Laiklik Üzerine Notlar

Rabbimiz Fatır suresi ayet.13.te mealen şöyle buyurmaktadır: *** Allah, geceyi gündüzün içine sokar, gündüzü de gecenin içine sokar; güneş ve ayı emri altına almıştır. Her biri belirtilmiş bir süreye kadar akıp gider. İşte (bütün bunları yapan) Rabbiniz Allah’tır. Mülk O’nundur. O’nu bırakıp da kendilerine taptıklarınız ise, bir çekirdek kabuğuna bile sahip değillerdir…***

Laiklik, Laiklik, Materyalistlik ile karşılıklı münasebetleri olan akraba doktrinlerdir. Hayatın materyalist görüşle tefsirinde batı medeniyetinin eriştigi merhale laiklik merhalesi olmuştur. Bu merhalede devlet kiliseden ayrılmış ve ilmin muhtelif kolları Allaha inanmaktan vazgeçmiştir. Bu merhalede, en sonunda, bütün hakikatlerin maddi oldugunu söyleyen materyalizme kapılar ardına kadar açılmıştır. Denilebilirki Laikligin doguşu iki faktöre borçludur. Birincisi hristiyanlıktır. Bir kaç çag önce, batı dünyasının yegane dini olan hristiyanlık “Kayserin hakkını kaysere, Allahın hakkını allaha verin” temelini getirmiştir. Bu suretle hristiyanlık, insan hayatını birbirinden tamamıyle ayrı iki bölüme ayırmıştır. Bunlardan biri Allah ile ilgili RUHANİ bölüm, öteki insanların yol gösterip idare ettigi dünya hayatı bölümü… (Ramazan Nazlı. Faşizm, komunizm ve İslam)

İşte tam burada Laiklik kavramının mahiyetine bakabiliriz. Laiklik, din ve dünya otoritelerinin, bir¬birlerinin faaliyet alanlarına karışmadan, kendilerine mahsus haklarını, görevlerini ve yetkilerini kullanabilmelerine imkan veren siyasal yönetim biçimini belirleyen, sistemdir, ilkedir. La¬iklik, laik (laique-laicus) kelimesinden gelmekte olup „avam“, „ahali“, „ruhban“ sınıfına ve ruhaniyete ait olmayan düşün ve yaşam biçimini ifade etmek için kullanı¬lan bir deyimdir. Bu kavram önüne bazı isimler getirilerek sıfat olarak kullanıl¬makta ve laik toplum, laik devlet, laik sis¬tem gibi tanımlamalar yapılmaktadır. Es¬ki Yunan toplumunda sıradan halk kesi¬mini ifade eden laik kavramı, Hıristiyan Batı dünyasının toplum yapısında Kilise örgütünde yani dini bakımdan görevli olmayan, Kilise ile ilişkisi bulunmayan toplumsal grup için kullanılmıştır. Ortaçağ Avrupası’nda katolik toplumlar laikler ve ruh¬banlardan oluşuyorlardı ve La¬icus’un karşıtı olan Clericus, katolik dini¬nin hiyerarşik bir yapı çerçevesinde Papa’ya kadar uzanan ve tam anlamıyla dini içerigi olan „emir-komuta“ zinciri içinde yer alan Ruhbanları anlatıyordu.

Laiklik çeşitli şekillerde tanımlanmıştır. Genel bir tanımla laiklik, dinin dünya, özellikle devlet işlerine karıştırılmaması ve buna karşılık devletin de dine karşı leh ve¬ya aleyhte bir tavır takınmaması ilkesidir. Din eksenli ilkelerin siyasal hayatta etkili olma¬ması ve siyasal iktidarın dini bakımdan akım ve gö¬rüşler karşısında yansızlığı, tarafsızlıgı anlamına da gelen laiklik, en genel anlamı ile din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması şek¬linde tanımlanabilir, ifade edilebilir. Laiklik, Avrupa’da uzun bir tarihi gelişi¬min, toplumsal ve siyasal şartların ortaya koyduğu bir kurumdur. Devletin varlığını koruyabilmesinin gerekli bir şartı olarak doğmuştur. Bu mesele, çok daha son¬raları bir gaye, „modern devlet“in ayrılmaz bir unsuru, devletin hukuki yapısıyla ilgili temel bir ilke olarak kabul ve müdafaa edilmeden önce kilisenin veya devletin birbirine üstünlüğü, başka bir deyişle; devletin var olması veya olmamasıyla ilgi¬li bir mesele olarak görülmüştür. Hıristiyanlıktan önceki siyasal doktrinlerde böyle bir kavram sözkonusu değildir. Ancak Hıristiyanlığın doğusuyla da, mesele bir¬denbire ortaya çıkmamıştır. Hıristiyan¬lık, başta cismani iktidarla tamamen ilgi¬siz bir halde, yalnız ferde hitap ederek, konusuna yalnız bireyi seçerek, fertlerin ruhi alanları içinde gelişmekteydi. Şurası bir gerçektirki tarih boyunca Kilise ve devleti idare edenler güç gösterilerini devam ettirmişlerdir. Hı¬ristiyanlık birkaç yüzyıl içinde etki alanını genişletti ve bütün Roma İmparatorluğu¬nu kaplayacak hale geldi. Dünya saltanatı¬nın yani devlet iktidarının başında bulanan İmparatorun Hıristiyanlığı kabul etmesiyle dinin dünya ile ilgi kurması durumu ortaya çıkıyordu.

Gerçi Kilise başta devlet idaresine direkt olarak talip olmamıştır ama uygulamaların bütünü göz önüne alınacak olursa, ekonomik ve siyasal alanlardaki kurumlarıyla yeni bir siyasal düzeni de hedefledigi görülecekti. Kilise kendini devlet içinde daha emniyetli hissedebilmesi bakımından bir yandan bu durumu memnuniyetle karşılarken, öte yandan kendi elinde tuttugu Ruhani iktidarı bu yoldan devlete kaptırmanın korkusunu taşıyordu. Devlet ve kilise iktidarının ayrılması fikri ile, dinin dünya ile de ilgi kurması durumunu ileri sürüyordu. Halbuki kilise bu dönemde kendisini zaten imparatordan üstün tutuyor herkese de bunu hissettirmesini başarıyordu. Kilise, milyonlarca insanı kendi kurumunda baglı tutuyor, ama bir devlet idaresi için hazırlıksız görünüyordu. Daha dogrusu belkide dünyayı kilise duvarlarının ardından idare etmeyi, suya sabuna karışmıyormuş gibi görünmeyi tercih ediyordu. Kilise uygun bir ortam gelinceye kadar kendisini gizlemesi gerekiyor, hatta bunun için devlete taviz vermekten çekinmiyordu.

Gerçekten kilisenin devlete ilk tavizi beşinci yüzyılda Papa birinci Gelasius eliyle verildi. Gelasius devlet ve kilise iktidarının ayrılması fikrini ileri sürüyordu. Halbuki kilise bu dönemde kendisini imparatordan zaten üstün tutuyor, herkesede bunu hissettirmesini başarıyordu. Papa bu yolda ileriye bir yatırım yaptıgını düşünürken, aslında kendisini işin başında maglup düşürdügünün farkına varmıyordu. Bununla birlikte kilise bazan aktif, bazan pasif faaliyetlerle bütün prensleri itaat altına almaya çalışıyor, papalıgı bütün hristiyanlıgın üzerinde tek hükümranlık merkezi haline getirmeye çalışıyordu. Dokuzuncu yüzyılda kilisenin büyük bir başarısı, Papanın bir kurnazlıkla İmparator Şarlmana Sen Piyer kilisesinde taç giydirmesiydi. Bu olay açıkça papanın İmparatora üstünlügü anlamını taşıyordu. Çünkü Papa böylece iktidarı, taç giydirme yoluyla İmparatora kendisinin verdigini ifade ediyordu. Papalıgın üstünlügü bazan zayıflayarak, bazanda güçlenerek Onbeşinci yüzyılda Reform hareketine kadar sürdü. Bu dönemde kilisedevletler üzerindeki nüfuzunu kaybetmiş, papalıktan ayrı milli kiliseler kurulmaya başlamıştır.

Olayların tarihi akışı içinde durumu böyleyken, doktrin alanında da kilise ve devlet ilişkileri arasında çeşitli düşünceler ileri sürülüyordu…Bu düşünceleri üç küme altında toplayabiliriz. Birincisine göre, kilise Ruhani iktidarı temsil ve ifade ettigine, ruhun da maddeye üstünlügü tartışılmaz bir gerçek olduguna göre, kilise devletin üstündedir, yani devlet kiliseye baglı kalmalıdır. İkinci düşünce, Dinin devlet içinde toplumsal bir kurum oldugu noktasından hareket ederek devleti kiliseden üstün tutar ve kiliseyi devlete baglı görmek ister. Üçüncü görüş, Ruhani ve cismani iktidarların mahiyetleri geregi birbirlerinden ayrı oldugunu söyleyerek, aralarında bir üstünlügün sözkonusu olamayacagını, bunların birbirlerinden tamamen bagımsız, birbirlerine karışmayan iki bagımsız iktidar olarak kalmaları gerektigini ileri sürer. Bu görüşlerden başka, bunlardan bazan birine bazan da ötekine yaklaşarak daha pek çok uzlaşmacı görüşler teklif edilmiştir. Bu arada realiteler nazara alınarak Pa¬palığa bağlı bir devletin insanları köle du¬rumuna düşüreceği meselesi üzerinde önemle durulmuştur. Çünkü kilise, da¬ima İmtiyazlı bir durumda bulunuyor, in¬sanları sömürüyor, istismar ediyordu. Re¬formcular, bu kilisenin elinde oyuncak et¬tiği insanı kurtarmak için kiliseyi orta yer¬den çıkarmak istiyor, bunu başarabilmek için de devlete dayanmak zorunda kalıyor¬lar, bu yüzden de ister istemez devletin en yüksek otorite olduğunu savunuyorlar¬dı. Ne var ki, Reformcular insanı kilisenin otoritesinden kurtaralım derken, onu dev¬letin otoritesi altına soktular, oysa istedik¬leri şey, sadece kilisenin insanlar üzerin¬deki otoritesini yok etmekti.

Ferdin bütün haklarını silip süpürerek devlete mutlak bir otorite veren bu görüş, ilerde başka teorilerle çözümünü bekler¬ken böylece kilisenin devlete üstünlük id¬diaları kaldırılmış, devlet kiliseden müsta¬kil, otoritesi kendinde mündemiç,saklı bir hale getirilmiş bulunuyordu. Artık kilise hiç¬bir biçimde devlete müdahale edemeye¬cek, buna karşılık devlet de din konusun¬daki işlerde kiliseye karışmayacaktı. Kili¬senin otoritesini kaldırarak devletin otori¬tesini mutlak şekilde sağlamak için ileri sürülen bu görüş zihinlerde öylesine yer etmişti ki katolik yazarlar bile görüşlerinde, kilisenin ödevini devlete verecek kadar ileri giderek bu düşünceyi savunacaklardır. Böylece laiklik Avru¬pa’da kilisenin devlete yenilgisini ifade edecek şekilde, fakat „gaye“ olarak değil de, sosyal ve siyasal yapının gerektirdiği „sonuç“ olarak ortaya çıkmış¬tır.

Artık devlet, dine bir „vicdan mesele¬si“ gözüyle bakacak, böyle olduğu müd¬detçe de ona saygı gösterecek bir bünye kazanmış olacaktı. Laik bir siyasi-idari sistemde her türlü hukuk düzenlemeleri, kamu bürokrasisi¬nin örgütlenmesi ve işleyişi dinden bağım¬sız olarak gerçekleşmektedir. Siyasi-idari sistem çağdaş dünyada hem laikleşmek¬te, hem de yasal bir orotire temeli¬ne doğru ilerlemektedir.Yönetimde gö¬revli olanlar,dinin emir ve talimatlarına gö¬re değil, dünyevi otoritelerin rasyonel ve laik düzenlemelerine göre hareket etmek¬teler. Laik sistemde dini hiçbir iş, bir ka¬mu işi olarak kabul edilmemekte ve dev¬let dini işlere karışmamaktadır. Daha dogrusu karıştırılmak istenmemektedir.

Din kamu¬sunda yönetim, kendini tamamen tarafsız ve kayıtsız görmektedir. Din ve vicdan hürriyetine göre, herkes istediği şeye inanmakta ve yönetimin bundan dolayı insanlar arasında bir ayrım yapmaması istenmektedir. Laik sistemlerde yönetim ve din ilişkile¬rinde görülen bu iki kurumun birbirine karşı özerk oluşları, dinin toplum hayatın¬da hiçbir etkisinin bulunmadığı anlamına gelmemektedir. Din, çeşitli şekillerde in¬sanların davranışlarını etkilemeye ve siya¬si-idari sistemin örgütlenmesinden de et¬kilenmeye devam etmektedir. Laiklik ilkesi ile yönetim-din ilişkileri la¬ik devletlerin anayasalarında farklı şekil¬lerde düzenlenmiştir. Batı‘ da bazı ülkeler¬de din,“devlet dini“ olarak anayasalarda yer almış, bazı ülkelerde ise devlet dinler karşısında tarafsız kalmıştır. Aslında laik sistemlerde bir „milli din“ olgusu yoktur; din, devletin örgütlenmesinde yer alma¬mıştır.

Fransa, Almanya, Belçîka ve Hollanda, laik sistem gereği „milli din“lere sahip degidirler. İsveç, Danimarka, Norveç, İngiltere, Portekiz ve İtalya’da „milli din“ler bulunmakla birlikte, bir „te¬okrasi“ yani dine dayalı bir yönetim şekli kapsamında değildirler. Bu ülkelerde „milli din“lere rağmen geniş bir hoşgörü anlayı¬şı yerleşmiş olduğundan „milli din“ lerin dışındaki dînlerin de yaşama hakları bu¬lunmaktadır. Laik Batı ülkelerinde doğmuş olan „dine dayalı partiler“, siyasi hayatta dinin etkisini ör¬gütlü olarak sürdürmektedirler. „Tutucu-Gelenekçi,muhafazakar tabir edilen çizgide yer alan bu parti¬ler, kilise tarafından desteklenmekte ve dine karşı yönelen eleştirileri yumuşat¬maktadır. Batı ülkelerinin bazılarında din¬ taraftarı partiler yoksa da, dinin siyasi ve sosyal davranışlar üzerindeki etkisi devam et¬mektedir, din, sosyal sınıf ve siyasi davra¬nışlar üzerinde yapılan akademik araştırma¬lar, dindarlıkla sosyo-politik davranışlar arasında gerçekçi bir ilişkinin varlığını or¬taya koymuştur.

Laik yönetim sistemlerinin örgütlenme¬si Fransız ihtilalini izleyen çağda Batı’da gerçekleşmiştir. Laik örgütlenme, uzun mücadelelerin ve siyasi-idari sistemdeki dönüşümlerin sonunda ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla laiklik her dine karşı aynı ifadelerle kendini ispatlaması düşünülemez. Örnegin, İslamiyetin doğuş ve gelişme şartları Hıristiyanlıktan büsbütün ayrıdır. İslamiye¬tin doğuşunda, Hıristiyanlıkta olduğu gi¬bi, din otoritesiyle devlet arasında çekiş¬meye yol açacak bir ortam sözkonusu de¬ğildi. Peygamber Efendimizin (sav) hicretiyle Medi¬ne’de, İslamiyet, Hıristiyanlığın karşılaştı¬ğı gibi, kendisini kurulu bir devlete kabul ettirme durumunda değildi. İslam, Medi¬ne’de sebebi ve sonucu kendisine daya¬nan bir devleti yani İslam Devletini meydana getirmişti.

Avrupa’da olduğu gibi ruhani ve cismani adı altında iki otorite sözkonu¬su değildi, bir tek iktidar, bir tek devlet vardı. O da siyasi, sosyal, hukuki teşkilat ve yapı bakımından tamamen orijinal, otoritesini kendinden başka hiçbir dünye¬vi kudrete borçlu olmayan İslam Devletiy¬di. Burada, şu noktayı belirtmek gerek: La¬iklik, doğusundaki sebep ve şartlar gözönüne alınırsa, devletin dine karşı toleran¬sı anlamına gelmez. Bu kavrama, bu an¬lam daha sonraları verilmiştir. Başlangıç¬taki ifadesiyle laiklik, sadece din ve devlet otoritelerinin ayrılmasına işaret ediyor¬du, devletin dine toleransı ise konusu dü¬şünce, söz, yazı ve vicdan hürriyetleri olan daha sonraki Fransa İhtilaline sebep olan ve ihtilalden sonra gelişen teorilerin ko¬nusu olmuş, aralarındaki sıkı yakınlık do¬layısıyla, hatta, vicdan hürriyeti ve laiklik eşanlamlı kullanılmaya başlanmıştır.

Eğer laiklik, sırf devletin dine toleransı ve vicdan hürriyeti anlamını taşısaydı, İslam Devletine de laik demek gerekecekti. Çünkü İslam Devleti, kuruluşundan beri Öbür dinlere daima müsamahalıydı. Fa¬kat bu keyfiyet İslam devletine laik deme¬mizi gerektirecek bir sebep değildir. Çün¬kü İslam devleti, İslam dininin getirdiği hukuk kaidelerine, onun kurduğu sosyal müesseselere, kurumlara göre idare edilen bir Din devletiydi. Hukuk kaideleri bu dinin dışın¬dan, başka bir otoriteden gelmiyordu. Devlet başkanının ruhani ve cismani diye birbirinden ayrılmış sıfatları yoktu. Çün¬kü İslamiyet kendi din kaidelerini dünya işlerini de düzenleyecek bir şekilde vaz’etmişti. Mesela, Osmanlı İmparatorluğu’nun laik bir top¬lum kategorisi içine dahil edilip edileme¬yeceği konusunda iki farklı görüşün varlığından sözedilebilir. Bir grup yazar, Os¬manlı İmparatorluğu’nda dini toleransın, hükümdarın kişiliğine bağlı olmaksızın kurumsallaşmasını, yani, farklı dini grup¬ların iktisada, adalete, dine ve eğitime ilişkin konularda serbest bırakılmalarını laik¬lik olarak karşılamaktadır. Bu görüşün aksini savunan bazı bilim adamı ise, Osmanlı devlet ve toplum hayatında¬ki gerçek uygulamaya Şeriat’ten ziyade dünyevi otorite tarafından ortaya koyulan kuralların (örf-i sultani) hükmettiğini be¬lirterek Osmanlı İmparatorluğu’nun dini bir devlet sayılamayacağını vurgulamakta¬dırlar. Diğer yandan, Osmanlı İmparatorlu¬ğu’na laik demenin mümkün olmadığını savunanlar da çözümlemelerini şu kriter¬lere dayandırmaktadırlar: Osmanlı toplu¬munun, resmen, dini gruplar esasına da¬yalı „millet’lere bölünmesi ve toplumsal hayatın çeşitli yönlerinin (adalet, eğitim vb.) farklı din gruplarının başında olan di¬ni liderler tarafından yönlendirilmesi onu laiklikten ayırır.

Laik bir toplum her cinsi¬yete ve dine mensup insanların farklı dü¬zenleme ve normlara tabi olmadığı, aynı yasalarla yönetildiği bir toplumsal yapıyı ifade etmektedir. Ayrıca, Osmanlı padi¬şahlarının hilafet unvanına sahip olmala¬rı, esasen hakimiyetin meşruiyyetinin ila¬hi bir kaynağa dayandırıldığını ve böylece Osmanlı devlet ve toplum hayatındaki İde¬olojinin laik olmadığını göstermektedir. Bu çözümlemeye göre, Tanzimat döne¬mi, laiklik yönünde, özellikle de hukuk ve eğitim alanlarında önemli adımların atıl¬dığı, ancak dualist bir yapının yine de sür¬dürüldüğü bir geçiş dönemi olarak karşı¬mıza çıkmaktadır. (Sosyal bilimler A.)

Tarihi süreci böylece ifade ettigimizde görürüzki; Laikligin doguşu iki faktöre borçludur. Birincisi Hristiyanlıktır. Görüldügü gibi sıkı bir hristiyan olan neredeyse batının tümü düşünce olarak tabir caizse Kayzerin hakkını kayzere, Allahın hakkını Allaha verin temelin oturmuş görünmektedir. Bu suretle hristiyanlık, insan hayatını tamamen birbirinden ayrı iki bölüme yöneltmiştir. Bunlardan biri Allah ile ilgili Ruhani bölüm, öteki insanların yol gösterip idare ettigi dünya hayatı bölümü. Hani Laikligin bilinen ifadesi; Din ayrı, dünya ayrı diye ifade edilen, hristiyan batı görüşü…

Laiklik ideolojisi hakkında iyi düşündügümüz zaman görürüzki bu konuda ancak iki düşünce tarzı mümkündür. Birincisi, Bir cemiyetin, toplumun Allaha ve dine inancı olur, fakat dünya hayatında ona kesinlikle inanmaz ve bunun sonucunda onun düşünce tarzı materyalist bir dünya görüşü olur. Bunu zamanımız 2011. Dünyasında tek bir yönetim modeli olarak toplumlara dayatmaları örnegini gösterebiliriz. İkincisi, Dine, Allaha, mukaddesata toleranslı davranan, müsamaha gösteren Laiklik hiç şüphemiz yokturki ateistlige, Allahsız bir toplum ortaya koymaya atılmış bir başlangıç adımıdır. Bu adım devlet eliyle ve anayasa hükümleriyle desteklenmektedir. Mesela Hristiyanlıgın avrupaya gelişinin bir sonucu olarak meydana gelen hristiyan imparatorlugu aslında laik degil, teokratikti yani dine dayalı bir sistem şeklindeydi.

Ondan sonra devletin ve kilisenin çalışma alanlarının birbirinden ayrıldıgı zamanlar yaşandı ve hristiyan devletler tabir caizse o zaman laikleştiler. Bu laiklik tedricen yani sindire sindire gerçekleşti ve dinin daha dogrusu kilisenin hem otoritesini ve hem de itibarını sarstı. Fazlurrahman Ensari adlı bilim adamı “İlim ve felsefeden dine” adlı eserinde Laikligi şöyle tarif ediyor: * Daha önce de işaret edildigi gibi, modern batı medeniyeti bütün pratik gayeler için, içine Allah fikrini yalnız saçma ve uydurma bir nesne gibi ithal edildigi bir medeniyettir. Batılı milletler uzun bir zamandan beri teslise yani üçlemeye inanırlar. Şimdi onlar hristiyanlıgın üçleme yani baba, ogul ve ruhul kudüsü, laikleştirmişler ve yeni bir üçüze kapı aralamışlardır. Bunlar Servet yani para, Şarap ve kadın. Bunlar batı medeniyetinin bugün taptıgı yeni ilahlardır… (R.Nazlı.Faşizm, Komunizm ve İslam.s.387.)

Muhammed kutub laiklik hususunda şöyle yazıyor: ilmaniye batı dillerinde yer alan:” Sekularizm, sekularite” kelimesinin arapçaya tercümesidir. Fakat bu tercüme, sanki kelimenin ilimle bir ilgisi varmış izlemnimini verdiginden dolayı saptırıcıdır. Halbuki batının kendi asli dillerinde bu kelimenin ilimle her hangi bir ilgisi yoktur. Aksine batı dillerinde bu kelime ile kast edilen şey: Hayatı dinden uzak temeller üzerinde yükseltmek, yahutta din ile hayat arasında tam bir ayırıcı çizgi ortaya koymaktır.

Secularizm, hedefi insanları ahiret ile ilgilenmekten alıkoyup, yalnızca dünya hayatı ile ilgilenmeye yöneltmek olan sosyal bir harekettir. Çünkü Ortaçaglarda insanlar dünyadan mümkün oldugunca uzaklaşıp, Allah ve ahiret günü hakkında alabildigine düşünmek ile ilgili olarak büyük bir arzu ve iştiyak duyuyorlardı. İşte bu arzu ve iştiyaka karşı durmak için Sekularizm insani yani humanist duyguları geliştirme noktasında hareketle ortaya çıktı. Sekularizmin ortaya çıkışı insanların beşeri, kültürel başarıları ve hayat içerisinde arzularını gerçekleştirme imkanları ile ilgili olarak akıllarını ortaya koymak istedikleri Rönesans döneminde başladı. Sekülarizme yöneliş modern tarih boyunca sürekli olarak degişime ugradı, dine ve hristiyanlıga karşı bir hareket olarak kabul edilegeldi.

Böylelikle bu kelimenin yani laiklik, sekularizm kelimesinin ilimle herhangi bir ilgisinin bulunmadıgı açıkça ortaya çıkmaktadır. Onun ilgisi “DİN” iledir. Fakat bu ilgi olumsuz bir temel üzerindedir. Yani dini ve dini degerleri hayattan uzaklaştırma temeli üzerindedir. O yüzden bu kelimenin Arapçaya tercüme edilmesi halinde ona en uygun düşecek kelime “LA DİNİYE “ yani din dışılık kelimesidir. Bu tercümeyi yaparken Batıda Sekularizm savunucularının, dine karşı düşmanlık beslemediklerini, sadece dini pratik hayatın siyasi, ekonomik, sosyal, fikri ve benzeri alanlardan uzaklaştırmakla yetindiklerini, fakat insanlara şahsi bir mizaç olması ve pratik hayatla hiç bir ilgisi bulunmaması şartıyla ve ferdi bir itikad olması dine baglılık hürriyetini de bıraktıgı şeklindeki iddialarını göz önünde bulundurmak söz konusu degildir… Gerçek şu ki “LA DİNİYE” bu görüşün sahipleri açısından, bu kelime ile neyin kast edildigini anlatmak için en uygun bir tercümedir, LAİKLİK yani DİN DIŞILIK.

Fakat bizler buna ragmen, bu tercümenin titizlikten uzak oldugunu açıklamakla birlikte, herkes tarafından bilinen terimi kullanmaya devam edecegiz. Ta ki Arapça yazan yazarlar, bu saptırıcı kelimeyi bir kenara bırakıp daha uygun ve daha hassas bir kelime kullanma üzerinde ittifak edinceye kadar. Her şeyden önce, dinin bir kenara itilmesi ve dinin pratik hayattan uzaklaştırılması laikligin, ilmaniyenin, sekularizmin özüdür. Avrupada Sekularizmin doguşu, olayların akışı ile birlikte ele alındıgında ilk anda mantıki gibi görünmektedir. Bizler oluşan şartları göz önüne getirdigimizde, yani kilisenin Allahın indirdigi din ile nasıl oynadıgına, nasıl tahrif edip tanınmaz hale getirdigine ve insanlara dinden nefret ettirecek bir şekilde sunduguna; bütün bunlara karşılık insanların bu oyunu düzeltmek ve Allah tarafından indirilen saglam esaslara irca edebilmek için başvuracakları Allahın kudret ve iradesi ile çaglar boyunca her türlü oyun ve tahriften muhafaza edilmiş Kuran gibi bir kaynakları bulunmadıgına göz attıgımız takdirde, Avrupada Laikligin, Sekularizmin ortaya çıkışını, olayların akışı ile birlikte mantıki görebiliriz. İnsan fıtratı itibarıyla ibadete egilimli ve din de fıtratın bir parçası ya da tabiatı olduguna göre, Avrupanın içinde bulundugu böyle bir durumda dosdogru yolu izleyen insanın, metninde ve açıklamalarında bu tür tahriflerle kuşatılmış bu şekildeki bir dini bir kenara bırakması ve bu dinin baglılarının hayatında yer alan bütün sapmaları bir tarafa itmesi gerekirdi. Aynı kişinin bunun arkasından dosdogru olan dini araştırıp, ona baglanması da gerekirdi.

Avrupa ilk işi yaparak Kilisenin dinini gerçektende bir kenara itti. Fakat şu ana kadar elle tutulur bir vakıa halinde sagda solda dagınık kişileri ayırırsak, ikinci hususu yerine getirmiş degildir. O bakımdan diyoruzki; Avrupada dinin etrafını sarmış bulunan şartlar yorumlayıcıdır, fakat gerekçe olamaz. Bu şartlar avrupada insanların dinden uzaklaşmalarını yorumlayabilir, fakat onlar için masum bir gerekçe olamaz. Çünkü insanın yaratıcısından uzak kalmasına, kulların emrettigi şekilde hem birligine itikad etmesine, hem de ibadtleri yalnız O’na yapmasına ya da şeriatını uygulamak için kullarına farz kıldıgı şekilde ibadeti bir kenara bırakmasına kesinlikle hiç bir şey gerekçe olamaz. Rönesans tümüyle Kilisenin düşüncesinin etkisine ve insan üzerindeki mevcut baskıya bir tepki olduguna göre ve tepkilerde çogunlukla akıllıca düşünmek, basiretle hareket etmek, işleri iyiden iyiye ölçüp biçmek ve dengeli olmak degilde, şuursuzca sürüklenmek oldugundan…

Avrupada Rönesans ile, yoldaki bütün ilahi işaretleri kaldıran bir sürüklenişe kendisini kaptırdı. İster bu işaretler gerçekten ilahi olsun, istersede kilise tarafından ilahi oldugu ileri sürülsün, ayırım gözetilmedi. Bunların yerine insan yapısı beşeri bir takım işaretler ortaya koydugu gibi; yerlerine dünya hayatı ile ilgili olanları koymak gayesiyle ahiret ile ilişkisi bulunan her işareti de kaldırıp attı. İşte bu avrupalıların tanımladıkları Laikligin, sekularizmin başlangıcını teşkil eder. (Muhammed Kutub.Çagdaş fikir akımları)

Nasıl Avrupalı başlangıcından günümüze kadar bu ideolojiyi bayraklaştırdıysa, aynı hal günümüz Türkiyesinde de bilfiil sürmektedir. Aradaki fark birisi hristiyan Avrupa digeri ise Halkının yüzde doksan dokuzunun Müslüman oldugu ifade edilen ülkemizde de ne yazıkki aynı durumda yani bir farklılık göremiyoruz. Laiklik yani Allahın dinini hayattan koparma çabası içinde olan ideoloji, din dışı hayat tarzı, Allahın kanununun degilde, insan unsurunun ortaya koydugu yasalara uyma, itaat etme faaliyetleri bilfiil devam etmekte. Allah sonumuzu hayırlara vesile olacak gayretlere yönlendirsin. Bizi bize bırakmasın. Bizleri Kuran ve Sünneti seniyye nuruyla nurlandırsın. Bizleri Sıratı müstakimden ayırmasın.Sen her şeylere kadirsin Allahım…Amin…

Sermedkadir…Lu…04.10.2011

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht.