Mâûn Sûresi Üzerine Notlar

1. “Ey Muhammed! Dini yalan sayanı gördün mü? 2-3. Öksüzü kakıştıran, yoksulu doyurmağa yanaşmayan kimse işte odur. 4. Vay o namaz kılanların haline ki: 5. Onlar kıldıkları namazdan gafildirler. 6. Onlar gösteriş yaparlar. 7. Onlar (eğreti olarak) basit şeyleri dahi vermezler.” Kulluk kitabımızın 107 sırasına yerleştirilmiş Eraeyte, Din, Mâ-ûn gibi isimlerle anılan Kur’an hakkında söz söyleme hakkına sahip olan âlimlerimizden kimilerinin Mekkî, kimilerinin Medenî, Âlûsî gibi kimilerinin de yarısı Mekkî yarısı Medenî dedikleri, Mekkî bölümünün (a.s)Bin Vail, Medenî bölümünün de meşhur Medineli münâfık Abdul-lah Bin Übey bin Selül hakkında indiği ifade  edilen  suredir Maun  suresi…

Tefsirlere  baktıgımızda bu  sureden anlaşılanların  bazıları  şöyle ifade  etmekte: Surede Maundan söz edildiği, Mâûnun da zekât olduğunu anlayanlar sûrenin Medenî olduğunu söylemişler. Ama Mâûnun zekâtın dışındaki sadakalar da olabileceğini iddia edenler de sûrenin Mekkî olduğunu söylemişler. Yine sûrede nifaktan ve münâfıklardan söz edilmesi de sûrenin Medenî olabileceği ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Çünkü münâfık Medine toplumunun insanıdır. Münâfık Medine toplumunda görülür. Mekke’de münâfık yoktur. İslâm’ın ve Müslümanların zayıf olduğu bir toplumda münâfıklığa gerek de yoktur. Kâfir böyle bir toplumda kâfirliğini gizleme zarureti duymaz. Ama Medine toplumunda, yâni İslâm’ın ve Müslümanların güçlü olduğu toplumlarda kâfir ya korkusundan, ya da menfaatlerini kaybetmemek için Müslüman gö-rünme zarureti duyabilir.

Sûrede gösteriş için namaz kılanlardan söz ediliyor. Mekke’de böyle bir şey yoktu. Mekke’de gerçek bir Müslüman için bile namaz kılmak ve cemaate katılmak çok zor bir olaydı. Gizli gizli namaz kılı-yordu Müslümanlar. Böyle bir ortamda ben Müslümanım demek bile âdeta işkenceye adaylığını koymaktı. Böyle bir ortamda Müslüman ol-madıkları halde ben de Müslümanım diye gösteriş için namaza ko-şanlar değil, îman ettikleri halde sosyal statülerini kaybetmemek için kimi zayıf Müslümanlar îmanlarını bile gizlemek durumundaydı. İşte bu sebeplerden ötürü bu sûrenin Medenî olduğunu söyleyenler ol-muşsa da âlimlerimizin ekseriyetinin görüşü sûrenin Mekkî oluşudur doğrusunu Allah bilir diyoruz.

Ayrıca, Sûrede âhireti, âhiretteki hesap ve kitabı reddeden, yalan sa-yan ve bu ölüm ötesi hayatı yalanlama konusunun her ikisinin de or-tak özelliği olduğu iki grup insan anlatılır. Bunlardan birincisi kâfirler. Allah’a inanmayan, Allah’a kulluğa yanaşmayan, Allah’la iyi bir ilişki içinde olmayan, bu yüzden de Allah kullarıyla iyi bir ilişki içine girme-yen, Allah kullarına iyi davranmayan, Allah’ın kendilerine lütfettiği sa-yısız lütuf ve nîmetlerine karşı nankör davranan, ölüm ötesi hayatı in-kâr eden, yaşadıkları bu hayatın sonunda karşı karşıya gelecekleri hesabı kitabı yalanlayan, randevu gününü reddeden ve hayatlarını bu inanca bina eden kâfirler.

İkincisi dilleriyle Allah’a ve Allah’tan gelen hayat programına inandıklarını iddia ettikleri halde hayatlarıyla bunu yalanlayan, hayatlarını Allah için Allah’ın belirlediği yasalar çerçevesinde değil de insanlar için yaşayan, Amellerinde hareketlerinde Allah’ın rızasını değil de insanların hatırını gözetleyen, riya, gösteriş için namaz kılan münâfıklar. Bu iki insan tipinin anlatıldığı sûrede Rabbimiz önce kâfirlerin karakteristik özelliklerini anlatır. Onlar dini, din gününü yalanlarlar, yetimi itip kakarlar, toplumda sosyal ve siyasal dayanağı olmayan garibanları hor görüp onlara zulmederler, fakir fukaranın hakkını gasp edip haklarını onlara vermezler. Münâfıklara gelince onlar da namazlarından gaflet ederler, namazlarını gösteriş için kılarlar, ya da onlar aslında namaz kılmazlar da namaz gösterisinde bulunurlar, namazı vaktinde kılmazlar, namazı Allah’ın istediği şekilde kılmazlar buyurulmaktadır.

Maun sûresinde özellikleri anlatılan bu insan grupları şahsında, âhirete inanmamanın, ölüm ötesi hayatın hesap ve kitabını reddetmenin ve bu inanca dayalı dünyada sorumsuzca bir hayat yaşamanın insanı ne hale getirdiği, böyle bir hayatın insanı Nasıl insanlıktan çıkarıp, tüm insani ve ahlâkî değerlerden sıyırıp Nasıl canavarlaştırdığı anlatılmaktadır. Âhireti inkâr edip ölüm ötesi hayatın hesabını reddetmenin insanlarda ne gibi ahlâkî düşüşler meydana getireceği gözler önüne serilmektedir. İlk âyetlerinde itikadî nifakı son iki âyetinde de ameli nifakı ortaya koyan ve yedi kısa ayetten meydana gelen bu sûre, küfür ve iman hususunda geçerli olan anlayışı kökünden değiştirebilecek güçte gerçekleri ele almaktadır.

Bu din gösteriş ve şekil dini değildir. İbadet ve hareketlerdeki samimiyete ve feragate büyük önem veren İslâm, bu samimiyetin salih amele ve yeryüzünü imar eden bir dinamizme dönüşmesini emreder. Ayrıca bu din, muhtevası bir birinden ayrı bölük  pörçük gerçeklerden oluşmuş bir din de değildir. İnsan onun bir kısmına uyup bir kısmını terk ettiği takdirde görevini yapmış sayılmaz.

Bu din mütekâmil bir nizamdır. İbadet ve mükellefiyetleri iç içedir. Ferdi ve içtimaî emirleri birbirini destekler. Hepsinin de gayesi insanları yüce bir hedefe yöneltmektir…İnsan, diliyle müslüman olduğunu, bu dini tasdik ettiğini söyleyebilir; namaz da kılabilir; namazın dışındaki diğer hükümleri de yerine getirebilir. Bütün bunları yaptığı halde, yine de gerçek imandan ve gerçek tasdikten uzak, hem de çok uzak kalabilir. Çünkü bu gerçeklerin bazı alametleri vardır ki, onlar bu imanın varlığının delilidir. Bu alameti taşımadan insan ne kadar diliyle söylerse söylesin, ne kadar ibadet ederse etsin, gerçek imana ve gerçek tasdike eremez. Asr sûresinde de belirtildiği gibi, iman gerçeği bir kalpte yer edince o kalp o anda harekete geçer ve salih amel şeklinde de imanın varlığını gös-terir. Bu hareket olmayınca onun varlığı için bir delil yok demektir. İşte bu surenin ayetleri de aynı gerçekleri dile getirmektedir.

1. “Ey Muhammed! Dini yalan sayanı gördün mü?”            “Eraeyte” ifadesi “Elem tera” ifadesinden farklıdır. “Eraeyte” gözle görmek anlamına geldiği gibi aynı zamanda düşünmek, anlamak anlamlarına da gelmektedir. Fil sûresinde olduğu gibi Peygamber Efendimizin fil olayını bizzat gözle görmesi mümkün değildir. Çünkü efendimizin daha dünyaya gelmesinden önce gerçekleşmiş bir hadise olarak bilinir. Halbuki bu sûrede anlatılan dini yalanlayanları ve öteki özellik sahiplerini Allah’ın Resûlü bizzat gözleriyle görüyordu. Onun içindir ki önce Rasulullah efendimize, sonra da onun şahsında hepimize, tüm akıl sahiplerine gördün mü? Bildin mi? Anladın mı? diyor Rabbimiz. Şöyle bir bakın etrafınıza çok rahat göreceksiniz. Kimi?

Dini yalanlayanı, dini yalan sayanı gördün mü? Tanıyıp anladın mı? Tabii bu cevap bekleyen bir soru değildir. Dinle, onu sana ben anlatayım demektir bunun manası. Ya da muhatabı dini yalan sayan kimseleri tanımaya dâvet veya dini yalan sayan kimselerin karakteristik özellikleri üzerinde düşünmeye dâvettir. Burada yalanlanan dinden kasıt, ya İslâm, Allah’ın yeryüzüne gönderdiği hayat tarzı, Allah’ın belirlediği yaşam biçimidir. Ya da âhiret günü, âhiret günü gerçekleşecek hesap ve kitaptır. Zaten Kitap ve sünnetin ortaya koyduğu hayat programını, yani dini yalan sayan bir kimsenin âhireti de âhiretteki hesap kitabı da yalanlaması kaçınılmazdır. Dini reddeden bir kimsenin âhirete îman etmesi mümkün değildir. Şu anda da çevremizde âhiretteki hesap kitabı yalan sayan yığınlarla insan görüyoruz.

Dikkat ederseniz âyet-i kerîmede dini inkâr edenler denmiyor, dini yalan sayanlar, dini yalanlayanlar deniyor. “Kezzebe” inkâr etmek değildir aslında. “Kezzebe” bir şeyi kabul etmekle birlikte gereğini yerine getirmemek demektir. Adam anlıyor, kabullendiğini söylüyor ama bu kabulün gereğini yerine getirmiyor. İşte yalan saymak budur. Meselâ diyorsunuz adama: Arkadaş dışarı mı çıkıyorsun? Aman dikkat et! Dışarıda çok şiddetli soğuk var, kar yağıyor! Aman pardösünü giymeden çıkma! diyorsunuz. Adam denileni anlıyor, kabulleniyor, kar nedir? Soğuk nedir? Bunu biliyor, pardösüsünü giymesi gerektiğini biliyor, anlıyor ama yine de giymeden çıkmaya kalkışıyorsa işte bu yalan saymaktır. Adam âhirete inandığını iddia ediyor, ölümden sonra diriliş, hesap kitap vardır diyor ama öyle bir hayat yaşıyor ki bu inancın kokusuna bile rastlamak mümkün değildir. Veya meselâ namazın farz olduğunu, kılınması gerektiğini biliyor, ama yine de kılmıyor. (Besairul  kuran…Ali Küçük)

Muhammed  Hamdi Yazır Tefsirinde  diyorki: Gördün mü? Hitap yine Allah’ın Resulüne ve dolayısıyla genel olarak hitaba kabiliyeti olanların her birinedir. Soru, teaccüb (şaşma) suretiyle hazırlama içindir. Alemde açlık ve tokluk, korku ve emniyet gibi birbirini takip etmekte olan acı ve tatlı halleri görüp duran, anlaşma ile yardımlaşma ve toplum içinde yaşamak ihtiyacında bulunan insanlar içinde Hak Teâlâ’nın ceza ve mükafatını inkâr edenlerin, dine inanmayanların bulunması şaşılacak bir şey olduğuna tenbih ederek onların ruh halleriyle benliklerini tanıtmak ve öylelerin huylarındaki düşkünlüklerden müminleri sakındırmak için dikkat nazarını celbetmektir. Yani Ey Muhammed, Kureyş içinde küfredenlerin neler yaptıklarını görerek anladın, tanıdın  o dini yalanlayanı.

Bu rada da „din“, en mutlak ve en esaslı menfuhumu olan ceza mânâsınadır. (Tin Sûresi’ne bkz.) Yani insanların yaptığı iyilik veya kötülük karşılığında Hak Teâlâ’nın iyiliğe güzel sevap ile mükâfat, kötülüğe kötü azarlama ile ceza vereceğini, diğer tabirle herkesin bir olup da „Artık kim zerre ağırlığınca hayır yapmışsa onu görür ve kim zerre ağırlığınca şer yapmışsa onu görür.“ (Zilzal, 99/7-8) ölçüsünce ettiklerini bulmaları Allah Teâlâ’nın inanılması, uyulması ve teslim olunup gereğince amel edilmesi laz ım gelen kesin bir hükmü, bir Hak dini olduğunu tasdik etmeyip de dinin aslı yoktur, o yalandır der, cezaya inanmaz olan kimseyi gördün ya… Mukatil’den bunun As b. Vail Sehmî hakkında nazil olduğu rivayet edilmiş, ki kıyameti inkâr eder, çirkin işler yaparmış. Süddî’den Velid b. Muğire hakkında nazil olduğu rivayet edilmiş, Mâverdî de Ebu Cehil hakkında nazil olduğunu nakletmiş, rivayet edilmiştir ki: Ebu Cehil bir yetimin vasisi bulunuyordu. Bir gün o yetim çırıl çıplak ona gelmiş, kendi malından bir şey istemişti. Ebu Cehil onu itivermiş ve aldırmamış idi. Kureyş’in büyükleri de çocuğa:

„Muhammed’e git de sana şefaat ediversin.“ demişler, alay etmek istemişler. Öksüz onların maksatlarını bilmediği için Resulullah’a gelip yardımcı olmasını istemişti. Peygamberimiz (s.a.v) hiçbir muhtacı reddetmek adeti olmadığı için kalkmış, onunla beraber Ebu Cehil’in yanına gitmişti. Ebu Cehil „buyurun“ deyip merhaba etmiş ve öksüzün malını vermişti. Kureyş’liler bunun üzerine Ebu Cehil’e serzeniş etmişler, „sen de sapıttın, Muhammed gibi Sabileştin“ demişler. „Hayır“ demiş, „sapıtmadım velakin onun sağında solunda birer harbe gördüm, vermezsem vuracak diye korktum“. İbnü Abbas’tan bir rivayette de hem cimri, hem mürai bir münafık hakkında nazil oldu denilmiştir. De m ek ki bu sûre bunların birisi veya hepsi sebebiyle nazil olmuştur. Fakat hükmü onlara mahsus değil, öylelerin hepsini içine alır. (Elmalılı  Tefsiri…Muhammed hamdi Yazır…)

Kardeşlerim  aslında inanmayanlar, kafirler ve din  düşmanı  Hainler biliyorlar aslında Allah’ı. Biliyorlar Allah’ın âyetlerini. Biliyorlar âhireti ama bile bile, peşin peşin reddediyorlardı. Çünkü bu adamların hayatları, yaşantıları, beklentileri, âhiretteki hesabı, kitabı reddetmelerini gerektiriyordu. Çünkü âhirete inandıkları zaman kesinlikle biliyorlardı ki hayatları değişecekti. Allah’a, Allah’ın âyetlerine, Allah’ın hayat programına yöneldikleri zaman huzurları kaçacaktı. Ölüm ötesi hayatın hesabı, kitabı gündeme geldiği zaman iştahları gırtlaklarında düğümlenecekti. O zaman insanlara zulüm edemeyecekler, kan içemeyecekler, tanrılıkları bitecek ve sömürü düzenleri sona erecekti. O zaman zulümleri bitecekti. Saltanatları, çıkarları sona erecekti. Onun için biliyorlar ama bile bile inkâr ediyorlardı.

Şimdi buna göre, bu âyetin ortaya koyduğuna göre Allah için bizler kendimizi, çevremizi, en yakın akrabalarımızı bir değerlendirelim. Yirmi dört saatin kaçta kaçını âhiret hesabına harcıyoruz? Bir günümüzün kaçta kaçını Kur’an’ın tâlimine, dinin tedrisine harcıyoruz? Kaçta kaçını dinin tebliğine, emri bi’lmarufa harcıyoruz? Kaçta kaçını işimize, aşımıza, dükkanımıza, tezgahımıza, ticaretimize, maişet teminine harcıyoruz? Öyleyse bizler Allah korusun da bugün dilimizle âhirete inandığımızı söylüyoruz ama hayatımızla, hayat programımızla âhireti inkâr ediyoruz. Geleceğe ait planlarımızla, kazanma ve yığma hırsımızla, evlerimizin yapısıyla, hayat programımızla sanki hiç ölmeyecekmiş gibi bir program yapıyor ve âhireti yalanlıyoruz, dilimizle kabullendiğimizin gereğini yerine getirmiyoruz Allah korusun.

Âhirete inanmayan, ya da diliyle inandığını iddia ettiği halde hayat programını bu îmana bina etmeyerek hayatıyla onu yalanlayan kişi, yetimi itip kakar. Yetimi horlar, azarlar, ona sert davranır ona baskı yaparak, zulmederek hakkını gasp eder. Yetimin hakkını yer. Yetime verilmek üzere velîsi tarafından kendisine teslim edilmiş emanet mirasa el koyarak onu kendi malından mahrum bırakır. İşte bu davranış kişinin âhirete inanmadığının, ya da onu yalanladığının görüntüsüdür. Bakın Nisâ sûresinde de Rabbimiz bu hususu anlatırken şöyle buyurur:“Yetimlerin mallarını haksızlıkla yiyenler karınlarına sadece ateş dolduruyorlar ve yarın onlar çılgın ateşe atılacaklardır.”(Nisâ: 10)

Peygamberimiz de yetimler konusunda şehadet parmağıyla orta parmağını birleştirerek şöyle buyurdu: “Ben ve yetime yardım eden kişi cennette işte şöylece beraberiz.” Yetim, babası olmayan demektir. Henüz buluğ çağına gelmeden babasını kaybetmiş çocuklara yetim denir. Veya babası baba olarak vardır ama her gece eve sarhoş gelip giden çocuklar da yetimdir. Babası anası tarafından Kitap ve sünnetle tanıştırılmamış tüm çocuklar yetimdir. Bilelim ki yetimlerin doyurulması gereken üç bölgesi vardır. Kafa, kalp ve mide. Kendi çocuklarımız da dahil zamanımızdaki tüm yetimlerin bu üç bölgelerini doyurmak zorundayız. Kafa Allah’a götürücü bilgiyle doyurulmalıdır, kalp Allah’a götürücü îmanla doyurulmalı, mide de Allah’ın helâl kıldığı rızıkla doyurulmalıdır. Karşımızdaki yetimlerin sadece midelerini doyurunca iş bitti zannetmeyelim, onların öteki bölgelerini de doyurmayı sakın ihmal etmeyelim. Veya yetim, toplumda sosyal ve siyasal desteği, dayanağı olmayan kimseler demektir.

Böyle bir dayanakları yok diye onların haklarını yemeye çalışmak, onlara olan borçlarını ödememek, elinde çeki, senedi, yasal bir dayanağı yok diye, toplumda dayıları yok diye mallarını yemeye, hukuklarını ihlâl etmeye kalkışmak, âhireti yalanlamak anlamına gelmektedir ki, bundan şiddetle sakınmak zorundayız. Toplumda kendisine toplumsal bir dayanak bulmuş insanlara farklı, sığınağı olmayan garibanlara farklı davranmaktan Allah’a sığınacağız. Bu, bizim toplumun en büyük hastalığıdır. Kimse güçlülere dokunamıyor ama garibanları ezen ezene. Eğer âhirete inandığımızı iddia ediyorsak, kesinlikle böyle yapmayacağız. Onlarla ilgilenmek, onların durumlarını düzeltmek, mallarını korumak, haklarına riâyet etmek, onların eğitimleriyle, ahlâklarıyla ilgilenmek, onları ıslah etmek Müslümanların görevidir. Çünkü yetimler toplumun yanında Allah’ın emanetleridirler. Müslümanların görevi bu emanete, emanet sahibi olan Allah’ın istediği biçimde davranmaktır. Yani babasızları babalılar gibi korumak, rahat ettirmek babalarının yokluğunu onlara hissettirmemek Müslümanların görevidir.

3. “Yoksulu doyurmağa yanaşmayan kimse işte odur.” Ölüm ötesi hayatı reddeden, âhiretteki hesap-kitabı yalanlayan kişi yoksulu doyurmayan, miskinin doyurulmasını teşvik etmeyendir. Miskin, belini doğrultacak hiçbir şeyi, hiçbir malı, mülkü olmayan ve insanlardan bir şeyler isteyen demektir. Bütün imkânlarını kullandığı halde yine de ihtiyaçlarını temin edemeyen ve bu sebeple istemek zorunda kalan kişilere de Müslümanlar  olarak yardım elimizi uzatmak zorundayız.

Ahirete inanmayan insanlar, miskinlerin hakkı olan yemeği onlara yedirmiyorlar. Yani ne kendileri o miskinlerin hakkını onlara verirler, ne de başkalarını bu konuda teşvik ederler. Tabii kendi elinde olanları Allah’ın fakir kullarına yedirmeye yanaşmayan birisinin başkalarını bu konuda teşvik etmesi de düşünülemeyecektir. Yoksulların, fakirlerin doyurulması konusunu başkalarına da hatırlatarak hayırlı bir işe sebep olmazlar. Kardeşlerim şurası  bir  gerçektirki, Allah’la arası iyi olmayan, Allah’la iyi bir ilişki içinde olmayan birisinin kullarla iyi ilişkiler içinde olması zaten mümkün değildir.

Allah’ın hakkına riâyet etmeyen, elbette kulların hukukuna da riâyet etmeyecektir. Kendisi fakirleri doyurmadığı gibi başkalarının malında da cimrilik gösterir. Bunun sebebi de toplumda garibanların daha çok ezilip ezenlerin hâkimiyetinin devamını sağlamaktır. Âhirete inanmayanlar bunu asla anlayamazlar. Halbuki Allah herkese rızık takdir ederken fakirlere verilmek üzere bir fazlalık vermektedir ve bu fazlalığın sahiplerine ulaştırılmasını istemektedir.

4-5. “Vay o namaz kılanların haline ki: Onlar kıldıkları namazdan gafildirler.” Seyyid kutub Fi zilal de  diyorki: Bu kıldıkları namazlarından gafil olan namaz kılanların helak edilmelerine ilişkin bir beddua veya tehdittir. Kimdir acaba kıldıkları namazlarından gafil olan bu kimseler? İşte onlar gösteriş yapanlardır, iyiliğe engel olanlardır. Onlar namaz kılarlar fakat namazı hakkı ile ikame etmezler. Namazın hareketlerini yerine getirir, namazın dualarını okurlar fakat kalpleri namaz gerçeğine, namazda okunan Kur’an’a, dualara ve tesbihlere ve bu tesbihlerdeki gerçeğe katılmaz. Onlar namazı sırf Allah için değil, insanlara gösteriş için kılarlar. İşte bu nedenle onlar namazlarından gafildirler. O’ndan habersizdirler. O’nu hakkı ile ikame etmezler. insandan asıl istenen namazı ikame etmektir. Sırf onu eda etmek değildir. Namazı ikame etmek ise ancak onun gerçeğini yaşamak ve onu yalnız Allah için kılmakla olur.

Namazlarını gaflet içinde eda eden bu namaz kılanların işlerinde namaz bu yüzden etkilerini göstermez. Ve bu nedenle onlar yardımlaşmayı engellerler. insan olan kardeşlerine yardımı; hayır ve iyiliği engellerler. Yani Allah’ın kullarından iyiliği esirgerler. Eğer onlar gerçekten namazı Allah için ikame etselerdi, onun kullarından iyiliği esirgemezlerdi. İşte Allah katında kabul edilen gerçek ibadetin mihengi budur. Böylece bir kere daha kendimizi bu inanç gerçeğinin önünde bu dinin karakterinin önünde buluyoruz. Görüyoruz ki Kur’an’ın apaçık bir hükmü namazı hakkı ile ikame etmedikleri için namaz kılanları „veyl“ ile uyarıyor. Namazı ruhsuz bir şekilde sırf hareketleri ile eda ettikleri için, namazda kendilerini sırf Allah’a vermedikleri için, gösteriş hareketleri ile namaz kıldıkları için. Bundan dolayı namaz onların kalplerinde ve eylemlerinde etkisini bırakmamıştır.

Öyle ise bu namaz boşa gitmiştir. Hatta bu namaz ağır bir biçimde, cezalandırmayı gerektiren bir günaha dönüşmüştür. Bu gerçeklerin ışığı Altında yüce Allah’ı insanlara peygamberler göndermesinde, kendisine iman etmeleri ve O’na kulluk etmeleri için mesajlar göndermesinde kullarından istediği şeyin gerçekliğini görebiliyoruz…Yüce Allah imanı ve ibadeti kendisinin ihtiyacı olduğu için onlardan istememektedir. Zira O’nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Bu emirlerle onların kendi iyiliklerini istemektedir. Onlar için iyilik istiyor, kalplerinin arınmasını istiyor. Hayatta mutlu olmalarını diliyor. Onlar için tertemiz bir bilinç, güzel bir dayanışma, şerefli bir huzur,sevgi, kardeşlik, kalb ve ahlâk temizliği üzerine kurulan üstün bir hayat diliyor. Öyle ise insanlık bu iyilikten uzaklaşıp nereye gidiyor? Bu rahmeti, bu güzel, üstün ve şerefli zirveyi bırakıp nereye yöneliyor? Yol ayrımında bu nur önünde olduğu halde cahiliyyenin hangi karanlık, uğursuz çöllerinde batmaya gidiyor. (Fi zilal)

Tefsiri  taberide  deniliyorki:  Onlar öyle kimselerdir ki, namaz kıldıkları zaman gösteriş yapmak için namaz kılarlar. Çünkü onlar, Allahin sevap vereceğini ümid ederek ve cezalan­dırmasından korkarak namaz kılmazlar. Sadece müminlerin, kendilerinin namaz kıldıklarını görüp mümin sanmaları ve böylece mallarını ve canlarını korusunlar diye namaz kılarlar. Âyette zikredilen „İnsanlar“dan maksat, Resulullah döneminde kafirlik­lerini gizleyen münafıklardır.Mücahid, Dehhak ve Abdullah b. Abbas bu kişileri bu şekilde açıklama­lardır.(Taberi)

Kardeşlerim, Maun  suresini anlamaya ve kavramaya gayret  ediyoruz Mevdudi Rahmetullah Tefhimul kuran adlı tefsirinde  diyorki:  „Fî salâtihim sahun“ denmemiştir. „An salâtihim sahun“ buyurulmuştur. Eğer „fî salâtihim sahun“ kullanılsaydı ayetin anlamı, „namazlarında gafildirler“ olurdu. Oysa namaz kılarken bir şeyi unutmak şeriatte nifak değil, hatta günah bile değildir. Aslında bu tip gaflet, hakkında korkutma yapılacak bir eksiklik değildir. Rasulullah da namazda unutmuş ve telafi etmek için sehiv secdesi yapmıştır. „An salatihim sahun“un manası, „onlar namazlarından gafildirler“ şeklindedir.

Namaz kılıp kılmaması farketmez. Bazen kılar bazen kılmazlar. Kılarken de tam son vakitte kılarlar. Vakit bitmek üzereyken formalite gereği namazı çabucak yerine getirirler. Namaza isteksiz kalkarlar. Namazı kılmaları, bir musibeti başlarından atmak ister gibidir. Namazda elbiseleri ile oynar ve esnerler. Namazlarının Allah’ı anmakla en ufak ilgisi yoktur. Namaz boyunca ne okuduklarını hissetmezler. Okurken de kalpleri başka yerdedir. Namazı çabuk çabuk kılar, rüku ve sücudu doğru dürüst yapmazlar. Namazı sadece bir şekil olarak eda eder ve kurtulurlar. Pek çokları da, bir yerde namaz kılan varsa   kılar, yoksa namaza aldırmazlar. Namaz vaktinin gelip geçtiğini bile hissetmezler.

Ezan sesinin neye davet etmekte ve kimi davet etmekte olduğuna aldırmazlar. Bütün bunlar ahirete iman etmediklerine işarettir. Çünkü müslüman olduklarını söyleyenlerin bu amelleri, aslında namaz kılıp kılmamanın ceza ve mükafat ile karşılanacağına inanmadıklarını gösterir. Namaz kılmazlarsa onlara bir ceza verileceğine, kılarlarsa da mükafat verileceğine inanmazlar. Onun için Enes b. Malik ve Ata b. Dinar diyorlar ki, „Allah’a şükrederim ki O -fi salatihim sahun- değil de, -an salatihim sahun- buyurdu.“ Yani biz namazlarda unuturuz, ama namazlarımızdan gafil değiliz. Onun için münafıklardan sayılmayacağız….(Mevdudi…Tefhimul Kuran)

Kardeşlerim,   Demek ki Allah’ın istediği biçimde tüm hayatı düzenleyecek bir namaz kılanlar değil de, namaz gösterisinde bulunanlar, namaz kılmadıkları halde namaz kılıyormuş gibi davranan ve çevrelerini aldatan insanlar anlatılıyor burada. Rabbimiz veyl olsun bu şekilde namaz kılanlara buyurduğuna göre, öyleyse birinin namaz kıldığını görüvermemiz, onun gerçek Müslüman olduğuna ve kurtulduğu düşüncesine götürmemelidir bizleri. Bilinmelidirki, Namazdan gafletle, namazda gaflet birbirinden farklıdır. Namazda, namazın içinde gaflet affedilirken, namazdan gaflet nifak alâmetidir.

Müslümanlar namazın içinde gaflet edebilirler, namazın içinde unutarak, yanılarak gaflet edebilirler. Bu nifak değildir. Hattâ namazın içinde bir şeyleri unutmak günah bile değildir. Nitekim Allah’ın Resûlü de namazda unutmuş ve bu unuttuğunu telafi etmek için sehiv secdesi yapmıştır. Tabii gözlerim uyur ama kalbim asla uyumaz diyen Allah’ın Resûlüne bu konuda bizim için hüküm konsun diye Rabbimiz unutturmuştur diyoruz. Kıyamete kadar bu konuda namazında unutanlar için teşrinin ortaya çıkması adına bu şarttı.

Onun içindir ki burada Rabbimiz “Fi salâtihim sahun” Onlar namazlarında yanılırlar, namazlarında unuturlar ve gaflet ederler buyurmamış da, “An salâtihim sahun” Onlar namazlarından gafildirler buyurmuştur. Namazla alâkalı bir gaflet içindeler onlar. Namazla ilgileri, irtibatları yoktur onların. Namazı kılmışlar kılmamışlar fark etmez onlar için. Namaza aldırış etmezler. Namaz için Rabbimi-zin belirlediği vakitte namazın kılınıp kılınmadığına aldırış etmezler. Namazı vaktin dışına çıkarırlar. Vaktin evvelinde kılmayıp sonuna taşırırlar. Veya namazlarını Allah’ın emrettiği biçimde tâdili erkanına riâyet ederek değil de, tavuğun yem devşirdiği gibi kılarlar.

Namazda okuduklarının manasını düşünüp tedebbür etmezler, namazlarında Allah’tan hayatlarını düzenleyecek hiçbir mesaj almazlar. Hayatlarında hiçbir fonksiyonu olmayan, ruhsuz hareketler manzumesidir namazları. Namazın ehemmiyetinden habersizdirler. Namazın terkinden müteessir olmazlar, kılıp kılmadıklarına, vaktin geçip geçmediğine aldırış etmezler. Namazlarını Allah’ın rızası için değil de dünyevî maslahatlar için kılarlar. Onun içindir ki insanların arasındayken kılarlar ama kendi başlarına kaldıkları zaman terk ederler.

Namazı kılarlarken hayrını ummazlar, terk ederken de Rablerinin ikabından korkmazlar. Namazla mağrur olup din sadece namazdan ibaretmiş zannederek onunla din kurtarma gayretine düşerler. Dini sadece namazdan ibaretmiş zannederek namazın istediği diğer kulluklardan gaflet ederler. Namazın kıyamından, kıraatinden, rükusundan, sücudundan habersiz sanki bir teyp gibi veya bir robot gibi şuursuzca yatıp kalkarlar. Namaz boyunca Allah’ı hiç zikretmezler. Kalpleri kafaları başka yerde, iskeletleri namazda, böyle şekil olarak bir namaz kılarlar. İşte Allah diyor ki, veyl olsun bu şekilde namaz kılanlara. Bu namaz onları Allah’tan uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramayacaktır.

Kardeşlerim  Bilindigi  gibi  Namaz ibadeti imandan sonra en büyük hakikattir ve inananlar için namaz  ibadeti  hiç bir şeyle  ölçülemez. Peygamber  efendimiz  bir  hadisinde mealen şöyle  buyurmaktadır: *** Güvenilirliliği olmayan kimsenin kâmil imanı yoktur, temizliği olmayanın da namazı yoktur, namazı olmayanın dine bağlılığı yoktur. Dinde namazın yeri, bedende başın yeri gibidir.”Buradanda  anlıyoruyki, bir insan eğer kâmil iman sahibi olmak isterse mutlaka güvenirliliği olmalı. Ona güvenilmeli. Yine bir adam namaz sahibi olmak istiyorsa, namazım var olsun istiyorsa, namazının olmasını istiyorsa o zaman onun temizliği olmalıdır. Kalp temizliği, beden temizliği.

Hadesten taharet, necasetten taharet yani yani. Görünür pisliklerden temizlik, görünmez pisliklerden temizlik. Yine eğer bir insan dine bağlı olmak istiyorsa namazı olmalı onun. Eğer namazı yoksa dine bağlılığı da yoktur onun. Eğer dine bağlı olmak, dine bağlılığının olmasını istiyorsa mutlaka namazı olmalıdır. Eğer bir bedende başın yeri önemliyse, yâni baş bedende ne kadar önemli bir yer işgal ediyorsa, namaz da dinde işte öyle bir yer işgal eder. İnanıyoruzki  bir insanın öncelikle güvenirliliği olacaktır, o insana güvenilecektir bilindigi  gibi asrı saadette  ashabı kiram dönemine baktıgımızda, peygamberimiz (sav) “Muham-med’ül Emin” biliniyordu. güvenilir kişi olarak yalnız müslümanlar değil, düşmanlar, kâfirler de güveniyorlardı ona işte müslümanlarda  aynen  öyle olmalıdır.

Biz de öyle olmalıyız. Bize de düşmanlar dahi  olsa  güvenmelidirler. Çünkü müslümanız biz, mü’miniz. Biz Allah’a verdiğimiz sözü tutarız, Allah’tan dolayı müslümanız. Biz Allah’a iman ederiz, Allah’tan dolayı mü’miniz, birilerine gösteriş derdimiz, merakımız yoktur. Kâmil iman sahibi olması gereken kişinin güvenilir kimse olması gerekir. Müslüman  söz  verdimi  yerine  getirmelidir. Çünkü müslümanın peygamberi Rasûlullah söz vermiş de hattâ peygamberliğinden önce, üç gün bekleyivermiş birisini orada. Bekleyeyim demiş çünkü. Vereceğine söz verdi mi verir.

Alacağına söz verdi mi alır. Yapacağına söz verdi mi yapar. Geleceğine söz verdi mi gelir. Ama Allah’ın kabul edeceği bir mazereti varsa insanlar kabul etsin ya da kabul etmesinler ne fark eder. Çünkü o müslüman Allah’a verdiği sözü tutar. Peygambere verdiği sözü tutar. Ama bakın verdiği sözü tutmayan, güvenirliliği olmayan insanlar Allah ve peygambere karşı da aynen güvensiz davranıyorlar demektir. Sanki işin aslı öyledir. Yâni Allah; şöyle yaparsan sana cennetim var, böyle yaparsan bak azabım var, cehennemim var dediğine de güvenmiyorlar galiba da kendileri de güvensiz davranıyorlar, güvensizlik aşılıyorlar. Böyle olunca da kâmil iman da kayboluveriyor  Allah  korusun.

Abdesti olmayanın, yâni hadesten taharet dediğimiz, necasetten taharet dediğimiz madde planında tüm pisliklerden arınmayan kişinin namazı yoktur. Yâni bir insanın kalbi temiz değilse, kalbini her gün yıkamıyorsa değil, niyetlerini tertemiz Allah’a ait kılmıyorsa, işte o insanın namazı yoktur. Yâni hayatı düzenleyen bir namaz olacaktı ya namaz, tertemiz bir kalp ile, tertemiz bir bedenle, tertemiz bir evle, tertemiz bir toplumla namaz bütünleşince namaz olacaktır. Değilse namaz tertemiz olacak, ama hayat pis, pisliğin içinde bir namaz, ya da pisliği temizlemeyen bir namaz, o namazın yokluğuna hükmedeceğiz. Bilinmelidirki,

Namazı olmayanın dine bağlılığı yoktur. Yâni bir adam hem dindar olduğunu söyleyecek, hem dindar olduğunu iddia edecek, hem de namazı olmayacak, bu ne mantık anlamak  güç. Az  önce  ifade  edildigi  gibi, dinde namazın yeri, bedende başın yeri gibidir. Yâni düşünün bir adamın başı olmayacak ve adam olacak. Mümkün mü bu? Peki yani baş olmayınca zaten ölü diyorsunuz, hattâ o tür cenazeyi yıkamak bile zoruna gider değil mi müslümanların? O hale gelmişse, Allah kimsenin başına vermesin. Allah dayanamayacağımız şeyle imtihan etmesin, baştan dua edelim. Peki bir de şöyle söyleyelim: Baş var da fonksiyonlarını yitirmiş. Görmeyen gözleri olan bir baş, işitmeyen kulakları olan bi baş, konuşmayan dili olan bir baş, ya da dönmeyen, sağa sola dönemeyen, fark etmeyen, fark edemeyen, koku olmayan, hissetmeyen bir baş. Ya da aklı olmayan bir baş düşünün. Ne dersiniz? Böyle bir vücudu siz de sevmediniz değil mi? İşte namazı olmayan bir dini  de  böyle  düşünebilmeliyiz.

Mahmut  Toptaş  hocaefendi  bu  ayetler  hakkında  diyorki: Onun için bizler namazımızı unutmadığımız gibi namazımızı da kal­bimiz ve kalıbımızla kılalım. Namazda iken dış dünya ile alakayı kesrnek için okuduğumuzun manasını öğrenelim ve mana denizinde yüze­lim. Yani imansızlar yaptıkları hayırlı işleri de gösteriş için yaparlar. Kıldıkları namazları da gösteriş için kılarlar. Yani münafıklık yaparlar. -Çevresindeki insanların da ihtiyaçlarını vermezler ve onları engellerler.“Maun“ için tefsirlerimizde; komşular arasında karşılıklı birbirlerine verdikleri şey, diye açıklama vardır. Ama komşular deyince bu devlet­ler arası komşulukları da kapsar.Yanımızdaki komşumuzun ani ihtiyaçlarını karşılamak ve onlara yardım etmek için Rabbim bizi teşvik etmektedir. Komşunun komşuya ihtiyacı vardır. Komşu komşunun elidir, gözüdür, her şeyidir. Onun için komşular arasındaki münasebetleri Allah (c.c) böylece düzenlemiştir. (Şifa Tefsiri.Mahmut toptaş…)

Konumuzu Ali Küçük  hocaefendinin yorumlarıyla bitirelim  inşaallah: ‘ yaptığımız her şeyi sadece Allah için yapacağız. Sadece Rabbimizin rızasını bekleyeceğiz. Başkaları alkışlasın, başkalarının gözünde büyüyelim, başkaları nezdinde şöhretimiz büyüsün adına hiçbir hedefimiz olmayacak. Allah’tan başkalarının gözünde şöhrete kurban gitmemeliyiz. Müslüman Meşhur olmaktan yana hiçbir hevesi, emeli olmayacak. Meşhur olmaya derdi olmayacak müslümanın. Ama Allah onu müslümanların kalbine sevgiyle yerleştirirse bu ayrıca bir şereftir elbette. Bunu isteyeceğiz tabi.

Çünkü bir hadisin beyanıyla Allah bir kulunu sevdi mi Cebrail’e haber verir, o da onu tüm göktekilere ve yerdekilere sevdirir. Yâni ben insanların beni Allah için sevdiklerini bilirsem bu benim için şeref verir, Allah’ın benim için sevgisinin bir işareti olduğunu anlar ve sevinirim, bu güzeldir, bu şöhret değildir, buna her müslümanın hakkı vardır, ama lâyık olmadığımız şekilde, uçurup kaçırmak biçiminde, bizi biz olmadığımız biçimde anlatış türünde bir sevgi, yada şöhret elbette sevilmeyecektir. Öyleyse tüm amellerimizi Allah için yapacağız. Namaz mı kılıyoruz? Allah için kılacağız.

Birisine yardım da mı bulunuyoruz? Allah için yapacağız. İlim mi öğreniyoruz? Sadece Allah için öğreneceğiz. Allah için yaptığımız bir amele Allah’la birlikte başkalarını ortak etmeyeceğiz. Çünkü zaten böyle bir ameli Rabbimiz kabul etmiyor. Müslim’de rivâyet edilen bir hadis-i şeriflerinde Allah’ın Resûlü mealen  şöyle  buyurmaktadır: *** Allahu Teâlâ şöyle buyurdu: “Ben şeriklerin şirkten en müstağnî ve münezzeh olanıyım. Her kim ki yaptığı bir amelinde başkalarını bana ortak yapar (riyakârlık ederse) onu şirkiyle baş başa bırakırım. Yani onu o amelinin sevabından mahrum bırakırım…***

Yaptığımız amellerimizi sadece Allah için yapmalıyız, ona O’ndan başkalarını ortak etmemeliyiz. Tamam Allah için yapıyorum ama insanlar da görsünler, tamam Allah için kılıyorum ama insanlar da beğensinler, tamam Allah için veriyorum ama şunların şunların da gönülleri olsun, tamam Allah için okuyorum ama şu şu makamlara da geleyim, tamam Allah için anlatıyorum ama insanlar da alkışlasınlar diye yapılan amellerin hiçbirisini kabul etmeyeceğini ve bu konuda kendisine ortak ettikleriyle yarın o kişiyi baş başa bırakacağını, mükafatını ondan iste diyeceğini anlatıyor Rabbimiz. Eğer yarın o hatırına amel yaptıklarımız bize bir şeyler verebileceklerse, tamam; ama onlar da Allah’a muhtaç olacaklarsa bunu yapmayalım. Mükafaatı  yalnız Allah  celle  şanuhudan  bekleyelim…

Yemek yediriyoruz, insanları memnun etmek için değil sadece Allah için olmalı, elbise giyiniyoruz insanlar düzgün desinler diye değil, sadece Allah için, ev eşyası alıyoruz insanlar görsünler diye değil sadece Allah için. Yani tüm amellerimizi sadece Allah için yapmaya çalışacağız. Hem ziyaret, hem ticaret olmayacak. Çünkü içine Allah’ın rızasından başkası karışan her amel boşa gitmiştir. Hattâ bundan da öte o amelin sahibi de helâk olmuştur.(Besairul  Kuran)

Ebu Dâvûd’da rivâyet edilen bir hadislerinde Allah’ın Resûlü Allah’ın en çok sevdiği ilmi bile herhangi bir dünya menfaatinden, bir dünya garazından ötürü öğrenen kişinin cennete girmek şöyle dursun cennetin kokusunu bile alamayacağını anlatmaktadır. Yaptıgımız her işi Allah  rızasına nail olma gayreti  için  yapalım  inşaallah…Allahım  bizleri gurur, kibir, büyüklenme belalarından muhafaza eyle. Bizleri  senin razı oldugun kulların  arasına  dahil  eyle. Bizlere şuur ihsan eyle. Bizlere firaset ver. Bizlerin idrak etme kabiliyetimizi artır. Bizleri her an ve her zamanda ve her yerde senin ismini yüce tutanlardan eyle. Bizleri ilayı kelimetullah  ugrunda mücadele  edenlerden  eyle… Sen her şeylere  kadirsin  allahım… Amin…

Sermedkadir 10.04.2014

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht.