İslami Tebliğde Usül

Cenâb-ı Hak, Hazreti Musa ve Hazreti Harun`a hitaben, “Ona tatlı, yumuşak bir tarzda hitab edin. Olur ki aklını başına alıp düşünür, öğüt dinler yahut hiç değilse biraz çekinir”(1) buyurarak her şeyden önce peygamberâne bir üslubu nazara vermiş; muhatap, Firavun gibi kalbi ve kafası imana kapalı bir insan bile olsa, yine de hak ve hakikati “kavl-i leyyin” ile anlatmak gerektiğine işaret etmiştir. Hz. Musa (as) döneminde Mısır`ın idarecisi olan Firavun, halkını sınıflara ayıran ve İsrailoğullarını ikinci sınıf insanlar gören azgın bir zorba ve iflah olmaz bir mütekebbirdi. Kibri o seviyedeydi ki, fütursuzca, “Sizin en yüce rabbiniz benim!”(2) diyebiliyordu.

İSLÂM DİNİ’ni insanlara tebliğ etmek öncelikli vazifelerimizdendir inancındayız. Her hususta oldugu gibi teblig görevindede usûlsüz ve üslupsuz bir yere varılamaz kanaatındayız. En önemlisi ise: İslâm’ı ebliğ etme vazifesi, nebevî usûl ve üslup olmadan yani peygamberler örnek alınmadan bu iş en güzel şekilde yerine getirilemez. Kur’an-ı Kerim’de, tebliğin belirleyici unsurlarından birisinin ‘Kavl-i leyyin’ olduğu haber veilmiştir. bu ifade,terkip, İslâm tebliğcisinin üslubunu ifade etmektedir. Kavl-i leyyin, nebevî tebliğin usul ve üslubu bağlamında geçen Kur’ani bir kavramdır.

‘Kavl-i leyyin’ terkibi Kur’an’da Musâ Peygamber’e, kardeşi Harun’la birlikte Firavun’a gitmeleri emredilirken zikredilmiştir. ‘Kavl’ ‘söz’dür. Aynı zamanda görüş, tez, iddia, mezhebî yorum gibi anlamlara da gelir. Fakat ‘leyyin’ bir ‘kavil’ olarak, bir tebliğci/ Peygamber sıfatıyla Musâ’nın, kâfir ve zalim Firavun’a hitaben, onu İslam’a davet etme adına söyleyeceği bütün sözleri kapsamaktadır. Hazreti Musa`nın kavmini köleler topluluğu olarak görüyor; onları iyice zayıflatmak ve ezmek için erkeklerini boğazlıyor; kadınlarını ise diri bırakıyor ve hem kendisi hem de adamları onların iffetlerine dokunuyorlardı.

Hazreti Musa böyle bir atmosferde, ezilen zümrenin bir ferdi olarak dünyaya gelmiş; Allah`ın hususi inayet ve riayetiyle Firavun sarayında neş`et etmiş; olgunluk çağına ulaştığı dönemde bir kıptînin ölümüne sebep olduğu için Mısır`dan kaçarak Medyen`e gitmiş ve on yıl sonra Allah`ın elçisi olarak geri dönmüştü. Hazreti Musa, vazifesi icabı ihkâk-ı hakta çok hassas bir peygamberdi. O, sert ve haşin değildi; her hak sahibine hakkını vermede ve haksıza haddini bildirerek haklıyı tutup kaldırmada fevkalâde duyarlı bir nebiydi.

Kuran-ı Kerim`in naklettiğine göre, Kardeşi Hazreti Harun`un yakasından tutup onu hırpalaması ve Ahd-i Atik`te anlatıldığı üzere, bir meseleden dolayı kızkardeşi Meryem`e çok acı sözler söyleyip onu sarsması, Musa Aleyhisselam’ın hak karşısındaki hassasiyetinden dolayıydı. Genel tavrı, Firavun karşısındaki hâli, İsrailoğulları’na karşı duruşu ve nübüvvet vazifesi itibarıyla donanımı tamdı; bu açıdan da, hiçbir davranışı rastgele değildi. O, yanına kardeşini alarak Firavun`un sarayına giderken davasını kime tebliğ edeceğini ve muhatabının nasıl bir zalim olduğunu da çok iyi biliyordu. Kuran-ı Kerim, “Ve lemma beleğa eşüddehü vestevâ âteynâhü hukmen ve ılmâ – Mûsâ yiğitlik çağına erip olgunlaşınca Biz ona hikmet ve ilim verdik.” dediğine ve “vestevâ” kaydını da düştüğüne göre, demek ki, Hazreti Musa sadece rüşde ermemiş, aynı zamanda, tam kıvamını bulmuş ve Allah`a muhatap olabilme seviyesine ulaşmıştı.

TATLI DİL VE YUMUŞAK ÜSLÛB. İşte, Hazreti Musa ve kardeşi Hazreti Harun, kendilerine senelerce tepeden bakan, İsrailoğullarına Mısır`ı dar eden ve Yüce Yaratıcı`ya açıkça şirk koşacak kadar mütekebbir olan Firavun`a giderlerken, Cenâb-ı Hak “Ona tatlı, yumuşak bir tarzda hitab edin. Umulur ki aklını başına alıp düşünür, öğüt dinler yahut hiç değilse biraz çekinir.” (Tâ Hâ, 20/44) demiş; yumuşak bir üslup kullanmalarını, güzel sözler söylemelerini ve tatlı tatlı konuşmalarını emretmişti. Cenâb-ı Allah, onları Firavun`un karşısına gönderirken “Umulur ki tezekkür eder; yani, derin derin düşünür, aklını başına alır ve öğüt dinler” diyerek, bir manada onların gönüllerine Firavun`un dahi hidayete erebileceği ümidini ekmişti.

İlahi beyandaki bu üslup, muhatap Firavun bile olsa, yumuşak bir tavrın karşıdaki insanı yumuşatacağı ve onu da tezekküre sevk edeceği manasına geliyordu. Yani, Firavun belki hemen hak ve hakikati kabul etmeye yanaşmayacaktı ama, Hazreti Musa`nın anlattıklarını mutlaka düşünecek; onu tanıdığı ilk günden itibaren o güne kadarki bütün hâl ve tavırlarını tahayyül edecek; onun doğru sözlülüğünü, iffetini ve hakperestliğini aklından geçirecekti. Firavun, tezekkürde derinleştikçe derinleşecek, hayalen gerilere doğru gidecek ve bir kere daha Musa Aleyhisselam’ın hayatına bakacaktı..

Bakacak ve onun, hakkı olmayan bir arpaya bile el uzatmadığını, çirkin sayılabilecek hiçbir işe kalkışmadığını ve hep bir fazilet örneği olarak yaşadığını hatırlayacaktı. Dahası, üçüncü sınıf saydığı, hafife aldığı ve hep ezdiği İsrailoğullarından biri olan Hazret-i Musa`da, ezilen insanlarda genellikle var olan intikam alma hissini hiç görmediğini ve sarayda da olsa o psikolojiyle büyümesine, hep Firavun`un tafralarına, yukarıdan bakmalarına maruz kalmasına rağmen hakkaniyetten hiç ayrılmadığını farkedecekti.. Hazreti Musa`nın hayatında mutlaka kendi vicdanına da tesir edecek bir şey görecek.. Ve nihayet onu karşısında bir örnek bir şahsiyyet olarak bulacaktı.

Böylece, zikir üstüne zikir, anmadan sonra bir kere daha anma, meselenin üzerinde durma, düşüncede derinleşme, hatıraları değerlendirme ve bütün bunlardan bir neticeye yürüme… onun içine de bir nevi haşyet duygusu salacaktı.Firavun, şeytanın uşağıydı.. Firavun, ervâh-ı habîsenin çocuğuydu.. Firavun, ilk kâtil Kâbil`in torunuydu.. Ve Firavun açıktan açığa Allah`a şirk koşan bir müşrikti. Fakat, Cenab-ı Allah, ona dahi yumuşak bir üslupla ve tatlı bir dille hitap edilmesini emir buyurmuştu. Kibrine rağmen muhatap alınması onun içini az da olsa haşyetle dolduracak ve Firavun, meseleleri muhavere etme zemini araştırmaya mecbur kalacaktı.

Diğer taraftan, azgın bir insan karşısında bile yumuşak bir üslup tavsiye edilmesi; mübelliğin tabiatıyla bütünleşmesi gereken o üslubun ârizi sebeplerle değiştiril meyeceğini tembih ve muhatapları da o nezih üsluba fiilen çağrı manasına gelmekteydi. Ayrıca, Hazreti Musa`nın, bir zamanlar kendilerinden iyilikler gördüğü kimselere karşı yumuşak davranması, kavl-i leyyinle konuşması ve hususiyle onları Hakk`a çağırıp ebediyete uyarması, risalet vazifesinin yanında, hiç olmazsa ilk mülâkatta onun kadirşinaslığının da bir gereğiydi. Leyyin, huşûnetin zıddıdır.
Huşûnet, sertlik, kuru ve katı olmak, birini gücendirip öfkelendirmek demektir. Rağıb el-İsfehanî’nin dikkat çektiği gibi, leyyin veya huşunet aslında eşyada olur, fakat mecazen insanın tavır ve ahlakıyla ilgili de kullanılır. Muhtemelen Uhud savaşında, kendilerine verilen emre bağlı kalmayan okçular hakkında inmiş olan ayette (3/Al-i İmran, 159) , Rasûlullah’ın (sav) onlara Allah’ın rahmeti ile yumuşak davrandığı, sert ve katı kalpli davranmadığına dikkat çekilerek, aksi olsaydı, etrafından dağılıp gitmeleri ihtimaline işaret edilmektedir. ‘Kavl-i leyyin’i basit olarak ‘yumuşak söz’ diye tercüme edebiliriz. Bununla beraber, ‘yumuşak söz’le neyi kastettiğimiz önemlidir.

Önemli olan, ‘yumuşak söz’le, Rabbül alemîn’in Musâ (a.s)’ya emrettiği ‘kavl-i leyyin’i tam olarak ifade edip etmediğimizdir. Her ‘yumuşak söz’ ‘kavl-i leyyin’ olmadığı gibi, Türkçe itibarıyla ‘yumuşak söz’le kastedilen her türlü söz ve söyleyiş biçimi de ‘kavl-i leyyin’ kapsamına girmeyip, dışarıda kalmaya mahkûmdur. ‘Kavl-i leyyin’ kavramını, bütün bu şaibelerden uzak olarak, kaynağına uygun biçimde açıklayabilmek için, bu terkibin geçtiği bağlamı tedkîk etmek gerekir.

Cenabı Allah, Musâ (a.s)’ı Peygamber olarak görevlendirdikten sonra, Firavun’a gitmesini, çünkü Firavun’un iyice tuğyan ettiğini (tağutlaştığını) bildirmiştir. (20/Taha, 24). Musâ Peygamber ise, ‘Rabbim! Yüreğime ferahlık ver, işimi kolaylaştır, dilimin bağını çöz ki sözüm anlaşılsın! ‘ duasıyla beraber bir de, ailesinden kardeşi Harun’u kendisine yardımcı olarak görevlendirmesini istemişti. (20/Taha, 25-30; 28/Kasas, 34) Musâ Peygamber risaletten önce, gençlik yıllarında Mısır’da bir adamın ölümüne sebep olmasını kastederek, kendisini hem yalancılıkla suçlamalarından, hem de öldürmeye teşebbüs etmelerinden duyduğu korkuyu dile getiriyordu. (26/Şuara, 12-14; 28/Kasas, 33-34) .

Nitekim Firavun, Musâ’yı haklı çıkartmak istercesine, daha ilk karşılaşmada, çocukken onu himayesine(!) almış olmasını ve üstelik de bir adamı öldürüp Mısır’ı terk etmiş olmasını yüzüne vurmuştu. (26/Şuara, 18-19) Allah-u Teala’nın uyarısı ise, ilahi hikmetlerle Musâ’nın korkusunu gidermeye, onun kalbini metin kılmaya yönelikti. O, Musâ’ya, bebekliğinde annesine ilham ederek onu bir sandığa koyup denize bıraktırdığını, sandığın içinde denizde tek başına giden kendisini, nasıl kadınlar vasıtasıyla Firavun’un sarayına ulaştırdığını, nasıl annesini de kendisine bakıcı-besleyici olarak döndürdüğünü hatırlatıyor ve sanki şöyle demek istiyordu:

Seni daha küçücük bir bebekken, bir fiskelik canın varken Firavun’un katlinden koruyan Rabbin, yetişkin bir insan olduğunda korumaya yine kâdirdir!İşte böyle bir bağlamda Allahu Teala Musâ’yı, kardeşi Harun’la beraber görevlendiriyor ve Firavun’a gitmelerini, ona yumuşak söz söylemelerini, bu sayede belki de Firavun’un düşünüp öğüt dinleyeceğini ya da Allah’tan korkacağını hatırlatıyordu. (20/Taha, 43-44) Bu durumda Musa Peygamber’in, Firavun’u İslam’a davet ederken söylediği sözlere ve üslubuna iyi dikkat etmemiz gerekir. Çünkü kavl-i leyyinin mahiyeti, orada mevcuttur. Musâ Peygamber Firavun’a vardığında söylediği ilk söz şu olmuştur:“Ey Firavun! Ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim! “(3)

“Biz senin Rabbinin elçileriyiz.”(4) “Biz âlemlerin Rabbinin elçisiyiz.”(5) “Arınmayı ve seni Rabbinin yoluna iletmemi ister misin?”(6) “Allah hakkında haktan başkasını söylememek benim üzerime görevdir.”(7)“İsrailoğullarını bizimle beraber gönder; onlara eziyet etme!‘”(8) “Biz sana, senin rabbinden bir âyet (mucize) getirdik.”(9) “Selam hidayete tabi olanlaradır.”(10) “Hakikaten bize vahyolundu ki azap, yalanlayana ve yüz çevirenlere olacaktır!”(11)Firavun, Musâ’nın sık sık vurgu yaptığı ‘Rab’ ismine takılıyor ve soruyor: ‘Rabbiniz de kimmiş? ‘ Musâ’nın ‘kavl-i leyyin’i Rab kavramını açıklayarak sürüyor:‘Bizim Rabbimiz her şeye yaratılışını (fıtrat) veren ve ardından da onu hidayete erdirendir!‘ (20/Taha, 50). ‘…O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin Rabbidir.’ Bu sefer Firavun tam bir saptırma (manipülasyon) ve tuzak sorusu soruyor: ‘İşitiyor musunuz?‘ (28/Kasas, 25): ‘Peki öyleyse, önceki milletlerin hali ne olacak?‘ (20/Taha, 51) . Böyle sormakla Firavun, çevresindekilere, Musâ’nın onların atalarını cehennemlik kâfirler sayan bir ‘köktenci’ olduğu mesajını vererek, hedef gösteriyordu.

Musâ (a.s) ise ‘kavl-i leyyin’ ile ve tam bir Peygamber’e (Müslüman’a) yakışır biçimde konuşuyor ve Firavun’un tuzağına düşmüyordu: “Onlar hakkında bilgi, Rabbimin katında bir kitaptadır. Rabbim ne yanılır, ne de unutur!”(12)“O sizin de Rabbiniz, daha önceki atalarınızın da Rabbidir!”(13)“O (Allah) yeryüzünü size bir beşik yapan ve onda size yollar açan, gökten de su indirendir. Onunla biz çeşitli bitkilerden çiftler çıkardık. Yiyiniz, hayvanlarınızı otlatınız. Şüphesiz bunda akıl sahipleri için işaretler vardır. Sizi oradan yarattık, yine sizi oraya döndüreceğiz ve bir kez daha ondan çıkartacağız.”(14)Musâ ile Firavun diyaloğunun bu aşamasında, Firavun’un ithamkâr sözleri oldukça kışkırtıcı ve rahatsız edicidir.

Firavun özet olarak Musâ’ya diyor ki, ‘küçükken seni kendi himayemde büyüttüm, ama şimdi bana nankörlük ediyorsun! Bu da yetmiyormuş gibi, sen bir de adam öldürmüştün!‘ Firavun bu çıkışıyla Musâ’yı köşeye sıkıştırıp, kavmine karşı küçük düşürmek istiyordu. (28/ Kasas, 18-19). Fakat Musâ hala onu kavl-i leyyinle davet etmeye devam ediyordu. Pek çok insanın nefsanî duygularının ağır bastığı, acele ve acemilik yaptığı, saldırı, sataşma ve küfür etme pozisyonuna geçtiği böyle bir itham karşısında Musâ (a.s) , Firavun’un gerçek dışı ithamlarını çok büyük bir serinkanlılık içinde, olgun bir Müslüman tavrıyla cevaplandırıyor:“Ben o işi o anda sonunun ne olacağını bilmeden yaptım. Sizden korkunca da hemen aranızdan kaçtım.

Sonra Rabbim bana hikmet bahşetti ve beni gönderilmiş elçilerden kıldı.”(15)“O nimet diye başıma kaktığın şey ise, İsrailoğulları’nı kendine kul köle yapmandır!”(16) Firavun, şecaat arzederken sirkatini söylüyordu. Musâ’yı evinde büyütmüş olması bir nîmet değil, aksine, bütün İsrailoğulları’nın erkek çocuklarını öldürttüğünün en açık delili idi. Eğer çocuk katliamını yapmasaydı, Musâ’nın onun sarayında ne işi vardı ? İşte bu gerçeği Musâ kavl-i leyyin ile açıklamıştı. Bundan sonra Musâ (a.s)’ile Firavun mücadelesinde yeni bir safha başlamaktadır. Firavun’da ‘kavl’ tükeniyor ve ‘eğer benden başkasını ilah edinirsen yemin olsun ki seni zindana tıkılanlardan yaparım!‘(28/Kasas, 29) diye tehdit ediyor.

Böylece Firavun tıkanıyor ve tükeniyor. Firavun’a ‘kavl-i leyyin’ kesinlikle tesir etmiyor. Musâ-Firavun diyaloğunda Firavun, tek taraflı olarak, diyalog kapısını kapatıyor. Musâ’yı ‘büyük adam’ yerine koymuyor; örnek bir hoşgörü ve diyalog üstadı olarak âleme lanse etmiyor. Dikkat edilirse Musâ Peygamber’i hiç kimse başarısız saymamaktadır. ‘Başarı’ mefhumunun içine doldurduğumuz anlama göre, Musâ’yı başarısız görenler de çıkabilir. Fakat İslâmî ölçüler içerisinde Musâ (a.s) yüzde yüz başarılıdır. Çünkü Firavun’u İslâm’a çağırmış, tebliğde hiçbir şeyi eksik bırakmamıştır. Bir kâfir İslâm’ı benimseyecek diye ezilip bükülmemiş, ‘Firavun’un günahına ağlayan adam’ rolünü oynamamıştır. Tebliğini yaparken de kaba, sert, haşin bir üslup kullanmamış, kırıp dökmemiştir.

Bu diyalogda ‘başarısızlık’ varsa o da Firavun’a aittir. Firavun’un sözü tükendiğine göre, artık birtakım araçları kullanarak Musâ’yı (vahyi) bir biçimde etkisiz hale getirmek isteyecektir. Firavun için bu araçlardan biri, sihirbazlardır. Sihirbazlar Musâ’yı halkın önünde küçük düşürürlerse, İslami hareketin önü kesilmiş olur!“Öyle ise muhakkak biz de sana, aynen onun gibi bir sihir getireceğiz. Şimdi sen, seninle bizim aramızda, ne senin, ne de bizim muhalefet etmeyeceğimiz uygun bir yerde buluşma zamanı ayarla.”(17) Musâ, Firavun’un bu tehdidine, “Sana apaçık bir şey (mucize) getirsem de mi?!“ (28/Kasas, 30) diyerek, onu zayıflatmaya devam ediyordu.

Musâ Peygamber’in ‘kavl-i leyyin’le tebliğinden sihirbazlar da nasiplerini almışlardır.“Musâ onlara: yazık size! dedi, Allah hakkında yalan uydurmayın! Sonra O, bir azap ile kökünüzü keser! İftira eden, muhakkak perişan olur.”(18)Musâ’nın asası suretinde gerçekleşen mucize, sihirbazların şimdi gerçek birer mü’min olmalarını sağlamış, secdeye kapanarak, ‘Harun’un ve Musâ’nın Rabbine iman ettiklerini’ ikrar etmişlerdi. Firavun’un Musâ’yı etkisiz hale getirmek için tasarladığı araçlardan biri de, onu öldürmekti. Ona göre en kesin çözüm yolu buydu! Çünkü Firavun’un bulunduğu yerden Musâ, yeryüzünde fesat çıkartan ve toplumun dinini değiştiren biri olarak görünüyordu! (40/Mü’min, 26) . Tıpkı bugün de olduğu gibi. Musâ ise kavl-i leyyin ile Firavun’un bu yeni hamlesini şöyle savuşturuyordu:

“Ben, hesap gününe inanmayan bütün büyüklük taslayanlardan, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olana sığındım!“(19)Musâ’nın kavl-i leyyinle hitap edişi, toplum içinde, hem de Firavun sarayında yaşamakta olan insanlar üzerinde de etkisini göstermişti. Firavun hanedanından olup imanını gizleyen bir mü’min adam, artık imanını aşikâr etmek gereği duymuş ve üstelik de, tıpkı Musâ’nın daveti ayarında kavl-i leyyin ile Firavun ve adamlarını İslam’a davet etmeye başlamıştır. (40/Mü’min, 28-39) Musâ Peygamber’in şahsında somutlaşan ve kavl-i leyyin olarak ifade edilen tebliğ üslubunu şöylece özetleyebiliriz. Musâ (a.s) Firavun’u açık bir şekilde İslâm’a davet etmiştir. Musâ’nın davetinde herhangi bir gizlilik bulunmamaktadır. ‘Acaba şu sözlerim sert mi olur; sözlerime Firavun darılır ve gücenir mi’ gibi bir endişe taşımamakta; böyle bir endişeden hareketle, söyleyeceklerinin bir kısmını erteleme yoluna gitmemektedir.

Musâ’nın tebliğinde kesinlikle takiyye bulunmamaktadır. Her tebliğci tebliğini böyle yapmalıdır. Tebliğ gayet açık ve seçik olmalı; gayet yalın ve sade bir dille anlatılmalıdır. Musâ (a.s) gayet yalın, başka anlamlar hamledilmesi mümkün olmayan, düz anlatımlarla Âlemlerin Rabbi Allah’ı hatırlatmış, Firavun’u Allah’a iman etmeye davet etmiştir. Lafı eğip bükmemiş, sözleriyle dolambaçlı yollar izleme basitligine düşmemiştir. Buradan da anlıyoruzki; Başı dara düşünce, ‘ben öyle demek istememiştim, beni yanlış anladınız, sözlerimi çarpıttınız’ diye bir kaçış yolu bırakmak için daha baştan, çift anlamlı kelimeler seçmek, kasten birkaç şekilde yorumlanabilecek, ‘manevra’ kabiliyeti yüksek cümleler kurmak, Musâ’yı örnek edinen tebliğcilerin işi olamaz. Bu cümleden olarak, bir nevi ‘vur-kaç’ taktiği de, İslâmî tebliğ yöntemi olarak benimsenemez.

Peygamberimiz Muhammed (sav) in, herhangi bir insanla karşılaştığında bile onunla konuşurken, adama yüzünü tam olarak dönmeye özen gösterdiği ve bu uğurda gördüğü hatalardan dolayı Müslümanları uyardığı bilinmektedir.Tebliğde bu nebevî sünnete, peygamberi anlatım tarzına azamî derecede uymalı, bir Müslüman kime tebliğ yapıyorsa o kişiye söyleyeceğini açıkça söylemeli, yüzüne karşı söyleyemediği sözleri mektupla, elktronik iletişim araçlarıyla söyleyip sonra da izini kaybettirme yoluna gitmemelidir. Musâ Peygamber, yukarıda temas ettiğimiz tebliğlerin tamamını Firavun’un yüzüne karşı söylemişti. Firavun oradaydı, Musâ da oradaydı. Bununla beraber, Firavun’a ilk gidişinde içinin daraldığını, meramını anlatmakta zorlanacağını itiraf etmekten de âr etmemiş, Rabbinden yardım istemişti. Rabbi de elbette istediği yardımı vermişti.

Firavun’un Musa’yı, gerçeği ifade etmeyen tahrik edici sözlerle itham etmesine karşın o, dengesini kaybetmeden, duygularına yenilmeden ve seviyesini düşürmeden yine doğruları ifade etmek suretiyle cevap vermiştir. Verdiği cevapların da hiçbirinin boşa gitmediği, hepsinin amacına ulaştığı ve muhatapta bir tesir meydana getirdiği görülmektedir. Bir iki ataktan sonra heyecanına yenik düşerek reaksiyoner tavırlar sergilemek, inisiyatifin karşı tarafa geçmesi demek olur ve tebliğci, davayı kaybetmiş sayılır. Musâ (a.s) Firavun’a sövgü, küfür ve hakaret sözcükleriyle hitap etmemiştir. Doğrudan onun kişisel vasıflarına, ahlaki seviyesine yönelik herhangi bir suçlamada bulunmamıştır. Söylediği sözler, Firavunun itikadi durumunu belirtmek ve âlemlerin rabbi Allah’a iman etmesi gerektiğini hatırlatmaya yöneliktir.

Yani Musâ Peygamber, üzüm yemeyi murad etmiş, bağcı dövmeye yeltenmemiştir. Musâ (as)’nın yöntemi bize, tebliğde öncelikleri dikkate almamız gerektiğini öğretmektedir. Musâ’nın, Firavun’un şarap içmesi veya başka ahlaksızlıklarından başladığına şahit olmamaktayız. Görüldüğü gibi, Musâ Peygamber’in tebliğ yöntemindeki ‘leyyin’ kelimesi bizi aldatmamalıdır. Musâ (a.s) ın kavlini söyleyiş tarzı yukarıda özetlediğimiz gibi, ‘leyyin’ olarak nitelendirmeyi hak etmektedir. Fakat o, hiçbir şekilde, kâfir muhatabından özür dileyici, alttan alıcı, merhamet talep edici bir yumuşaklık değildir. Ilımlı bir yöntem hiç değildir. Musâ Firavun’a, asgarî müştereklerden dem vurarak, aynı gemide yaşandığı edebiyatını yineleyerek, ‘yumuşak’ olacak diye, kendisini kafirlerle aynı safa yerleştirmemiştir. ‘Ben de sizdenim’ dedikten sonra, tebliğ edilmesi gereken bir durum kalmamaktadır.

Onun tebliği, kimi zaman sanıldığı gibi, kimseyi ürkütmeden, darıltmadan, şimşekleri üzerine çekmeden, muhatabını şüphelendirmeden, tereyağından kıl çeker gibi bir ‘haberdar etme’ yöntemi değildir. Öyle ki Firavun, Musâ’nın, hiçbir şekilde uzlaşmaya müsait olmayan tam bir mü’min olduğunu, tebliğ ettiği Din’e sonuna kadar bağlı kaldığını anlamıştı. Musâ tebliği erteleyici de değildir. ‘Şimdilik bu kadarını söyleyeyim de, gerisi başka zaman’ gibi bir tutumu da yoktur Musâ Aleyhiselamın. Çünkü davette tedricilik varsa da, ‘bunları söylemenin zamanı mı ? ‘ türünden bir geciktirme yöntemi yoktur. Şu var ki Musâ’nın üslubu oldukça temiz, sade, anlaşılır ve yalındır. Kışkırtıcı değildir. Muhatabı düşündürücü, akletmeye yönelticidir.

Taha suresinin 44. ayetinde ‘kavlen leyyinen’ dedikten sonra, böylece Firavun’un belki düşünüp öğüt almasının, tezekkür etmesinin mümkün olacağı belirtilmiştir. Bir kişiye söylenen sözün tesir uyandırması için, sözün usulüne uygun söylenmesi gerekir. İnsan, bir yanlışın içinde bulunduğuna ihtimal verebilmelidir. Bunun içinse, onun kıskançlık, büyüklenme, bencillik gibi nefsanî duygularının harekete geçmesine meydan vermeyen bir üslup seçilmelidir. Değil mi ki nefis kötülüğü emredicidir. Hele de İslam nimetiyle nefsini tezkiye etmemiş bir insanın nefsi en küçük bir sataşmada galeyana gelmeye hazırdır. Bu da, tebliğin başlamadan bitmesine sebep olacaktır. Tebliğ yapıldığı ileri sürülen kimseleri kavim ve kabilesiyle, özel hayatıyla, oğlunun, kızının, eşinin ya da diğer yakınlarının yaşantılarıyla ilzam etmek, yolsuzluklarını yüzlerine vurmak, gizli sırlarını topluma ifşa ederek bir nevi tehdit yoluyla yaklaşmak nebevî tebliğ yöntemine uygun değildir.

Bu durumda bütün insanlar, tebliğ yapan kimsenin, kendisinin hidayetini istediğini değil, kendisiyle bir hayat-memat mücadelesine giriştiğini düşünecektir. Hâlbuki, günah işleyen ve günahı kendisini kuşatan kimseler bile, kendilerine seviyeli bir dille hitap edildiği takdirde, tebliğe olumlu tepki verebilmektedirler. Peygamber de olsa bir tebliğci, kimin hidayete erip kimin ermeyeceğini bilemez. Ona düşen, uygun bir lisanla davet etmektir. Tebliğci olarak görevimiz kavl-i leyini elden bırakmadan açık bir şekilde Allah’ın dinini tebliğ etmektir. Tebliğ bizden hidayete erdirmek Alllah’tandır.

Allahım sen bizlere dinini anlatmada, tebligde, ifade etmede kolaylıklar nasib eyle.Dilimizi, gönlümüzü, kalbimizi, sinemizi sadece senin emirlerine aç. Bizleri örnek ve önderimiz peygamber efendimizin sünneti seniyyesini hakkıyla uygulayanlardan eyle. Senin dinini anlatırken bizlere güç ver, cesaret ver, kararlılık ver,sabır ve metanet ver. Bizleri senin dininde sabit duranlardan eyle. Bizleri senin dosdogru yolun olan sıratı müstakimde sımsıkı duranlardan eyle. Bizleri ehli sünnet vel cemaat çizgisini takip edenlerden eyle. Sen herşeylere kadirsin allahım…Amin…

SermedKadir…18.03.2011.

(1) Tâ Hâ Sûresi/44
(2) Nâziat Sûresi/24
(3) A’raf Sûresi/ 104
(4) Taha Sûresi/ 47
(5)Kasas Sûresi/ 16)
(6) Naziat Sûresi/ 18-19
(7) A’raf Sûresi/ 105
(8) A’raf, 105; 20/Taha, 47; 28/17
(9) Taha Sûresi/ 47
(10) Taha Sûresi/ 47
(11) Taha Sûresi 48
(12) Taha Sûresi/ 52
(13) Kasas Sûresi/ 26
(14) Taha Sûresi/53-55
(15) Kasas Sûresi 20-21.
(16) Kasas Sûresi/ 22
(17) Taha Sûresi/ 58
(18) Taha Sûresi/ 61
(19) Mü’min Sûresi/ 27

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht. Erforderliche Felder sind mit * markiert