KUL OLMA ŞUURU ÜZERİNE NOTLAR…

Rabbimiz  Fatiha  Suresi  ayet.5.te  mealen  şöyle  buyurmaktadır: *** (Rabbimiz!) Ancak sana kulluk ederiz ve yalnız senden medet umarız…*** Âdem aleyhiselam ile  başlayan bütün  Peygamberlerin  çağrısı  insanları Âlemlerin Rabbine kul olmaya davet eden yüce bir çağrıdır. Bu kutlu daveti, Hz. Nuh, İbrahim, Lut, Hud, Salih, Musa, İsa, hâsılı bütün peygamberler ifade  etmişlerdir. Ve Hâtemü’n-Nebiyyinin dilinde kemâle eren bu çağrı, kıyamete kadar devam edecek ebedi kurtuluş çağrısıdır. Bu çağrıda sadece Allah’a iman ve kulluk vardır. Bu çağrıda bir tek Allah’ın huzurunda eğilmek, eğildikçe de yücelmek vardır…

 

Bu çağrıda Allah’tan başkasına kul köle olmayarak gerçek özgürlüğe ulaşmak vardır. Bu çağrıda hak, hakikat ve hakkaniyet vardır. Bu çağrıda şirk ve nifaktan, küfür ve isyandan, fitne ve fesattan, hile ve tuzaktan, yalan ve aldatmadan uzak durmak vardır. İnanıyoruzki  bütün  varlık  alemi, tüm  varlıklar gökte  ve  yerde ne varsa hepsi  yaradana kulluk yapmaktadır. O varlıklardan birisi olarak biz de onla­rın arasına katılıp sana Rabbimize  kulluk  yapmak imanımızın  bir  geregidir  diye  inanıyoruz. Rabbimize  kulluğumuzu ifade  ederken “Yalnız sana ibâdet eder ve yalnız senden yardım bekleriz.”

Yal­nız sana kul köle oluruz ve yardımı da sadece senden bekleriz. Yalnız seni dinleriz, yalnız senin çektiğin yere gideriz ve sadece sen­den yardım umarız. Diye  sözümüzü  pekiştiriyoruz… Seyyid  kutub  Rahmetli  diyorki: İslâm inanç sisteminin bu temel ilkesi, Fatiha  suresinin  beşinci  ayetinde  ifadesini  bulmaktadır. Bu surede ifade edilen daha önceki ilkelerden kaynaklanır. Buna göre, kulluk yalnız Allah’a yöneltilir ve yalnız O’ndan yardım dilenir. Burada da bir yol ayrımı vardır. Her türlü kölelikten mutlak anlamda kurtuluş ile, mutlak anlamda kullara kul olmak arasındaki yol ayrımı…

Bu ilke, insanlığın topyekün kurtuluşunun ilanını müjdeler; kuruntulara, çeşitli sosyal sistemlere ve yeryüzü gereklerinin zorlayıcı baskısına bağımlılıktan kurtuluşun ilanını… Sebebine gelince, kulluk yalnız Allah’a yöneltileceğine ve yalnız O’ndan yardım isteneceğine göre insan öncelikle yaşamın zorlayıcı ihtiyaç ve baskılarından, çeşitli ideolojik sistem ve güçlerin boyunduruğundan, asılsız kuruntu ve hurafelerden kendini kurtarmak zorundadır. Beşeri güçler müslümana göre ikiye ayrılır: Bunlardan biri Allah’a inanan, Allah’ın önerdiği hayat tarzı ile uyum halinde olan hidayete erdirici güçlerdir. İyilik, hakk ve yapıcılık yolunda bu tür güçlerle uyumlu olmak ve işbirliği etmek gerekir.

Bu güçlerin diğeri ise Allah’a bağlı olmayan, O’nun önerdiği hayat tarzına uymayan güçlerdir ve bunlarla savaşmak, mücadele etmek ve kendilerine başkaldırmak gerekir. Bu sapık güçlerin büyük ve saldırgan olması müslümanı asla yıldırmamalıdır. Çünkü bunlar, ana kaynakları olan ilahi güçten bağlarını koparmakla kendilerine gerçek gücü veren damarı kurutmuş olurlar. Bu durum tıpkı ışık saçan bir yıldızdan kopan iri bir kütleye benzer. Bu kütle ne kadar kocaman olursa olsun kısa bir süre sonra sönmeye, soğumaya, yani ışığını ve ısısını kaybetmeye mahkûmdur.

Oysa sözkonusu ana yıldızdan kopmayan herhangi bir zerre, enerjisini, ısısını ve ışığını devam ettirir. Rabbimiz Bakara  suresi  ayet. 249.da  mealen  şöyle  buyurmaktadır: ***Nice az sayıdaki topluluk, Allah’ın izni ile (kendilerinden) kalabalık bir topluluğu yenmiştir…*** Az sayıdaki topluluğun kalabalık bir kitleyi yenebilmesi; sayıca zayıf olan grubun ana güç kaynağına bağlı olması, gücünü ve üstünlüğünü aynı kaynaktan alması sayesindedir. Tabiat güçlerine gelince, müslümanın bunlar karşısındaki tutumu korkuya ve düşmanlığa değil, yakınlığa ve dostluğa dayalı olmalıdır.

Çünkü insanî güçler ile tabiî güçlerin her ikisi de yüce Allah’ın dilemesi sonucu varoldukları gibi, bu gücü kullanırken de O’nun iradesine bağlı kalmaları gerekir. İnsan, kendi yeteneklerini tabiatın güçleriyle destekleyerek ve işbirliği yaparak iyi bir koordine sağlamalıdır. Müslümanın inancı bu konuda kendisine şu görüşü telkin eder: Yüce Allah bu güçlerin tümünü kendisine dost, yardımcı ve işbirlikçi olmak üzere yarattı. O, bu güçlerin dostluğunu kazanabilmek için onları tanımalı, onlarla işbirliği yapmalı ve onlarla uyum içinde her ikisinin de ortak Rabbi olan Allah’a yönelmelidir.

Eğer bu güçler bazan kendisine zarar ve rahatsızlık veriyorsa, bunun sebebi, onları incelememiş, tanımamış olması, bağlı oldukları tabii kanunları kavramamış olmasıdır. Cahiliye karakterli Roma uygarlığının varisleri olan Batılılar, tabiî güçlerden yararlanmayı „tabiatı yenmek, tabiatı dize getirmek“ gibi küstah bir deyimle ifade ediyorlar. Bu deyim, Allah ve Allah’ın iradesine boyun eğmiş evrenle arasındaki tüm müsbet ilişkileri koparmış bir cahiliye mantığını açığa vuruyor.

Oysa müslümanın kalbi, Rahman ve Rahim olan Allah’a bağlı olduğu gibi, ruhu da tüm alemlerin Rabbine boyun eğmiş şu varlık bütünü ile sıkı bir ilişki içindedir. Bunun sonucu olarak bu güçlerle kendisi arasında „yenmek, dize getirmek“ gibi kırıcı olmayan bir ilişkinin varlığına inanır. O, bu güçlerin tümünün yaratıcısının Allah olduğuna inanır. Allah bütün bu güçleri bir tek temel ilke uyarınca yarattı ve bu temel ilkeye göre kendileri için belirlenen hedeflere ulaşmak üzere birbirleri ile işbirliği yapmalarını murad etti. Bununla O, bu güçleri daha baştan insanın yararına sundu; insana bu güçlerin sırlarını keşfetme ve kanunlarını öğrenme imkânını bağışladı.

Buna göre insan, bu güçlerden yarar sağlama başarısına erdirildiği her aşamada Allah’a şükretmelidir. Çünkü bu tabii güçleri onun yararına sunan Allah’dır; yoksa o bu güçleri yenmiş; dize getirmiş değildir. tabiî güçlere karşı müslümanın duygu dünyasına kuruntuların egemen olması, onlarla kendi arasına düşmanlık ve korkuların girmesi sözkonusu değildir. Müslüman  sırf Allah’a inanır, sırf O’na kulluk eder ve yalnız O’ndan yardım diler. Sözkonusu güçler ise Rabbinin yaratıklarının bir bölümüdür.

Müslüman  bu güçler hakkında araştırma yapar, onlarla yakınlık kurar, onların sırlarını öğrenmeye, açığa çıkarmaya çalışır. Bunun karşılığında bu güçler de yardımlarını kendisine cömertçe sunarak sırlarını ona açıklayıverirler…İslâm düşünce sisteminin bu temel ilkeleri belirlendikten, kulluğun ve yardım istemenin yalnızca Allah’a dönük olması gerektiği  İslam  inancının  özünü  teşkil  eder… Kardeşlerim,İslâm nurunun Mekke topraklarını yeni aydınlatmaya başladığı günlerdi. Peygamber efendimiz (sav)  Beytullah’ın yanındaki Safâ tepesine çıktı ve Mekkelilere şöyle seslendi:

** ‘Şu vadinin arkasında size saldırmak üzere bekleyen bir ordu var.’ desem bana inanır mısınız?” Mekkeliler hep bir ağızdan, “Evet, inanırız. Zira biz senin yalan söylediğini hiç işitmedik.” diye karşılık verdiler. Bunun üzerine Rahmet Elçisi, “Ben sizi elîm bir azaba karşı uyarıyorum.** diyerek Mekkeliler nezdinde bütün insanlığı Allah’a kul olmaya, tevhid inancını benimsemeye çağırdı. Peygamber efendimizi dilinde kemâle eren bu çağrı, kıyamete kadar devam edecek ebedi kurtuluş çağrısıdır. Bu çağrıda sadece Allah’a iman ve kulluk vardır. Bu çağrıda bir tek Allah’ın huzurunda eğilmek, eğildikçe de yücelmek vardır.

Bu çağrıda Allah’tan başkasına kul köle olmayarak gerçek özgürlüğe ulaşmak vardır. Bu çağrıda hak, hakikat ve hakkaniyet vardır. Bu çağrıda şirk ve nifaktan, küfür ve isyandan, fitne ve fesattan, hile ve tuzaktan, yalan ve aldatmadan uzak durmak vardır. Rabbimiz Zümer  suresi  ayet.2.de  mealen  şöyle  buyurmaktadır: *** (Resûlüm!) Şüphesiz ki Kitab’ı sana hak olarak indirdik. O halde sen de dini Allah’a has kılarak (ihlâs ile) kulluk et…*** Bu âyet-i kerime, ibadet ve kulluğun sadece Allah’a mahsus olduğunu bizlere öğretmektedir. İnanıyoruzki; halis din, saf din, katışıksız din Allah’ın dinidir. İlavesiz, eksiksiz din Allah’ın dinidir. Dinin katışıksız saf olanı Allah’a aittir.

Elbette başkalarının dinleri, başkalarının hayat programları, başkalarının yaşam biçimleri de vardır ama onlarınki katışıklıdır. Hayatın tümüne karışan, hayatın tümünü dolduran, hayatı parçalamadan onun tümünde söz sahibi olan Allah’ın dinidir. Hayatın tümünde sadece Allah’a iman, sadece Ona kulluk, sadece Onu dinlemek, sadece Onu razı etmeye çalışmak, sadece Onun hayat programını uygulamak Allah’ın dinidir.

Katışıklı din sahipleri, hem Allah’a hem de Allah’tan başkalarına kulluk yapanlar, hem Allah’ı hem de başkalarını dinleyenler, hem Allah’ın dinini uygulamaya hem de Allah’tan başkalarının dinlerini uygulamaya, Allah’tan başkalarının sitemlerini uygulamaya çalışanlardır. Bir adamın hayatında, bir toplumun hayatında hayat programı olarak sadece Allah’ın dini olmalıyken, her konuda sadece Allah’ın dini söz sahibi olmalıyken, hayatın her bir kademesinde sadece Allah’ın dini geçerli olmalıyken, bunu terk edip hem Allah’a hem de Allah berisinde hayatlarında söz sahibi kabul ettikleri bir kısım varlıkları, bir kısım insanları da dinleyenler katışıklı din sahipleridir.

Şurasını  hiç  bir  zaman  unutmayalımki  bu  kişilerin, tamam Allah’a iman edelim, Allah’ı kabul edelim, hayatımızın bir bölümünün düzenlemesi konusunda Allah’ı da söz sahibi kabul edelim, ama hayatımızın öteki bölümlerini düzenlemek üzere öteki ilâhlarımıza da söz hakkı verelim diyenler katışıklı din sahipleridir. Bu ana konuların ısrarla gündeminden sonra Mekke’de müşriklerin zulüm ve işkenceleri altında bunalmış, özgürce dinlerini yaşama imkânları ellerinden alınmış Müslümanlara hicret emri verilmektedir.

“Allah’ın arzı geniştir” buyurularak özgürce Müslümanlıklarını yaşayabilecekleri ve tehlikede olan imanlarını kurtarabilecekleri hicret vatanı aramaları emrediliyor. Evet, gördüğümüz gibi insanları Allah’a inanmaya ve ibadet etmeye çağıran ANA konu „Tevhid“dir. Asıl  mesele baştan sona kadar insanın kalbine imanı yerleştirme, bu husustaki şüpheleri giderme, izâle etme mesajlarını vermektedir. Biz bu kitabı sana Hak olarak indirdik buyuruluyor. Kitabın Hakla indirilmesi, Hak olarak indirilmesi şu anlamlara gelmektedir: Birinci olarak bu kitabın içinde hakkı  ifade  buyuran  bilgiler  vardır…

Bu kitabın içinde hakikat vardır, gerçek vardır. Bu kitabın içinde oyun ve eğlence olsun diye söylenmiş sözler yoktur. Bu kitabın içinde Hakka istinat etmeyen küfür, şirk, bâtıl, yalan, dolan, zulüm ve haksızlık yoktur. Bir de Allah bu kitabını haklı olarak indirmiştir. Her konuda hak bu kitabın dediğidir. Çünkü Rabbimiz kitabını hakkın ortaya çıkması, hakkın bâtıla galip gelmesi için indirmiştir. Veya insanların üzerinde ihtilâf ettikleri, çözüme kavuşturamadıkları, karar verip son sözü söyleyemedikleri her konuda son sözü söyleyecek olan, son hükmü verecek olan, hak olan, hukuk olan bir kitaptır bu. Hukuktur bu kitap. Adaletin  başlıbaşına  en  güzel  tecellisidir…

İnsanların tüm hayatlarında uygulamaları gereken hukuk bu kitabın ortaya koyduğu hukuktur. Bu kitabın dışında hak ta yoktur, hukuk ta yoktur. İnanıyoruzki, tüm insanlık problemleri bu kitapla çözüme kavuşturulacaktır. Bulunduğunuz her bir ortamda hangi hak gündeme gelirse gelsin, tüm hakları bu kitap belirleyecektir. Kadın, Erkek, İşçi, işveren, ögretmen,  ögrenci,  ana  baba, akla  her  ne  geliyorsa bunların  bütün  çözümü Allahın  mukaddes  kitabındadır…

Bu  kitabın  dışında  meseleleleri  hakkı  ile  çözecek  başka  bir kaynak aramak  batıl  ile  meşgul  olmaktır…Rabbimiz “Biz bu kitabı sana Hak olarak indirdik,” buyuruyor. Öyleyse bu kitabı tanıyan, bu kitabı eline alan kişi toplum içinde tek başına, yapayalnız kalmış olsa bile, hiç kimse kendisinin inandığı, duyurduğu bu kitaba bu Hakka iman etmek ve hayatını bu Hak kitapla düzenlemek zorundadır. Zira biz nice peygamberin  mücadelelerini  okuyoruzki, elinde kitapla toplumunu uyarmıştır ama kendisine iman eden üçbeş insan bile bulamamıştır.

Çevremizden hiç kimse inanmamış olsa bile biz bu kitaba inanmak, bu kitabı yaşamak ve bu kitabın izzet ve şerefiyle şereflenmek zorundayız. Ali  küçük  hoca  efendi  diyorki; Biz bu kitabı sana Hak olarak indirdik, öyleyse haydi sen de dini sadece Allah’a halis kılarak, dini sadece Allah’a ait kılarak Ona kulluk yap. Sen de bu kitaba göre kulluğunu ortaya koy. Cebrâil Aleyhiselamın  bu kitabı Rasulullah Efendimize getirmesiyle Rasulullah Efendimizin onu bize ulaştırması farklıdır. Cebrâil (a.s) sadece bir elçidir.

Cebrâil (a.s) Allah’tan aldığı bu kitabın içine hiç bir şey karıştırmadan, eklemeden, eksiltmeden onu Resulullah’a getirmekle mükellefken, Allah’ın Resûlü onu okumakla, anlamakla, yaşamakla, uygulamakla, pratiğe intikal ettirmekle, onun istediği bir kulluğu icrâ etmekle mükelleftir. Ey peygamberim sen de bu kitapta sana sunulan dini Allah’a halis kılarak Rabbine ibadet et. Bu kitaba göre kulluğunu ortaya koy. Çünkü bu kitap okuma kitabı değil, kulluk kitabıdır. Bu kitap bilgi kitabı, kültür kitabı değil, kulluk kitabıdır.

Bu kitabın istediği gibi kendi netliğinde, kendi berraklığında, kitaptan hiçbir eksiltme, artırma yapmadan kitabın ortaya koyduğu bir hayatı yaşa. İşte bu kitap sana Rabbinin senden istediği kulluğu öğretmek için gelmiştir. Haydi sen de dini sadece Allah’a ait kılarak, dinde Allah’a ortaklar bulmadan kulluk yap. Din bir hayat programıdır, din bir yaşam biçimidir. Sadece namaz değildir din. Sadece oruç, hac, ana-babaya itaat değildir din. Bir günlük, bir haftalık, bir aylık, bir yıllık, bir ömürlük hayatın tümünü içine alan bir hayat programıdır din.

Ahlâkıyla, imanıyla, ticaretiyle, ekonomisiyle, siyasetiyle, eğitimiyle, yemesiyle, içmesiyle, giyim-ku-şamıyla, evlenmesi boşanmasıyla bir gün, bir dünya yaşar ya insan, işte ana rahmine düştüğü andan itibaren başlayıp ölümüne kadar Allah’ın istediği, bu kitabın ortaya koyduğu bir din hayatı yaşayacaktır insan.

Allah bu kitabında bizden nasıl bir hayat istemişse, nasıl yememizi, nasıl içmemizi, nasıl giyinmemizi, nasıl yatmamızı, nasıl bir ekonomik hayat yaşamamızı, nasıl bir aile hayatı kurmamızı, nasıl baba olmamızı, nasıl ana olmamızı, nasıl evlât olmamızı istemişse karıştırmadan, Allah’a ortaklar bulmadan, hayatı, dini, zamanı, aileyi, toplumu parçalamadan sadece ve sadece Allah’ı dinlemek, Allah’a kulluk yapmak zorundayız. Halis din, saf din, katışıksız din Allah’ın dinidir. İlavesiz, eksiksiz din, Allah’ın dinidir. Dinin katışıksız, saf olanı Allah’a aittir. Hayatın tümüne karışan, hayatın tümünü dolduran, hayatı parçalamadan onun tümünde söz sahibi olan Allah’ın dinidir. Hayatın tümünde sadece Allah’a iman, sadece O’na kulluk, sadece O’nu dinlemek, sadece O’nu razı etmeye çalışmak, sadece O’nun hayat programını uygulamak Allah’ın dinini  yaşamakla  mümkündür…

Ama dini  hayatına  ortaklar  arayanlar  hem Allah’a hem de Allah’tan başkalarına kulluk yapanlar, hem Allah’ı hem de başkalarını dinleyenler, hem Allah’ın dinini uygulamaya hem de Allah’tan başkalarının dinlerini uygulamaya, Allah’tan başkalarının sistemlerini uygulamaya çalışanlar  büyük  bir  gafletin  içindedirler. Bir adamın hayatında, bir toplumun hayatında hayat programı olarak sadece Allah’ın dini olmalıyken, her konuda sadece Allah’ın dini söz sahibi olmalıyken, hayatın her bir kademesinde sadece Allah’ın dini geçerli olmalıyken, bunu terk edip hem Allah’a hem de Allah berisinde, hayatlarında söz sahibi kabul ettikleri bir kısım varlıkları, bir kısım insanları da dinleyenler Allahın  dinini  haklkıyla  anlayamamışlardır.

Hem Allah’ı razı etmeye çalışıp, hem de öteki Rabblerini, öteki İlâhlarını razı etmeye çalışanlar, çelişkili, şüphe  içinde bir din takip ediyorlar demektir. Hayatlarının  bazı bölümlerine Allah’ı karıştırıp, hayatlarının bazı bölümlerinde Allah’ı dinleyip, geri kalan bölümlerinde de öteki İlâhlarını söz sahibi kabul edenler, namaz, oruç, abdest gibi konularda Allah’ı söz sahibi bilip, Allah’ın dediklerini uygulayıp, hukuk, eğitim, miras, kılık-kıyafet, ekonomi, siyaset, ceza kanunları gibi konularda da öteki Rabblerini söz sahibi kabul edenler, Allah’ın dışında, Allah’ın dûnunda evliyalar, velîler kabul edip onların aldığı kararları da, onların yasalarını da uygulamaya çalışanlar, şirket içinde bir din kabul etmişler demektir.

Yâni hayatlarının din içerikli, âhiret içerikli bölümünde Allah’ın sistemini, Allah’ın dinini, Allah’ın şeriatını uygulayıp, dünya içerikli bölümünde de başkalarının dinlerini, başkalarının şeriatlarını, başkalarının sistemlerini uygulayanlar, dini Allah’a halis kılmaya yanaşmayanladır. Allah’tan başka velîler edinenlere, Allah’ın dışında bir takım karar merciî bulanlara, hayatlarında Allahın  gayrısında bir takım program yapıcısı, kanun koyucusu bulanlar, Allah’tan başka bir takım varlıkların da söz sahibi olduğunu iddia edenlere, Allah’tan başkalarına da kulluk edenler, Allah’tan başkalarına da dua edenlere, Allah’tan başkalarına da sığınanlara, “niye böyle şirke düşüyorsunuz, niye böyle Allah’a şirket içinde, ortaklık içinde bir kulluktan yanasınız,” denilince derler ki:

“Aslında biz Allah’a iman ediyoruz. Biz Allah’ı kabul ediyoruz, aslında bunlara kulluk etmiyoruz. Ama bizim Allah’ı bırakıp ta başkalarına yönelmemiz, başkalarını dinlememiz, başkalarını razı etmeye çalışmamız onların Allah’la bizim aramızda aracı, şefaatçi olmalarındandır. Biz bu varlıklarla Allah’a yaklaşabilmek için, bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye onları dinliyor, onları seviyor, onlara itaat ediyor dua ediyor, ibadet ediyoruz. Biz onlara kendimizi beğendirelim ki, onlar da bizi Allah’a beğendirsinler. Biz onların sevgilerini kazanalım ki onlar da bizi Allah’a sevdirsinler.

Biz onlara kulluk edelim ki, onlar da yarın Allah huzurunda bize şefaatçi olsunlar. Aslında bu varlıklar Allah katında şerefli, makbul varlıklardır. Bizim onlara kulluğumuz Allah’a kulluk, onları memnun etmemiz Allah’ı memnun etmemiz anlamına geldiği için bizler Allah’la aramıza bu insanları, bu müesseseleri, bu unsurları koyuyoruz, bunların eteğine yapışıyoruz,” diyorlar. Yâni kendi kendilerine Allah’a yaklaşma yöntemleri belirlemeye çalışıyorlar.Bir hadis-i kutside Rabbimiz şöyle buyurur:

**Benim kulum, üzerine farz kıldığım şeylerden daha sevgili hiçbir şey ile bana yaklaşamaz. Bir de nafilelerle kulum bana peyderpey yaklaşa yaklaşa nihayet öyle bir hale gelir ki, ben onu severim. O zaman ben onun işitmesine vasıta olan kulağı, görmesine vasıta olan gözü, tutan eli, yürüyen ayağı, anlayan kalbi, söyleyen dili olurum. Böyle bir kulum benden bir şey isterse, mutlaka veririm…**

Evet, bu hadis-i kutsiden de anlıyoruz ki bir kul Allah’ın kendisine farz kıldığı farizalardan daha fazla hiçbir şeyle Allah’a yaklaşamaz. Bir mü’min düşünün ki Allah’a yaklaşmak istiyor. Kim istemez ki bunu? Tüm hedefimiz, arzumuz bu değil mi? Öyleyse evvel emirde Allah’a yaklaşmanın yolu farzlardan geçmektedir. Farzlar yerine getirilmedikçe bu iş olmaz. Bu, bu işin vazgeçilmez lâzımıdır. Ben marifet ehliyim, ben Rabbimi biliyorum, ben O’nu çok seviyorum, ben O’nun için ölürüm,

benim kalbim temizdir, ben hacıyım, ben hoca çocuğuyum, ben filan zâtın müridiyim, ben falan cemaatin üyesiyim gibi iddialar  boşta  kalan  ifadelerdir.Bir  kıymet  ifade  etmezler.  Çünkü bu konuda ölçüyü koyan  Rabbimiz  Allah’tır. Her  türlü  İbadet  ve  kulluk  şekli, Allahın emrettiği  şekilde  olmalıdır. Bir kişi şu dediği şeyler konusunda samimi de olsa, bolca infak da etse, çokça nafile hacc da yapsa, geceleri şu kadar istiğfar da etse, farzları yerine getirmedikçe Allah’a yaklaşması mümkün değildir. Farzlar olmadan tek başına nafileler bir değer ifade etmez.

 

Halbuki şu anda halk arasında farzlara riayet etmediği halde nafileler konusunda çok hassas davranan kimseler yüce şahsiyet olarak algılanmaktadırlar. Farz olan namazı kılmazlar, farz olan tesettüre riayet etmezler, farz olan zekâtlarını tastamam vermezler, farz olan emr-i bil’maruf ve nehy-i anil’münkeri terk edip yatarlar, Allah’ın dininin hakimiyeti adına hiç bir gayretleri  eğer  yeterli  değilse ne  yazıkki  zarar  içindeyiz bu  tür  hareketlerden  kurtulmamız  zaruridir.

 

Asıl  olan Haktan yana olmak, hakkı ortaya koymak farzdır, ama adamlar saflarını bile belirlemiş değiller ise,Cihad ve tebliğ farzdır, ama bunu hiç dert edinmemişlerse, Allah’ın istediği gibi iman farzdır, ama birilerinin buna bakışı ters ise, Amentünün esaslarına iman farzdır, ama adamların anlayışı bozuk ise,Allah’ın hayata karşı tek Rab ve İlâh oluşuna iman farzdır, ama Allah’tan başkalarının yasalarını uygulama konusunda bir sıkıntıları yoksa. Her şeyi Allah’a irca etmek farzdır, ama onlar işlerini başkalarına götürüyorlarsa,

 

Hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna iman farzdır, ama onlar böyle düşünmezlerse, Mü’minleri kardeş bilmek, onları sevmek farzdır, ama onların elleri birbirlerini  boğazlıyorlarsa, Çocukcuklarını müslümanca eğitmek farzdır, ama onlar tutup evlatlarını allah  ve  din  düşmanlarına  teslim  ediyorlarsa,  Yalnız Allah’ı Rezzâk bilmek farzdır, ama onlar kendilerine başka Rezzâklar bulma sevdasındalarsa, Yâni farzları terk ediyorlar ve nafilelerle Allah’a yaklaşabileceklerini zannediyorlarsa kulluk  bilinci  ve  kulluk  şuuru  anlaşılmamış  demektir…

 

Şunu hiçbir zaman unutmayalım ki Allah’a yaklaşanlar iki gruptur. Bir başka ifadeyle Allah’a iki türlü yaklaşma usulü vardır:  Farzların, vâciplerin îfası ve haramların terk edilmesiyle. Çünkü biliyoruz ki haramların terk edilmesi de farzdır. Farzları îfa ve haramları terk etmekle beraber nafileleri de işleyerek. İşte Allah’a yaklaşabilmenin yolu da, usulü de budur. Bunun dışında başka bir yol Allah  korusun  kişiyi  sıratı  müstakimden  saptırır.

 

Allah’ın ve Resûlünün gösterdiği yolun dışında kişinin kendi kafasından koyduğu usullerle kişinin  kendi  indi  kanaatlarıyla Allah’a yaklaşması mümkün değildir. Çünkü farz ve nafileleri insanlar kendileri tespit edemezler. Bunların tespiti Allah ve Resûlüne aittir. Rabbimiz  Mâide sûresinde  Allah ve Resûlünün emir  ve  tavsiyelerine, kıstaslarına göre öyle olmadıkları halde kendi kıstaslarına göre Allah’a yakın olduklarını iddia eden yahudi ve Hıristiyanların sapıklıklarını şöyle  beyan  ediyor:

 

*** Yahudiler ve hıristiyanlar, „Biz Allah’ın oğulları ve sevgilileriyiz“ dediler.(Mâide 18)*** Halbuki onlar ne Allah’ın oğulları, ne sevgilileri, ne de dostlarıdır. Allah’a yakın da değillerdir. Onlar Allah’ın dinini terk etmiş düşmanlarından başkası değillerdir. Onlar böyle oldukları gibi, Allah’a yaklaşabilmek için putlara tapınan müşrikler de Allah’a yakın değillerdir. Çünkü Allah’a ancak Allah’ın belirlediği usullerle yaklaşılır. Bir  kimse, Allah’ın kitabından  ve Sünneti  seniyyeden sadır olmayan bir yolla bir usulle  bir  metodla Allah’a yaklaşmayı umarsa bilesiniz ki onun sonu hüsrandır.

 

Farzları yerine getiren, haramlardan kaçınan ve de nafileleri işleyen kimseler ancak Allah’a yaklaşabilirler. Bir  hadisi  Kutsi’de  mealen  şöyle  buyuruluyor: ** Kulum farzlardan sonra işleyeceği nafilelerle bana öylesine yaklaşır ki ben onu severim.** Allah’ın bizi sevmesi elbette hepimizin istediği şeydir. Peygamber  efendimiz (sav) münacaatında; “Ya Rabbi, beni sevdiklerinin içinde kıl, zira sen sevdiklerini mağfiret edersin.** buyurdu…

 

Yine  Peygamber  efendimiz (sav) bir  hadisinde  mealen şöyle  buyuruyor: ** Kulun Allah’a yaklaşma vesilelerinin en büyüklerinden birisi de düşünerek, kafa yorarak Kur’an okumasıdır. Bunun benzeri kişiyi Allah’a yaklaştıracak başka bir şey yoktur…** Sahabeden Habbab Bin Eret (ra)diyorki; “Allah’a gücün yettiği kadar yaklaş, bil ki Allah’a kendi sözünden daha yaklaştırıcı bir şey yoktur.” İnanıyoruzki; Allah’ın sözü Kur’an’dır. Nasıl ki bir insana onun kendi sözünden daha yakın bir şey yoksa, Allah’a da O’nun kendi sözü olan Kur’an’dan daha yakın bir şey olamaz. Kur’an Allah’ın kelâmıdır. Kur’an okurken bilesiniz ki O’nunla konuşuyorsunuz demektir.

Karşı karşıya yakınsınız demektir. Öyleyse bırakalım başka yollar, başka usuller aramayı da elimizden bu kitabı düşürmeyerek  sadece  ve  yalnız Rabbimize yaklaşma imkânları bulalım inşallah.

Peygamberimizin vefatına bir türlü inanmak istemeyen bazı sahabilere Ebu Bekir  efendimizin  uyarısı dikkate  şayandır şöyleki:* Kim Muhammed’e tapıyorsa bilsin ki Muhammed ölmüştür. Kim Allah’a kulluk ediyorsa bilsin ki Allah diridir, asla ölmez…* Şu  hususu  hiç  bir  zaman  unutmayalımki; İnsanlık tarihi, nefsini, heva ve heveslerini ilahlaştıran nice zalimlere ibretle şahit olmuştur.

 

Tarih boyunca kula kullukla, fani şahsiyetlere kölelikle tüketilen nice beyhude ömürler vardır. İnsanlık onur ve haysiyetini ayaklar altına alan, hak ve hakikat karşısında kör, sağır ve dilsiz kesilen nice gafil zihinler, taşlaşmış kalpler vardır. Oysa yüce kitabımız Kur’an’ın mukaddimesi olan Fatiha suresinde din-i mübin-i İslam’ın kulluk anlayışı bizlere açıkça takdim edilmiştir. Bizler bu sureyi her gün beş vakit namazımızda okur ve Rabbimize olan iman ve kulluk ahdimizi tekrarlarız.

 

Konumuzun  başında zikrettiğimiz şekilde: *** Rabbimiz! Ancak sana kulluk ederiz ve yalnız senden yardım dileriz. Bizi doğru yola ilet…*** diye dua ederiz. Şüphesiz ki bu doğru yol, Kur’an’ın ve Resûlullah’ın yoludur. Peygamber  efendimiz (sav), “Sözlerin en doğrusu Allah’ın Kitabıdır. Rehberliğin en güzeli Muhammed’in rehberliğidir.”  hadisiyle bu yolu bizlere beyan etmiştir.

Bu yol, insanlığa örnek kılınmış İslam ümmetinin on dört asırdır takip ettiği ana yoldur. Bu yol, insanı aydınlığa ulaştıran yegâne kurtuluş yoludur. Bu yolun yolcularına Rabbimizin ebedi nimetlerine mazhar olma müjdesi vardır.  Bu bereketli yolun yolcusu olmak, her şeyden önce Müslüman kimliğini ve şahsiyetini doğru bir şekilde inşa etmekten geçer. Bunun için bizler, Allahın  kitabını  ve Peygamberimizin rehberliğini baş tacı ederiz.

Onların hayat veren rahmet yüklü mesajlarıyla gönlümüzü, zihnimizi ve hayatımızı mamur etmek için gayret gösteririz. Rabbimizin, bizlerden istediği insanca bir hayat için, bizlere emanet verdiği nimetlerin değerini de bunları değerlendirmeyi de biliriz. Aklımızı başkalarının aklına, gönlümüzü başkalarının gönlüne, vicdanımızı başkalarının vicdanına esir etmeyiz. Ebedi kurtuluş beratımızın sadece Allah’a, Allah’ın rızasına bağlı olduğunu tasdik ederiz.

Bizlere kurtuluş beratı vaat edenleri, hakikatin sadece kendi elinde olduğunu iddia edenleri dikkate almayız. Varlığımızı fânî şahsiyetlerin değil, Rabbimizin rızasına; geçici menfaat ve beklentilere değil, bâkî hakikatlere adarız. Bu aydınlık  bu  nurlu  yolun neferleri olarak bizler, cehalet, tefrika ve yakılmak istenen fitne-fesat ateşine karşı uyanık davranırız. Kendimizin, değerlerimizin, inancımızın farkında oluruz. Onları yozlaştıracak, anlamsız kılacak tutum ve davranışlardan kaçınırız.

Yüce dinimize, Mukaddes Kitabımıza, Peygamber Efendimize (sav) aidiyetin, mensubiyetin, her türlü mensubiyetten üstün olduğunu kabul ederiz. Kur’ân-ı Kerim’in ve Peygamber  efendimizin (sav) dosdoğru yolunun yolcuları olarak  hayatımızı  geri  kalanını  Allah  rızası  dogrultusunda  yaşamaya  gayret  ederiz. Bir  hadisi  şerifle konumuzu  bağlayalım  inşaallah, Muaz  (Ra)  rivayet  ediyor  mealen  şöyle:** Allllahım, seni zikretmekte, sana şükretmekte ve senin ibadetini iyi yapmakta bana yardım et…**(Ebû Dâvud.) Rabbimiz  bizleri  kulluk  şuurunu  hakkıyla  kuşananlardan  eylesin…

Allah’ım Bize imanı sevdir, kalplerimizi imanla süsle. Bizleri sana şükreden, seni zikreden, sana itaat eden, sadece sana kul olan, sana yönelip yakaranlardan eyle… Allah’ım,Suret-i Haktan görünerek bu milletin arasına fitne ve fesat tohumları ekmek isteyen münafıklara, bozgunculara fırsat verme. Bizi din ile, iman ile, Kur’an ile, Peygamber ile aldatanlardan ve aldananlardan eyleme Allah’ım. Bizleri  kulluk  şuurundan  ayırma. Bizleri  kul  olma  bilinciyle  hareket  edenlerden  eyle. Bizleri  senin  dosdoğru  yolun  olan  SIRATI  MÜSTAKİMDEN  ayırma. Sen  her şeylere  kadirsin  Allahım…Amin…

Sermedkadir…LU…16.09.2016…

 

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht.