Millet, Ulus, Milliyetçilik

Rabbimiz bakara suresi ayet. 170. de mealen şöyle buyurmaktadır: *** Allah’ın indirdiğine uyun” denilince, “Hayır! Biz atalarımızı ne üzerinde bulduysak ona uyarız” derler. Ya, ataları bir şeye akıl erdiremeyen, gerçeği bulamayan kimseler idiyseler…***

Yine Rabbimiz hucurat suresi ayet. 13 te mealen şöyle buyurmaktadır: *** Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Birbirinizle tanışmanız (sırasında kolaylık) için de sizi kavimlere, kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız O’ndan en çok çekineninizdir. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır…***

Zamanımızda üzerinde en çok yorum yapılan kavramlardan birisi de “millet” kavramı dır. Çogu kere yanlış anlatılan ve yanlış anlaşılan millet kavramını gerektigi gibi anlamakta zorluk çekiyoruz. Böyle olunca da gönül gönüle, omuz omuza vermesi gereken müslümanlar birbirinden ayrışıyor, ırk ve köken davası güdüp kardeşini yabancı görüyor.

Şurası kesin olarak bilinmelidirki; Millet İslâmî bir kavramdır ve kesinlikle bugün anlaşıldığı üzere ırkla, ulusla, kavimle ilgili değildir. Cenazelerimizi “Millet-i İbrahim” üzere defneden bizler, o milletin ne olduğunu anlamamız, milliyetçiliğimizi buna göre anlamamız, hatalarımız varsa düzeltmemiz kelimeleride yerli yerinde kullanmamız tashih etmemiz düzeltmemiz gerekmektedir..

Hicretin ikinci yılı… Evs ve Hazrec kabilelerine mensup Ensar’dan müslümanların Medine hurmalıklarında diz dize oturup muhabbet etmeleri Yahudileri çıldırtmaktadır. Yahudiler Medine’deki hakimiyetlerini Evs ve Hazreclilerin çatışmaları üzerine bina etmişlerdir çünkü. Asırlar önce Yemen’den çıkıp farklı zamanlarda Medine’ye yerleşen bu iki akraba kabileyi türlü entrikalarla birbirine düşürmüş, yönetime böylece hakim olmuş, tam bir sömürü düzeni kurmuşlardı.

İslâm onların bu zulüm ve sömürü düzenini bozdu. 120 yıl boyunca birbirleriyle savaşan Evs ve Hazrecliler, İslâm’a girince aralarındaki kan davasını kaldırdılar, kardeş oldular, birliğe ve dirliğe ulaştılar. Halbuki acıları taze sayılırdı daha. En son yedi yıl kadar önce Buas Harbi diye bilinen kanlı çatışmalarda verilen kayıpları iki taraf da hatırlıyordu. Ama güçlü bir iman, aralarındaki nefreti bir çırpıda karşılıklı sevgi ve dayanışmaya çevirmişti.

Şemmas b. Kays isminde yaşlı bir Yahudi, Evs ve Hazrecli müslümanların birbirlerine duydukları sevgi, saygı ve kardeşlik anlayışından, ülfetinden rahatsız oldu. Son derece kindar, kıskanç ve fitneci bir kâfirdi. “Bunlar böyle birlik içinde olursa Yahudiler artık buralarda barınıp rahat edemez!” diyerek planlar kurdu. Kabileleri yeniden birbirine düşürmek için ağzı iyi laf yapan genç bir Yahudiyi Evs ve Hazreclilerin bir sohbet meclisine gönderdi.

O genç, aralarındaki eski husumeti hatırlasınlar diye Buas çatışmalarında tarafların birbirlerine karşı söyledikleri hamasi şiirlerden okumaya koyuldu. Arada şaşırmış veya unutmuş gibi yaparak, “Bu şiir nasıldı, devamı neydi?” diye soruyordu. Plan tutmuş, Evs ve Hazrecliler karşı tarafı aşağılayan, kendilerini öven şiirleri düzelttiklerini sanarak bir atışmaya girdiklerini, birbirlerini incittiklerini fark edememişti bile. Derken ağız dalaşı ve diklenmeler başladı, iş büyüdü. Evs’ten İbni Kayzî, Hazrec’ten İbni Sahr kabilelerini yardıma çağırdı. Toplanıp silahlandılar, vuruşmak üzere Medine’nin dışına Harre meydanına gittiler. Gelişmelerden haberdar olan Rasulullah (sav), yanında Muhacir’den bir grup sahabi ile Harre’ye yetişti. Tarafları nasihatle sakinleştirdikten sonra şöylece sitem etti onlara: ** Allah sizi hidayete erdirdikten, İslâm’la şereflendirdikten, cahiliyye işlerinden ayırıp küfürden kurtardıktan, kalplerinizi biribirine ısındırıp birleştirdikten sonra, üstelik ben aranızdayken hâlâ cahiliyye davasıyla ayaklanıyorsunuz ha! ** Evs ve Hazrecliler anladılar ki bu şeytanın ve düşmanın hilesidir. Silahlarını bırakıp kucaklaştılar, Peygamber efendimiz ile (sav) beraber, O’na tabi olmanın, baglı kalmanın huzuruyla Medine’ye döndüler.

Ümmetin birliğini zedeleyen nifak tohumlarının dün olduğu gibi bugün de ekildiğini biliyoruz. Bugün de müslümanlar zaman zaman ölçülerini unutup tepkisel ve düşmanca davranışlar sergileyebiliyorlar ne yazıkki. Kur’an, böyle durumlarda müslümanlar olarak nasıl davranmamız gerektiğini kayıt altına aldığına göre, yanlış yapmamızın değil ama yanlışta ısrar etmemizin mazereti yok. Öyleyse gelin bu hadiseyi bugün neredeyse bütün müslüman topluluklarına musallat olan ayrılıkçı yönelişleri çözümlemek adına, ayetlerin ışığında birlikte değerlendirelim:

Âl-i İmran suresinin bu hadiseyle ilgili ayetlerinden, müminlere hitaben gelen 100. ayet, bizi yahudi veya hıristiyanlara uymamamız konusunda ikaz ediyor. Başka problemler gibi tefrikanın da temelinde “kâfirlere uymak, onlara inanıp tabi olmak” var yani. Bu tabi oluş sadece inkârcıların hilelerine kanmaktan ibaret değil. Onların kavramları yahut tasavvurlarıyla düşünüp hareket etmeyi de kapsıyor. Entrikalara alet olmak kadar, İslâm dışı tasavvurlarla hareket etmek de “imandan sonra bizi döndürüp küfre bulaştırabiliyor.”

Takip eden üç ayette ayrılığa düşmemeleri için müslümanlara ne yapmaları gerektiği hatırlatılıyor. “Allah’a tam bir imanla bağlanmak, Allah’tan hakkıyla korkmak, hep birlikte Allah’ın ipine yani Kur’an’a sımsıkı sarılmak” tavsiyesi yanında, aralarındaki düşmanlığı giderip Evs ve Hazrec’i kardeş yapan ilahî ihsanın, İslâm nimetinin kıymetinin bilinmesi isteniyor. Allah’a bağlanmak aynı zamanda Kur’an’a sımsıkı sarılmak, kavramlarımızı başkalarının tariflerine göre değil, vahye göre inşa etmek mükellefiyetini de içeriyor.

Bu ikaz ve tavsiyelere rağmen müslümanların yine de tepkisel davranışlardan kaçınamayacağı, fitne ve tahriklere kapılabileceği, iyilikten yüz çevirip kötülüğe ve şerre meyledebileceği ihtimali hesaba katılarak, 104. ayette bir tedbir daha öneriliyor müminlere: “İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun.” Tıpkı Rasul-i Ekrem s.a.v. ile beraberindeki ashabın Harre’de Evs ve Hazrec’i hayra çağırıp yangını söndürdüğü gibi, birileri yanlış yapanları uyarsın isteniyor.

Tefrika ve çatışmaya yol açan ırkçı duyguların bilendiği, öfkenin kabardığı zor zamanlarda insanları hayra çağırmak; onları sükunete, akl-ı selime, Allah’ın koyduğu ölçülere, vahyin düzelttiği tasavvurlara çağırmaktır. İyiliğe yöneltme, kötülükten alıkoyma (Emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i an’il-münker) farz-ı kifayesini ifa çerçevesinde yanlışlara, zihniyet problemlerine işaret ediyor. Bu yanlışları yapanları başlangıçtaki tercihlerinden dolayı kınayıp suçlamıyor. Onların samimiyetlerini de sorgulamıyor.

Yakın tarihimize bakacak olursak, Biliyoruzki bu topraklardaki insanlar en az 170-180 yıllık bir iman boşluğunun mağdurudur. Batılılaşma adına yürütülen kökünden kopartma, yozlaştırma politikası hemen hepimizi yaralamıştır. Fakat tedavi için artık yaralara dokunmak gerekiyor ve çok zaman acı veriyor bu müdahale. Müslüman, bir ucu gelip itikadını zedeleyen meselelerde “ben böyle düşünüyorum; düşünceme saygı isterim, dünya görüşüme laf söyletmem” diyemez.

Yaşadığı süreç, geçmişte içinde bulunduğu muhit, aldığı eğitim, meşrebi, mesleği, siyasi tercihleri.. ona kendisinin de benimsediği bir kimlik vermiş olabilir. Bu kimlik, müslüman kimliğinin ölçülerini geçersiz kılacak kadar haddi aşar, bütün davranışlarının tek belirleyicisi haline gelirse, artık o kişiyi uyarmak inanıyoruzki, diğer müslümanların boynunun borcudur. Uyarılan müslümanların canını yaksa da böyle müdahalelerin dostluk ve kardeşlik hukukunun icabı olduğu açıktır. Alınıp gücenecek diye, farkında olmadığı sinsi bir tehlike karşısında müslüman kardeşimizi ikaz etmemenin vebali vardır.

Evs ve Hazrec’i müslüman olduktan sonra da çatışmanın eşiğine getiren cahiliyye soy-sopçuluğu hâlâ başımızda bir bela olarak durmaktadır unutmayalım. Fakat artık karşımıza milliyetçilik, nasyonalizm, ulusalcılık gibi degişik karakterlerle, isimlerle, kisvelerle çıktığı için onu tanımakta bazan zorluk çekiyor, “bu düpedüz cahiliyye asabiyesidir” diyenleri anlamakta zorluk çekiyor, bu kimseleri bazan bühtan etmekle suçluyoruz ne yazıkki.

Adı ne olursa olsun, bir fert veya toplulukta cahiliyye ırkçılığı varsa eğer, onu tahrik etmek çocuk oyuncağı. Öyleyse kışkırtmalardan, tuzaklardan, ajitasyonlardan ziyade, kalbimizi karartan bu sinsi hastalığı teşhis edip kalbimizden çıkarmakla uğraşmamız gerekiyor. İslâm’dan önceki göçebe Arap topluluklarında birisi bir saldırıya uğradığını düşündüğü zaman, “Yetişin ey falan oğulları!” nidasıyla kendi kabilesini yardıma çağırır, o kabilenin fertleri de hiçbir sorgulama yapmadan derhal imdada koşarak maruz kalınan saldırıya karşılık verirdi.

“Asabiye”, bu manzaradaki duyguların toplamından ibaret. Bir topluluğa mensubiyet duygusu, bu mensubiyetin getirdiği dayanışma gayreti, sadakat, muhabbet; saldırının haksızlığına inanmaktan kaynaklanan öfke ve celadet, asabiyede bir arada. Bunlar aslında fıtrî duygulardır. Tamamen yok edilmesi mümkün de değildir, doğru da değildir. Ancak, ilahî ölçüler çerçevesinde kontrol altında tutulması gerekir. Aksi halde ölçüleri ihlâl eden zulümlere, reaksiyoner davranışlara sebebiyet verebilir. Hadis-i şeriflerde men edildiğimiz asabiye, ırkçılık işte bu ölçüsüz tepkilere, zararla oturtan öfkelere yol açan ortak nefs-i emmaredir ki adına “cahiliyye asabiyesi” denilmiştir.

Peygamber efendimiz bir hadisinde mealen şöyle buyurmaktadır: ** Asabiyetçiliğe (kökenciliğe, ırkçılığa) çağıran bizden değildir. Asabiyetçilik için savaşan bizden değildir. Asabiyetçilik üzere ölen bizden değildir…(Ebu Davud) **Aynı hadis-i şerifi, sözleri biraz değişik olarak İmam Müslim, İbn Mâce ve Nesâî rh.a. de şöyle rivayet etmiştir:**Kim körü körüne çekilmiş bir bayrak altında, asabiyetçiliğe (kökenciliğe, ırkçılığa) çağırırken yahut yardım ederken öldürülürse, bu bir cahiliye ölümüdür…**

Cahiliyye asabiyesi, kendi mensubiyetinin diğerlerinden üstün olduğu iddiasındadır. Soy, ırk, renk, cinsiyet, dil gibi, iradî olmayan aidiyet veya niteliklerle övünür, her zaman benim milletim der. Düşündüğü ve hedeflediği sadece kendi çıkarıdır. Bütün tarafları kuşatıcı bir hukuk anlayışını kabul etmez, haklıyı haksızı ayırmaz. Daha doğrusu hak ve imtiyazlara yalnızca kendini layık görür. Karşı taraf, yok edilmesi yahut etkisiz hale getirilmesi gereken zararlı bir “digeri,başkası,öteki”dir.

En muteber altı hadis külliyatından biri olan Ebu Davud’un Sünen’inde, “Edeb” bölümündeki iki hadis, meseleyi anlaşılır bir biçimde ortaya koymaktadır. Birinde Peygamber efendimiz (sav) mealen: ** Sizin hayırlınız, (zulme kayarak) günah işlemedikçe aşiretini müdafaa edendir.” Buyuruyor… diğer bir hadisinde ise: bir sahabinin sorusu üzerine cahiliyye asabiyesini, ırkçılıgını, köken sevdasını “Zulümde kendi kavmine yardım etmendir.” diye tanımlıyor…**

19. yüzyıldan sonra İslâm aleminin yaşadığı parçalanmanın, ümmetin düştüğü tefrikanın önemli bir sebebi, Türkçeye yanlış olarak “milliyetçilik” diye aktardığımız “nasyonalizm”. Cahiliyye asabiyesinin modern versiyonu olan nasyonalizm, 1789. Fransız İhtilali’nden sonra, Batı’nın kendi şartlarında elverişli bir çözüm imkanı olarak rağbet görmüş, benimsenmiş.
Sadece dünyevî bir verimliliği esas alan ve bu uğurda geleneksel bütünlükleri ayrıştırıp daha küçük birimler halinde yeniden düzenlemeyi metod olarak kabul eden modernizmin, şimdilerde modası geçen ulus-devlet dizaynına gerekçe yaptığı bir ideolojidir.

Vahye sırtını dönerek sabit ayağını kaybettiği için hiçbir meseleyi asla düzgün çizgilerle kuşatamayan modernizmin, kendi ifadeleri ile çagdaş uygarlıgın diğer kavramları gibi bu da kaypak, karmaşık ve belirsizligini korumuştur. Bilhassa Türkiyedeki milliyetçilik anlayışlarında görüldüğü gibi, “Kişi kavmini sevmekle kınanmaz” noktasındaki masum ve meşru türünden, kollektif bir nefsaniyetin ateşine odun taşıyanına kadar belki yüzlerce çeşidi var. Bu ayrı bir mesele.

Bizler buradan kimsenin milliyetçilik tercihine karışacak da değiliz. Fakat bir müslüman “milliyetçiyim” diyorsa öncelikle bu anlayışın dayandığı millet kavramının ne olduğunu bilmek durumundadır inancındayız. Milliyetçilik sonuçta bir millet kavramı üzerine kurulduğuna göre “millet” nedir? Ona bakacak olursak; Degişmez hayat mektebimiz, Kur’an-ı Kerim, millet “din”dir diyor. Bizim kültürümüzde, irfanımızda Osmanlı’nın son zamanlarına kadar da topluluk ismi olarak kullanıldığında “bir dine mensup insanlar” anlamı veriliyor millet kelimesine.

Halbuki nasyonalizmin dayandığı “nation” veya “ulus”u belki “kavim” kavramıyla karşılayabiliriz. Belki diyoruz, çünkü “ulus” kavim bile değil. Çok zaman devlet eliyle planlanan bir toplum mühendisliğinin, yapay,suni bir inşanın,yapının ürünü Yani zorlama bir ifade şekli diyebiliriz. Milliyetçiliğin “millet”ini Kur’an’daki anlamıyla alıyorsak hiçbir problem yok diyeceğiz ama öyle olmadığını hepimiz biliyoruz. Peki, “kişi kavmini sevmekle kınanamayacağına” göre, yaygınlaşmış bir yanlış olarak millet’i “kavim” yerine kullanmakta ne mahzur var sorusu sorulunca aslına bakmamız ve cevap vermemiz zorunlu olur kanaatindeyiz.

Millet, Kur’an-ı Kerim’de “din” ve “şeriat”la eş anlamlı bir kavram olarak geçer. Kök anlamından hareketle yapılan, “Tutulup gidilen yol” veya “Allah tarafından peygamberleri vasıtasıyla yazdırılıp dikte ettirilen esaslar” şeklindeki tarifler, din ve şeriat kavramları için de geçerlidir. Millet, din veya şeriat demektir kısaca. Son devrin islam alimlerinden Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır (rh.a), din, millet ve şeriatın aynı şeyler olmakla beraber, karşıladıkları inanç sisteminin farklı bir boyutunu öne çıkardığını söyler. Ona göre, “din” itikadî prensipleri ve inanmayı; “şeriat”, inanılan esasların yaşanmasını ifade eder.

Konumuza esas aldıgımız “Millet” ise bu inanış ve yaşayışın insanları toplayıp birbirine benzettiği ortak zemindir. Başka bir deyişle, insanları bir araya getirip onları inanç, duygu, düşünce, davranış bakımından birbirine benzeten “yol”un, üzerinde ittifak edilen iman ve amel “esaslar”ının adıdır millet. Demek ki “millet” aslında bir topluluğu veya kavmi değil, o topluluğu bir araya getiren, birbirine benzeten yolu ve yürüyüş tarzını anlatıyor.

Eskiler bir dini değil ama o dinin mensubu insanları kastetmek için “ehl-i millet” veya “sahib-i millet” tabirlerini kullanırlardı. Zamanla bu tabirlerdeki “ehil” ve “sahip” kelimeleri düşmüş, millet kelimesi mecazen “ehl-i millet” yerine, yani “bir dinin birbirine benzettiği insan topluluğu” anlamına kullanılır olmuştur. Bugün Kur’an’a sımsıkı sarılmakla mükellef, sorumlu müminler olarak “millet” dediğimizde “ehl-i millet”i, aralarında din birliği olan bir topluluğu kastediyorsak mesele yok.

Din dışındaki başka faktörlerin birbirine benzettiği insan topluluklarına İslâm’da “millet” denmediğini; bunların belki aşiret, kabile, kavim diye adlandırılabileceğini bilelim. Osmanlı’daki “millet sistemi”nin aynı sebeple din esaslı bir belirlemeye dayandığını hatırlayalım. Kur’anî anlamda “millet”i topluluk ismi olarak kullandığımızda “ümmet”le örtüştüğünü görürüz. Şu farkla ki ümmet doğrudan doğruya bir topluluk ismi iken, millet, o topluluğu meydana getiren yol ve yürüyüşün ismidir. Ümmetler tek tek peygamberlere nispet edilirken, milletin İbrahim Aleyhiselamın şahsında bütün peygamberlere, bütün ilahî dinlerin müşterek esaslarına nispet edilmesi iki kavram arasındaki başka bir farklılıktır.

Fakat hem İslâmiyet öncesindeki dinlerin bozulup, tahrife uğraması, hem bu dinlerin aslına uyan bağlılarının kalmaması, hem de İslâm’ın aynı esasları yeniden vaaz etmesi sebebiyle bugünün pratiğinde artık Millet-i İbrahim, Ümmet-i Muhammed’den ibarettir inancındayız. Müslüman, Hz. Muhammedin (sav) ümmetinden, İbrahim aleyhiselamın milletindendir. Bunu söylerken aynı aidiyeti ifade etmiş olur. Dolayısıyla müslüman için ümmet ve millet, birinin varlığı diğerini kabul etmeyen iki karşıt seçenek değildir. Yani kısaca diyebilirizki: Millet olmadan ümmet olmaz.

Rabbimiz ali imran suresi ayet.100.de mealen şöyle buyurmaktadır:*** Ey iman edenler; eğer kendilerine kitab verilenlerden herhangi bir zümreye uyarsanız, imanınızdan sonra sizi çevirirler de kafir yaparlar…***Bu yüzden her kelimenin, her sözcügün ifade ettigi manayı iyi anlamak durumundayız. Olabilecek bazı anlam kaymaları küfre davetiye çıkaran bir zihniyet kaymasının ifadesi olduğu için hiç bir zaman masum olarak görülemez. Millet tasavvurumuzu vahiy yerine Batı sosyolojisinin beşerî ölçülerine, modern cahiliyyenin zanlarına göre inşa etmekle, öyle anlamakla, Âl-i İmran suresinin 100. ayetinde işaret buyurulan tehlikenin tam da kucağına düşüyoruz. Yani “kendilerine kitap verilen (Yahudi veya Hristiyanlardan) bir gruba uymuş” oluyoruz ki akibeti allah korusun bu durum “imandan
sonra dönüp küfre saplanmak”tır.

Öte yandan millet tasavvurumuzu böylece bozmak,tahrif veya imha etmekle “kavmimizi sevmenin ölçüsü”nü de kaybediyoruz bilerek ya da bilmeyerek. Elbette insan ailesini, aşiretini, cemaatini, kavmini sever. Sevmelidir de… Fakat bu sevgi Kur’anî anlamda millet tasavvurundan yoksunsa eğer, başkalarının aidiyetlerine saygı göstermeyecek, kendi mensubiyetinin itibar ve çıkarı adına diğerlerine zulmetmekten çekinmeyecektir. Peygamber efendimizin (sav) meşru gördüğü kavim sevgisi, meşruiyetini millet şuurundan alır. Önce ehl-i millet olunur, sonra bu çerçeve içinde kavim de sevilir, kabile de…

Belirleyici ölçü kavim mensubiyeti değil, millet mensubiyetidir. Millet şuuru yoksa kavim sevgisi kolayca cahiliyye asabiyesine dönüşür, bu tehlikeyi her zaman göz önünde bulundurmak zaruridir. Millet ve milliyetçilik konusunda kafa yoranlar, şuraya kadar söylediklerimizi, modern sosyolojinin yahut toplumbilimin aşina olunan teorileriyle bağdaşmadığını görüp tuhaf karşılayabilir. Böyle bir durumda kendimize şunları sormamız lâzım: İthal kavramlarla düşünmek zorunda mıyız? Batı toplumlarının kendilerine özgü şartlarından devşirilen sosyolojik tespitler neden bizim milletimizi de bağlasın?

Toplumbilimin toplumundan bize ne ? Kaldı ki şu söylediklerimiz tarihimizde hayata geçirilmiş hakikatler bütünlügü ve bizim ortak kültürümüzdür. Şairin dediği gibi “Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz”. Bugünkü yaşanılan olumsuzluklarda bile insanımız Bosna’nın, Çeçenistan’ın, Filistin’in, Afganistan’ın derdiyle dertleniyor, cebindeki iki kuruşu Ramazan ayında büyük bir felaketle karşı karşıya kalan Pakistan’la, Açe’yle, Somali’yle paylaşıyorsa, bunlar, geçmişte ehl-i millet olmayı başarmanın, ümmet şuurunun eseridir inancındayız.

Bu duyarlılıklar millet veya ümmet olabilmek için tek devlet çatısı altında, aynı siyasi sınırlar içinde yaşamak gerekmediğini de gösteriyor; millet tasavvurumuzu vahyin belirlediği ölçülerde düzeltirsek, eskiden olduğu gibi yine toplumsal birlik ve bütünlüğü sağlayabileceğimizi de… Anlatmaya çalıştığımız hususlar, dış mihraklar kadar zihinlerimizdeki bulanıklığın da vahdetimize, birlik ve dirliğimize mani olduğudur.

Millet veya ümmet üst kimliğinin yerine bir kavim kimliğini ikame edip farklı etnik unsurları onun altına çağıran, çağrısı reddedilince asabileşen kardeşlerimiz var. Bir kavmin adını taşısa da buna kısmen İslâmî terminolojideki milletin fonksiyonunun yüklendiği, dolayısıyla bu üst kimliğe sahip çıkılması gerektiği iddiaları ise pratikle uyuşmuyor. Adı ve geçmişi ne kadar saygın olursa olsun, mukaddesatı reddeden, kullandığı isimle hiçbir ilgisi bulunmayan, devlet zoruyla şahısları yüceltmeye yöneltici çağrıları dillendiren resmî bir üst kimliğin altına hangi müslüman girer? Bunları söylerken insanımıza haksızlık etmiş olmayalım.

Halkımızın çok büyük bir çoğunluğunun inancındaki samimiyetten şüphe etmiyoruz. Dünyanın neresinde olursa olsun bütün müslümanların sıkıntıları karşısında kayıtsız kalmadıklarına da inanıyoruz. Bütün bu hakikatleri ifade ettikten sonra, Modern cahiliyyenin kavramlarına saplanıp, dinle imanla hiçbir ilgisi olmayan üç beş fasığın peşinde veya karşısında neden ilkel bir asabiyenin davasını güdüyoruz sorgulamamız gerekir. İslâmiyet gibi en kuşatıcı kimliği kuşandıktan, kardeş olduktan, yakın bir zamanda omuz omuza verip ezanların susmaması için küffarla çarpıştıktan sonra şimdi neden birbirimize tahammül edemiyoruz?

Biz alemlerin efendisi, iki cihan serveri Peygamber efendimizin (sav) Sünneti seniyyesiyle aramızda olduğuna, katıldığımız kervanın başında yürüdüğüne inanıyoruz. Teklifimiz, O’na tabi olup Medine’ye dönmektir. O’nunla Medine’ye dönmek, cahiliyye ilkelliğinden medeniyete, kabileden millete yani aslımıza dönmektir. O’nunla Medine’ye dönmek, nefsimize ne kadar ağır gelirse gelsin cahiliyye davasından sulh ve selamete dönmektir. Zaten tek gayemiz O’nunla Medine’ye dönmek, beşerî vasıfları bize benzemeyen müslüman kardeşlerimizle kucaklaşıp millet olmaktır.

Sahabilerden Câbir ibn Abdullah r.a. anlatıyor: “Allah Rasulü (sav), teşrik günlerinin ortasında yani kurban bayramı günlerinde bir veda konuşması yaptı ve şöyle dedi:** Rabbiniz bir, atanız birdir. İyi dinleyin! Arab’ın Acem’e, Acem’in Arab’a, kızıl ırkın siyah ırka, siyah ırkın kızıl ırka hiçbir üstünlüğü yoktur. Üstünlük sadece takva iledir. Şüphesiz Allah katında en kıymetliniz Allah’tan en çok korkanınızdır. Dikkat ediniz, tebliğ etttim mi? – Evet ey Allah Rasulü, dediler. – Öyleyse burada bulunan, duyduklarını bulunmayanlara iletsin, buyurdu.** Dikkat edilirse günümüzde yaşanan Türkçülük adına, kürtçülük adına, arapçılık adına verilen mücadeleler, olumsuzluklar ve kirli savaşlar; Milliyetçilik, ırkçılık, ulusculuk, aşiretçilik gibi hususların bizlere ne kadar zarar verdigi aşikardır.

Abdullah ibn Ömer r.a. anlatıyor: “Mekke fethedildiği gün, Allah Rasulü (sav) Kusva adlı devesinin üzerine binerek tavaf yapmıştı. O kadar kalabalıktı ki deveyi çöktürecek yer olmadığı için insanların elleri üzerine inmişti. Sonra devesinin üzerinde, Allah’a hamd ettikten sonra şöyle buyurmuştu:** Ey insanlar! Allah sizden cahiliye gururunu, cahiliye döneminin atalarıyla büyüklenme adetini kaldırdı. İnsanlar iki kısımdır; biri iyi ve Allah’tan sakınan (müttaki) kişiler. Bunlar Allah katında değerlidirler. Diğeri de isyankâr kimselerdir. Bunlar Allah nezdinde değersizdirler. – Allah’tan kendim ve sizler için mağfiret diliyorum…**

Bir ayet mealiyle konumuzu baglayalım inşaallah.Rabbimiz Maide suresi ayet. 105.te mealen şöyle buyurmaktadır:*** Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Artık O, size yaptıklarınızı bildirecektir…*** Allahım bizleri razı oldugun zümre içine dahil eyle. Bizleri sana layıkıyla kul olma ve hakkıyla Peygamber efendimizin ümmetinden olma şuur ve bilincinden ayırma. Müslüman isminden aldıgımız en yüce şerefi hakkıyla taşımamızı nasip eyle . Bizleri senin dosdogru yolun olan sıratı müstakimden ayırma. Ehli sünnete sımsıkı baglananlardan eyle. Sen her şeye kadirsin Allahım…Amin…

Sermedkadir…19.05.2010

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht.