MEARİC  SURESİ  ÜZERİNE  NOTLAR…

Kur’an-ı Kerim’in yetmişinci sûresi. Mekke’de nazil olmuştur. Kırk dört âyet, iki yüz on altı kelime ve sekiz yüz altmış bir harften ibarettir. el-Hâk-ka sûresinden sonra nazil olmuş olup, onun tamamlayıcısı durumundadır. Adını üçüncü âyetten almaktadır: „O (Azaba inananların mükafâtı) dereceler (meâric) sahibi Allah’tandı“. Sûreye, Seele ve Mevaki‘ adları da verilmektedir. Sûre, kendilerine Kıyamet, Cennet, Cehennem hakkında haber verilip, uğrayacakları elîm azaba karşı uyarıldıklarında, buna inan-mayıp, alaya alan Mekkeli müşrikleri ikaz etmektedir.

 

Peygamber Efendimiz (s.a.s), onları ahiretteki azaptan sakındırmaya çalıştığında onlar; „Biz seni tekzip ediyoruz. Sana göre biz kıyamette cehennem azabına çarptırılacakmışız. Hadi o bizi korkuttuğun kıyamet gelsin de bir görelim“ diyerek, Allah Teâlâ’nın vaadine karşı meydan okumakta idiler. Ayrıca onlar, Kur’an’ın hakikati karşısında bocalayıp duruyorlardı. Düşüncelerini cahiliye yaşantısının pislikleri körelttiği için akılları bu gerçeği bir türlü idrak edemiyordu. Haber verilen azabın, eğer gerçekten varsa kendilerine getirilmesini istiyorlardı.

 

Onların bu durumunu Rabbimiz Enfal  suresi  ayet,32.de  mealen  şöyle  ifade  edilir:***: Hani bir zaman onlar; „Ey Allah eğer bu (Kur’an-ı Kerim), senin katından (indirilmiş) hakkın kendisi ise durma, bizim üzerimize gökten taş yağdır, yahut bize (daha) acıklı (ve helâk edici) bir azap getir“ demişlerdi…*** Rivayetlere  baktığımızda  bu  sözlerin  sahipleri; Ebu Cehil, Nadr İbn Haris ve onlara tabi olanlardı. Mearic  suresi; Kur’an’ın Mekke’de karşılaştığı cahilî zihniyetin ve benzerlerinin beşer ruhunda bıraktığı tortuların yok edilmesi için ilâhî metot çerçevesinde yürütülen tedavinin safhalarından bir safhadır. Allah’ın azabını talep eden bu insanlar, onun varlığına inanmamaktadırlar.

 

Bundan önceki el-Hâkka sûresinde âhireti inkâr edenlerin durumu ve görecekleri cezalar, kıyamet gününün dehşet dolu tabloları gözler önüne serilerek işleniyor ve Kur’an’ın hak olduğu gerçeği kalplere yerleştirilmeye çalışılıyordu. Bu sûrede ise aynı inkârcıların, ahiret gününde karşılaşacakları azapların korkunçluğu anlatılarak ondan kurtulmanın yolu gösteriliyor. Bundan sonra gelen „Nuh“ sûresinde de inkârcı topluluğun yalnızca dünyada gördükleri korkunç azaptan bahsedilir.

 

Tefsir ulemasının  işaret  ettiği  gibi;  el-Hâkka, el-Meâric ve Nuh sûreleri, birbirinin devamı niteliğinde olup, Bakara sûresinin baş tarafında. „Ey Muhammed kâfirleri uyarsan da uyarmasan da birdir. Onlar iman etmezler. Allah onların kalplerini mühürlemiştir. Gözlerinin üzerinde de perde vardır. Ve onlar için büyük bir azap vardır“ (el-Bakara, 2/16-17) âyetlerinde işlenen konunun tafsili mahiyetindedirler. Mutlak  surette inanıyoruz ki; Kâfirler için ahirette acıklı bir azap hazırlanmıştır. Bu azabı yalanlayan inkârcılar, böyle bir şeyin olabileceğini idrakten aciz oldukları için, eğer böyle bir şey varsa başımıza getirilsin dediler.

 

Mümin, İslâmî gerçekleri tebliğ yolunda göreceği bedenî ve ruhî eziyetlere, işkencelere sabretmelidir. Çünkü, hiç de uzak olmayan bir zaman sonra korkunç azap müşrik zalimleri yakalayıverecektir. Azabın hemen gelmesini isteyen inkârcılara ve öteki bütün kafirlere, azabın Allah tarafından takdir edilmiş olduğu ve çok yakında vuku bulacağı Bu  surenin  hemen  baş  tarafında  bildirilmektedir. Bu durum Müşrikler  için, kafirler  için kaçınılmaz bir sondur. Çünkü bunu gerçekleştirecek olan, çok yüce makamın, derecelerin sahibi Allah Teâlâ’dır. Allah her şeye bir vakit takdir etmiştir.

 

Sûre, inkârcı kâfirlerin muhatap olacakları olayları bütün açıklığı ile ortaya koyduktan sonra, bu dehşet ve azap tablolarının bütünüyle dışında kalıp kurtuluşa erenlerin durumunu dile getirir: Ancak, namaz kılanlar müstesnadır. (Namaz kılan o kimseler) ki, onlar namazlarında devamlıdırlar. Onlar ki, mallarında belirli bir hak vardır. Hem dilenen, hem de iffetinden dilenemeyen için. Onlar ki hesap gününü tasdik ederler. Onlar ki Rablerinin azabından korkarlar. Çünkü Rablerinin azabından emin bulunulmaz“ İnanıyoruz ki; Namaz, dinin ayakta kalmasını sağlayan temel direklerden biridir.

 

O imanın bir alâmeti olmaktan da öte, kulu Allah’a bağlayan ve ruhunun o ilâhî kaynaktan beslenmesini sağlayan, Allah’ın rubûbiyetine boyun eğmenin samimi bir göstergesi olan bir ibadettir. Allah Teâlâ’nın, kurtuluşa erecek olanların hallerinden bahsederken, namazı en evvel zikretmesinin sebebi bu ifadelerle  aşikar  edilmektedir.  Namaz, bütün iyiliklerin başıdır. Onu terk etmekle kul, ruhunu besleyen ilâhî kaynaktan irtibatını kesmiş olur Allah  korusun. Çünkü Allah Teâlâ, namazını devamlı kılanları özellikle vurgular. Öteki özellikler ondan sonra gelir. Devam eden âyetlerde, müminlerin gözetmesi gereken bir takım temel hudutlar belirtilir!

İffetli olmak ve zinadan sakınmak gerektiği, aksi halde haddi aşıp sûrenin ilk bölümünde zikredilen topluluğa dahil olma tehlikesinin söz konusu olduğu vurgulanır. O müminler, güvenilirdirler, yalan şahittik yapmazlar, namazlarını ise lâyıkıyla kılarlar. „… Evet, işte onlar, cennetlerde ağırlanacak kimselerdir“ Sûrenin sonunda, inkârcıların neye güvenerek taşkınlık yaptıkları sorgulanır: „(Acaba) onlardan her biri müminler gibi naim cennetine girmeyi mi ümit eder“ sorusuna  anında  cevap  verilir.

 

Bunun cevabı hikmet doludur ve kesinlik ifade eder: „Hayır, (onların ümit ettikleri gibi cennete girmeleri söz konusu değildir) muhakkak ki bizler, onları bildikleri o (nutfe denen) şeyden yarattık“(39). Eğer onlar yaratılışlarındaki bu büyük mucizeye bakıp ibret almazlarsa cehennem azabından kurtulup cennete girmelerine imkân yoktur. Meâric sûresi, Vâkî sûresi, “Seele Sailün” sûresi diye anılan ve icmâ ile Mekke’de geldiği bildirilen bir sûredir. Sûrenin genel muhtevası, kıyamet, hesap, kitap, azap, ölüm ötesi hayattır.

 

Fakat araya serpiştirilen, sanki sûrenin direği mesabesinde olan, namazcıların durumu gerçekten çok ilginçtir. Kimlerin namazcı olduğunu, kimlere namazcı deneceği konusunu  veya namazcıların özelliklerini en güzel anlatan sûrelerden biridir. Şekilden ibaret bildiğimiz namazın, hayata, sosyal hayata etkinliğini, namazın insana neler kazandırıp, nelerden engellediğini daha açık, daha farklı anlatan bir sûredir. Mahmut Toptaş  Hoca  efendi  Tefsirinde  bu  ayetler  hakkında  diyorki: İsteyenin biri, inecek azabı istedi. ( O azab) kafirleredir.

 

Onu engelleyecek yoktur. Soru soran adam, kafirlerin başına gelecek olan o azabın ne zaman geleceğini soruyor. İnanmadan soranlar şöyle soruyorlar. „Hani ahiret azabı vardı ve kafirler, mutlaka azabı tadacaklardı. Ne zaman tadacaklar? Ne zaman gelecek Allah’ın azabı?“ Geçmiş Peygamberlerin inanmayan ümmetleri de, aynı şeyi ifade  ederken, Hatta şöyle diyorlardı. „Haydi Allah’ın va’d ettiği azab ne ise, bizim başımıza getir. Üzerimize taş yağdır…’’ Allah (c.c.) Kur’an-i Kerim’inde kendisine inanmayan, Rasulünü ya­lanlayan, gönderdiği risaleyi reddeden insanlara da, ahirette azabını vad ediyor. „Yanacaksınız, azab göreceksiniz“ diyor.

 

Kafirlerde peygamber efendimize soruyorlar; „Ne zaman o azab? Biz toprak olup çürüyüp gittikten sonramı?“ Hayat dünya hayatıdır. Bu dünya da ölünür ve dirilinir. „Ahiret“ diye bir şeyin olmadığını söyleyen insanlar var. Bir kısım insanlar da inanıyor da,“Ya Rabbi! kafirler üzerine azabın ne zaman? diyorlar. Kimsenin gücü, kafirlere gelecek olan azabı engelleyemeyecektir. „Allah’a karşı, Allah’ın verdiği o azabı engelleyecek hiç bir kimsenin olmadığını „Allah (c.c.) haber veriyor. Bir kere ahirette hiçkimsenin hiçbir şeye gücünün yetmiyeceğini biliyoruz.

 

Orada otoritenin, hükmün kayıtsız şartsız Allah (c.c.) ait olduğunu bir çok ayet-i kerime bize bildiriyor. „O gün, O Kahhar olan Allah’tan (c.c.)  başka, kimsenin .sözü geçmez.“ Bu ayet-i kerime, bu dünyada da bir gün kafirlerin sonunu getirmek istediğinde, Allah’a kimsenin engel olamayacağı anlamına da gelir. Kafirlere bu dünyada da azab ettiğini bildiriyor. Kur’anı Kerim’inde Allah: (c.c), Mekke’lilere birinci azabın Bedir’de geldiğini, ikinci azabın da Mekke’nin fethiyle gerçekleştiğini bildiriyor.

 

Yıllardan beri zülüm üzerine burdukları saltanatlarının, hükümetle­rinin sona ermesi, onlar için bir azab olmuştur. Sahabenin üç katı ol­malarına rağmen Bedir’de mağlub olmaları ve Ebu cehil gibi ileri gelen imansızlarının orada gebermesi, onlar için bir azab olmuştur. Yani imansızların başına azab, bu dünyada da gelebilir. Onları bu dünyada rüsvay etmek istediğinde Allah’ı engelleyecek hiç bir güç yoktur. Türkiyede 1960-65 yıllarını yaşayanlar bilirler. O günlerde çok de­ğerli hocalarımız kürsiler de, hutbelerde, minberlerde ve mihraplarda şöyle .diyorlardı; „Zulüm ile abad olanın sonu berbad olur.“

 

Bir gün gelir bu Rusya paramparça olur. Ekmeğe muhtaç olur denildiğinde; „Yahu hocam olur mu? Bunlar iki süper güç, bunların beli bükülmez. Bu sözleri orada burada konuşma“ diyorlardı. Ama gözlerimizin önünde, Afganistanlı koca Mücahid ihtiyarlarımız bastonlarıyla onları paramparça ediverdiler. Rusya’yı on devlete ayırıverdiler. Çeçen Mücahitlerinin önünde kızıl ordu, çobanı kaybolmuş oğlak sürüsü gibi dağılıverdi.

 

Allah (c.c.) bir zalimin zulmünün sona ermesinin zamanını getirdimi, ayakta durmaya gücü yetmez. Ölmüş veya felç olmuş bir insanın her tarafından destek verseniz, ayakta tutmanız mümkün değil. Aynı şekilde şu andaki zalimler içinde bu geçerlidir. Allah (c.c.) herşey için bir zaman tayin etmiştir. Onun zamanı geldiğinde birşeyler onu çö­kertir.

Onun çökmesi için Allah’ın yalnız; „ol“ demesi yeterlidir. O azab, onların üzerine geldiğinde kimse onu engelleyemez… Ayetler  devam  ediyor: Dereceler sahibi Allah’dır… Melekler ve ruh oraya mikdarı ellibin yıl olan bir günde yükse­lir. O Allah’ın azabı geldiğinde kimse mani olamaz. O öyle Allah’tır ki; Kendisinde yükselmenin yolları olandır. Binlerce değil, milyonlarca değil, insan adedince Allah’a (c.c.) yük­selmenin yolları vardır. Ama bütün bunlar İslam’ın genel kuralları içe­risinde olmalıdır. Bunlar Kur’an’la olacaktır, Sünnet-i Seniyye ile bera­ber olacaktır. Peki Kur’an tek yol değil mi? Allah (c.c); „Bizim yolumuzda müca­dele edenlere biz yollarımızı gösteririz.“ buyuruyor.

 

Allah (c.c) „Yollarımı“ diyor. Bu yollar insan adedincedir. Niye insan adedincedir? Çünkü her insanın algılaması ayrıdır. Aynı şeyi algılamaya çalışacağız. Mesela yüz tane adam namaz kılar, ama herbirinin namaz kılarken haleti ruhiyesi birbirinden ayrıdır. Düşünceler farklıdır. Ancak Kur’an’dan okudukları için, Kur’an’ın tarif ettiği şekilde namaz kıldıkla­rından, orada birlik vardır. Fakat bu namaz vasıtası ile Rabbimize yü­rürken, herbirinin yolu ayrıdır. Hepsi kıbleye dönüyorlar, oradada beraberler. Fakat iç dünyalarında esen fırtınaları ayrıdır.

 

Bu düşünceler parmak çizgilerimiz kadar birbirinden ayrıdır ve dereceleri de farklıdır. O Allah(c.c.)’ın huzuruna melekler ve ruh, 50 bin senelik bir günde çıkarlar. Burada „Ellibin yıllık“ ifadesi, çokluk içindir demişler. Yani bir günde yükseliyorlar ama, bizim dünyevi hesaplarımıza göre 50 bin senelik bir zamana tekabül ediyor. Burada Allah’ın (c.c.) zatının biz­lerden çok uzak ama, bize bizden daha yakın olduğunu anlıyoruz. Birisi bir hocaya sormuş, „Hocam Allah bizden hem çok uzak, hem de bize, bizden daha yakın. Bunu biraz açıklarmısın ?“ demiş.

 

Hoca efendide, cebinden bir ayna çıkarmış ve aynadan güneşe baktırmış. „Aynayı güneşe tuttuğunuzda, güneşi aynanın içinde görürsünüz, gü­neşle bu aynanın arasında milyonlarca kilometre var değilmi?“ „Ama güneş aynı zamanda aynaya, aynanın sırr’mdan daha yakın görünü­yor“ demiş hoca efendi. Allah’ın (c.c.) bize1 şah damarımızdan daha yakın olduğunu belirti­yor Kur’anı Kerim’de. Ama o bütün kainatın yaratıcısı olması nedeniyle uzak, fakat bize bizden daha yakın bir alemin olduğunu hatırlatı­yor. Bu 4. ayet bize şöyle bir mesaj verir.

 

Biz gözümüzle gördüğümüz, kulağımızla duyduğumuz, elimizle tuttuğumuz bir dünyayı tanıyoruz. Ama bilinki, bu dünya dışında Alıah’ın(c.c) böyle yarattığı dünyalar var. Meleklerin bir gününün, bizim 50 bin senemize denk olduğu bir dünya. Güzel bir şekilde sabret. Sabretmenin değişik çeşitleri olabilir. Evinizde çocuklarınıza, eşle­rinize, komşularınıza, onların ezalarına ve cefalarına karşı sabredece­ğiz. Sabrederken dikkat edin, Yüzünüzü ekşiterek sabretmek var, gü­lümsemenizi eksik etmeden sabretmek var. Birisi size bir haksızlık yapıyor, o anda sabır gerekiyor.

 

İleride bu işi düzelteceksiniz. Ama o anda sizde karşılık verseniz iş büyüyecek. Bunu kızarak, surat asarak karşılamak da, gülümseyerek yumuşak bir şekilde karşılamak da var. Allah (c.c.) bize, güzel bir şekilde sabret­memizi emrediyor. Mekke döneminin ilk yıllarını düşünün. Peygamberimizin bizzat kendisine ve onun çok değerli ashabına karşı yapılan sözlü işkenceler ve fiili işkenceler var. Her türlü baskıyı müslümanlara karşı uygulu­yorlar. İşte öyle bir dönemde sevgili peygamberimize emrediyor Rabbim; „Çok güzel bir şekilde sabret“ Yani moralim bozma suratım asma.

 

Bir ayet-i kerimede Rabbim; „Eğer sen kaba, katı yürekli ol­saydın, senin etrafından bu insanlar dağıhverirlerdi“ buyurur. (Mahmut Toptaş.) Onlar onu (kıyameti) uzak görürler. Biz ise, onu yakın görüyoruz. Onlar, Allah’ın azabının uzak olduğunu görüyorlar, öyle zannedi­yorlar. Ama biz onun Yani azabın yakın olduğunu biliyoruz. 8. O gün gök yüzü erimiş maden gibi olacak. O yakın olan azab, burada kıyamettir. Bir gün gelir, o gün gökyüzü erimiş bakır gibi olur.  9- Dağlar (atılmış) yün gibi olacak. Dağlar o günde, atılmış renkli yünler gibi olur.

 

Ömer Nasuhi  Bilmen Rahmetli  Tefsirinde  bu  ayetler  hakkında diyorki:  (O gün ki,) O inkâr ettikleri azap, o kıyamet alâmetleri gerçekleşir, işte o günde (gök erimiş maden gibi olacaktır.) öyle garîb bir değişiklik vücuda gelecektir. „MühI“ erimiş bakır, yağ tortusu demektir. Dağlar da atılmış rengârenk yün gibi olacaktır. O müthiş günde (Dağlar da atılmış rengârenk yün gibi olacaktır) bütün dağlar, parçalanarak renkli yün parçaları gibi havada uçuşmaya başlayacaktır.

 

Hiç bir dost da bir dostu sormaz. Artık o pek korkunç günde (Hiç bir dost da bir dostu sormaz.) herkes kendi derdine düşer. En  şefkatli akrabalar bile birbirilerinin hâllerini soracak bir durumda bulunmazlar, pek müthiş bir hâdise karşısında kalmış olurlar.

Artık o günü inkâr edenlerin o gündeki hâlleri ne kadar fecî olacaktır. Onlar; birbirlerine gösterilirler, günahkâr olan temenni eder ki: O günün azabından dolayı oğullarını feda etsin. Bu mübarek âyetler de. Cehenneme atılacak olan kâfirlerin ne kadar boş temennilerde bulunacaklarını bildiriyor. Onların kendilerini azaptan kurtarabilmek için ne muhal fedakârlıklarda bulunmak isteyeceklerini haber veriyor. Artık dünyadalar iken hak’tan kaçınan, kulluk vazifesini İfa etmeyen öyle cimri kimselerin ilâhî azaptan kurtulamayacaklarını ihtar buyurmaktadır.

 

Şöyle ki: (Onlar) O birbirlerinin dostları, yakınları olanlar âhirette (birbirlerine gösterilirler) birbirlerini görüp tanırlar, buna rağmen birbirine bir fâide veremez, bilakis yekdiğerinden kaçınırlar, (günahkâr olan) Kâfir veya herhangi bir günahkâr (temenni eder ki: O günün azabından dolayı oğullarını feda etsin.) kendisini öyle bir kurtuluş fidyesi sayesinde o azaptan kurtarmış bulunsun. Bu ne mümkün!.(Ömer Nasuhi Bilmen) Mearic  suresini  anlamaya  ve  anlatmaya  devam  ediyoruz…

 

Rabbimiz  Mearic  suresi  ayet10.da  mealen  “Hiçbir dost diğer bir dostunu sormaz.” buyuruyor…O gün hiçbir sıcak dost, hiçbir sıcak dosta kucak açmayacak, açamayacak. Kimse kimsenin hal ve hatırını sormayacak, soramayacak veya kimse kimsenin durumunu muhasebe edemeyecek. Bir ihtiyacınız mı var?” diyemeyecek. Kimse kimseyle ilgilenemeyecek, kimse kimseyle ilgi kuramayacaktır o gün. Belki insanlar, dostlar, akrabalar, arkadaşlar, kadınlar, kocalar, evlâtlar, babalar birbirlerini görüp geçecekler veya  görmezden gelecekler, hiç kimse kimsenin yakınlığını bile inceleyemeyecek.

 

Ali Küçük  Merhum  diyor ki; Anlayabildiğimiz kadarıyla bunun iki manası vardır. 1- İnsanlar, yakınlığı olanlar birbirlerini görecekler ama görmezden gelecekler, görmemiş, tanımıyormuş, tanışmıyorlarmış gibi davranacaklar… Gerçekten çok müthiş bir manzara… kadın kocasını, evlât babasını, baba evlâdını, kardeş kardeşini, arkadaş arkadaşını görecek ama tanımazlıktan gelecek, hiç tanımıyormuş gibi davranacak, geçip gidecek. 2-Adam akrabalarını, dostlarını, yakınlarını görecek ama kendi derdinden, kendi sıkıntısından ötürü sanki görmemiş gibi olacaktır. Görecekler ama telaşlarından sanki görmemiş olacaklar. Kendisiyle uğraşmaktan kendi başının çaresini düşünmekten başka hiçbir hali kalmayacak.

 

Abese sûresi ayet.36-37.de mealen  şöyle  buyurulur:***O gün, kişi kardeşinden, annesinden babasından, karısından ve oğullarından kaçar. O gün, herkesin kendine yeter derdi vardır…*** O gün kişi kardeşinden, anasından, babasından, karısından, oğlundan, kızından kaçacak. Neden? Çünkü o gün herkesin başını aşkın derdi vardır. Herkesin kendine yetecek meşguliyeti vardır. Herkes kendi başının derdine düşmüştür. Kimsenin kimseyi düşünecek mecali de yoktur, zamanı da yoktur. O gün kimse kimsenin hatırını soramayacak, kimse kimseyle ilgilenemeyecektir.

 

Herkes kendi başının derdine düşecektir. Hattâ Peygamber  efendimiz (sav) “o gün herkes üryan haşr olacak” beyanına karşılık Ayşe annemizin: “Anam babam sana fedâ olsun ey Allah’ın Resûlü! Öyle de, biz o gün vücutlarımızı yabancı erkeklerden nasıl koruyacağız?” şeklindeki sorusuna Allah’ın Resûlü’nün verdiği cevap şöyledir: “Üzülme ey Ayşe, o gün herkesin başını aşkın bir derdi olacak ve kimse kimsenin vücuduyla ilgilenemeyecektir,” buyurur. O gün kimse kimseyi göremeyecek. Kimse kimseyle ilgilenemeyecek. Çünkü o gün herkesin başından aşkın bir işi ve derdi olacak.

 

İnsanın sevdikleri bile ona yabancı olmuştur o gün. Hani bazen çok üzgün, çok dertli, çok karmaşa,  çok karışık bir ruh hali yaşadığınız dönemler sokakta yürürken en samimi bir arkadaşınızı, en candan bir dostunuzu görmeden geçtiğiniz olurya, Belimizi büken, kalbimizi yakan, beynimizi sarmış bir üzüntü atmosferinde gezerken, tanıdığımız nice simâlara rastlarız da sanki hiç görmemiş gibi yanından geçip gittiğimiz olmuştur, olabilir. Görürsünüz, ama sanki görmemiş gibi olursunuz. Bilirsiniz, ama sanki bilmemiş gibi olursunuz. Veya görürsünüz sanki görmezsiniz. Meselâ kalabalık bir miting alanındasınız ve çok acil birini aramakla meşgulsünüz.

 

Gözünüz onu aramakla meşgul. Böyle bir durumda bildiğiniz tanıdığınız nice simalar görürsünüz de, onların üzerinde hiç durmazsınız bile değil mi? Hatta onları görmezsiniz bile. Niye? Birini aramaktasınız çünkü o anda. Onunla meşgulsünüz. İşte o gün de böyle olacak. O gün insanlar böyle olacaklar. Peki görmeyecekler mi? Görecekler ama görmezden gelecekler, ya da görecekler ama sanki gör-memiş gibi olacaklar. Çünkü âyetin devamında diyor ki Rabbimiz: Görecekler, görüşecekler, karşılaşacaklar, karşı karşıya gelecekler, ama sanki karşılaşmamış olacaklar. O kadar meşguller ki, o kadar kendi kendilerine dönmüşler ki, sanki tanımazlıktan gelecekler.

Çünkü gördükleri halde tanımayanlar, gördükleri halde tanımazlıktan gelenlerin elbette birbirlerine sıcak bir kucak açmaları, birbirleriyle sıcak bir ilgi kurmaları da mümkün olmayacaktır. Zaten dünyada birbirleriyle sıcak ilişki içinde bulunanlar, birbirleriyle dost olanlar, akraba olanlar, eğer orada böyle bir ilişkiyi kaybetmişlerse artık ha görmüş, ha görmemiş, ha tanımış ha tanımamış fark etmez olacaktır. Böylesi  haller Dünyada da öyle olur bazen Bir vakitler insanlar birbirleriyle o kadar sıcacık dost ki, birbirlerini o kadar seviyorlar ki, sanki bir saat bile görüşmeden edemiyorlardır. O kadar düşkündürler ki, birbirlerine sanki “Fe cismahüma cismani ve’r-ruhu vahid” olmuşlardı. Yani ikisi iki ayrı beden ama ruhları tek ruh olmuştur. Tek ruh tarafından yönetilen iki bedendirler.

 

Sanki öyle yaşıyorlar. Gece beraberler, gündüz beraberler, evden çıkarlar beraber, eve dönerler beraber, sanki ruh dünyaları beraber, sevgileri beraber, nefretleri beraber, her şeyleri beraber. Ama mesâibu’d-dünya dediğimiz dünyanın hadiseleri ve şeytan aralarına öyle bir girer ki, dünyada da: küserler, ayrılırlar, birbirlerine sırt dönerler, sanki daha önce birbirlerini hiç tanımamışlar, hiç görüşmemişler gibi, uzaktan birbirlerini görürler ama sanki hiç görmemiş gibi geçip giderler. Dünyada da bazen bunu görürüz.

 

Öyleyse yapılacak şey sadece ve sadece Allah’la beraber olmak, Allah’la bütünleşmek, Allah’la dostluğu pekiştirmek, Allah’a bel bağlamak, Allah Celle  şanuhu  ile yakın diyalog içinde olmaya çalışmaktır. Değilse dünya bu, işte dünyanın değeri, dünyanın kuralı budur işte. Allah’tan başkalarını aşırı derecede sevmeye, Allah’tan başkalarına bel bağlamaya gelmez. Arkadaşın olabilir, can-ciğer kardeşin olabilir, sevgili hanımın olabilir, gözbebeği oğlun, kızın olabilir veya tanıdığın, bildiğin olabilir ki, biraz sonra sayılacak onlar zaten, işte hepsinden ayrılmak zorunda olacağız.

 

Hepsinden kaçmak zorunda kalacağız. Öyleyse burada beraberliğimiz Allah için olsun, ayrılığımız da Allah için olsun. Yani karşımızdakinin bizim dünyamızda oluşu bizim Dinimize, akaidimize aykırı ise hemen ayrılalım ondan. Terk edelim onu. Sevmememiz gerektiğinde sevmeyelim. Küsmemiz gerektiğinde küselim. Ama onun bizim hayatımızdaki varlığı İslâm dini, akaidi  açısından güzelse o zaman da sevelim, beraber olalım onunla. Yani sevmemiz de küsmemiz de Allah için olsun. Dün İslâm için sevdiğimiz, Allah için sevdiğimiz, Allah sev dediği için sevdiklerimizi her zaman sevmeye devam edelim.

 

Dün Allah sev dedi diye onu seviyorsak, bugün de Rabbimiz aynı İslâm sev diyorsa, sevmeye devam edelim, onlarla küsmeyelim. Rasulullah’la beraber sahâbeden biri oturuyorken birisi oradan geçer. Rasulullah’la oturan sahâbe der ki: “Ya Rasulullah ben şu giden kişiyi Allah için seviyorum.” Allah’ın Resûlü der ki: “Peki sen ona bu sevgini açtın mı? Ona sevdiğini söyledin mi?” “Hayır ya Rasulallah.” “Ama açman gerekirdi, ya da git ona kendisini sevdiğini söyle!” buyurur. Hemen adam onun peşinden gider, az ileride yakalar ve ona der ki: “Kardeşim! Ben seni Allah için seviyorum!” Karşıdaki de der ki: “Kardeşim beni kendisi için sevdiğin, kendi hatırına sevdiğin Allah da seni sevsin” der.

 

Sevdiğimiz kişiye bu sevgimizi bildirmemiz  gerektiğini bu  hadisi  şeriften  anlıyoruz… Dünyada birbirlerini sevenler, birbirlerini görmek için can atanlar, sevenler, sevilenler ya da sevdiğini iddia edenler orada eğer birbirlerinden kaçacaklarsa, sevgilerinde bir bozuk düzenlik vardır. Sevgilerinde bir terslik vardır ki, onu dünyada düzeltmemizi istiyor Rabbimiz bu âyetinde. Rabbimiz bu âyetiyle: “Ey Müslümanlar! Dünyada çevrenizdekilerle ilişkilerinizi Allah’ın istediği biçimde ayarlayın ki, yarın onlardan köşe bucak kaçma pozisyonuyla karşı karşıya kalmayın.

 

Hanımlarınızla ilişkilerinizi Allah’ın istediği gibi ayarlayın ki, yarın onlardan kaçmak zorunda kalmayın. Onlara karşı sorumluluklarınızı şimdiden yerine getirin ki, onlar karşısında rezil bir duruma düşmeyin. Tüm insanlara karşı Allah’ın istediği biçimde davranın ki, yarın onlara bakabilecek yüzünüz olsun. Sevdiklerinizi Allah için sevin, Allah’ın sev dediklerini sevin, Allah’ın sevmeyin dedikleriyle ilişkilerinizi sürdürmeyin” buyuruyor… Rabbimiz  Zuhruf sûresi ayet.67.de mealen şöyle  buyuruyor: *** O gün Allah’a karşı gelmekten sakınanlar dışında, dost olanlar birbirine düşman olurlar…

 

O gün aralarında su sızmayan dostlar, birbirlerini candan-ci-ğerden seven nice dostlar ve ahbaplar birbirlerine düşman olacaklar. Dostlukları, arkadaşlıkları düşmanlığa dönüşecektir. Ancak dostlukları Allah için olanlar müstesna. Ancak takva için olanlar, Allah hatırına Allah dininin ikamesi adına olanlar müstesnadır. Allah rızasına matuf olmayan tüm dostluklar, tüm bağlar, tüm arkadaşlıklar o gün düşmanlığa ve pişmanlığa dönüşecektir. Dünyada para, menfaat, makam-mevkii, protokol ve statü, ırkî özellikler için kurulan dostluklar, birliktelikler bitecektir.

Bitmenin de ötesinde ayrıca düşmanlığa dönüşecektir. Önderler, önde gidenler, liderler ve kendilerine uyanlar birbirlerine diş bileyecekler. Aralarındaki tüm protokol bağları kopacak. Aslında bu dostların düşmanlıkları, dostluklarının kaynağından gelmektedir. Yani onları dost kılan kaynaktan gelmektedir. Çünkü onların dünya hayatındaki dostlukları birbirlerini günaha teşvik etmek içindi. Günah konusunda birleşiyor ve birbirlerine yardımcı oluyorlardı. Böyle bir dostluğun orada devam etmesi mümkün değildir.

 

Çünkü orada artık işledikleri bu günahların neticesini ayan beyan görmüşlerdir. İşte bunun için birbirlerine düşman kesiliyorlar. “Sen yaptın! Sen ettin! Sen demiştin! Sen istemiştin! Sen yol göstermiş, sen zorlamıştın!” diyerek birbirlerine diş bileyecekler. Ama muttakîler hayatlarını Allah’ın istediği gibi yaşayanların dostlukları böyle değildir. Onlar sevapta birleştikleri, birbirlerini hayra teşvik ettikleri için onlar da yaptıklarının neticesinin ne kadar hayırlı olduğunu görünce birbirlerinden memnun olacak ve birbirlerini tebrik edecekler.

 

Öyleyse arkadaşlarımıza ve arkadaşlıklarımıza dikkat edelim. Arkadaşlarımızın cehennemine sebep olmadığımız gibi, cehennemimize sebep olacak kimselerle de arkadaşlık yapmamaya çalışalım inşallah.Bu konuda Peygamber efendimiz bir  hadisinde mealen şöyle  buyurmaktadır:** Kişi arkadaşının dini üzeredir. Öyleyse sizden biriniz kiminle arkadaşlık kurduğuna bir baksın..**Bir adam dost ve düşmanlarıyla hayatını yaşar. Hattâ cenaze namazı kılınacağı zaman sonunda değil de başında sorulur. “Bu adamı nasıl bilirsiniz” diye. Ama nereden çıkmış, nasıl gelişmiş bilmiyoruz, şimdilerde namaz kılınıp bittikten sonra soruluyor.

 

Önce ne idiği, nasıl olduğu bilinmeden kendisine rahmet okunuyor, namazı kılınıyor, sonra da deniliyor ki; “ey cemaat bu adamı nasıl bilirsiniz?” Bir ara bir cenaze için demişler ki iyi biliriz. O arada onun cenaze namazını kıldıran imam o kalabalığın arasından geçerken birisi demiş ki; ya bu adam o kadar iyi, o kadar hoş bir insandı ki hiç kimseyle küs değil di, herkesle barışıktı deyince, eyvah diyor hoca efendi. Ne var, ne oldu diyorlar. Eğer ben bu adamın böyle olduğunu önceden bilmiş olsaydım vallahi cenaze namazını kıldırmazdım diyor. Çünkü bir insanın dostu da olmalı elbette düşmanı da. Bir adamın herkesle arası iyi olamaz. (Ali Küçük)

 

Aslında sünnete göre o adamın cenaze namazı kılınmadan önce o adam hakkında cemaate sorular sorulmalıdır. Bu adamı nasıl bilirsiniz ey cemaat? Müslüman mıydı? Namaz kılar mıydı? Müslümanlarla beraber miydi? Şehadet eder misiniz bu adamın Müslümanlığına? Borcu var mı? Alacağı var mı? İnsanlarla bir hukuku var mı? Yâni buradaki insanların bu adamla bir sıkıntısı var mı? Küfrüne, şirkine, nifakına bir delil, bir şehadet var mı? Bir diyeceğiniz var mı? Bunu baştan sormalıyız. Hattâ Borçlu olan birinin cenaze namazını kılmayan Resûl-i Ekrem efendimizi hatırlayalım da bunu baştan sormayı âdet edinelim inşaallah…

 

Rabbimiz Mearic  suresi  ayet.19da mealen şöyle  buyurmaktadır:*** Gerçekten insan sabırsız ve hırslı yaratılmıştır…*** Taberi  Tefsirinde  diyorki:   Ayeti kerimede zikredilen insandan maksat, „Kâfir ve müşrikler“dir. „Sabırsız ve hırslı“ diye tercüme edilen ifadesi, Said b. Cübeyr’e ve Dehhak’a göre „Çok cimri ve çok sızlanan“ İkrime’ye göre „Velveleci“ Şu’be’ye göre „Hırslı“ İbn-i Zeyd’e ve Katade’ye göre „Çok sızlanan“ şekillerin­de izah edilmiş, Abdullah b. Abbas ise daha sonra gelen iki âyetin, bu âyetteki  kelimesini izah ettiğini söylemiştir. (Taberi tefsiri)

 

İnsan Sabırsız  ve  hırslı yaratılmıştır, çünkü onun başına bir şer, bir musîbet, istemediği bir şey gelse, meselâ bir fakirlik veya bir hastalık gelse, beğenmediği bir soru gelse pek sabırsızdır, feryadı, figanı basıverir, saçını başını yolmaya başlayıverir. Ne yaptığını bilmez, hesabı kitabı şaşırıverir, abuk-sabuk konuşmaya, Allah  korusun, isyan etmeye başlayıverir. Çok sabırsızdır, çok dayanıksızdır insan. Ama Allah ona bir hayır verse, bolca bir mal verse, istediği, sevdiği cinsten sorular gönderiverse bu sefer de farklı  hareket  eder. Cimrilik yapıverir.

 

Sanki bütün bunları kendisine Allah vermemiş de kendisi bulmuş gibi, kendisi elde etmiş gibi menederek Allah’ın hakkını da vermez, toplumun hakkını da vermez, kendi hakkını da vermez, çoluk çocuğun hakkını da vermez. Ayette  geçen helu’nun manası budur. Bu kelimeyle alâkalı müfessirlerin söyledikleri şöyledir: 1- Haris demektir. İnsan çok hırslı, çok haris yaratılmıştır. Bu özellik onun mayasında vardır. Her şeyin kendisine ait olmasından, her şeyin kendisine yönelik olmasından, her şeyin kendisine helâl olmasından yanadır. Her şey onun için olsun, her şey ona hizmet etsin ister. 2- Cimri demektir. İnsan cimri yaratılmıştır. Vermekten korkar, infaktan, ikramdan korkar.

Fakir düşme endişesi içindedir. 3- Düşkün, aç gözlü demektir. Mala, mülke düşkündür, doyumsuzdur. Sun’î ihtiyaçlar oluşturarak kendi kendini şartlandırmaya çalışır. İnsanların ellerindekilerinin tamamını kendisinin olsa, tüm dünyayı alsa bile yine de doymaz. Eğer  bir  insanın  malı  arttıkça  gözü  gönlü  doymuyorsa büyüklerimiz  ancak  onun  gözlerini toprak doyuracaktır  demişlerdir… İnanıyoruz ki; Müslümanların hayatında belli bir hedef, belli bir durak belli  bir  ğaye  olmalıdır,İsteklerinin,  arzu  ve  emellerinin  bir sınırı  olmalıdır, bir  haddi, hududu olmalıdır. Dinimiz İslâm’da davranışlarımızın tümünde bir sınır, bir hudut vardır…

 

Rabbimiz  Meaic  Suresinde buyuruyorki: 23.  Onlar ki: Namazlarını sürekli kılarlar. 24. Ve onların mallarında belirli bir hisse vardır: 25.  Yoksul ve yoksun olan(lar) için. 26.  Onlar ceza gününü tasdik ederler. 27.  Rablerinin azabına karşı (daimi) bir korku duymakta­dırlar. 28. Şüphesiz Rablerinin azabından emin olunamaz. 29.  Ve onlar, ırzlarını korurlar. 30.  Ancak kendi eşleri ya da sağ ellerinin malik olduğu başka; çünkü onlar {bunlardan dolayı) kınanmazlar. 31,Fakat bunun ötesini arayanlar, artık onlar sınırı çığneyenlerdır. 32.. Emanetlennı ve ahıdlerını gözetirler. 33.  Sahiciliklerinde dosdoğru davranırlar. 34.  Namazlarını (titizlikle) korurlar. 35.  İşte onlar, cennetler içinde ağırlananlardır.

 

Başta da  ifade  ettigimiz  gibi; İnsanın Genel Tabiatı  geregi İlk üç ayette insanın bencillik, hırs-tamah. çabuk etkilenmek gibi özelliklerine işaret edilmiştir. Başına gelen olaylar sonucunda çabuk heyecanlanır, bencildir; sadece kendi­sini düşünür, kendisine bir kötülük isabet ettiğinde hemen etkilenip feryadı basar, işleri yoluna girip açıldığında, hayra kavuştuğunda da elini sıkıp cimrilik yapar. Takip  eden  ayetlerde, Mü’minin özelliklerini görüyoruz bir Mü’min kesinlikle Namazlarını aksatmaksızın sürekli kılan kimseleri yukarı­daki işaret kapsamından hariç tutmuştur:

 

Onlar, sahip oldukları mallarında yoksul ve muhtaçlara verilmesi gerekli bir pay ve hak olduğunu bilmektedirler. Ahiret gününc-inanırlar, gerçekten korku veren Rablerinin azabından korkarlar. Verdikleri söz ve ahid-lere sadık kalırlar. Cinsi münasebetlerinde de meşru olan eşlerine bağlıdırlar; bunun dışında iffetlerini korurlar. Çünkü bu sınırı aşanlar taş­kınlık yapmış, suç işlemişlerdir. Onlar kendilerine teslim edilen emanetleri de korurlar, üzerlerindeki şahitlik vazifesini hakkıyla yerine getirirler ve namazların vakitlerine ri­ayet ederek muhafaza ederler.

 

İşte onlar için Allah katında, cennetlerde büyük ikram vardır. Ayetler öncekilerle bağlantılıdır ve özellikle önceki ayetlerin son ayetler arasındaki münasebet açıkça bellidir. Ayetler iman ve Allah’a ibadetin, insan nefsinde, yönelişin­de, ahlâkında yaptığı tesiri, tabiatında var olan bencillik, kötülükten şikayet, hayrı en­gelleme vasıflarını düzeltme fonksiyonunu açıklamaktadır. Bu ayetler çok önemli ev­rensel, ahlâkî ve içtimai mesajlar içeren mükemmel Kur’an mesalarından birini oluştur­maktadır.

 

Özellikle istisna edilerek namaz kılanların zikredilmesi, namaza devam edip onu ko­ruyanların ayetlerin başında da, sonunda da tekrar edilerek övülmesi, ilk olarak, nama­zın Allah’a iman alametlerinin esasını teşkil etmesindendir. İkinci olarak namaz, sürekli olarak Allah’ın yapılmasında her türlü hayrın bulunduğu emirlerini ve her türlü kötü­lükten men eden yasaklarını hatırlamanın vasıtasıdır. Bu durum, namaz kılanı hakkı, adaleli ve hayrı işlemekte aktif yapmakta, günah ve kötülüklerden sakındırmaktadir.

 

Buna göre namaz kılan bir kimseden günah ve kötülükler sadır olursa, kendisine bencillik, herhangi bir kötülükten dolayı feryat etme, cimrilik, hayrı men etme gibi vasıflar ha­kim olursa, iyi bilinsin ki o kimse gerçek anlamda namaz kılmamaktadır. Kıldığı namaz gerçek imandan ncş’et eden bir namaz değildir. Böyle bir namazın da ruhunu saflaştır­makta, kalbini temizleyip paklamakta hiçbir faydası olmaz. Bu  ayetler  aynı  zamanda, Mekke dönemindeki ilk mü’mirilerin sahip olduğu ahlâkı, iman ve namazın onlarda yaptığı olumlu yüksek etkiyi yansıtmaktadır.

 

Muhammed Ali Sabuni Tefsirinde  diyor ki: Bu yüce sıfatlar ve değerli menkibelerle nite­lenmiş olan o kişiler, Naîm cennetlerine yerleşmişlerdir. Bu yüce sıfatlarla nitelendikleri için Yüce Allah onlara bu cennetlerde, çeşitli ve canlarının çektiği şeyleri ihsan ederek türlü türlü ikramlarda bulunmuştur…Allahım  sana  inanarak, sana  güvenerek  yalnız  sana  ibadet  ederiz. Bizleri  yolların  en  dogrusu  olan Sıratı müstakimden  ayırma…Bizleri  Kuranı  kerim  ve  Sünneti  seniyye ye  sımsıkı  sarılanlardan eyle Sen  her  şeylere kadirsin  Allahım… Amin…

 

Sermedkadir…01.03.2018…

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht.