Kâfirûn Sûresi Üzerine Notlar

1- De ki: Ey kâfirler. 2- Ben sizin taptıklarınıza tapmam. 3- Siz de benim taptığıma tapmazsınız. 4- Ben sizin taptıklarınıza tapacak değilim. 5- Sizler de benim taptığıma tapacak değilsiniz. 6- Sizin dininiz size, benim dinim bana.

Kafirun suresi Maun suresinden sonra mekkede nazil olan surelerdendir. “Kâfirûn” sûresi, tevhidi ve Allah’tan başkalarına kulluğu reddi anlattığı için “İhlâs” sûresi, küfürden şirkten, kâfirlerin ve müşriklerin kulluk anlayışlarının tümünden uzaklaşmayı ortaya koyduğu için “Teberri” yahut “Müberrie” sûresi, Allah’a Allah’ın istediği kulluğu en güzel biçimde ortaya koyduğu için “İbadet” sûresi, “İsabet” sûresi, küfrü şirki ve tüm pislikleri kovalayıp, ürkütüp defettigi,kışkışladıgı için de “Mugaşgış” sûresi gibi pek çok isimleri olan bir sûredir. İnşallah bu sûrede Rabbimizin bize ulaştırmak istediği mesajları hep beraber anlayıp gereğiyle iman ve amel etmek üzere anlayıp kavramaya gayret edecegiz.

Kafirun suresinin nüzûl zamanı ve nüzûl sebebi olarak şu zikredilir: İbni Abbas efendimizden intikal eden bir rivâyete göre Mekke’de Kureyş’in Peygamber efendimize ve beraberindeki bir avuç müslümânâ karşı şiddetli bir muhalefet fırtınası başlar. Mekke’de kâfirler bir yandan inananlara karşı baskılarını, terörlerini artırırken, bir yandan da Rasûlullah efendimizin da’vetininin önünü kesip nötr hale getirebilmek için onunla uzlaşma ortamı arayışını sürdürüyorlardı. Zaman zaman gelip Allah’ın Resûlüne bu dâvâsından vazgeçmesine karşılık çok cazip tekliflerde bulunuyorlardı. Bunlardan bir grup olarak Asbin vail, velid bin mugire, ve mekkenin önde gelen müşrikleri peygamber efendimize gelerek: Ya Muhammed, sana para verelim, ev, arsa verelim. Eğer derdin evlenmekse seni Mekke’nin en güzel kızlarıyla evlendirelim. Zenginlik istiyorsan tüm mallarımızı sana verelim. Eğer derdin idareci olmaksa, riyasetse, başımıza reis olmak istiyorsan seni reis yapalım, sana taç, taht verelim. Yok aklından bir zorun varsa seni dünyanın en önde gelen doktorlarına gösterelim” diyorlardı.

“Ey Muhammed, eğer bu teklifimize sıcak bakmıyorsan bari şu teklifimizi kabul et. Bir sene biz senin Rabbine kulluk edelim, bir sene de sen bizim İlâhlarımıza kulluk et. Biz seninkinden, sen de bizimkinden istifade edelim. Belki bu senin için de, bizim için de hayırlı olur. Bu konuda bir anlaşma zemini bulmuş oluruz. Eğer senin yolun doğru ise biz de ondan nasibimizi almış oluruz. Bizimkiler doğruysa sen de ondan mahrum kalmazsın. Senin Allah’ında bir hayır varsa biz ondan istifade etmiş oluruz, sen de bizim İlâhlarımızın hayrından mahrum kalmazsın. Bizimkilerle seninkini karıştırır, hayatımızın bazı bölümlerinde senin Rabbini dinleriz, meselâ namaz, oruç, hac gibi konularda Allah’ı dinleriz, hukuk, eğitim, ekonomi, miras gibi sosyal ve siyasal yapılanmalar konusunda da öteki İlâhlarımızı dinleriz olur biter. Hayatımızın bazı bölümlerinde senin Rabbinin yasalarını, bazı bölümlerinde de bizim yasalarımızı uygularız olur biter” diyorlardı. Şimdilerde zamanımız entellektüellerinin kendi kuru ve sığ akıllarından uydurdukları soyut çözümler gibi…

Rabbimiz buyuruyor: „De ki: `Bu yüce Allah’ın kesin emridir.“ Bu inanç sisteminin dizgininin yalnız Allah’ın elinde olduğunu ortaya koymaktadır. Peygamber efendimizin bu İşte bir fonksiyonu yoktur. İşi doğrudan yönlendiren Allah celle şanuhudur. Ki O, emir verdiğinde asla reddedilmeyecek, hükmüne karşı çıkılmayacak, tek Allah’tır. „De ki: Ey kafirler!“ Onlara gerçek kimlikleri ile seslenmekte ve onları kendi sıfatları ile nitelendirmektedir. Onların hiçbir dini yoktur. Hiçbir dine bağlı değillerdir. Onlar inanmış ta değiller. Sadece kafirdir onlar. Dolayısıyla herhangi bir yolda senin ve onların buluşması mümkün değildir.

Mevdudi Rahmetli bu ayetler hakkında diyorki: Bu emir „Kafirlere açıkca de!“ şeklinde Rasulullah’a verilmiştir. Ama sonraki muhteva bu emrin bütün Müslümanlara olduğuna ve kafirlere, bu ayette gösterildiği şekilde yönelmeleri gerektiğine işaret etmektedir. Hatta küfürden tevbe ederek iman edenlerin de, küfür dininden ve tanrılarından bu şekilde beraat etmeleri gereklidir. Çünkü buradaki „De!“ emrinin ilk olarak muhatabı Rasulullah olmasına rağmen, aslında muhatab bütün Mü’minlerdir.

b) Buradaki „kafirler“ kelimesi, kafirlere hakaret olsun diye değil, bir gerçeği ifade etmek için kullanılmıştır. Arapça’da kafir kelimesi inkar eden ve inanmayanlar için kullanılır. (Unbeliever) Bunun karşı kelimesi de „Mü’min“dir.

Yani kabul eden ve teslim olandır. (Believer) Allah’ın (c.c) onlara „Ey kafirler“ demeyi Rasulullah’a emretmesi, aslında „Ey risaletimi inkar edenler ve getirdiğim talimattan yüz çevirenler“ anlamındadır. Aynı şekilde „mü’min“ kelimesi kullanıldığında da bundan murad, „Muhammed’e (s.a) iman edenler“dir.

c) „Ey kafirler“ denilmiş, „Ey müşrikler“ denilmemiştir. Bu nedenle ayetin muhatabı yalnız müşrikler değil, Resulullah’ı Allah’ın elçisi olarak kabul etmeyen ve getirdiği talimatın Allah’tan olduğunu reddeden herkestir. Bunlar; Yahudiler, Hristiyanlar, Mecusiler veya müşrikler olabilir. Bu hitabın muhatabı sadece Kureyş veya Arabistan’daki kafir ve müşrik Araplar değil, dünyadaki bütün kafirler ve müşriklerdir.

d) İnkarcılara „Ey kafirler“ diye hitap etmek, bir kimseye „Ey düşmanlar, ey muhalifler“ şeklinde hitap etmek gibidir. Onun için, bu şekilde hitap edildiğinde, muhatapların zâtının değil sıfatlarının hedef alındığı bilinmelidir.Dolayısıyla o kişi, „kafir“ sıfatını taşıdığı sürece ayetin muhatabıdır. Muhalif ve düşmanlığı bırakarak dost veya himaye eden olduğunda bu hitabın muhatabı olmaktan kurtulur. Yani burada „Ey kafirler“ diyerek hitap edilmesi onların küfrü nedeniyledir, zâtları nedeniyle değildir. Onlardan ölene kadar küfür üzerinde devam edenler bu ayetin muhatabıdır. Ama iman edenler artık bu ayetin muhatabı değildirler.

e) Müfessirlerden pek çokları, bu surede kullanılan „Ey kafirler“ hitabının, Kureyş’ten, Rasulullah’a uzlaşma teklif eden bir kaç kişiye özel olarak geldiğini söylerler. Allah (c.c.) bu kişiler hakkında olmak üzere Rasulullah’a, onların iman etmeyeceklerini bildirmiştir. Bazı müfessirlerin böyle düşünmelerinin iki sebebi vardır. Birincisi, suredeki „İbadet ettiklerinize ibadet etmem“ ayetinin Yahudi ve Hristiyanlar için uygun düşmediğini düşünmeleridir. Onlar, Yahudi ve Hristiyanların da Allah’a ibadet ettiklerini söylemişlerdir. 2. Bu ifade, kafirlerin ibadet ettiği ve halen de ibadet etmekte oldukları bütün mabudları şamildir. Onlar; melekler, cinler, nebîler, veliler, ölmüş insanların ruhları, güneş, ay, yıldız, hayvanlar, ağaçlar, nehirler, hayalî tanrılar ve tanrıçalar da olabilir. (Tefhimul kuran, mevdudi…)

Seyyid Kutub fi zilalde diyorki: ‘’ Bu reddetmenin üzerine red etme kesinlik üzerine kesinlik, pekiştirme üzerine pekiştirmedir. Reddetmenin, kesinliğin ve pekiştirmenin tüm üslupları burada kullanılmıştır. Böylece surenin girişi ve sözün açılış bölümü, hiçbir şekilde birlik umudu olmayan, ayrılık gerçeğini ortaya koymaktadır! „Ben sizin taptıklarınıza tapmam.“ Benim ibadetim sizin ibadetinizden farklıdır. Benim ilahım sizin ilahınızdan başkadır. „Sizde benim taptığıma tapmazsınız.“ Sizin ibadetiniz başka, benim ibadetim başkadır. Sizin ilahınız başka benim ilahım başkadır. „Ben sizin taptıklarınıza tapacak değilim.“ Bu, birinci maddenin isim cümlesi kalıbı içinde pekiştirilmesidir. Bu ifade sözkonusu sıfatın sürekliliğini ve değişmezliğini daha anlamlı bir biçimde dile getirmektedir.

„Benim taptığıma da sizler tapacak değilsiniz.“ Bu da ikinci maddenin pekiştirilmesi için gelen bir tekrardır. Zanna ve şüpheye yer kalmasın diye. Tekrarın ve pekiştirmenin tüm vasıtalarının kullanıldığı bu pekiştirme ve tekrardan sonra zanna ve şüpheye yer kalmaz. Burada buluşma imkanı bulunmayan ayrılık, benzerlik tarafı bulunmayan çelişki, beraberlik imkanı bulunmayan ayrılık, karışma imkanı bulunmayan farklılık gerçeği özet biçimde veriliyor. „Sizin dininiz size, benim dinim bana.“ Ben buradayım siz ise oradasınız. Aramızda ne geçit ne köprü, ne de yol var!! Bu tam ve kapsamlı bir ayrılıktır. En ince noktalarına varılıncaya kadar bir farklılıktır. Özdeki bütün farklılığın boyutlarını açıklamak için böyle bir ayrılık zorunlu idi. Çünkü bu, yolun ortasında herhangi bir şekilde buluşmayı imkansız kılan bir ayrılıktı. İnanç sisteminin özünde, düşüncenin temelinde metodun gerçeğinde ve yolun yapısında meydana gelen bir farklılıktır.

Hiç şüphesiz tevhid bir sistem, şirk ayrı bir sistemdir. Bunlar asla buluşup birleşemez. Tevhid insanı bütün bir varlıkla birlikte ortağı olmayan tek Allah’a yöneltir. İnsanların inanç sistemlerini ve hukuklarını, değerlerini ve ölçülerini, eğitim ve ahlâkını, hayat ve varlıkla ilgili tüm düşüncelerini kendisinden alacağı kaynağı belirler. Mü’minin kendisinden alacağı bu kaynak Allah’tır, sadece Allah, ortaksız olarak Allah. Bu nedenle müminin hayatı bütünüyle bu ilke üzerinde kuruludur. Gizli ve açık hiçbir şekilde şirkle karışamaz. Yolunun tüm aşamalarında böyledir. Böyle net bir ayrılık hem davet edenler için bir zorunluluk, hem de davet edilenler için bir zorunluluktur. Hiç şüphesiz insanlar cahiliye düşünceleri ile iman kaynaklı düşünceleri birbirine karıştırabilirler. Özellikle daha önce doğru inanç sistemine tabi olan ve ondan sonra sapan topluluklarda bu tür karıştırmalar sözkonusu olduğu gibi İşte bu topluluklar, sapmak, döneklik ve karışıklıktan uzak yalın bir iman gerçeği karşısında en fazla direnen topluluklardır.

Bunlar gerçek inanç sistemini hiç tanımamış olan topluluklardan daha da katıdırlar. Çünkü bunlar sapıklıklarının ve dönekliklerinin kördüğüm haline geldiği durumlarda bile kendilerinin doğru yolda olduklarını zannederler. İnançlarında, uygulamalarında görülen doğru yanlış karışımı, iyi ile kötünün karışıklığı davetçiyi dahi aldatabilir. Bu durumlarda davetçiler onların iyi taraflarını kabul etme, kötü taraflarını da düzeltmeye çalışma cazibesine kendisini kaptırdığında büyük bir yanılgıya düşerler. Bu yanılgı son derece tehlikelidir. Hiç şüphesiz cahiliyye cahiliyyedir, İslam da islam. Aralarında derin farklar vardır. Tek çare bütünüyle cahiliyeden sıyrılmak ve yine bütünüyle islama girmektir. Tek yol, içindeki bütün özellikleri ile cahiliyyeden ayrılmak ve bütün özellikleri ile islama göç etmektir.

Bu konuda atılacak ilk adım davetçinin cahiliyye sisteminden farklı olduğunu ortaya koyması ve ondan tamamen ayrı olduğunun bilincinde olmasıdır. Düşüncede, sistemde ve uygulamada tamamen ayrı. Bu ortak noktalarda buluşmaya asla müsaade etmeyen bir ayrılıktır. Yardımlaşmayı imkansız kılan bir farklılıktır. Ne zaman cahiliyye taraftarları bütünü ile cahiliyyeden islama geçerlerse o zaman sona erer. Yama yapmak yok. Orta yolda çözüm arama yok. Yolun ortasında buluşma yok. Cahiliyye istediği kadar islam kılığına bürünsün. İstediği kadar islamın adını kullansın. Bu düşüncenin davètçinin bilincinde netlik kazanması, davanın temel taşıdır. İlk adım davetçinin kendisini cahiliye mensuplarından farklı bir insan olduğunun bilincine varması, onların kendilerine göre dinleri, kendisinde kendine göre dini, onların kendilerine göre yolları, kendisinin ise kendisine has yolu olduğunun bilincine varması. Onların yollarında onlarla birlikte tek adım dahi atamayacağını kavraması, görevinin kendi yolunda yürümesi olduğunu anlamasıdır.

Hiç barışmadan ve dininden az veya çok taviz vermeden. Öyle ise bu tam bir uzaklaşma, kesin bir ayrılık ve apaçık bir karşı tavırdır. „Sizin dininiz size benim dinim bana.“ Bugün islama davet eden insanlar böyle bir uzaklaşmaya, ayrılığa ve böyle bir kesinliğe o kadar muhtaçtırlar ki. İslama çağıranlar, keşke sapık bir cahiliye ortamında ve yine islam inancını daha önce tanımış, sonra üzerinden uzun zaman geçmesi ile „kalpleri katılaşan ve çoklarının dinden saptığı“ (Hadid 16) insanların yaşadığı bir ortamda islamı yeniden kurmaya çalıştıklarının bilincinde olsalardı! Ortak bir çözümün bulunmadığını, ortak noktalarda buluşulmayacağını, yanlışları düzeltmenin ve sistemleri birbirine yamamanın mümkün olmadığını bilselerdi.

Bunun yerine asrı saadet döneminde olduğu gibi islama yeniden davet etmenin gerektiğini cahili bir ortamda davet yaptıklarını ve kendilerinin bu cahili ortamdan tamamen farklı olması gerektiğini keşke anlasalardı. „Sizin dininiz size benim dinim bana.“ İşte benim dinim budur: Düşüncelerini, değerlerini, inancını ve hukukunu bütünü ile Allah’tan alan, O’na ortak koşmayan yalın tevhid dini. Herşeyde, hayatın ve yaşantının her alanında yalın tevhid dini. Bu kesin ayrılık olmadan; karışıklık devam edecek, karşılıklı yumuşama sürecek, karıştırmalar sürüp gidecek yamanmalara devam edilecektir. İslama davet böylesine zayıf, güçsüz ve ısmarlama ilkeler üzerine kurulamaz. İslam çağrısının temeli açıklık, netlik, kesinlik ve cesarettir. „Sizin dininiz size, benim dinim bana.“Davetin başlıca yolu budur İşte: „Sizin dininiz size! Benim dinim bana!“ (Fi zilali Kuran, Seyyid kutub…)

İbni kesirin anlatımı ile kafirun suresini anlamaya ve kavramaya gayret edelim inşaallah: Bu sûre, müşriklerin yaptığı işten berâtı belirtip ihlâsı emretmek­tedir.«De ki: Ey kâfirler;» Bu ifâde yeryüzündeki bütün kâfirlere şâmil­dir. Ancak bu hitaba muhâtab olanlar, Kureyş’li kâfirlerdir.Denildi ki: Onlar bilgisizlikten ötürü, Rasûlullah (s.a.)ı bir yıl ken­di putlarına ibâdet etmeye çağırmışlar buna karşılık kendilerinin de bir yıl peygamberin tanrısına ibâdet edeceklerini söylemişlerdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu sûreyi indirmiş ve Rasûlüne, onlann dininden bütünüyle uzak burmasını emretmişti. Bu sebeple Rasûlullah (s.a.)a;«Ben, sizin tapmakta olduklarınıza tapmam» buyurmuştu. Sizin taptığınız putlara ve heykellere.«Benim taptığıma da sizler tapmazsınız.» Benim taptığım eşi ve benzeri bulunmayan Allah Teâlâ’ya. Buradaki edatı anlamınadır.

«Ben de sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Benim taptığıma da sizler tapacak değilsiniz.» Ben, sizin taptığınıza tapmam, ona uymam, onun yolundan gitmem. Ben, Allah’ın hoşnûd olacağı şekilde yalnızca O’na ibâdet ederim. Bunun için benim taptığıma da sizler tapacak de­ğilsiniz. Yani siz, Allah’ın emir ve şeriatına uymazsınız. Kendiliğinizden uydurduğunuz şeylere tapınırsınız. Nitekim Allah Teâlâ bir başka âyet­te buyurur ki: «Onlar kuruntudan ve nefislerin arzu ettiği nevadan baş­kasına uymuyorlar. Halbuki kendilerine Rablarından hidâyet gelmiş­ti.» (Necm, 23) Böylece Rasûlullah (s.a.) onların taptıkları her şeyden uzak olduğunu bildirmiştir. Her ibâdet edenin, mutlaka ibâdet ettiği bir ma’bedi ve bir ibâdet tarzı olacaktır. Gerek Hz. Peygamber, gerekse ona tâbi olanlar Allah’ın emrettiği şekilde Allah’a ibâdet ederler.

Bu sebeple müslüman olmak için; Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed Allah’­ın Rasûlüdür, sözü gerekmektedir. Allah’tan başka ilâh yoktur, Rasûlullah’ın getirmiş olduğu yoldan başka da yol yoktur. Halbuki müşrik­ler, Allah izin vermediği halde Allah’tan başkasına tapmaktadırlar. Bu sebeple Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: «Sizin dininiz size, benim dinim banadır.» Tıpkı Yûnus sûresinde buyurulduğu gibi: «Şayet seni yalanlarlarsa; benim yaptığım bana, si­zin yaptığınız sizedir. Siz, benim yaptığımdan uzaksınız, ben de sizin yaptığınızdan uzağım, de.» (Yûnus, 41) Ve yine bir başka âyette «Bi­zim işlediklerimiz bize, sizin işledikleriniz sizedir.» (Bakara, 139; Kasas, 55) buyurulmaktadır…

İmâm Ebu Abdullah eş-Şâfiî ve başkaları «Sizin dininiz size, benim dinim banadır.» âyetini delil getirerek; küfrün hepsi bir tek millettir, yahûdîler hıristiyanlara, hıristiyanlar da yahûdîlere vâris olurlar, de­mişlerdir. Çünkü aralarında birbirine geçmeyi sağlayan bir soy veya neseb bağı vardır. İslâm’dan başka bütün dinler bâtıllıkta bir tek din gibidir. (İbni kesir tefsiri…)

Ali küçük hocaefendi diyorki: Kafirun sûresinin hitap üslûbundan, ifade tarzından anlıyoruz ki peygamber ve onun yolunun yolcularının kâfirler karşısında savunmada değil sürekli hücumda olmaları gerekmektedir. Kâfirler ve müşrikler karşısında müslümanın savunmada bulunması asla caiz değildir. Rabbimiz bu sûreyle bize bir de bunu anlatıyor. Ama bakıyoruz şu anda adam müslüman, hâlâ gâvurun karşısında kompleks içinde. Adam hem müslüman hem de kâfir karşısında aşağılık duygusu içinde. Ne garip değil mi? Meselâ gâvura sen gâvursun diyemiyor adam. Sen cehennemliksin diyemiyor. Arkadaş sen yanlış yoldasın diyemiyor. Hayat programın yanlış, bu gidiş seni ateşe götürüyor diyemiyor. Halbuki kâfire sen yanlış yoldasın, bu halinle cehennemliksin, cehenneme gideceksin dememek, bilesiniz ki ona en büyük zulümdür. Çünkü onun cehenneme gidişine göz yummaktır. Ama ona acıyarak uyarmak kendisine en büyük merhamettir aynı zamanda. Yani ona yanlışını söyleyelim ki adam hiç olmazsa yanlışını anlasın ve cennete gitmenin yollarını arasın.

Hiç bir şeyine dokunmuyor. İşte gel beraber yaşayalım, gül gibi geçinip gidelim diyor adam, onun yanlışını gündeme getirmiyor. Tamam o zaman cehenneme kadar yaşarsın beraber. Madem ona acıyorsun, aynı mahallede, aynı şehirde yaşıyorsun, aynı iş yerinde bulunuyorsun, aynı apartmanda oturuyorsun, hattâ o kâfirin işinde, işyerinde çalışıyorsun o zaman de ki adama, “arkadaş sen yanlış yoldasın, bozuk yoldasın, bu halinle sen cehenneme gidiyorsun, sana acıdığım için söylüyorum, gel müslüman ol da bu azaptan, cehenneme gidişten kendini kurtar!” Bu ona kötülük değil ki. Bu onu üzmek ve kırmak da değildir. Aslında onun hayatını sorgulamamak ona kötülüktür. Onu bu gittiği yolda uyarmamak, ona acımamak onun ateşe gidişine göz yummak ona kötülüktür. Aynı zamanda onun hayatını sorgulamamak bize de kötülüktür. Çünkü o zaman müslüman hep savunmada kalıyor demektir. Biz savunmada kaldığımız sürece hep kaybeden oluruz.

Meselâ soruluyor müslümana: Niye namaz kılıyorsun? Kusura bakma işte kılıyoruz. Niye örtünüyorsun? Kusura bakma alışkanlık işte ne yapalım? Niye oruç tutuyorsun? Kusura bakma … Böyle böyle sonunda da kusura bakma sen nasıl istersen öyle yapayım demek zorunda kalacaktır müslüman. Sen nasıl istersen öyle yaşayayım demek zorunda kalacaktır. Karşısındaki gâvuru uyarmayan, kendi kimliğini net bir biçimde ortaya koyamayan müslüman sonunda susmaya ve savunmada kalmaya mahkum olacaktır. Halbuki müslüman tek başına da olsa hep hücumdadır, kesinlikle savunmada olamaz. Müslüman kimliğini açık ve net bir biçimde ortaya koyan ve inandığı gibi yaşayan, yaşadığı gibi inanan kişidir. İşte bu sûrede Rabbimiz bizden bunu istiyor. Biz müslümanlığımızı, imanımızı ortaya koyacağız, küfürden, şirkten, kâfirlerden ve müşriklerden, onların küfür ve şirk anlayışlarının tümünden ayrılacağız.

Ayrılırken de, “ey kâfirler işte biz buyuz! Biz böylece inanıyoruz. Kurtulmak istiyorsanız siz de bizim gibi inanmak zorundasınız. Bizim sizinle, sizin dinlerinizle, sizin hayat programlarınızla, sizin kulluk anlayışlarınızla uzak ve yakından bir ilgimiz yoktur. Eğer şu anda bizim size tanıdığımız düşünce özgürlüğünü, fikir özgürlüğünü, ibadet özgürlüğünü siz de bize tanırsanız bu tartışma kolayca çözülecektir. Çünkü biz din ve vicdan hürriyetine, düşünce hürriyetine inanıyoruz. Başka din sahiplerinin inanışlarına, düşüncelerine, ibadetlerine karışmıyoruz.” diyeceğiz. Tamam, hayatımızın ibadet bölümünde O’nu dinleyelim, ama hayatımızın öteki bölümlerinde söz sahibi başka Rablerimiz, başka tanrılarımız vardır. Biz onları da dinlemek zorundayız, biz onları da küstürmemek zorundayız, biz onların yasalarını da uygulamak zorundayız demeye devam edecek olursanız, yani böyle hem Allah kaynaklı, hem de tâğutlar kaynaklı bir din yaşamak istiyoruz diyorsanız, o zaman biz de size deriz ki, sizin dininiz, sizin hayat programınız, sizin kulluk anlayışınız sizin olsun, bizim ki de bizim olsun.

Eğer müslümanlar onlara tavizler vermeye başlarlarsa bu onların kendi dinlerinde, kendi bâtıl akideleri üzerinde sebat etmelerine vesile olacaktır. Çünkü tavizkâr bir tutum, kesinlikle onlara destek vermek anlamına gelecektir. Müslümanların onlara tavizler verip onların davranış ve inanışlarını tasvip edercesine bir tavır takınmaları, onları kendi dinlerinde kemikleşmelerini sağlayacaktır. Bunlar bize böyle baktıklarına göre demek ki bizim yolumuz da doğruymuş diyecekler ve yanlış dinlerine, bozuk inanışlarına daha bir sağlam sarılmaya başlayacaklardır. Evet, Rasûlullah’ın müşriklerle ilişkilerini dört safhada mütalaa etmek mümkündür: Müslümanların sayıca çok az oldukları dönemde müşriklerin eziyetlerine katlanmak.

Fikirlerine ortak olmaları ve onlarla fikrî bir uzlaşmaya gitmeden sabretmek. Müşriklerin bu saldırılarına karşı konulamadığı dönemlerde sûrenin sonundaki „sizin dininiz size benim dinim bana“ stratejisini uygulamak. İmkân olduğu takdirde saldırılara ayniyle mukabelede bulunmak. Antlaşmalara riâyet etmemeleri ve tekrar tekrar anılaşmayı bozmaları sebebiyle onlarla top yekun bir savaşa girmek. İlk iki madde Mekke döneminde, son ikisi ise, Medine döneminde olmuştur. bu hususu da belirtelim ki, her dört safhada da Rasûlullah tebliğe devam etmiş, tebliği katiyetle aksatmamıştır. Ayrıca İslâm’ın temel akidesinden kesinlikle taviz vermemiş fikrî bir uzlaşmaya asla yönelmemiştir. Kur’an-ı Kerim, bir çok yerde câhiliye hayatından örnekler vererek müslümanların ibret almalarını ister. Yine bu sûrede Allah son tevhid dini olan İslâm’la insanların nasıl bir inkılapla nefis ve şeytâni putların hâkimiyetinden kurtulduklarını anlatır.

Kafirun suresini anlamaya gayret ediyoruz inşaallah; Bilindiği gibi câhiliye dönemi Arapları Allah’ı inkâr etmiyorlar, ancak O’nu „Bir“ ve „Samed“ olarak tanımıyorlardı. Onlar Allah ile beraber putlara, geçmişteki önemli zatlara, heykellere ibadet ediyor ve bunların Allah yolunda sa-dece birer vesile olduğu iddiasında bulunuyorlardı. „Biz onlara sırf bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz“ (Zümer, 3) diyorlardı. Yine Ankebût suresinde „Onlara gökleri ve yeri kim yarattı, güneş ve ay’ı kim emrine verdi diye soracak olursanız“ Allah“ diyeceklerdir elbette…“ (Ankebût,61). Hem de yeminlerle dile getirdikleri bu tür inançla-rını Allah „Siz ancak Allah(u Teâla)’dan başka pullara ibadet ediyor ve (O’na ortak diye) yalan düzüyorsunuz. Bu Allah’tan başka ibadet et-mekle olduklarınız size bir rızık vermeye muhakkak ki muktedir değildir. Rızkı Allah katında arayın O’na ibadet edin. Ve (rızkınızı o verdiği için de) O’na şükrediniz. (Çünkü âhirette) yalnız O’na döndürülecek-siniz“ (Ankebût,17) diyerek onların Allah’tan başka ibadet ettikleri şeylerin kendilerini Allah’a yaklaştırmayacağını belirtir.

Kâfirûn sûresi insanın içine düştüğü bu ikilemi, bu tür bir çıkmaza kesin bir çözüm getirerek mü’min, kâfir saflarının netleşmesini sağlamakta ve insanların bu tür mazeretlerinin olmayacağını ferman buyurmaktadır. „(Ey Nebi!) De ki: Ey Kafirler“ Allah onları gerçek durumlarıyla çağırarak, gerçek vasıflarını belirtmektedir. Onların dini yoktur. Böylece onlarla Hz. Muhammed (s.a.s) arasında bir bağ söz konusu değildir. „Ben sizin tapmakta olduklarınıza tapmam“ Bu ifade, kâfirlerin ibadet ettiği ve halen de ibadet etmekte oldukları bütün mabudları içine alır. Onlar melekler, cinler, nebiler, veliler, ölmüş insanların ruhları, güneş, ay, yıldızlar, hayvanlar, ağaçlar, hayali tanrılar, tanrıcalar, putlarda olabilir. İlahlara topluca ibadet etmenin içine Allah’a ibadet de girse bile, bu aslında Allah’a ibadet değildir. Kur’an-ı Kerim’de açıkça Allah’a ibadetin O‘-nunla birlikte bir başka şeye ibadet etmemek demek olduğu bildirilmiş ve sadece Allah’a ihlasla yönelmek emredilmiştir: Rabbimiz Beyyine suresi ayet.5.te mealen şöyle buyurmaktadır: ‘’ Oysa kendilerine dini yalnız Allah’a halis kılarak, Allah’ı birleyenler olarak O’na kulluk etmeleri emredilmişti“…

Yani müminlerle kafirler arasındaki kesin ayrılık hem davet edenler için, hem de davet edilenler için gereklidir. Çünkü daha önceden doğru bir inanca bağlanıp da sonradan sapıtmış topluluklarda iman düşüncesiyle cahiliye düşüncesinin birbirine karıştığı görülür. Bu tür topluluk ve!a insanlar hiçbir inanç sahibi olmamış topluluklardan daha azgın olurlar. Çünkü içinde bulundukları durumdan habersizdirler veya memnundurlar. İnandıklarıyla yaptıkları arasında bir tezat olduğundan iyiyle kötüyü ayırmaları mümkün olmaz. Hatta onların bu halleri müslümanları dahi kendine çekerek bazı bozuk yönlerine rağmen iyi yönlerini benimseme hatasına düşürebilir. Halbuki bu durum son derece hatalı ve yanlış bir yol-dur. Yolda atılacak adım, müslümanın câhiliye sistemi ve nizamından tam olarak sıyrılıp ayrılmaktır. Yolun ortasında buluşma imkânı söz konusu değildir. Bu durum cahiliyet ehlinin tamamıyla İslâm’a girmesiyle ortadan kalkacaktır. Câhiliyet ne kadar İslâm kılığına bürünürse bürünsün ve müslüman olduğunu ne kadar iddia ederse etsin ortada bir yerde buluşma imkanı yoktur. Dâvet ve tavırda ilk yol „sizin dininiz size benim dinim bana“ olmalıdır.

İşte Mekkeli müşriklerin bu sapık teklifleriyle karşı karşıya kalan Allah’ın Resûlü aslında kendi başına karar verme yetkisinde değildi, onlara bu konuda tavizler vermeye asla yetkili değildi. Onlar, “gel ey Muhammed anlaşalım, sen bizim putlarımızın aleyhinde konuşma, biz de senin İlâhının aleyhinde olmayalım. Sen bizimkileri kabullen biz de seninkini kabullenelim. Ya da işte bir yıl sen bizim İlâhlarımıza kulluk yap bir yıl da biz senin Rabbine kulluk yapalım” deyince, Allah’ın Resûlü, “bekleyin hele Rabbim ne diyecek” buyurdu. “Ben bu konuda karar verme yetkisinde değilim, siz yanlış anladınız, bu din benden değildir” buyurdu. Onlar bunu yanlış anladılar ve uzlaşma ümidine kapıldılar. Sanki Rasûlullah efendimizin şöyle dediğini zannettiler: Durun acele etmeyin, hele bir düşünüp taşınalım. Böyle bir şey mümkün mü? Değil mi? Bir araştıralım, bir hesap edelim demek gibi anlamışlardı.

Halbuki Peygamber efendimiz, Hele biraz bekleyin Rabbim ne buyuracak derken Allah’ın Resûlü kendisince kesinlikle mümkün olmayan bu konunun bir de Allah’ın diliyle tescilini istiyordu. Allah’tan gelecek bir sûreyle böyle bir uzlaşmanın kesinlikle mümkün olmadığını ortaya koymak ve artık bir daha bu konuda kendisinin rahatsız edilmemesini istiyordu. İşte bu hadise üzerine gelen bu sûreyle kâfirlerle ve müşriklerle kesinlikle bir uzlaşmanın olmayacağı, kıyâmete kadar bunun mümkün olmadığı ortaya konuyordu. Ve bu sûreyle uzlaşma teklifi kesinlikle reddedilince, kâfirler peygamberle anlaşma zeminini kaybedip bu konuda ümitleri kesilince artık mü’minlerin üzerine baskılarını artırdıkça artırdılar. Yaşadıkları şehir kendilerine dar gelen zulüm ve işkencelerden bunalan ve artık Mekke’de kalmaları imkânsızlaşan müslümanlar Habeşistan’a hicret edip orada rahat bir nefes almayı denediler.

Her ne kadar hitap tarzından da anlaşılacağı gibi sûrenin ilk muhatabı Kureyş’liler olsa da, bu kıyâmete kadar devam edeceğinden, bu sûre sadece belli zaman dilimi içinde belli bir uzlaşmanın, belli bir uzlaşma teklifinin reddi değil, aynı zamanda kıyâmete kadar her bir dönemde her bir dönem müslümanlarının kâfirlerle uzlaşmalarını yasaklamaktadır. Hemde kesin bir dille yasaklamaktadır. Ama unutmayalım ki sadece müslümanların kâfirlerle uzlaşmalarını yasaklamakla da sınırlı değildir sûrenin muhtevası. Bunu yasaklamakla birlikte aynı zamanda İslâm’ın küfre karşı kendini ortaya koymasının ifadesidir. Açık açık göstergesidir.Bu durum kıyamete kadar böyle devam edecektir…

İmam Müslim’in sahihinde Hz. Cabir efendimizden şu rivâyet vardır: “Allah’ın Resûlü Tavaf namazının iki rekatında Kâfirûn sûresi ve İhlâs sûresini okurdu.”Yine Ahmed bin Hanbel’in İbni Ömer efendimizden rivâyetine göre İbni Ömer efendimiz şöyle buyuruyor: “Peygamber efendimizi gözledim, bir ay süreyle sabah namazının farzından önceki iki rekatta sürekli Kâfirûn ve İhlas sûrelerini okuduğuna şahit oldum.”Yine Taberânî’nin rivâyetinde kendisine yatağına yatarken: “Ey Allah’ın Resûlü bana uyuyacağım zaman okuyacağım bir şey tavsiye eder misin?” diyen bir sahâbeye Allah’ın Resûlü’nün: “Geceleyin yatağına girdiğin zaman Kâfirûn sûresini oku, çünkü onu okumak şirkten beraettir” buyurduğu nakledilir. Kendisi bizzat Tavaf namazında, İhram namazında, Tahiyye-i Mescidde ve istiare namazında, yatağa girmeden önce sürekli bu sûreyi okuyan, “ben size şirkten kurtulabileceğiniz kelimeleri öğreteyim mi? O Kâfirûn’dur. Zira bu şirkten teberîdir” buyuran Allah’ın Resûlü’nden, “Münafık, Kâfirûn sûresini okumaz ve kuşluk namazını kılmaz” diye de bir rivâyet vardır. Ayrıca başka bir rivayette Kafirun suresinin Kuranın dörtte b,r,ne muadil oldugunu ögreniyoruz…

Mahmut toptaş hocaefendi Şifa tefsirinde diyorki: ‘’ Peygamber Efendimiz (s.a.v) çoğunlukla sabah namazının sünneti­nin birinci rekatında „Kâfirûn“ suresini okurdu, ikinci rekatında da „İhlas“ Suresini okurdu. Siz de okuyun. Niye? Yeni bir sabahda, ha­yata atılıyorsunuz. Bir çok küfürlerle, kafirlerle karşı karşıya gelebile­ceksiniz. Küfrün bir çok isteklerini size basın yoluyla telkin etmeye gi­decekler. Siz daha dışarıya çıkmadan, kendinizi İslâm’a şartlandıra­caksınız.1960 yılından itibaren, Avrupaya işçi olarak giden Türkleri assimile, etmek, kendi aralarında eritmek için psikolog, sosyolog, pedogog ve bütün …goglar, çalışmasına rağmen başarılı olamadıklarını, Avrupadaki dörtbin camiyi görünce anladılar. Peki Türkler bunu nasıl başardılar? Bunlar hergün, „Kul ya eyyühel kâfinin“ hapları atıyorlar. Onun için de kendi İçlerinde eritemiyorlar.

Abdullah b. Huzafetü’s-Sehmî öyle demiş; Hıristiyanlar bunları esir etmişler ve hıristiyan olmalarını istemişler. Bir tanesi bile kabul et­memiş. Öyleyse demişler „Papazın alnından öpeceksin“ Abdullah „öpmem“ demiş. Gözlerinin Önünde sahabeden bir tanesini yağlı kazanın içerisine atıyorlar, bir anda etleri erimiş’kemikler çıkıvermiş duruma geliyor, yü­rekler dayanmaz bir halde. Abdullah b. Huzafe demişki, „yine de öp­mem.“ O zaman diyorlar ki, hepsi öldürülecek. Arkadaşlarının Öldürül­mesini istemeyen Abdullah papazın alnından öpüyor. Kurtulup Medine’ye geliyorlar. Arkadaşları papazın alnından öptüğü için dalga geçiyorlar. Durumu Hz. Ömer öğrenince kalkıyor Abdullah’ın alnından öpüyor. Seni kutlarım, arkadaşlarını kurtarmışsın. „Leküm diniküm“ diyoruz ama onları kendi hallerinde bırakmıyoruz.

Onlarla ilgileneceğiz ve onlara sırat-i müstakimi göstermeye devam edeceğiz. Kendini yakmak için üzerine benzin döküp yakmak isteyen adamı, kendi haline bırakmadığımız ve ona diller döktüğümüz gibi inkâr, isyan ve haramları yüklenip, kendini cehenneme hazırlayan insana da diller dökmeye devam edeceğiz. Diyor Mahmut Toptaş Hocaefendi…İnanıyorumki; Bizler dinde muhlisler olarak kulluğumuzu, duamızı, dâvetimizi, sadece Allah’a yapacağız. Halis bir din sahibi, katışıksız bir din sahibi olacağız. Din, kişinin hayat programıdır. Din, kişinin yaşam biçimidir. Bizler öyle bir din, öyle bir hayat programı uygularız ki, hayatımızın tümünde sadece Allah’ı dinler, sadece Allah’ı hesap eder ve ona başka şeyleri katıp karıştırmayız.

Yani hayatımızın bazı bölümlerinde Allah’ı, bazı bölümlerinde de başkalarını dinleyerek, hayatımızın bazı bölümlerinde Allah’ın yasalarını, bazı bölümlerinde de başkalarının yasalarını uygulayarak katışıklı bir din, şirket içinde bir hayat yaşamayız. Şirke düşmeyiz. Yirmi dört saatimizin tümünü Allah’a ait kılarak, sadece O’nu dinler ve sadece O’na kulluk yaparız. Bundan sonra da her yerde her konumda sadece Allah’ı dinleyeceğiz. Hayatımızın her bir birimini Allah’ın istediği şekilde düzenleyeceğiz. Hayatımızın her anında yüzümüzü, aklımızı, fikrimizi, düşüncemizi, benliğimizi Allah’a döndüreceğiz. Giyinirken Allah’ın emirlerini uygulayarak secdemizi sadece Allah’a yapacağız, kazanırken, harcarken Allah’ın istediklerine riâyet ederek secdemizi, kulluğumuzu Allah’a yapacak, severken, küserken onu dinleyecek ve secdemizi Allah’a yapacağız.

Tüm hayatımızda yönümüzü, yüzümüzü Allah’a doğru çevirecek, O’nun istediklerini ön plana alacak, O’nun rızasını tercih edecek, O’nu hesaba katacak ve O’nun istediği gibi inanıp O’nun istediği gibi hareket edeceğiz. Her an O’nun huzurunda olduğumuzu ve her an O’na hesap vermek durumunda olduğumuzu unutmayacağız. Eğer kâfirler ve müşrikler bizim bu imanımızı, bizim bu dinimizi ve hayat programımızı kabullenmeyecek olurlarsa da onlara şöyle diyeceğiz:“Sizin dininiz size, benim dinim de banadır.”Sizin dininiz, sizin inanışınız, sizin hayat programınız, sizin kulluk anlayışınız sizin olsun, bizimki de bizim olsun. Sizin amelleriniz sizin, bizim amellerimiz de bizim olsun. Öldüğünüz zaman siz kendi amellerinizle, biz de bizim amellerimizle karşılaşalım. Siz sizinkilerden sorumlu olun, biz de bizimkilerden. Siz amellerinizin karşılığı olan cehennemden, biz de bizim amellerimizin sonucu olan cennetten razı olalım.

Yani sizler hem Allah’a hem de putlara, hem Allah’a hem de Allah’tan başkalarına kulluk yaparak bir din, bir yol, bir hayat tarzı sergileyebilirsiniz. Hayatınızın bazı bölümlerine Allah’ı, bazı bölümlerine de başkalarını karıştırabilirsiniz. Hayatınızın bazı bölümlerinde Allah’ı dinleyip, bazı bölümlerinde ise Allah’ tan başkalarının kanunlarını uygulayarak müşrikçe bir yol tutabilirsiniz. Hem Allah’ı hem de başkalarını razı etmeye çalışabilirsiniz. Hem Allah’a, hem de başkalarına kulluk edebilirsiniz. Ama bize gelince biz asla böyle bir şirk dininden razı olmayız. Şirk, küfür, inkâr, vebal ve hıyanet dolu olan sizin dininiz sizin, hayat programınız sizin olsun, bizim onunla uzak ve yakından bir ilgimiz yoktur, biz ondan beriyiz. Sakın ha bundan sonra da bizim böyle bir şirk dinini kabulleneceğimizi zannedip beklemeyin.

Konumuzu yine bir ayet meali ile bitirelim inşaallah: Rabbimiz Ali imran suresi ayet.19.da mealen şöyle buyurmaktadır: “Allah katında tek din, şüphesiz İslâmiyet’tir.”Bu manada diyoruzki: Müslüman kalmanın yolu emr-i bil ma’ruf ve nehy-i ani’l münker yaparak müslümanlığımızı yaşayabileceğimiz ortamı oluşturmaktan geçer. Bunu beceremeyen yani gerek ailelerini, gerekse çevrelerini müslümanlaştıramayan insanlar, müslüman kalmayı da, müslümanca yaşamayı da beceremezler. Son din bizim dinimizdir. Tevhid, ihlâs, hak ve ibadet dini olan, teslimiyet dini olan son din bizim dinimizdir…

Allahım bizleri senin razı oldugun dininde sabit kalanlardan, İslamiyete sımsıkı sarılanlardan eyle. Bizleri hertğrlü küfür ve şirk bataklıgına bulaşmaktan muhafaza eyle. Bizleri sana hakkıyla teslim olanlardan ve Rasulune baglı sünneti seniyyeye ittiba eden ümmetinden olmayı nasip eyle. Bizleri ehli sünnet vel cemaatta sabit kalanlardan eyle. Sen her şeylere kadirsin Allahım… Amin…

Sermedkadir 29.01.2014

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht.