiğine göre Peygamber efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur: ** Müslümanın Müslüman üzerindeki altı hakkı vardır. Karşılaştığında selam verir, davetine icabet eder, aksırdığı zaman elhamdülillah derse yerhamükallah der, hastalandığında ziyaretini yapar, öldüğünde cenazesinin ardından yürür kendisi için sevdiğini o kardeşi için de sever.” (Dârimî, İstizan: 5; İbn Mâce, Cenaiz: 43)
Nitekim kainatı mükemmel bir düzen ve intizam üzere yaratan Allah Tealâ, yarattıkları içinde insanıda “en güzel” biçimde yaratmıştır. Peygamberleri vasıtasıyla saadet yollarını göstermiş, iyi ve güzeli, kötü ve çirkini öğretmiştir. İnsanlara da kendileri için en doğru olan yaşayış ve hareket yollarını bildirmiştir. Yine bir hadisinde Peygamber efendimiz (sav) mealen şöyle buyurmaktadır:** Bir mümin güzel ahlâkıyla gece ibadet eden, gündüz oruç tutan kimselerin derecelerine erişir.” buyurur…**

 

Adab-ı muaşeret sadece bir asrı belirli  bir  zaman  dilimini  degil bütün bir zamanlarda geçerli olan yaşayış ve hareket güzellikleridir, sadece belirli zamana mahsus degildir. Adabı muaşeret yani buna görgü kuralları ya da davranış güzellikleri insani  özelliklerin  en  belirgin  olanıdır. Kitabımızda,  Sünneti  seniyyede emredilen, tavsiyesini bulan, denenen ve yerleşen bu  kurallar insan hayatının her döneminde önemlidir. Çünkü onlar güzel geçinmenin, güzel yaşamının bir bakıma reçetesini, ip uçlarını, haritasını verirler.

 

Hemen bütün ahlâk eğitimi ve adap konulu eserlerde adab-ı muaşeret benzer başlıklar altında incelenmekte: Nezaket, yeme içme adabı, selamlaşma adabı, kazanç ve ticaret adabı, konuşma ve dinleme adabı, ev içi ve sosyal hayata dair adap kuralları, taharet adabı, oturma ve genel davranış gibi. Elbette “adab-ı muaşeret” dersi vermek haddimize değil.

 

Ancak evvelden edindiğimiz ve alışkanlık haline getirdiğimiz muaşeret adabının temel kurallarını hatırlamanın sayısız faydası olduğunu kabul etmeliyiz. Bazı anlarda aklımızdan çıkardıgımız, kullanmadığımız içinde zamanla unuttuğumuz ya da yerine bize ait olmayan başka kaideler koyduğumuz bu konuları,

en azından başlıklar halinde hatırlamak “adabı muaşeret” ve modern dünyanın “görgü kuralları” arasında kalmış biz müslümanların akıl karışıklığını gidermeye yardımcı olabilir. Öncelikle inanıyoruzki;  Ahlâk temizlikle başlar. Müslüman bedenini, elbisesini ve çevresini temiz tutar. Bu sebeple temizliği; beden temizliği, yiyecek-giyecek temizliği ve çevre temizliği olarak ele almak gerekir. Beden  ve  RUH  temizliği  insan  huzurunu  artıran  en  belirgin  vasıf’ların  başında  gelir…

 

Kur’an-ı Kerim’de de temizliğe işaret eden ayetler vardır. Hadis-i şeriflerde, “Misvak kullanın, çünkü misvak ağzı temizler” ve “Yemekten önce ve sonra el yıkamak yemeğe bereket getirir” buyuran Peygamber efendimiz (sav), el, ağız ve diş temizliğine verdiği önemi göstermiştir. Bu sebeple ağız  temizliğinin önemli bir sağlık ve adap kuralı olduğu unutulmamalıdır. Örnek ve önderimiz Müslimin bize ulaştırdıgı Ebû Hüreyrenin rivayetine göre mealen şöyle buyuruyor: **

 

Müslüman veya Mü’min bir kimse abdest alırken yüzünü yıkadığında gözleriyle işlediği her türlü günah, abdest suyu veya suyun son damlasıyla dökülür gider. Ellerini yıkadığında, elleriyle işlediği her günah, suyun son damlasıyla dökülür gider ve böylece günahlarından temizlenmiş olur…** Ne kadar güzel ve büyük bir müjde,inananlar için…

 
Allah Tealâ örtünmek ve süslenmek için giyecekleri insanlara bir niğmet olarak vermiştir. İsrafa ve gösterişe kaçmadan, temiz ve sade giyinmek her müslümanın görevidir. Kılık kıyafet kişinin RUH dünyasına ve karakterine göre bazı ipuçları daverir. Bu sebeple, başta temiz olması şartıyla gelişigüzel değil özenli ve uyumlu, mekâna ve mevsime göre giyinmek ve bu hususta hassas davranmak gerekmektedir. Kirli ve pejmürde bir kıyafet ve zevk yoksunu elbiseler, yalnız giyineni değil, çevresindekileri de rahatsız eder.

 

Peygamber efendimiz (sav) her konuda olduğu gibi, üst- baş ve giyim kuşam konusunda da, temizliği ve derli toplu olmasıyla eşsiz bir örnektir. Çevre temizliği ise toplumsal bir konudur. Müslüman, yediği içtiği ve giydikleri kadar içinde yaşadığı çevrenin de temiz olmasına dikkat eder. Bu önemli bir ahlâkî sorumluluktur. Burada fertlerin karşılıklı hak ve görevleri söz konusudur. Mesela, yere çöp atan veya çekinmeden tükürüp geçen; dinlenmek için gittiği gezinti yerlerinde yiyip içtiklerinin artıklarını çevreye saçan; gürültü yapan, etrafını kirleten bir kişi, yalnız çevresini kirletmiş olmakla kalmaz…

 

Aynı zamanda o çevrede yaşayan insanlara karşı da haksızlık yapmış olur düşüncesindeyiz. Bunun için çevre temizliğini toplumsal bir görev olarak değerlendirmek gerekir. Bu konuda çok titiz davranmak müslümanlar için bir yükümlülüktür, sorumluluktur. Özetle müslüman; üstü-başı, çevresi, yiyeceği ve giyeceği ile temiz, derli toplu, intizamlı olmaya çalışır. Her zaman toplumsal değerleri, gelenek ve dinî ölçüyü dikkate alır. Yeme-içme adabı Adap bahsinde karşımıza çıkan en önemli detaylar yemek yeme hakkındadır diyebiliriz.

 

Gelenekte ve modern zamanın görgü kurallarında yemek adabı bazıdeğişiklikler gösterse de, müslüman için yemek yemenin değişmez kuralları vardır.Yeme-içme adabını sünnet ışığında takip ve tatbik eden kişi öncelikle yemekte acele etmez. Hızlı yenen bir yemekte adaba riayet mümkün değildir. Hızlı yapılan birçok eylem özensiz ve kontrolsüzdür kanaatındayız. Yemeğe besmele ile başlanmalı, yemeği sağ elle yemelidir. Sofrada önce büyük olan yemeğe başlar. İster beraber ister  ayrı yensin tabakta yemek bırakılmamalıdır.

 

Sofrada edepli oturulmalı, hürmetsizlik edilmemelidir. Taneli şeyler yendiğinde birer birer yenmelidir. Sofrada bulunan bir kimse doysa da diğerleri sofradan kalkmadan kalkması doğru değildir. Yemek üflenmemeli, soğuması beklenmelidir. Yemekten önce ve  yemek  sonrasında  eller yıkanmalıdır. Yemek sırasında tatsız konular konuşulmamalı ve çirkin, nezaketsiz hareketler yapılmamalıdır. Peygamber efendimiz (sav), yemeğin önünden yenmesini isteyerek, aynı tabaktan yemek yenilen bir sofrada, başkasının önüne uzanmanın çok çirkin olduğunu belirtmiştir.

 

Peygamberimiz (sav) yemeği sağ eliyle yer, elbise veya ayakkabısını giyerken sağdan başlardı. Yemeğe besmele ile başlamak, bitincede şükretmek esastır. Misafirlikte de son derece nazik olan Peygamberimiz (sav) kendisini  davet eden, yoksul bir kişi de olsa zamanı müsaitse davete icabet ederdi. Yemekler arasında ayırım yapmaz; arzu ederse yer, etmezse yemezdi. Karnı doymuş bile olsa izin almaksızın sofradan kalkmayı uygun bulmazdı. Bu  konuda  hassas  davranmamız  aynı  zamanda  kendi  kendimize saygımızıda  artırır…

 

Müslüman  birey  her  yerde  ve  her  zaman  derli  toplu  olmayı bilmek  durumundadır. Örneğin, Oturup kalkmayı bilme hususunda Peygamber  efendimiz  başta  olmak  üzere önce  yaşamış  olan  Alimlerimizin  bu  konudaki  davranış  bütünlüğünü  mutlaka  hesaba  katmalıdır. Aslında edeb,ahlak ve islami davranış bütünlükleri tabir caizse müslümanların iliklerine işlemiştir. Örnegin, insanların aile ya da bir meclis toplantısında çektirilmiş siyah beyaz fotoğraflarında gözümüze çarpan değişmez bir incelik vardır. Bu fotoğraflarda oturanların en doğru pozu verme telaşını görürüz. Gerek vücut dilleri, gerekse giyim kuşamlarına gösterdikleri özen birer edep işaretidir.

 

Daima derli toplu olan, bunu bir “kural”dan ziyade doğal duruş olarak koruyan medeni insan modelleri bugünün nezaketsiz, özensiz ve  düzensiz insan için birer örnek teşkil ediyor. Aynı zamanda “oturmasını kalkmasını bilmeyen”ler için ciddi bir uyarı niteliğine sahipler. Müslüman  şahsiyyet  Konuşma âdabına’da  ayrıca  dikkat  etmek  zorundadır… Nezaket ve tevazu hususuna gelince; Adabı muaşeretin çok önemli kollarından biri de “konuşma adabı”dır. Bu konudaki ilk ölçülerden birisi konuşanın sözünü kesmenin nezaketsizlik olduğudur. Hadis-i şerifte, “Arkadaşı konuşurken susmak mürüvvettendir.” buyrulur. Mürüvvet; insanlık, iyilik cömertlik, faydalı olmak gibi manalara gelir.

 

Hallerin en güzeline riayet etmek demektir. Her davranışıyla bütün zamanlara önder ve örnek olan, Peygamber Efendimiz (sav), insanlarla konuşurken sesini yükseltmez, karşısındakinin sözü bitmeden yüzünü çevirmezlerdi. Bu  kural  uyulması  gereken  en  önemli  insani  özelliklerdendir  inancındayız. Peygamber  efendimiz (sav) Birine söz söylemek için dönerken bütün vücuduyla dönerlerdi. Bir gün Peygamberimizin inci gibi dökülen mübarek sözleri karşısında, Hazreti Ebubekir (ra) kendini tutamayıp “Ey Allahın Rasulü!” der, “Bu kadar güzel konuşup davranmayı, bu kadar mükemmel edebi nereden öğrendin?”

 

Peygamber efendimiz (sav) şöyle buyurur:** Beni Rabbim terbiye etti; ne güzel terbiye etti…** Toplumsal uyumu, ahengi tutan ve muhafaza eden unsurlardan biri olan konuşma; ölçü, nezaket ve tevazu ile yapılırsa güzel ve tesirli olur inancındayız. Yeri geldiginde özür dilemesini bilen, Rica ve teşekkür edebilen, insanlara seslenirken, bir şey sorarken ve söylerken nezaket gösteren, az ve  öz konuşan, dinlemesini bilen, konuşurken muhatabının yüzüne bakan, onun sözünü kesmeyen kişinin konuşma adabına riayetinden söz edilebilir.

 

Kınalızade Ali Efendi Ahlâk-ı Alâi adlı  eserinde: “çok konuşmaktan kaçınmak gerekir çünkü çok konuşmak zihin hafifliğini gösterir, dimağ ve dile yorgunluk verir, kişiyi küçültür, dinleyeni usandırır” ifadelerini  dile  getiriyor. İnsanların yüz yüze konuştuğu zamanların, telefon’la konuşulduğu zamanlardan daha az olduğu yeni dünyada, ayrıca telefonla konuşma adabından da söz etmek sanırım gereklidir. Muhittin Dalkılıç’ın 1932’de yazdığı “Yeni Hayat Adamına Yeni Adab-ı Muaşeret” adlı kitabında, telefonda konuşma adabı şu şekilde özetleniyor: “Daima en kısa ve en kestirme şekilde konuşulmalıdır.

 

Telefonda uzun uzadıya hal hatır sormak ve yüksek sesle konuşmak uygun değildir. Birisiyle sohbet esnasında iken müsaade alınmaksızın telefonu açmak kabalıktır. Hususi ikametgâh telefonu müstesna olmak üzere işyerlerine sırf hâlhatır sormak için telefon etmek caiz değildir.” Diye de  düşüncelerini  dile  getiriyor.
Sözlü veya yazılı dilde nezaketin ihlali, daha çok her akla gelen şeyi söyleme sathî’liğinden kaynaklanır.

 

Konuşurken iç-dış bütünlüğü ve samimiyet çok önemlidir. Ancak pervasız bir üslubun da samimiyetle alâkası yoktur. Gelişigüzel beyanlarda bulunmaya alışmış bir insanın, fıtratı, alışkanlık ya da doğallığı bahane etmesi samimiyetsiz ve isabetsiz olacaktır. Günümüzde sınırsız, limitsiz olan telefonlar zamanımızın hırsızı, hele hele gençlerimizin vaktinin çok büyük bir kısmını boşa harcanmasına vesile olmaktadır. İnanıyorumki; en güzeli açık ve anlaşılır kelimelerle, az ve öz konuşmak daha iyi olacaktır…
Zamanımızda yani moda deyimle; Modern çağda edep ve zarafet konusuna gelince;Müslüman evinde eşine, çocuklarına ve komşularına, işyerinde mesai arkadaşlarına, alışveriş yaptığı, selam verdiği bütün insanlara karşı nazik, kibar, edebli ve güler yüzlü davranır. Başta Ailesi  ve çocukları olmak üzere, söz ve davranışındaki adap ve zarafeti ile çevresine örnek olan, “modellenen” kişiligi, karakteri ve şahşiyeti sergilemesini bilmek gerekir.“ Yakın bir gelecekte kendisi gibi yetişkin bir insanolacağını düşünerek kişinin çocuklarına eksiksiz bir adab-ı muaşeret  eğitimi vermesi şarttır.

 

Bunun için de evvela kendisinin kötü ahlâk ve alışkanlıklardan uzak olması ve adabı muaşereti kendi söz ve davranışında yaşatması lazım gelir.” (Mustafa Bilgen, Yüksek İslâmAhlâkı) Sokağa tükürmek, çöp atmak, geliş geçişe mâni olmak, tiksindirici çirkin şeyler bırakmak en  basit  anlatımla görgüsüzlüktür. Taşıma araçlarında itişmek, sıra olan yerlerde sırasını beklememek çirkin davranışlardandır. Gençler, yaşlılara ve hastalara yer vermesi  en  güzel  ve  yerleşmiş  gelenek,  görenek,

ve  muaşeret  adetlerimizin güzelliklerindendir… Peygamber Efendimiz (sav): ** Büyüklerini saymayan bizden değildir…** buyurmuştur. Ticari  ilişkilerde, Alışverişte uyulması  gereken  davranış  güzellikleri  esas  alınır  örneğin, izin almadan satıcının malına dokunulmaz.

 

Satılan mal’ın görünüşünü, kalitesini bozacak şekilde ürüne ellenmez ve bakılmaz. Fiyat konusunda fazla ısrar edilmez. Alınsa da alınmasa da teşekkür edilir. Satıcı ise müşterisinin memnun olacağı hâl ve davranışta harekette bulunmak durumundadır. Komşulukta iyi geçim, karşılıklı yardımlaşma, dert ve sevinçlerine iştirak, her karşılaştıklarında selamlaşma, hâl hatır sorma, birbirinden isteklerin iimkân ölçüsünde temin etme önemli görgü kurallarındandır. Gürültü, çöp, pislik, rahatsız edici koku ve benzeri şeylerle komşuları rahatsızetmek muaşeret kurallarına aykırıdır.

 

Ayrıca misafire ikramda bulunmak gerekir. Peygamber Efendimiz (sav), *Allah’a ve kıyamete inanan, misafirine ikram etsin* buyurmuştur. Misafire ikram, ona karşı güler yüzlü ve tatlı dilli olmaktır. Kendi  evimiz  zamanımızın  çoğunu  geçirdiğimiz  hane’lerimizdir. Evimize  girerken besmele ile ve sağ ayakla girmemiz en  güzel  olanıdır  ayrıca  İçerde  kim  olursa  olsun  Selam  vermeyi  itiyat  haline  getirmeliyiz. En  yakınımız  dahi  olsa her  hangi  birisinin evine girerken izin istemek  yine  davranış  güzelliklerimizdendir…
Müslüman birey için zaman ve toplum ne şekilde olursa olsun, bu niteliklerden, fazilet ve güzelliklerden uzaklaşmak söz konusu olmamalıdır. Zira adab-ı muaşeretten uzak olmak sünnetten, yani “iyi bir müslüman” olmak iddiasından da uzaklaşmaktır. Adab-ımuaşerete riayet eden birinin, kaba, nezaketsiz ve kırıcı olması, toplum içinde küçük düşmesi mümkün değildir. İnsanlara saygı ve itina gösteren biri, daima saygı ve itina görür. Sosyal ve özel hayatında,insanlarla olan ilişkilerinde büyük sorunlar yaşamaz.

 

Muaşeret adabının işlendiği bütün eserlerde, “akıl-ahlâk-eğitim” üçlüsünün daima bir arada zikredildiğini fark ediyoruz. Çünkü aklın elemediği eylemler, refleks ve haz merkezlidir. Sözünde, davranışında, kararlarında kuralsızlıgı esas alan insan, düşüncesiz ve kontrolsüz yaşamaya devam edecektir. Daima yanlış yapacak, yanlış yaşayacak ve geride yanlışlar bırakacaktır. Oysa bütün bir söz ve eyleme katılmış akıl ve inceliğin, tefekkür ve estetiğin, nezaket ve olgunluğun tam karşılığı adab-ı muaşerettir ve bu iki kelimelik kavram, müslüman için kusursuz bir hal ve yaşama biçimidir.
Konumuzu bitirirken bir ayet ve hadisi buraya nakledelim inşaallah çünkü ne zaman bu iki kulpa sımsıkı yapışırsak dogru yoldan ayrılmayız inşaallah. Rabbimiz hucurat suresi ayet.2.de mealen şöyle buyurmaktadır:*** Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber’e yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir…***

 

Abdurrahman b. ebî Bekre (r.a.)’den ve babasından rivâyete göre, şöyle demiştir: “Rasûlullah (s.a.v.), büyük günahların en büyüklerinden size haber vereyim mi? buyurdular. Sahabe evet Ey Allah’ın Rasûlü! Dediler. Buyurdu ki: ** Allah’a ortak koşmak, Ana babaya karşı gelmek…** Yaslanmış olduğu halde iken doğrulup oturumuna gelerek şöyle devam etti: ** Yalancı şâhidlik ve yalan söylemek…** bu son sözü o kadar tekrarladı ki; biz keşke sussaydı dedik. (Müslim)

 

Allahım bizleri en  güzel  usül  ve  metod  üzerinde  hassasiyetle  duran, Kur’an  âhlakıyla  âhlaklanan Peygamber  efendimizin ögrettiği  ve  eğittiği  insanlara  ebediyyen  dost  olanlardan  eyle.  Bizleri nefsimizle başbaşa bırakma. Bizleri Kuran ve sünneti seniyyenin ışıgından, nurundan, güzelliklerinden ayırma. Bizleri kuran ve sünneti seniyye ölçüsünden, kanunundan, yasasından, kaide ve kurallarından ayırma. Bizleri hatada, kusurda, günah olan hususlarda direnen, inatlaşanlardan eyleme. Bizleri hakka ve hakikate teslim olanlardan eyle. Bizleri senin dosdogru yolun olan; sıratı müstakimden ayırma, bizleri ehli sünnet yoluna sımsıkı baglanıp uyanlardan eyle. Sen her şeye kadirsin Allahım…Amin…

 

Sermedkadir…Lu…15.04.20011…

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht.