Rabbimiz Araf Suresi ayet. 2-627.de mealen şöyle buyurmaktadır: *** Ey Adem oğulları! Size ayıp yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise yarattık. Takvâ elbisesi… İşte o daha hayırlıdır. Bunlar Allah’ın âyetlerindendir. Belki düşünüp öğüt alırlar (diye onları indirdi).
Ey Âdem oğulları! Şeytan, ana-babanızı, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın. Çünkü o ve yandaşları, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz biz şeytanları, inanmayanların dostları kıldık…***
Giyinme; Bedenin uygun bir örtü yani elbise ile örtülmesidir. Örtünme elbise dediğimiz kumaş cinsinden giysidir. Elbise giymek; yaratılanlar içinde insana mahsus bir özelliktir. Libâs: Giysi, insanı örten, gizleyen şey demektir. Birbirinin çirkin yanlarını örtüp koruduğu için karı-koca birbirinin libâsı-giysisi sayılmıştır. İnsan, yaratılışı icabı, örtünmesi gerekli yerlerini yani avret yerlerini örtmeğe mecburdur. Bu, onun üstün, şerefli ve sorumlu bir varlık olmasının tabiî sonucudur. Giyinmenin, ayrıca, soğuk ve sıcaktan koruma, süs olma gibi fonksiyonları da vardır. Giyinmenin en önemli sebep ve hikmeti; edep yerlerinin örtülerek şeytanın insanları kötü yola düşürmesine engel olmaktır.
“Tesettür”; örtmek, gizlemek, saklamak anlamlarına gelen ‘setr’ kökünden gelmektedir. “Tesettür” sözlükte; örtünmek gizlenmek, bir şeyle kapanmak demektir. Bir şeyi saklayan ve gizleyen nesnelere ‘setr’ denildiği gibi, kapatılması gereken bir şeyi gizlemeye de ‘setr’ denilir. Nitekim namazda ‘avret’ denilen, bedenin gizlenmesi gereken kısımlarını örtmeye de ‘setr-i avret – avret yerlerini örtmek-’ denilmektedir. ‘Mestûr’ veya ‘mestûre’; kapalı, gizlenmiş anlamına gelmektedir. Aynı kökten gelen ‘settâr’, gizleyen, örten, saklayan demektir ki, Kur’an’da geçmemekle beraber Allah için ‘Setttâru’l-uyûb -ayıpları gizleyip örten, ayıpları ortaya dökmeyen’ denilmektedir.
‘Tesettür’ kavram olarak, kadın ve erkek müslümanların ‘avret’ yerlerini örtmelerini ifâde eder. Kur’an’da örtünmeyi emreden âyetlere ‘hicab’ âyetleri denir. Birçok İslâmî kaynakta kadınların örtünmesi anlamında ‘hicab’ kavramı geçmektedir. Ancak Türkçe’de ‘tesettür’ kelimesi daha yaygındır. ‘Hicab’ sözlükte, bir şeyi örtmek veya bir şeye engel olmak demektir ki, tesettüre yakın bir anlamı vardır. ‘Hicab’ isim olarak, örten, gizleyen, saklayan, görülmeye engel olan şey demektir. Avret kavramınada kısaca bakacak olursak:
“Avret”, Ìslâm’a göre insanların örtmeleri ve dinen yabancı sayılan kimselere göstermemeleri gereken organlarına verilen addır. “Tesettür” ise, avret yerlerini örtme, gizleme, saklama ve koruma konusundaki İslâmî prensiptir diye ifade edebiliriz. İslâm’a göre müslümanlar, yıkanma, tabiî ihtiyaç ve temizlenme yani tahâret gibi durumlar dışında avret yerlerini başkalarına -bir zarûret olmaksızın- gösteremezler. Bu, Kur’anı kerimin müslümanlara getirdiği bir ölçü, bir hüküm ve aynı zamanda bir fazilettir. Esasen insan için örtünme fıtrî yani yaratılıştan gelen bir özelliktir. Sebebi ne olursa olsun, insan örtünürse yaratılışına daha uygun hareket eder. Birçok hayvanın örtüleri tüyleridir, kılları veya telekleridir. Onlar, bu dış örtüleri ile güzel, bu dış örtüleri ile doğal olmaktadırlar. İnsan da böyledir. O da örtünmeye yarayan araçlar yani elbiseler giyerek kendisini değerli kılar, yaratılışına uygun davranmış olur. Rabbimiz, kendi yarattığı insanın bazı organlarına çirkin demekle onların saklanması, gizlenmesi gerektiğini haber veriyor. Bu, insanı aşağılamak değildir. İnsanın böyle oluşu normal bir durumdur. Çevremizde, insanların çirkin veya güzel dediği binlerce bitki ve hayvan bulunmaktadır. Çirkin diye nitelenenler asıl itibariyle çirkin değildir. İnsan duygusu onları öyle gördüğü için çirkin denilmektedir. Başkalarının görmekle rahatsız olacağı, insan cinsini belli eden, bir kusur değil ama insana ait bir sır olan ‘avret’ yerlerinin gösterilmesi hoş karşılanmamış, bunu örtecek elbise var edilmiş, sonra da böyle bir giyimin insan için yüceltici, değer kazandırıcı bir süs olduğu vurgulanmıştır. Bütün bunların olabilmesi için de insanın teslim olduğu Rabbinden hakkıyla çekinmesi anlamında ‘takvâ elbisesi’ni kuşanması gerekir.
Peygamber efendimiz (sav) Muslimin Libas bölümünde geçen bir hadisinde mealen şöyle buyurmaktadır: ** Cehennemliklerden kendilerini dünyada henüz görmediğim iki grup vardır: Biri, sığır kuyrukları gibi kırbaçlarla (coplarla) insanları döven bir topluluk. Diğeri, giyinmiş oldukları halde çıplak görünen ve öteki kadınları kendileri gibi giyinmeye zorlayan ve başları deve hörgücüne benzeyen kadınlardır. İşte bu kadınlar cennete giremedikleri gibi, şu kadar uzak mesâfeden hissedilen kokusunu bile alamazlar…**
İnanıyoruzki; Libas, beşer kültürünün temel unsurlarından biridir. Cenab-ı Hak, dileseydi insanlara da, hayvanlarda olduğu gibi fıtrî bir elbesi giydirebilirdi. Ancak bütün mahlukata halife ve üzerlerinde tasarrufa yetkili kıldığı insanoğlunu, onlardan ayırarak sun’î kıyafet üniforması ile tezyin etmiş, süslemiştir. Bir kıyafete bürünmek, bir başka açıdan, Allah Teâlâ’nın Settâr ismine mazhar olmak demektir. Kıyafet insanoğlunun hayatında ciddî bir yer işgal eder. Bir yönüyle o tekniktir: Sıcak ve soğuğa karşı korur, avret yerlerimizi örterek mahremiyetimizi sağlar. Bir başka yönüyle kültürel değer taşır; dinimizi belli ettiği gibi, aynı zamanda mahallî, örfî ve ferdî şahsiyetlerimizi de temsil eder.
Her dinin, her kavmin, her bölgenin, her örfün ve hatta her ferdin kendini ifade ettiği, başkasından farklı bir kıyafeti vardır. Taşıdığı kıyafetten insanın dini, milliyeti, bölgesi, maddî ve mânevî durumları, hatta hâlet-i rûhiyesi hakkında bilgi edinmek mümkündür. „Pejmürde“, „pasaklı“, „zevk sahibi“, „kibar giyinişli“ gibi tâbirler hep kıyafetle ilgilidir. Bazen kıyafetin iyi bir tavsiye mektubu olduğu söylenir. İslâm medeniyetinin kurucusu olan Peygamber Efendimiz (sav), medenî hayatımızdaki önemine uygun şekilde, kıyafet üzerinde çokça durmuştur. Kadın ve erkeğin kıyafeti, çocukların kıyafeti, kıyafetlerin boyu, dar ve geniş oluşu, rengi, kumaşların cinsi, temizlik ve kirlilikleri, cuma ve bayram kıyafetleri, kıyafetin İslâmî olan ve olmayanları vs. hep hadislerde konu edilmiştir.
Bu sebeple bütün hadis kitaplarında Kitabu’l-Libas veya Kitabu’z-Ziynet adı altında müstakil bölümler yer alır. Kur’ân-ı Kerim’de de kıyafet ve libasla ilgili âyetler mevcuttur. Örnegin, Rabbimiz Nisa suresi ayet.5.te mealen şöyle buyurmaktadır: ** Allah’ın geçiminize dayanak kıldığı mallarınızı aklı ermezlere (reşit olmayanlara) vermeyin; o mallarla onları besleyin, giydirin ve onlara güzel söz söyleyin…***
Yukarıda almış oldugumuz hadisin bir benzeride Taberani rivayetidir. Peygamber Efendimiz mealen şöyle buyurmaktadır: ** Ümmetimin son zamanlarında açık ve çıplak kadınlar bulunacaktır. Başlarındaki saçlarının kıvrımları develerin hörgücü gibi olacaktır. Siz onları lânetleyin. Çünkü onlar mel’un kadınlardır.” Başka bir rivâyette aynı hadise şu ibâre de ilâve edilmiştir: “Onlar cennete giremezler. Cennetin kokusunu alamazlar. Onlara cennet kokusu şu kadar şu kadar fersah mesafeden ulaşır… (Taberânî)**
Şurası kesin olarak bilinmelidirki: Libas ve kıyafet bahsine saç kıyafeti, ayakkabı, elbise hepsi dahildir. Kezâ süs ve takılar da bu bahis içerisinde ele alınıp işlenmiştir. İslâm’ın kıyafetle ilgili olarak koyduğu esasları anlamada sünnette gelen bazı yasakları şöyle özetleyebiliriz: İslâmî tesettürü sağlamayan giyecekler:a) Kısa olanlar, b) Vücut hatlarını ortaya vuracak kadar dar olanlar, Dinîmize, sünneti seniyyeye zıt düşen kıyafetler:a) Yabancı kültürü temsil eden kıyafetler,b) Şekil veya renk yönleriyle, karşı cinse ait olan giyecekler,c) kibir ve gurura götürücü kıyafetler,d) Erkekler için, ipekten yapılmış giyecekler,e) Mevkiine uygun düşmeyen kıyafetler mesela belli bir sınıfa alem olan elbiseyi başkalarının giymesi, zenginin fukaraca giyinmesi gibi),
Dikkat çekici elbiseler (hadislerde şöhret elbisesi diye geçer ve şârihlerce „toplumun genel örfüne uymadığı için dikkat çeken, çok güzel veya çok çirkin olan“ diye açıklanır),g) Pejmürde olan kıyafetler. Kıyafetle alâkalı olarak bilinen birkısım hadisleri tetkik sonucu, çıkarılan yukarıdaki esasların teker teker açıklanması, bizi belli bir ölçüde asıl mevzûmuzun dışına çıkaracağı için burada, özellikle yabancı kültürü temsil eden kıyafetler üzerinde duracağız:Farklı medeniyete, dine, kültürere mensup kimselerin daha ilk bakışta, kıyafetiyle ayrılmasını esas kabul eden İslâm dini, bu maksatla bilhassa baş kıyafetine ehemmiyet verir.
Hadislerde sakal ve bıyığın traş şeklinden, bunlara gerektiğinde vurulacak rengin çeşidine, başı örten takkenin, şapkanın, serpuşun çeşit ve şekline varıncaya kadar bazı teferruat üzerinde önemle durulmuştur. Bu cümleden olarak sarık „imanla küfrü“, „müşriklerle bizi“ ayıran alâmet-i fârıka olarak tavsif edilir.“Yahudiler gibi iştimal“ (elbisenin, ucu aşağıya serbestçe sarkmaksızın, vücudu sımsıkı sarması) etmeyin“ hadisiyle, tesettürü sağlasa bile, bazı özel giyim tarzlarında Ehl-i Kitab’a benzemekten kaçınmak dile getirilmektedir.
Gelen Rivâyetlere bakıldıgında, Peygamber Efendimizin (sav), bir Hıristiyanlık sembolü olan haç işaretinin değil elbiseler, eşyalar üzerinde bulunmasına bile izin vermediğini, „üzerinde haç bulunan her eşyanın haçını mutlaka bozduğunu“ belirtir.Yabancı kültür unsurları karşısında İslâm’ın, başlangıçtaki tutumunu anlamak için Hz. Ömer Efendimizin uygulamasındanda bir misal vermeyi faydalı görüyoruz: Rivâyetler, ehl-i zimmenin kendilerine has kıyafetlerini muhâfaza ederek müslümanlara benzemeye yeltenmelerini önlemek için „Başın ön kısmındaki saçlarını kesip, orta kısımdakileri uzatmalarını ve hiçbir şeylerinde müslümanlara benzememelerini emrettiğini“ kaydeder.
Hatta Şam’daki Hıristiyanlarla yaptığı anlaşmada, kıyafet meselesi ile alâkalı müstakil bir pasaja rastlamaktayız. Orada Hıristiyanlar şu taahhüdde bulunurlar: „Biz, gerek ayakkabılarımızda, gerekse baş kıyafetlerimizde (imame, kalansuve) ve libaslarımızda hiçbir sûrette müslümanlara benzemeyeceğiz; onların lisanlarıyla konuşmayacağız, künyelerini kendimize künye yapmayacağız. Yüzüklerimize Arapça kelime nakşetmeyeceğiz. Başlarımızın önünü traş edeceğiz. kıyafet, dış görünüşümüz eskiden nasıl idiyse aynen takınacağız. Bellerimize zünnar yani papazların bellerine bağladıkları kuşaktan bağlayacağız. Müslümanların sokaklarında haçlarımızı ve kitaplarımızı izhar etmeyeceğiz… İslâm âlimleri, imanî ayrılık halinde birkısım kültürel tezâhürlerdeki ayrılığa o kadar önem vermişler ki, bunu, yukarıda görüldüğü üzere, sadece kılık kıyafete, dile, yazıyla yetinmemişler, daha da ileri giderek binaların haricî şekillerinde bile aramışlardır. Hanefîlerce meşhur ve mûteber el-Hidâye’de şöyle denir: „…Evlerine tefrik edici yani ayırıcı alâmetler de koymak gerekir, ta ki, dilenciler gelip, yanlışlıkla kapılarında durup mağfiret duâsında bulunmasınlar.“ (İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/42-44)
Tesettür İbâdeti üzerinde ne kadar dursak yeridir hele hele 2011.yılının şu son günlerinde sanki müslümanlarla diger kültür taraftarlarının neredeyse belli olmadıgı bir zamanda, duyarlı müslümanlar her zaman oldugu gibi bugün de yine merkeze yani asrı saadete bakmak zorundadırlar. Çünkü bizlerin tek çıkış yerimiz orasıdır. Ne kadar Sünneti seniyyeye uyarsak o kadar yönümüzü dogru ifade etmiş oluruz inancındayız.
Buhari rivayetini zamanımıza mealen şöyle taşıyor: ** Safiyye binti Şeybe şöyle anlatır: „Biz Âişe ile birlikte idik. Kureyş kadınlarından ve onların üstünlüklerinden söz ettik. Hz. Âîşe dedi ki: Şüphesiz Kureyş kadınlarının birtakım üstünlükleri vardır. Ancak ben, Allah’a yemin olsun ki, Allah’ın kitabını daha çok tasdik eden ve bu kitaba daha kuvvetle inanan Ensar kadınlarından daha faziletlisini görmedim. Nitekim Nûr sûresinde „Kadınlar başörtülerini yakalarının üstüne taksınlar…“ âyeti inince, onların erkekleri bu âyetleri okuyarak eve döndüler. Bu erkekler eşlerine, kızlarına, kız kardeş ve hısımlarına bunları okudular. Bu kadınlardan her biri Allah’ın kitabını tasdik ve ona iman ederek, etek kumaşlarından başörtüsü hazırladılar. Ertesi sabah, Hz. Peygamberin arkasında başörtüleriyle sabah namazına durdular. Sanki onların başları üstünde kargalar vardı“ (Buharî,Nûr Sûresi Tefsiri)**
İnanıyoruzki; Mü’min erkek ve mü’min kadın, Kur’anı kerimin örtünme yani tesettür emrinden sorumludurlar. Tesettür emri Kur’an’da çok açıktır ve başka bir yoruma ihtiyaç yoktur. Şüphesiz Kur’an, Allah’ın sözü ve hükmüdür ve Rabbimiz insanlara emridir. İnsanların tesettür yani örtünme ile ilgili yorumları, ileri-geri söz söylemeleri tamamen kendi nefislerinin dürtüleri, imanlarının yokluğu veya zayıflığının bir sonucudur.
Allahın emir ve yasaklarına hakkıyla teslim olmuş, Allahın azâbından korkan ve Allahın vaadine güvenen bir müslüman, nasıl olur da Rabbinin emrini tartışır? Nasıl olur da kendi arzusuna göre Allahın âyetlerini sağa sola büker? Kendini Kitab’a uyduracağı halde Kitabı kendine nasıl uydurmaya kalkar ? Bir insan, nasıl olur da Allah’ın hükmünü kendi aklına, kendi pozisyonuna, kendi zevkine, kendi hükmüne, kendi sistemine, kendi prensibine uydurmaya çalışır? Böyle bir tavır mü’min kimselerin tavrı ve tarzı olamaz inancındayız…
Rabbimiz Ahzab suresi ayet.59.da mealen şöyle buyurmaktadır: *** Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına (bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman) dış örtülerini üstlerine almalarını söyle. Onların tanınması ve incitilmemesi için en elverişli olan budur. Allah bağışlayandır, esirgeyendir…***
Unutulmamalıdırki Peygamber Efendimiz (sav) kendi toplumu içinde yaşadı ve akla gelen her hususta sahabesini yetiştirdi, egitti, ögretti aynı zamanda bu âyetleri hem açıklayıp tefsir etti, hem de bizzat uygulayıp uygulatarak maksadın ne olduğunu gösterdi. Bu konudaki haberler hem sağlamdır, hem de açıktır. Bu güne kadar gelen iyi niyetli bütün âlimler de meseleyi Kur’an doğrultusunda böyle anladılar ve bu şekilde açıkladılar. Peygamberimiz’den bu yana hiçbir İslâm âlimi tesettür ve başörtüsünün dinin gereklerinden olduğunu reddetmediği gibi, bütün dünya müslümanları da tarihten günümüze buna uymaya çalışmışlardır…
Zamanımız Tefsir çalışmalarını yürüten Ali küçük Hocaefendinin sözlerine kulak verelim: * Nûr sûresindeki âyetlerle birlikte düşünecek olursak, eğer müslüman hanımlar, biz müslümanız diyen kadınlar eğer gerçekten Rablerinin emirlerine boyun eğmek, Rablerinin istediği gibi tertemiz bir hayat yaşamak istiyorlarsa, unutmasınlar ki onların kılık ve kıyafetlerini Allah ve Resûlü belirleyecektir. Yaşadıkları ortam, bulundukları şartlar ve coğrafya ne olursa olsun, hangi zaman diliminde bulunurlarsa bulunsunlar, yaşadıkları çağın ismi ne olursa olsun, insanların benimseyip kabullendikleri hayat tarzı ne olursa olsun hiçbir şey Allah’ın onlar üzerindeki haklarını düşürebilecek değildir.
Her ne kadar Allah’ı tanımayan, Allah’a inanmayan, Allah’ın kitabını, Allah’ın isteklerini, Allah’ın arzu ve emirlerini tanımayan ya da bildikleri halde inanmayan insanlar “bizler bu dünyada özgürüz” di-yorsa da, “biz bu dünyada dilediğimiz şekilde yaşama, dilediğimiz şe-kilde giyinme hakkına sahibiz” deseler de, “ama ben özgür irademle müslümanlığı seçtim, tercihimi, seçimimi Allah ve Resûlü’nden yana kullandım” diyen kimselerin artık hayat programları konusunda bir se-çim haklarının kalmadığını önceki âyetlerinde anlattı Rabbimiz. Artık müslüman olduğumuz andan itibaren, boyunlarımızdaki kulluk ipinin ucunu Rabbimizin eline verdiğimiz, irademizi Allah ve Resûlüne teslim ettiğimiz andan itibaren, Allah ve Resûlünün hükmettiği hiçbir işimizde muhayyerlik hakkımız, seçim hakkımız kalmamıştır. Hiçbir seçim hak-kımız kalmamıştır.
Allah’ın bizim için seçtiğinin dışında seçim imkânımız yoktur. İşte bu âyetiyle Rabbimiz kadınlara seçtiği hayatı, kıyafeti bildiriyor. Ben sizin için bunu seçtim buyuruyor. Tepeden tırnağa kadar vücutlarınızın hiçbir tarafı görülmeyecek biçimde örtünmeniz gerekmektedir. Elleriniz, yüzleriniz, bedenleriniz belli olmayacak şekilde giyinmeniz gerekmektedir. Tüm bedeninizi bir örtü içine sokup, böylece müslümanların sizi hür ve iffetli olarak tanımaları ve eziyete uğramamanız için bu sizin hakkınızda daha hayırlıdır. Ben Allah’ın benim adıma seçtiğini kabul etmiyorum, ben Allah’ın rubûbiyet ve ulûhiyet’ini kabul etmiyorum diyenler elbette illa ki böyle bir kuralı kabul etmekle zorunlu tutulmayacaklardır. Kimse onları buna zorlamayacaktır. Ama bir toplum içinde ben müslümanım diyen, ben Allah’ın rubûbiyet ve ulûhiyetini kabul ediyorum diyen müslüman kadınlar bu konuda zorlanacaklardır. Yâni müslümanım diyen insanların hayatına toplum değil, devlet değil, modacılar değil, işin sömürüsünden yana olanlar değil, toplumu sadece dünyacı yapmak isteyenler değil, sadece bizi yaratan, bizi bu dünyaya getiren Allah şekil verecektir. Biz sadece Allah’ın istediği şekilde bir hayat yaşamak zorundayız, sadece Allah’ı memnun etmek zorundayız. Bizim üzerimizde egemen olan sa-dece Rabbimizdir. Hayatımızı takvaya bina ederek yaşamak zorundayız. Üzerimize giyeceğimiz elbiselerimizi takvâya yönelik, takvâya uygun giymek, takvâya götürücü olarak giymek zorundayız. Yarışımız takvâ konusunda olmalıdır. Müslümanların imrenmeyeceği, yaşadıkları müslümanca bir hayattan aşağılık duygusu duymayacakları bir hayat yaşamak zorundayız. Rabbimizin temel bir dinî emri olan tesettürü başka türlü an-layarak yasaklamaya çalışıyorlar. Efendim, bu dinî bir özellik taşımı-yor, bu siyasî bir özellik arz ediyor diyorlar. Gerçekten bu, çok utandırıcı bir durumdur. Adamlar hem din adına konuşuyorlar, din adına hüküm veriyorlar, hem de dinden habersizler.
Bakın işte bu sûrede, Nisâ sûresinde ve Nûr sûresinde son derece açık bir şekilde ortaya konmaktadır. Kimi zavallılar da; efendim, tesettür lâikliğe aykırıdır filan demeye çalışıyorlar. Halbuki lâiklik eğer din işleriyle devlet işlerinin birbirlerine karışmaması ise, elbette devlet bir müslümanın dinî inanışını koruması, ona baskı yapmaması gerekir. Öyle değil mi? Lâiklik dinsizlik değildir demiyorlar mı? Öyleyse devleti Allah ile kul arasına sokup bir müslümanın yapması gereken ibadetlerini devlet otoritesi ile engellemeye çalışmak lâikliğin ihlalinden başka neyle izah edilebilir? Şimdi Allah’ın emri gereği başını örten bir kızcağıza; eğer burada okumak istiyorsan başını açmak zorundasın demek, o müslümanı Al-lah’ın emriyle başkalarının emri arasında bir tercihle karşı karşıya ge-tirir.
Böyle bir durumda Allah’a Allah’ın istediği gibi inanan, Allah’ın her şeye kadir olduğunu bilen, O’nun istediği gibi bir hayat yaşamadıkça mü’min olunamayacağının bilincinde olan bir mü’min nasıl olur da Allah’ın emrini terk edip bir Rektörün veya Dekanın emrini tercih edebilir? Peygamberinin; “Allah’a isyan olan hiçbir konuda bir beşere itaat edilmez” hadisini bilen hangi müslüman açabilir başını? Lâikler istedikleri kadar lâik hocalara fetvalar verdirsinler, hiçbir müslüman onların fetvalarına inanmayacaktır. Halbuki lâik devleti meselenin din yönü ilgilendirmemelidir. Çünkü o dinle ilgilenmeyen bir devlettir. Bıraksınlar da müslümanlar inandıkları gibi yaşasınlar.
Medine yahudilerinin, İzmir’e çıkan Yunanlıların, Maraş’ı işgal eden Fransızların, Erzurum’u işgal eden Rumların yaptıklarını yapmak zorunda değilsiniz müslümanlara. Dine inanmayanların din adına fetva vermeleri çok namuslu bir şey değildir. Meselâ şu anda A.B.D devlet başkanı; ben dini papadan daha iyi bilirim dese, bütün Katolik dünyası ayağa kalkar, yer yerinden oynar. Ama bakıyoruz şu anda gazetecisinden simitçisine, dekanından profesörüne kadar herkes müftü kesildi. Herkes fetva ve-riyor, diyânet hariç tabii. Onlar ne zaman konuşacaklar bilmiyorum. Efendim, bu baş örtüsü dinî değil ideolojiktir. E ne olacaktı? Ben şahsen ideolojisi olmayan bir iman düşünemiyorum. Yâni eğer bir insanın bir hedefi, bir fikri, bir ideolojisi yoksa, o hayvandan farksızdır.
Zira insanı hayvandan ayıran özellik onun ideolojik yönüdür. Düşünün, şu anda Ankara İlâhiyatta okumak isteyen bir yahudi, bir hıristiyan, bir de müslüman var. Kanun yahudiye de, hıristiyana da dinî ve milli kıyafetlerinizle okuyabilirsiniz diyor. Hıristiyan öğrenci eğer bir rahibeyse, ta-mamen kanmışsa, yahudi öğrenci dini inancı gereği başında bir takkeyle gelmişse herhangi bir zorlamayla karşılaşmaz. Ama dinî inancı gereği başını örterek gelen bir müslüman okula alınmaz. Peki acaba bu şartlar altında inanmış bir müslüman ne yapmalıdır? Ne yapalım, zaruret var, başımızı açmadan bu okullarda okuyamıyoruz, biz de başımızı açıverelim mi diyeceğiz? Hayır, bu şartlarda avret yerlerini açmak haramdır. Buna zaruret demiyor dinimiz. Zaruret; yasak bir şeyi yapmadığı takdirde helâki gerekli kılan şeydir. Yapmadığı zaman ölümle karşı karşıya kalacaksa kişi, o zaman zaruret var demektir. Değilse ileride İslâm’a hizmet ederiz gayesiyle bu okullarda baş açarak okumanın zaruret kabul edilmesi mümkün değildir. Çünkü emr-i bil’maruf farz-ı ayın olmadığı gibi, bir müslüma-nın itikadı ve ibadeti için gerekli olan ilimlerin dışındaki bilgileri tahsil etmesi de farz-ı ayın değildir. Kaldı ki mutlaka bilmeleri gereken farz-ı ayın ilimleri başlarını açmadan başka yerlerden de öğrenme imkânı vardır.
İslâm’a hizmet mutlaka resmî bir okulda okumayı veya resmî bir dairede çalışmayı gerektirmez. Evet kadınların ilmi yönden yetişmeleri iyidir, ama bu bir haram işlemeyi asla tecviz etmez. Bilindiği gibi; “mazarratı def, menfaati celpten daha evlâdır”. Bu bir fıkıh kaidesidir. Dinimizde bir haramla bir emir karşı karşıya geldiği zaman, haram emirden önceliklidir. Allah’ın Resûlü bir hadislerinde bunu şöyle anlatır: “Ben size bir şeyi emrettiğim zaman, gücünüz yettiği kadarını yapın, bir şeyi nehyettiğim zaman da ondan kaçının.” Dikkat ederseniz emirler için “gücünüz yettiği kadar” ifadesi geçerli iken, yasaklar için kesinlik söz konusudur.
Meselâ ilim öğrenin der İslâm, ne kadar? Gücünüz yettiği kadar, becerebildiğiniz kadar. Ama içki içmeyin der, ne kadar? Hiç içmeyin, bir damla bile içmeyin der. Evet, unutmayalım ki bir farzla, bir emirle bir yasak, bir haram karşı karşıya geldiği zaman, haram emirden önceliklidir. Bir harama düşmektense farz terk edilir. Avret yerini örtecek bir şey bulamayan kişi bir nehir kenarında bile olsa istincayı terk eder. Çünkü haram emre tercih edilir. Gusletmesi gerek bir kadın, eğer erkeklerden gizlenebilecek bir ortam bulamazsa guslü terk eder. Çünkü gusül farzdır, avret yerlerini başkalarına göstermesi ise haramdır ve harama düşmektense farz olan gusül terk edilir. Öyleyse velev ki şu anda bu okullarda öğrenilecek bilgiler farz-ı ayın bilgiler olsa bile, bir harama düşürecekse o ilimler terk edilir. Kaldı ki bu ilimler farz-ı ayın ilimler bile değildir. Ali Küçük.Besairul Kuran)*
Şurası bir gerçektirki; İman eden kişiler Rablerinin emrine teslim olurlar ve ellerinden geldiği kadar emirlere uymaya, yasaklardan kaçmaya çalışırlar. Ama asla Allah’ın emirlerini ve yasaklarını münâkaşa konusu yapmazlar. Onlar bu tehlikeli yola girmekten şidetle sakınırlar. İslâm sağlam bir kişilik, sağlam bir toplum ve sağlıklı nesiller yetiştirme amacındadır. O, müfsit insanların bozduğu toplumu, kişilikleri ve nesilleri ıslah edip düzetmek istiyor. Bunun tedbirini almalarını müslümanlara emrediyor. Birçok kötülüğün aşırı isteklerden, dizginlenmeyen şehvetlerden kaynaklandığı bilinen bir gerçektir.
Şehvetlerin alabildiğine serbest olduğu yerlerde huzur kalmaz, aile bağları gevşer, nesiller bozulur, kadının ve erkeğin şerefi zarar görür. İnsanın fıtratı, temiz aile ve temiz nesilden yanadır. Eşlerin birbirlerine bağlılığı, insanların birbirine saygısı, kişinin değerinin yüce olması faziletli davranışlardan geçer. İslâm bunun için işe hâin bakışların önüne geçerek başlıyor. Sonra hem kadını, hem erkeği, hem nesli, hem de fazileti korumak için erkeğe ve kadına tesettürü emrediyor. Tesettür ibâdeti mü’minler için bir güzelik ve erdemdir. Örtünme, aynı zamanda bir ibâdet hürriyeti ve insan hakkıdır. Faydaları ise sayılamayacak kadar çoktur. Buna rağmen bazı ülkelerde tesettür, başörtüsü münâkaşalarının, yasaklarının olması çok hazin, üzüntü verici bir şeydir. Tesettür, İslâm’ın emridir, bir ülkenin veya bir halkın geleneği değildir. Şu noktayı da eklemekte fayda vardır: Nur sûresi 31. âyette ‘humur-hımâr’ kelimesi geçmektedir ki, bu, başörtüsü anlamındadır. Yani başı, saçları da kapatacak bir biçimde örten örtü demektir. Âyette kastedilen, müslüman kadınların başörtü örtmeleridir. Bunun uygulaması da böyledir, bütün âlimlerin âyetten anladıkları da bu şekildedir.
İnandığını iddiâ ettiği halde tesettüre ve başörtüsüne tavır alanların, kendi durumlarını yeniden gözden geçirmeleri gerekir. İzzetine, iffetine, şeref ve namusuna düşkün müslüman kızlarımızın bu erdemi bazı iki ayaklı şeytanların gözüne batıyor. Hanımların dişiliğiyle değil; kişiliğiyle toplumda yer alma isteklerine karşı kırmızı başörtüsü görmüş boğa gibi saldıracak yer arıyorlar. Özellikle İmam-Hatip’te, Üniversitede okuyan ve okumak isteyen müslüman kızın dünya-âhiret tercihi ve cihadı da başörtüsü bayrağında düğümleniyor. İslâmî örtünme iman alâmetidir. Ruhumuz gibi vücudumuz üzerinde de Allah’ın hâkimiyetini kabul edişin belgesi olan bir ibâdettir.
Örtünme, çağımızın zulüm egemenliğine karşı kadınımızın cihadı, örtü de özgürlük bayrağıdır. Dinimizin örtünme emrini uygulamış olmaları için müslüman kadın ve kızların şu şekilde giyinmeleri gerekir: Eller ve yüzün dışındaki vücudun bütün organlarını örten, vücudun doğal rengini ve çizgilerini yani vücut hatlarını göstermeyecek şekilde kalın ve bol olan, gayri müslim kadınların kendilerine has olan yani râhibe kıyafeti gibi giysilerini andırmayan, toplum örfüne göre erkek elbisesine benzemeyen, dikkatleri çekecek şekilde de süslü olmayan bir giysi. Bu dış giysi, çarşaf, bol ve uzun pardösü ve benzeri olabilir. Mutlaka çarşaf veya şu şekilde bir pardösü denilemez; İslâm tek tip bir kıyâfet emretmemiş, sadece genel ölçüyü kurallaştırmıştır.
Ev dışında kadının “cilbâb”ını üstüne alması (33/Ahzâb, 59) gerekmektedir. Cilbâb da dış giysi demektir. Bu, dünkü Osmanlı toplumunun örfünde çarşaf olduğu gibi, bugün ve yarın herhangi bir coğrafyada çok farklı bir dış giysi de olabilir. Önemli olan, kadının ev dışında, ev elbisesinin üzerine giyeceği bir dış giysi ile örtünmesidir; yeter ki istenen tesettür şartlarına uygun olsun. Günümüzde cilbâb, yani pardösü benzeri dış elbise önemsenmez hale geldiği gibi, “başörtüsü zulmü” farklı bir tepkiyi aşırılaştırdı; tesettür denince sadece başörtüsü akla gelmeye başladı.
Bazı genç bayanlar da sadece başörtüsüyle yetinmeye başladı. Giderek artan bir ucûbe olarak boneli, başörtülü, fakat makyajlı; başörtülü, ama eteği dizlerine kadar yırtmaçlı; başörtülü fakat üstünde sadece tişörtlü-etekli kıyafetler boy göstermeye başladı. İslâm kadınının sadece tesettürü yeterli görmesi mümkün değilken, yani aynı zamanda takvâ elbisesi olan iffet, hayâ, saygın kişilik, tavır- yürüyüş- konuşma – gülme – aşırı serbest hareket ve benzeri davranışlarda fitne unsuru olabilecek tüm hususlardan sakınmak mecbûriyetinde olduğu halde, sadece giysi olarak tesettür konusu bile uygulamada büyük çapta dejenereye uğramaya başladı. Kala kala sadece bir başörtüsü kaldı, o da zora gelinince, sözgelimi üniversite uğruna, öğretmenlik ve benzeri amaçlar için çıkarılabilecek, pazarlık ve tâviz konusu olabilecek, türbanla, şapkayla, perukla… değiştirilebilecek bir ucuzluğa düştü. “Artık televizyonlarda ve halka açık salonlarda tesettür defileleri yapılıyor” deyin, gerisini onlar anlar diyecek Bekri Mustafa’lara kaldı iş. Biraz alaylı, biraz da gerçeğin düşmanları tarafından müslümanların yüzüne tokat gibi vurulması kabilinden, boyalı basın buna “çeyrek tesettür” adını takıyor. “Tesettür ya vardır, ya yoktur; bunun yarımı, çeyreği, ekmekarası olur mu?” demeyin, uygulamaya bakarsanız oluyormuş…
Başörtüsü, bir aksesuar gibi değerlendiriliyor bazı kızlarımızın gözünde. Kadınsı çekiciliğini yabancılar karşısında en aza indirmesi gereken tesettür, bir moda gibi düşünülüyor. „Tesettür(!) defilesi“ denilen ucûbeler, bir taraftan bu talebe/isteğe cevap verirken, daha çok da bu arzı körüklüyor. Dışarıya çıkarken erkek bakışlarını üzerine çekmemeye gayret etmesi gereken müslüman bayan, – kocasının karşısında belki bu kadar süslenip kıyâfetine özen göstermezken – en az yarım saat ayna karşısında kendine çeki düzen vermeye çabalıyor, başörtüsünün rengine uygun olmayan pardösü ve ayakkabıyı giysiden saymıyor…
Akşam olunca da evinde, Filistin’li kızların dramını, açlıktan ahlâkını satan kadınları gözünden yaşlar akıtarak seyrediyor. Bütün bunlar, câhil bırakılmış ve okullar başta olmak üzere düzen ve onun tüm kurumlarıyla, gayrı İslâmî çevre şartlarıyla yozlaştırılıp bilinçsizleştirilen, çok kimliklileştirilen ya da kimliksizleştirilen, Batının ve bâtılın değersiz değerlerine özendirilmeye çalışılan toplum kurbanı şuursuz müslüman kızlarımıza kızmamıza ve suçu sadece onlara yüklememize sebep olmamalı. Zaten onlar da erkeklerin aynası, elmanın diğer yarısı. Müslüman erkeklerdeki dünyevîleşme, takvâyı hatta haram-helâl sınırlarını geri planlara atmaları kılık kıyafet düzensizliginin sorumsuzluklarındandır. (Ahmet Kalkan.Kavram Tefsiri.)
Konumuzu bir ayet ve bir hadisle baglayalım inşaallah. Rabbimiz Hacc suresi ayet.23-24.de mealen şöyle buyurmaktadır: *** Muhakkak ki Allah, iman edip iyi davranışlarda bulunanları, zemininden ırmaklar akan cennetlere kabul eder. Bunlar orada altın bileziklerle ve incilerle bezenirler. Orada giyecekleri ise ipektir. Ve onlar, sözün en güzeline yöneltilmişler, övgüye lâyık olan Allah’ın yoluna iletilmişlerdir…***
Peygamber Efendimiz (sav) bu konuda mealen şöyle buyurmaktadır: ** “Kadınlardan erkeklere benziyenlerle, erkeklerden de kadınlara benzeyenler bizden değildir.” (Ahmed bin Hanbel) Allahım bizleri Kuran ve sünneti seniyye düsturlarına uyanlardan eyle. Bizleri Kuran ve sünneti seniyye Nurundan mahrum eyleme. Bizlere derin tefekkür gücü ve Firaset nasib eyle. Bizleri senin razı oldugun kulların içine dahil eyle. Bizleri sıratı müstakimden ayırma. Bizleri ehli sünnete sımsıkı baglı olanlardan eyle. Sen her şeylere kadirsin allahım…Amin…
Sermedkadir…Lu…14.10.2011