İstişare ve Önemi

Cenabı Hak Ali imran suresi ayet .159.da mealen şöyle buyurmaktadır:*** O vakit) Sen Allah’dan bir esirgeme sayesindedir ki, onlara mülâyemetle (yumuşak, merhametli) davrandın. Eğer kaba ve katı yürekli olsaydın, onlar etrafından dağılıp gitmişlerdi bile!.. Artık onları bağışla (Allah’dan da) günahlarının affolmasını iste. İş hususunda onlarla istişâre et!.. Bir kere de azmettin mi, artık Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah kendine güvenip, dayananları sever.***

İstişare, Müşâvere, şivar, meşveret, meşûrâ, meşvûra; aynı kökten türemiş kelimeler olup „danışıp işaret almak, rey almak ve bir mesele hakkındaki görüşünü sormak“ mânâsınadır. Toplanıp meşveret eden cemaate de „Şûrâ“ denilir.[1]

İslami kaynakların hemen tamamına yakınında Şûrâ, Müşâvere, Meşveret ve İstişare kavramları hakkında farklı tarifler yapılmış olmayıp bu kavramlar genellikle aynı manalarda kullanılmışlardır. Dolayısıyla bu kavramlar aynı manalarda birbirlerinin yerine kullanılmışlardır. Bazen şûrâ bazen müşâvere ve bazen de istişâre kavramları kullanılmıştır, fakat bunlardan kastedilen manalar yukardaki tarifte geçen manalardan farklı değildir.

İstişare kavramının terim olarak manası: İslami harekette veyahut Ümmeti ilgilendiren her hangi bir konuda, Allahu tealaya itaat ve ibadet etmek üzere  hakkı ya da  hakka en yakın olanı belli bir usülde ve  belli esas ve kurallara riayet ederek araştırıp bulmak maksadıyla  karşılıklı görüş ve alış veriş yolunda yardımlaşmak ve dayanışmaktır diye tarif edilebilir.

İstişarede en önemli hususlardan birisi izlenecek yol ve yöntemlerdir. Bu hususta bütün esas ve kurallar, hedef ve gayeler, tümüyle rabbani olmak zorundadır. Bu esas ve alınacak, uyulacak usül ve deliller Allahın şeriatı ile belirnmiş olmalıdır. Rabbimiz Kuranı kerimde Peygamber efendimize (sav) müminlerle istişare etmesini, bir şeye karar verince de  Allaha dayanıp azim ve kararlılıkla sonuca, neticeye gitmesini baştarafa aldıgımız ayet mealiyle emretmektedir.

Ali imran suresinin 159. ayeti Medinede inmiştir. Fakat bu ayetten önce Mekkede inen Şura suresinin. Konuyla alakalı 36-39. ayetleri mealen şöyledir: ***    Size verilen şey, hep bu dünya hayatının geçici birer faidesidir. Allah’ın katında olan ise daha hayırlıdır, daha süreklidir. (Bunlar) iman edip de, ancak Allah’a güvenip dayanmakta, büyük günahlardan ve fâhiş kötülüklerden kaçınmakta, öfkelendikleri zaman derhal (kusurları) örtmekte olanlara, Rabblerinin (tevhide ve ibadete dair) dâvetine icabet edenlere, namazlarını dosdoğru kılanlara; ki bunların işleri aralarında müşâvere iledir, kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden (İslâm için) harcamakta bulunanlara, kendilerine tegallüp ve zulüm vâki olduğu zaman, hep birlikte mazlûma yardım edenlere mahsustur.***

İşte bu mealdeki ayetler, Mekke döneminde Müslümanların siyasi devletlerinin olmayışı, fakat islam devletini kurmaya yönelik olan çalışmada  müminlerin istişare etmeleri emredilmiştir.  Büyük tefsir alimi Zemahşeri (Rh.a) iş hususunda onlarla müşavere et mealindeki ayetin tefsirinde: Arapların ileri gelenlerinin  öteden beri  müşavereye alışkın olduklarını belirterek, eger Allahın şanlı Rasulü (sav) iş hususunda onlarla  müşavere etmemiş olsaydı bu onlara çok zor ve agır gelecekti. Bunun için Allah (cc) Rasulüne Ashabı ile  istişare etmesini emretti…

Şurası kesinlikle unutulmamalıdır ki; henüz İslam devleti yokken Müslüman cemaatın Şura prensibiyle emredilmesi büyük bir emniyet  ve önem taşımaktadır. Şura prensibi, Müslümanların hayatında devletin bir siyasi nizami, düzeni olmaktan çok daha öte bütün islam cemaatının  ana vasfıdır diyebiliriz. Mübarek bir topluluk olan  islam cemaatı Şura esasına göre hareket etmesi gerektiginin bilincindedir…

Burada kısaca Şura sözcügü üzerinde de durmakta fayda vardır düşüncesindeyiz. Şura kavramı islami ıstılahta mana olarak: İşaret almak, belli bir iş veya mevzuu hakkında görüş sormak, danışmak, fikir ve düşünceleri öğrenerek en doğru ve isabetli olan hükmü elde etmek” manalarına gelir. İnsanların güvendikleri kimselerle toplanıp fikir alışverişi yapmaları, birbirlerine danışmaları, birbirlerinin bilgi ve tecrübelerinden faydalanmaları, en doğru ve isabetli olanı bulmakta yardımlaşmalarıdır.[2]

İslamın temel prensiplerinden biri olan ŞURA, son derece önemli bir prensiptir. İslam cemaatının üyeleri Şura prensibine ne kadar titizlikle uyarlarsa inşaallah o kadar az hata içerisinde olacaklardır. Şura prensibini ne kişisel hayatımızdan ne de cemaat ve devlet hayatındançıkarıp atmamız mümkün degildir. Çünkü ŞURA gerek fert, gerek cemaat, gerekse devlet hayatının  siyasi, sosyal ve ekonomik bütün kesimlerini kapsayan bir prensiptir…

Onun için diyoruz ki: Önce Müslüman daha sonra İslam cemaatı ve en sonunda islam devleti  ŞURA esasına göre hareket etmek zorunlulugunun içerisindedir. Tabiidirki islami düşünce tarzında mutlaka bir toplulugu, bir birligi daha ilerilere taşımak esastır mesela İslam cemaatından İslam devletine geçişin gayet dogal bir yapısı oldugu gibi. Çünkü İslam devleti cemaatların tabii neticesi, sonucu olarak ortaya çıkan bir kurumdur…

Cenabı Hak Kuranı keriminde istişareyi müminlerin vasfı olarak saymış, Peygamber efendimizi ashabıyla istişare ile emretmiştir. Peygamber efendimiz de (sav) hadislerinde istişarenin önemi üzerinde hassasiyetle durarak  Ümmetini istişare hususunda teşvik etmişlerdir. Örnek aldıgımızbir Hadis mealen şöyledir: ** Her hangi bir işi muradeden ve o hususta bir müslüman kardeşi ile istişâre eden kimseyi Allah (cc) işlerinin en doğrusuna hidâyet eder. (Kenz’ül Ummâl)**

Bilinmelidirki; Ayet ve hadisler, istişarenin ne şekilde yerine getirilecegi, istişare edilirken nelere riayet edilip nelerden kaçınılacagı hususlarında da önümüzde şaşmaz ölçüler yerine getirmiştir.  Allahın ve onun şanlı Rasulünün  emrettigi istişareye muvaffak olmanın, başarı ile uymanın  yolu, ancak bu şartlara itaatla baglanmaktan geçer. Oksa gelişi güzel mevzularda, gelişi güzel kimselerin aklına estigi şekilde fikir beyan etmesiyle varılan  her neticeye, her sonuca istişare neticesi gözüyle bakmak mümkün degildir.

Nasıl ki ORUÇ tutmak için  sadece aç kalmak yetmiyor ve Niyyet, imsak gibi şartlara riayet edip orucu bozacak hareketlerden sakınmak gerekiyorsa, sünneti seniyyedeki istişarenin yerine getirilmiş olması içinde, bu sünnetin kendisine has olan şartlarını dikkate almak icap etmektedir…

İstişâre ile işlerin güzel neticelere varması, siyâsi, içtimâî, askeri, kültürel vs. bütün alanlarda problemlerin çözülmesi mümkündür. Kişi ne kadar akıllı, zeki ve tecrübeli bulunursa bulunsun, Cenâb-ı Hakk’ın Kur’an-ı Kerîm’inde işaret ettiği ve fâillerini övdüğü istişare esasına uygun hareket etmedikçe, faydalı sonuçlara ulaşması ve problemlerini güzel bir şekilde çözümlemesi pek mümkün değildir. Zira Peygamber efendimiz (sav) akıl ve zekâ yönüyle insanların en mükemmeli iken, Allah ona bile istişareyi emretmiştir…

Peygamber efendimiz(sav) vahyin indirilmediği durumlarda daima arkadaşları ile istişâre yoluna gitmiştir. Ashab-ı kirâm, Resulullahın (sav) kendi fikriyle hareket ettiğini bildikleri konularda, kendi fikirlerini O’na açıklar, o da uygun fikir doğrultusunda hareket ederdi. Bunun örnekleri pek çoktur. Peygamber Efendimiz (sav) Bedir savaşında, kendilerine en yakın kuyunun başında durdu ve orayı karargah yapmak istedi.

Bu sırada Ashab’tan Hubâb el-Cümuh, Peygamberimize „Yâ Resulullah! Burayı, Allah’ın seni yerleştirmiş olduğu ve bizim ileri geri gitmeğe yetkimiz olmayan bir yer olarak mı seçtin? Yoksa bu. bir görüş, bir harp taktiği midir?“ diye sordu. Resulullah (a. s.) „Hayır; bu bir görüş ve bir harp taktiğidir“ dedi.

O zaman sahâbi „O halde Yâ Resulullah! Burası uygun bir yer değil, orduyu kaldır. Düşmana en yakın kuyuya gidelim. Orada bir havuz yapıp içine su dolduralım, geride kalan kuyuları tahrip edelim, düşman istifade edemesin.“ dedi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz (sav) „Sen güzel bir fikre işaret ettin“ buyurdu ve sahabinin dediği şekilde hareket etti.(Mefail hızlı.ş.i.ans.)

Yine bizim için örnek alacagımız asrı saadet döneminden bir olayı buraya aktarırsak meselenin anlaşılmasına fayda saglar sanıyorum. Ali imran suresinin uhud savaşı ile alakalı ayetlerinde ve bu ayetlerin  inişine sebep teşkil eden hadiselerde, istişarenin şartlarına ışık tutan deliller mevcuttur. Uhud savaşı bilindigi gibi, Peygamber efendimizin (sav) düşmanı şehir içinde karşılamak fikrinde oldugu bir savaştı…

Peygamber efendimizin (sav)  görmüş oldugu bir rüya da bu fikri dogruluyordu. Ancak bu konuda kendisine bir vahiy inmemiş, nasıl hareket edilmesi gerektigi hususunda Cenabı haktan açık bir emir gelmemişti. Peygamber efendimiz(sav) ashabıyla yapmış oldugu istişarede, çogunlugun fikri düşmanı şehir dışında karşılamak idi.  Bu fikri müdafaa edenler, çogunlukla daha önceki Bedir savaşına katılmamış olan sahabelerdi…

Onlar Bedir de gazilik ve şehıtlik mertebelerine ulaşan kardeşlerinden geri  kalmak istemiyorlardı. Allah yolunda savaşarak bu dinin  yücelmesine hizmet etmek  aşkıyla yanıyorlardı. Diger yandan düşmanı, şehir içinde karşılamanın , onlara zayıf görünme neticesini  doguracagı kanaatındaydılar. İşte bu İslamiyet aşkı dini hakimiyetleri ildir ki,  düşmanla şehir dışında karşılaşmak yönünde reylerini kullandılar. Ve çogunlugun görüşü bu şekilde ortaya çıktı…

Peygamber efendimiz de (sav) azınlıkta kalan kendi görüşünü terk ederek çogunlugun  görüşüne uydu ve Orduyu şehir dışına sevk etti. Hadisenin buraya kadar olan kısmından çıkarılabilecek neticelerden birisi, istişarenin ancak kesin bir dini hükümle sabit olmayan hususlarda yapılabilecegidir.  Eger Peygamber efendimize (sav) bu savaştaki hareket tarzı Cenabı hak tarafından emredilmiş olsaydı, hiç şüphesiz, meseleyi istişareye hiç açmaksızın dogrudan  dogruya Ashabına Allahın emrini teblig eder  ve onlarda bu emre seve seve uyarlar, itaat ederlerdi…

Mesela Hudeybiye barışına Sahabiler muhalefet ettikleri zaman rasulullah (sav) ** Ben Allahın kulu ve elçisiyim, başkalarının görüşüne bakarak Onun emrine muhalefet edemem** buyurmuş, Sahabeler de  dini gayret ve izzetlerine agır gelmesine ragmen bu sonucu kabul ederek Allaha ve Rasulüne tabii olmakta kusur  göstermemişlerdi. Nitekim bir çok zaman Allahın şanlı rasulü (sav)  bir mesele üzerinde fikir beyan ettigi zaman  sahabeler eger farklı bir görüş taşıyorlarsa, Bu allahın vahyi ise bir şey diyemeyiz, ancak şahsi reyiniz ise bizim kanaatımız şu şekildedir diyerek kendi görüşlerini açıklamışlardır…(Muhtasar İbni Kesir)

Bu örnek te de görüldügü gibi Asrı saadette sahabiler görüşlerinin her halukarda Allahın emirleriyle ve dini hükümlerle sınırlı oldugunun şuuru içinde bulunduklarını gösterdikleri gibi , Allah ve onun şanlı Rasulüne hürmet ve itaat çerçevesi içerisinde fikir ve vicdan hürriyetini azami derecede kullanıyorlar, Rasulullahın (sav) fikrine muhalif te olsa kendi görüş ve düşüncelerini hiç çelinmeden  açıkça ortaya koyuyorlardı…

Şu konuyu şimdi daha iyi anlamamız gerekirki, Müslümanların arasında istişare ile halledecekleri hususların ancak temel kaynaklardaki kesin hükümlerin dışında kalan meselelerle sınırlı oldugu  açıkça anlaşılmaktadır. Müslümanlara düşen, Allahın emirlerini kendi arzularına uydurmak degil, kendi  fikir ve görüşlerini islamın irşadıyla terbiye ederek meselelerine  bu bilgi yumagı içerisinde  çare arama ve araştımaktır diye inanıyoruz…

İslam dini istişare hususunda başta Ashabı kiramın  ve daha sonra onları takip eden sayısız islam alimlerinin hassasiyetleri sonucunda, Asrı saadetteki parlaklık ve saflıgını muhafaza etmiş ve daha sonraları asırlar boyunca milyarlarca insan bu aydınlık çıgırdan yürüyerek istifade etmişlerdir.  Yukarıda da vermiş oldugumuz örnekteki gibi Peygamber efendimiz (sav)  Uhud savaşı öncesindeki istişarede, rüya ile de dogrulanmış olmasına ragmen kendi görüşünü terk ederek çogunlugun görüşüne uyması gösteriyorki, hakkında kesin bir hüküm bulunmayan bir meselede, o meselenin ehli ile yapılacak istişare, birinci sırayı almaktadır…

İşte tam burada Meşura kavramı konusu yani teknik istişare meselesi önümüze çıkmaktadır.   „Meşûrâ“ kelimesi teknik istişâre mânâsına kullanılmakta olan bir terimdir. Gelişi güzel herhangi bir kimsenin fikrine müracaat etmeyip bizzat istişâreye ehil olan kimseleri seçmek ve ihtisasa hürmet etmek önemlidir. Herhangi bir problemle karşılaşan kimse; o problemini çözecek eğitim düzeyine sahip ve tecrübeli şahıslara öncelik verir. Herhangi bir suç isnadıyla mahkemeye verilen kimse, o sahada mâhir bir avukat bulmaya gayret sarfeder. Meselesini onunla istişâre eder. İşte bu fiile meşûrâ (teknik istişâre) denilir.

İstişâre ederken göz önünde bulundurulması gereken en önemli noktalardan birisi, kime veya kimlere danışılacağı konusudur. Bu husus, yapılacak olan bir işin hayırla neticelenmesine önemli derecede etki eder. Bu yüzden danışılacak olan kişinin, akıl ve tecrübe sahibi, dindar ve faziletli, samimi, sağlam fikirli, keskin görüşlü, insan psikolojisini iyi tahlil edebilme, doğruluk ve güvenirlik gibi değerlere sahip olmasına dikkat edilmelidir.

Öte yandan, aklı bir şeye ermeyen, ahlâksız, mağrur, kibir ve gurur abidesi, benim dedigim dedik görüş ve düşüncesinin sahibi kimselere danışmanın kişiye hiçbir yarar sağlamayacağı da açıktır. Görüşlerinde ve düşüncelerinde daima isabet edenlerin, bir iş yapmağa niyetli olduklarında, istişâre etmelerine şaşılmamalıdır. Çünkü böyle kimseler, kendi görüşlerini yoklarlar, zekâ ve anlayışlarını denerler. Bu şekilde hareket etmekle fikir ve düşüncelerini zinde tutarlar. Kendilerini beğenen, başkalarının görüş ve düşüncelerine değer vermeyen kişiler, hiç kimseye danışmazlar. işlerini kendi görüş ve düşünceleri doğrultusunda çözümlemeye çalışırlar. Bu şekilde davranış tarzı ise çoğu zaman yanlışlıklara sebep olur. Yapılan islerden fayda yerine zarar elde edilir.

Bir kişiye bir iş hakkında düşüncesi sorulup da, o kişinin düşüncesi etrafında iş halledilmeğe çalışırken, işin sonucu iyi çıkmazsa, düşüncesi soruları kişi azarlanmamalı ve tekdir edilmemeli, düşünce ve görüşlerinden dolayı bu kişi kınanmamalıdır. Zira, bu dünyada herkesin, kendi düşünce ve fikirlerinin uygun olduğunu zannetmesi normaldir. Kişi, görüşündeki hatasıyla kınanır ve azarlanırsa. kendisine ümitsizlik ve güvensizlik gelir. Bu durumda olan kişiye danışılınca da, doğru olan görüşünü gizler ve hata yapma korkusu ile o konuda hiçbir şey söylemez.

Herhangi bir konuda istişâre etme ihtiyacı ortaya çıkarsa, şu iki metoddan biri ile problem halledilir Birincisi, birkaç kişiyle ayrı ayrı görüşülür, fikirleri alınır; fikirler hangi noktada daha çok birleşiyorsa, o uygulanır. ikincisi birkaç kişi toplanıp görüşleri sorulduğu zaman her biri fikirlerini söyler, daha sonra bu kişiler birbirlerinin görüşlerini inceleyerek en uygun görüşte karar kılarlar ki bu görüşle de sağlıklı hareket etmek mümkündür.

Aklın yolu  birdir denilmiştir teknik istişare hususunda herhangi bir hastalığa tutulan kimse için de aynı usûl metod ve yol denenmelidir. Mutlaka hastalığı konusunda ihtisas yapmış bir doktoru tercih eder. Sosyal mücadelelerde de durum farklı değildir. Allahû Teâla (cc) ihtisas sahibi kimselerden faydalanmanın şeklini anlatmak üzere; Sebe Kraliçesi Belkıs’ın, çevresindeki ileri gelenlerle yani mele topluluğu ile nasıl müşâvere ettiğini haber vermiştir.

Cenabı Hak neml suresi ayet.32.de mealen şöyle buyurmaktadır: ***(Hükümdarları olan kadın) dedi ki: „Ey ileri gelenler! Bu işimde bana bir fikir verin. (Bilirsiniz) siz yanımda olmadan hiçbir işi kestirip atmam…*** Sebe Kraliçesi’nin çevresinde bir müşâvere heyeti yani mele topluluğu vardı. Güneşe secde eden bu topluluk, siyasî ve sosyal problemlerini „şûrâ yoluyla“ çözme gayretindedirler. Ayette geçen „mele“, toplumun seçkin ve mümtaz kesimini ifade içindir. Hz. Süleyman (as)’ın çevresinde de bir „müşâvere heyeti“ vardır. Dolayısıyla herhangi bir toplumu ilgilendiren meselelerin müşâvere yoluyla çözülmesi faydalı bir usûldür.[3]

İmam Burhanuddin ez-Zernûcî şöyle der: Meşveret, başkalarının tecrübesinden ve düşüncesinden faydalanmak manasını taşır. „Akıl akıldan üstündür“ denilmiştir. Bir kimse, kendi aklına güvenirse kendi hatalarını göremez, bazı işlerde doğru hareket etse de çoğunlukla yanılır. İşlerinde başkasına danışarak hareket ederse hem onların düşüncelerine deger vermiş olur, böylece topluluk bağları, kardeşlik bağları kuvvetlendirilmiş olur; hem de hataya düşüldüğü zaman bu hata başkaları ile paylaşılır, dolayısıyla bir müslmanın şahsiyeti yıpranmamış olur. Başarıya ulaşırsa bu başarının sevabına başkalarıda ortak edilerek bencillikten kurtulunmuş olur.[4]

İstişareden maksat; üzerinde görüşülen meselenin faydalı yönlerini etraflı bir şekilde öğrenmek, araştırılan meselenin en güzel yönünü bulmaktır. Hataya düşmemek veya hata ihtimalini en aza indirmektir. Bunun için bir iş yapmak isteyen kimseler, kendi fikirlerine uygun olanı da, ters düşeni de dinlemek zorundadırlar. Daima dikkate alınması gerekli olan temel husus, işte budur. Çünkü elde edilmek istenilen doğru neticenin, aynı zamanda karşı görüşe sahip olan bir şahsın görüşlerinde olabileceği de hatırdan çıkarılmamalıdır.[5]

Yaratılış itibariyle (fizikî ve ruhî açıdan) birbirlerine bağımlı olan insanlar, cemiyet halinde yaşamak durumundadırlar. Hz. Âdem (as)’den itibaren her cemiyette mutlaka bir otorite (iktidar) ve o otoriteye bağlı kitleler vardır. İnsanlığın ilerlemesini veya düşüşünü belirleyen faktörlerin başında; siyasî iktidarların, kendilerine itaat eden insanları yönlendirmeleri gelir.

Sosyal mücadele içerisinde insanların birbirleriyle müşâveresi ve ortak hareketleri daima gündemdedir. Dolayısıyla şûrâ veya müşâvere İslâmî birer kavram değil, sosyal mücadelelerde daima müracaat edilen bir usûldür. Sadece müslümanlar değil, kâfirler de birbirleriyle müşâvere etmek ihtiyacını hissederler.[6]Bir kimsenin; iki veya daha fazla kimseyi ilgilendiren hususlarda, sadece kendi muhakemesiyle (düşüncesiyle) karar vermesi kesinlikle yanlıştır. Şûrâsı muhakkaktır ki; gerek aileyi, gerek toplumu ilgilendiren konularda müşâvere etmek nassla sabittir. İslâm dini, müşâverenin alanını tayin ve tesbit etmiştir.[7]

Peygamber Efendimiz bir hadisinde mealen şöyle buyurmaktadır: **(sav): „Biliniz ki Allah ve Rasûlü müşâvereden muhakkak mustağnîdirler. Fakat Allahû Teâla (cc) müşâvereyi benim ümmetime bir rahmet kıldı. Mü’minlerden her kim istişâre ederse doğrudan mahrum olmaz. Her kim müşâvereyi terkederse hatadan kurtulamaz.“[8] **  Peygamber efendimiz diger bir hadisinde mealen şöyle buyurmaktadır: **Akıl sahiplerinden irşâd isteyiniz, yolun doğrusunu bulursunuz. Onlara isyan etmeyiniz, sonra pişman olursunuz.“ (Kenz’ül Ummâl)** Buharide rivayet edilen hadis ise mealen şöyledir: **İstihâre eden kimse hüsran görmez ve istişâre eden kimse de pişman olmaz. (Tecrîd-i Sarîh)**

İlâhî emirler gereğince Hz. Muhammed (sav)’in Peygamber olarak gönderilişi kendisine uyan, İslâm’ı din olarak seçen bütün insanlara, güzel örnek olacak bir ümmet teşkil etmeyi hedef edindiği için Hz. Muhammed (sav)’in ashâbının en yüksek seviyede bir siyâsî terbiyeyi de kazanması ilâhi isteğe uygundu. Böyle bir terbiye de ancak sırf ilâhî rahmetin tecellisi olan Rasûlullah (sav)’ın müşâvere mektebinde alınabilirdi…

Çok kısa denilebilecek bir zaman dilimi içerisinde Peygamber efendimiz ashabını o kadar güzel bir şekilde egitti ki, ne ondan önce ne de o zaman diliminden sonra bu kadar mükemmel bir egitim şekli islam toplumu haricinde hiç bir toplum tarafından verilememiştir. Peygamber efendimizin zamanımıza kadar ışık tuttugu ve kıyamete kadar da ışık tutacagı ve nurlandıracagı şu ifadelere mealen bakalım…

**İstişare eden her topluluk, mutlaka işlerinde en hayırlısına (doğrusuna) muvaffak olur.[9]**  Müslümanlar bu hadisi şerifi o kadar güzel ve net anlamışlardırki; daha hicri yüz bir yıllarında, Ömer bin Abdülaziz in üç yıllık hilafeti zamanında bir milyon olan Müslüman nüfus, bu üç yıl içinde hiç savaş yapmadan beş milyona çıkmış, aynı zamanda siyasi, askeri ve ekonomik alanda da en yüksek seviyesine ulaşmıştır. Her türlü emniyeti, hayırlı amelleri sadece Allah rızasını esas alarak yapa bir topluma Yaradan da kısa bir müddet içinde şereflerin en büyügünü bagışlamıştır…

Bir başka hadis mealen şöyle: **İstişarede bulunan güvenlik altındadır.“(Eb’û Dâvûd, Tirmîzî, İbn-i Mâce) Yüzyıllardır Müslümanlar bu dogrular için çırpınmışlar, fazileti, iyiligi, hayırlı çalışmaları daha açık bir ifadeyle Allahın razı olacagı bir kul olmaya ve Peygamber efendimize (sav) sadık bir ümmet olma çabasını, gayretini her şerefin üzerinde görmüşler ve hayatlarını bu yüce gaye ugrunda harcamaktan çekinmemişlerdir. Bu hayırlı çalışmalarının mükafatının on katı, yüz katı, bin katı verilecegine inanan müminlerden başka ne beklenirki..?

Ebû Hureyre (ra)’dan rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: *** Sizin yöneticileriniz en hayırlılarınız, zenginleriniz cömertleriniz oldukça, aralarınızda işleriniz istişâre ile yürütüldükçe, yerin üstü altından sizin için daha hayırlıdır. Yöneticileriniz kötüleriniz, zenginleriniz cimrileriniz olursa, işlerinizi de kadınların eline bırakırsanız (o zaman) yerin altı, sizin için daha hayırlıdır.“(Tirmizi)[10]**

Bizler büyük bir dönemin beşinci dönemin gelecegine ve asıl kurtuluşun yani aynı Asrı saadet dönemindeki  gibi sımsıkı İslama sarılma döneminin gelecegine inananlardanız. Peygamber efendimiz zamanında dünyaya yön veren iki büyük güç vardı. Birisi bozulmuş hristiyanlıgın temsilcisi bizans, digeri ise ateizmin temsilcisi iran. Bugünkü anlayışımızda sanki birisi kapitalizmi, ikincisi de sosyalizmi andırıyordu.

İslam devleti kısa zaman içerisinde hem bizansı hemde iranı dize getirerek insanlıgı sömürü  ve zulüm düzenlerinden kurtardı…Asrı saadet döneminin hemen ardından gelen Raşid halifeler döneminden sonra, ufak tefek eksikliklerine ragmen boşlugu dolduranlar emeviler, abbasiler, selçuklular  ve osmanlılar tarafından doldurulmuştur. Bu dönemler genel olarak incelendiginde  görülürki hem Müslümanlar  hemde gayrı müslimler büyük ölçüde zulüm ve haksızlıklardan uzakta yaşamışlardır. Olanlar, Osmanlıların son dönemlerinde olmuş  ne yazıkki Osmanlıların çöküşünden sonra tekrar haksızlıklar, zulümler devri yaşanmaya başlamış, dünya uzun müddet iki süper güç denilen devletlerin boyundurugu altında yıllarca inim inim inletilmiştir. Komunizmin  birden bire çöküşünden sonra süper güç sayısı bire inmiş ve böylelikle zulüm ve haksızlıklar daha da artmıştır. O da çökecek hemde Komunizmden daha çabuk ve birden bire çökecek buna bütün kalbimizle inanıyoruz. Çünkü zulümle abad olunamıyacagını bilenlerdeniz…

Onun için beklentimiz çok büyük şu anda yeterli derecede anlatamasamda yeryüzü büyük bir fazilet ve huzur kaynagı, dogrulug, iyiligi, hakkın hakim olacagı bir ümmet bilincini bekliyor. Yeryüzü kurtarıcı ümmeti sabırsızlıkla bekliyor. Allahın dinini yeryüznde yeniden hakim kılacak  ümmeti bekliyor. Yeryüzü bu gün, İnsanlar için seçilip çıkarılmış ve insanlıgın menfaat ve maslahatını görüp gözetecek, varlıgı sadece kendisi için degil, tüm insanlık için hayır ve bereket olan, yeryüzünün adeta dengesi olacak, çekilen adil otorite boşlugunu dolduracak en  hayırlı ve en şerefli bir ümmeti bekliyor…

Cenabı hak Bakara suresi ayet.14.te mealen şöyle buyurmaktadır: *** İşte böylece biz sizi, insanlara şahit ve örnek olmanız için vasat, yani hayırlı, şerefli, adaletin şahidi merkez bir ümmet kıldık…*** Müslüman ne güzel bir isim. Adı, şanı özellik ve görevi bu ayetlerde  açık bir şekilde tanıtılan bu ümmet, eger yeryüzünde bu görevlerini yerine getirmezse, yeryüzünün fitne ve çok büyük  bir fesattan kurtulamayacagını  da yine bize Rabbimiz diger ayetlerde haber veriyor…

Öyleyse kendimizi bir iyice tanıyalım. Özellik ve vazifelerimizi bir kez daha  gözden geçirelim Gerçekten Ümmeti Muhammed çizgisinde olmak istiyorsak sorumluluklarımızı yerine getirmeye çalışalım. Seçkin ümmet olma hakkımızı layıkıyla yerine getirelim. Aksi halde Allah korusun tüm dünya insanı ile birlikte bizde  fitne ve büyük fesatlardan yakamızı kurtaramayacagız. Ahirette ise tüm insanlık karşısında büyük bir sorumlulukta bizleri beklemektedir. Seçkin ümmetin seçkin önderlerinden Ömerül Faruk Radıyallahu anh  bizlere asırlar öncesinden şöyle sesleniyor. * Kim gerçekten bu ümmetin bir ferdi olmakla övünüyorsa, ÜMMET olmanın hakkını versin ve Allahın ümmetten olabilmek için ileri sürmüş oldugu şartlarıda yerine getirsin. (ibni kesir)

Peygamber efendimizin  (sav) ümmetinin hepsi Allah (cc) yoluna baş koyan, seve seve can veren insanlar olarak yetişmişlerdir. Bu yüksek fazilet ve meziyetlerinden dolayı da onlar hakkında: **Ashabım yıldızlar gibidir, onların hangisine uyarsanız uyunuz, hidayete erersiniz“[11]** buyrulmuştur. Bizlere müjdelerin en büyügünü veren Cenabı Hak Ali imran suresi ayet. 110.da mealen şöyle buyurmaktadır: ***Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeğe çalışır ve Allah’a inanırsınız…***

Sözün özü amiyane tabirle dedigim dedik, çaldıgım düdük sözü müslüman çok yabancı bir ifade tarzı olmalıdır.  Nin biliyorsak hakkı ayakta tutma adına bir bilene danışacagız. İstişare edecegiz, birbirimizin söz ve düşüncelerine deger verecegiz. Dogruya, iyiye, hakka ulaşma yolunda inat etmeyecegiz inşaallah.

Allahım sen bizleri kibir, gurur ve büyüklenme hastalıklarından muhafaza eyle ya Rabbi. Bizleri seni sevennlerin yolundan ve izinden ayırma, Ehli sünnet vel cemaatta ayaklarımızı sabit eyle, bizleri sıratı müstakimde yürüyenler yanında yoldaş eyle. Bizleri sünneti seniyeye baglananlardan eyle. Sen her şeye kadirsin Allahım…Amin…

Sermedkadir…Lu…28.06.2009

 


[1] Dr. Abidin Sönmez, Şûrâ ve Rasulullah’ın Müşâveresi; Sh. 17, İnkılab Yay.

[2] Doç.Dr. Ali Arslan Aydın, İslami Yönetimin Temeli Şûrâ, Sh. 14-15, Vefa Yayıncılık

[3] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar; „Şûrâ ve Müşâvere“ maddesi, İnkılab Yay.

[4] Burhanuddin ez.Zernucî, Ta’limu’l Muteallim, Sh. 63, Sahhaflar Kitap Sarayı

[5] Dr. Abidin Sönmez, Şûrâ ve Rasulullah’ın Müşâveresi; Sh. 19, İnkılab Yay.

[6] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar; „Şûrâ ve Müşâvere“ maddesi, İnkılab Yay.

[7] Hüsnü Aktaş, İslami Yönetimin Temeli Şûrâ, Sh. 148, Vefa Yayıncılık

[8] Şihadübdin Ebû’s-Senâ Mahmud b. Abdullah elAlûsi, Rûhu’l-Meâni fi Tefsiri’l-Kur’ân, Kahire 1301, c. I, sh. 706

[9] Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Al-i İmran Sûresi 159. ayetin tefsirinde

[10] M. Beşir Eryarsoy, İslam Devlet Yapısı, Sh. 198-199, İşaret Yayınları

[11] Ahmed b. Hanbel; Müsned

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht.