Rabbimiz Ahzab Suresi ayet.35.te. mealen şöyle buyurmaktadır: *** Müslüman erkekler ve müslüman kadınlar, mümin erkekler ve mümin kadınlar, taata devam eden erkekler ve taata devam eden kadınlar, doğru erkekler ve doğru kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, mütevazi erkekler ve mütevazi kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve (ırzlarını) koruyan kadınlar, Allah’ı çok zikreden erkekler ve zikreden kadınlar var ya; işte Allah, bunlar için bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır…***
Sehl Radyallahu anhtan gelen bir rivayette Peygamber efendimiz mealen şöyle buyurmaktadır: ** Bir kimsenin yanında bir mümin alçaltılıp da, ona yardım etmeye gücü yetiyorken yardım etmezse, Allah onu, kıyamet gününde, tüm yaratıkların huzurunda alçaltır…**Ahmed.
MÜ’MİNLERİN birbirlerini sevmesi, kelime-i şehadete dayanan bir hadisedir. Günümüzde yaşayan müslümanların; önce “nizam-ı âlem” idealini sesas alan devletlerini, sonra birbirlerine karşı olan sevgilekrini kaybettiklerini söylemek mümkündür. Sahih bir iman ve bu imana dayanan sevgi ve kardeşlik hukukuna riayet gibi unsurların yeniden ihya edilmesi gerekir.
Mü’minlerin birbirlerini Allah (cc) için sevmeleri, fütüvvet ahlâkının zaruri bir sonucudur. Müslüman, kardeşine değer verip korumak zorundadır. Kardeşi zulme uğradığında ona yardım etmeli, üzüntüye duçar olduğunda üzüntülerini gidermeli, sıkıntıya düştüğünde yardımına koşmalı, kötülük işlediğinde engel olmalı; can, mal, ırz ve şerefine zarar verecek şeylerden uzak durmalıdır.
MÜKELLEF olan her insanın toplum içerisindeki davranışlarının değeri ve diğer insanlarla olan münasebetleri konusunda, muhtaç olduğu ilimleri öğrenmesi farzdır. Bazı muteber kaynaklarda “Mükellefin dinini icrası, Allah için amelinin ihlâsı ve kulları ile muaşereti hususunda muhtaç olduğu ilimleri öğrenmesi İslâm’ın farzlarındandır” hükmü kayıtlıdır.
Tahkiki imana sahip olan her mükellefin; gerek Allah’ın (c.c.) hukukuna riayet, gerek insanların haklarını muhafaza hususunda elinden gelen gayreti sarfetmesi farzdır. İnsanların kanun yoluyla (zoruyla) değil, gönülden benimsedikleri maddi ve manevi değerlerin, zaman içerisinde teamül haline gelmesi mümkündür. Bu teamüllerin tamamına sosyal sistem denilir.
Müslümanların sosyal sistemlerinin temelinde; Allah’ın (cc) haklarına (hukukûllaha) riayet edilmesi, kardeşlik hukukunun korunması, güzel ahlâk ve edebin muhafazası, mükellefin vazifelerini ihlâsla yerine getirmesi ve aile hukukunun korunması gibi, hayati öneme haiz değerler vardır. Ayrıca ünsiyet, velâyet ve fütüvvet kavramlarıyla ifade edilen manevi değerler, cemiyet hayatının devamına vesile olan değerlerdir.
İnanıyoruzki müslümanın müslüman üzerinde hakları vardır. Hazreti Ali efendimizden (ra) rivayet edildiğine göre Peygamberimiz Efendimiz (sas) mealen şöyle buyurmuştur:
** Müslümanın Müslüman üzerinde altı hakkı vardır: Karşılaştığında selam verir. Davetine icabet eder. Aksırdığı zaman; ‘Elhamdülillah’ derse; ‘Yerhamükâllah’ der. Hastalandığında ziyaretini yapar. Öldüğünde cenazesinin ardından yürür. Kendisi için sevdiğini Müslüman kardeşi için de sever…** (Darimi, İstizan; İbn Mace, Cenaiz)
Yine benzeri bir rivayet, Ebu Hureyre(ra)’den; “Efendimiz(sas), Müslüman’ın Müslüman üzerindeki altı hakkından söz ederek şöyle buyurmuştur: Onunla karşılaştığında selâm ver, seni davet ederse icabet et, aksırır da ‘Elhamdülillah’ derse ona ‘Yerhamükâllah’ de, hastalandığında ziyaret et, öldüğünde cenazesini takip et ve senden nasihat isterse
nasihat et…** (Müslim) Bir başka hadisi, Hz. Berâ b. Âzib(ra) rivayet etti mealen şöyle: **Nebi(sas) yedi şeyi işlememizi emretti: Emrettiği yedi şey; Cenazeyi takip etmek. Hastayı ziyaret etmek. Davete icabet etmek. Mazluma yardım etmek. Yemini kabul etmek (Yemine sadık kalmak). Selamlaşmak. Aksırana teşmit/dua etmek…** (Buhari)
Kardeşlerim, Anne – Babanın çocukları üzerinde ve çocukların da anne baba üzerinde veya evli eşlerin birbirleri üzerinde hakları olduğu gibi; müslümanların da birbirleri üzerinde hakları vardır. Rab Teâlâ’nın takdir etmiş olduğu bu haklar; kardeşlik hukukunun tabii bir tezahürü olup; toplumda saygının, sevginin, yardımlaşmanın, birlikteliğin ve dolayısıyla kuvvetin oluşmasına vesile olacak en faziletli ilişkilerdir.
“Karşılaştığında selam verir”: Aynı zamanda Allah Azze ve Celle’nin güzel isimlerinden birisi olan selam, kelime olarak; selamet, sulh/barış, muhafaza ve emniyet gibi manalara gelir. Rabbimiz Nisa suresi ayet.86.da mealen şöyle buyurmaktadır:*** Bir selam ile selamlandığınız zaman siz de ondan daha güzeli ile selamlayın; yahut aynı ile karşılık verin. Şüphesiz Allah, her şeyin hesabını arayandır…*** mübarek takdirleri gereğince, selamlaşma mü’minler arasında ilahi bir emirdir.
Peygamber efendimiz(sav) bir hadisinde mealen şöyle buyuruyor:** Muhakkak ki, Allah selamdır ve selam O’ndandır…**İmam-ı Âzam,Müsned)**Evet, Selam öylesine manevi bir berekettir ki; kardeşler arasında sevgiyi, saygıyı, güveni, muhabbeti ve tevazuu artırırken; korkuyu, şüpheyi ve endişeyi de yok eder. Selam; kardeşler arasında sevginin kaynağı olduğu içindir ki, İslam toplumunda sağlıklı ilişkiler kurmanın, dayanışma ve yardımlaşmayı artırmanın, güç ve kuvvet olmanın harcı mesabesindedir.
Selamın yaygınlaştığı toplumlarda hatalar, kusurlar, sıkıntılar, musibetler, sevgiyle ve anlayışla yok edileceği içindir ki; o toplum cennet yaşantılarından bir numunenin yaşandığı toplum olacaktır inşaallah. Nitekim selam bir cennet kelamıdır. İbrahim suresi ayet.23.te mealen şöyle buyurulmaktadır: ***İman edip salih ameller işleyenler ise, Rablerinin izniyle içinde sürekli kalacakları ve altından ırmaklar akan cennetlere konulurlar. Oradaki dirlik temennileri ‘selâm’dır…***
Meryem suresi.62.ayet meali ise şöyle:** Orada boş söz değil, hoş söz duyarlar. Ve orada, sabah-akşam kendilerine ait rızıkları vardır…*** Bir Cennet kelamı olan selam; aynı zamanda Allah(cc)’ın izniyle Cennete giriş vesilesidir. Nitekim Abdullah b. Selam(ra) şöyle bildirmektedir: “Nebi(sas) (Mekke’den hicret edip) Medine-i Münevvere’ye geldiği zaman halk O’nu karşılamak için koşarak gittiler ve ‘Rasûlullah geldi, Rasûlullah geldi, Rasûlullah geldi’ diyorlardı. Ben de, ‘bakayım’ diye halkın içinde gittim.
Nihayet O’nun yüzünü görüp tanıyınca, yüzünün bir yalancı yüzü olmadığını bildim. O’ndan işittiğim ilk buyruğu da şu oldu: “Ey insanlar! Selamı çoğaltıp yaygınlaştırın, (muhtaçlara) yemek yedirin, akrabaya ilgi gösterin ve herkes uykuda iken geceleyin namaz kılın ki; selametle Cennet’e giresiniz.” (İbn Mace)
Birbirimize darus selâm temennisinde bulunacagız. Birbirinize darus delâm yani selâmet yurdu olan cenneti dilieyecegiz. Böylece birbirimize cenneti hatırlatarak birbirimizi cennet yolunda tutmaya, birbirimizi cennete ulaştırmaya çalışacagız inşaallah. Selamlaşma ile birbirimize barış, huzur ve esenlik diliyoruz aynı zamanda. Bilindigi gibi Rabbimizin bir adı da Selam dır.
Rabbimizin Selâm ismiyle yüceligi olan Allah’ın esenliği, Allah’ın rahmeti ve bereketi sizin üzerinize olsun diye kardeşlerimize dua, dilek ve güzellikler temennilerinde bulunuş oluyoruz. İnanıyoruzki; Cenabı Allah her şeyin hesabını en güzel surette tutandır, kayıt altına alandır. Cenabı Hak celle şanuhu her şeyin hesabını tam ve mükemmel surette yapandır, eksiksiz, düzenli, hesaplı ve en güzel surette yapandır. Cenabı hak celle şanuhu hesap görücü olarak, hesaba çekici olarak da en seri şekilde yerine getirendir.
Cenabı hak biz inanan insanlara selâmlaşmamızı teşvik ediyorsa bu emri yerine getirmemiz aynı zamada bizim için bir vecibe şeklini alıyor diye inanıyoruz. Selam ve Selâmlaşmanın gündeme getirilmesi bir taraftan Allah’ın bu selâm isminin toplumda yayılması, İslâm topumunda Allahın nihayetsiz hakimiyetinin, egemenliğinde bir hayatın gerçekleştirilmesi, hayatın her alanında Allah’ın söz sahibi olması gerçeğinin ortaya koyuldugunu anlamaktayız.
Selam ve Selâmlaşma ile ınanan insanlar, mü’minler birbirlerine bunu devamlı hatırlatacaklar, birbirlerini selamlaşmaya teşvik edecekler, buna şefaat ve delâlette bulunacaklar. Ne kadar büyük bir nimet bizler için;hayatın her anında, yaşantımızın her safhasında, evlerimize girerken, evlerimizden çıkarken, sosyal ilişkilerimizde, ekonomik hayatlarımızda birbirimizle karşılaşıp ticari ilişkilere girerlerken, tanışırken, evlenirlerken,
otururlarken, yatarlarken, barışın ve insan insan ilişkilerinin en güzelini aramızda ifade etmemiz, birbirlerimize selâm vermemiz, Müslüman olarak adeta birbirimize şu telkini sunmuş oluyoruz: Kardeşim, tüm işlerimizde, tüm ilişkilerimizde, tüm yaşantımızda, tüm hayatımızda Allah bize bereket versin, Allah bize başarı versin, aman Allah’ı unutmadan, Allah’ın tevfikini, başarısını, selâmını, selâmetliğini, yardımını, bereketini unutmadan yaşayalım. Zira Allah’ın yardım ve bereketi olmadan hiç bir şeyi başarmamız mümkün değildir.
Müslümanın, müslüman kardeşiyle karşılaştığında onu İslam’ın selamı ile selamlaması birbirleri üzerlerinde bir haktır. Eğer müslümanlar karşılaştıklarında selamlaşmazlarsa kardeşlik hukukunu ihlal etmiş olurlar. Bu hakkın ödenmesi, ancak İslam’ın şiarı olan selam ile söze başlamalarıyladır. Nitekim Allah Rasûlü(sas) mealen şöyle buyurmaktadırlar:** Selam vermeden söze başlayan kimseye, selam ile başlayıncaya kadar selam vermeyin…** (Tirmizi)
Müslümanın Müslüman üzerindeki haklarından biriside hadiste ifadesini bulduğu gibi **Davetine icabet eder…** Şer’i ölçüler içerisinde ve Sünnet-i Rasûlullah(sas)’a uygun olan davetler ve ziyafetler; müslümanlar arasında meşru olan eğlencelerin, hasb-i hal etmenin ve yakınlaşıp kaynaşmanın hayırlı bir vesilesidir. Nitekim Allah Rasûlü(sas) meale şöyle buyurmuşlardır:** Biriniz bir davete çağrıldığı zaman hemen ona gitsin. Oruçlu değilse (ikram edilen) yemeği yesin. Oruçlu ise (davet eden için) dua etsin.” (Müslim,Ebu Davud)
Kardeşlerim bilindiği gibi Davete icabet müekked bir sünnettir. Davet edilen için kardeşine karşı bir yükümlülük, davet eden için de kardeşi üzerindeki bir haktır. Zira davete icabette; davet edeni taltif etmek, ona değer vermek, onunla beraber olduğunu göstermek ve eğer var ise aradaki soğukluğu kaldırmak açısından hayırlara vesileler vardır. Onun içindir ki, dinimizce davete ve o davete icabete çok önem verilmiştir.
Bir hadisinde, Rahmet Nebisi(sas) mealen şöyle buyuruyor: **Eğer ben bir kol veya bir ayağa davet edilsem, giderdim. Eğer bir kol veya bir ayak hediye edilse kabul ederdim.” (İbn Mace); “Bir (ziyafete) çağrılıp da icabet etmeyen kimse Allah’a ve Rasûlüne isyan etmiştir. Çağrılmaksızın giren kimse de hırsız olarak girmiş ve çapulcu olarak çıkmıştır.” (Ebu Davud, Et’ime) Yalnız bizim açımızdan çok önemli bir husus vardırki; Müslümanın icabet edebileceği davet kesinlikle meşru olmalıdır.
Zira içkili, çalgılı ve kadın-erkek karışık olarak haramların işlendiği; yemeklerin şüpheli olduğu; yalnızca zenginlerin çağrıldığı; davet edenin gayr-i meşru amellerine meşruiyet kazandıracağı ve buna benzer mahiyeti islam dini açısından mahzurlu olan toplantılara, davetlere icabet etmek büyük vebaldir.Mümkünse açık açık neden davetine icabet etmedigimizi ifade etmek eger sözümüz dinlenmiyorsa münazara ve münakaşadan uzak durup kalben yapılanları çirkin görmemiz dinimizin bizlere yüklemiş oldugu bir sorumluluk dogrultusunda hareket etmemiz esastır düşüncesini taşıyoruz.
Müslümanın müslümanlar üzerindeki haklarından biriside:“Aksırdığı zaman; ‘Elhamdülillah’ derse; ‘Yerhamükâllah’ der.Teşmitte bulunuryani ona dua eder.” Teşmit kelime olarak; tebrik etme, kutlulama ve bereketle dua etme gibi manalara gelirken; İslam ıstılahında ise; hapşıran/aksıran kişinin; ‘Elhamdülillah yani, Allah’a hamdolsun’ demesi halinde; onu işitenlerin de; ‘Yerhamükâllah yani, Allah sana rahmet etsin’ diyerek dua edip onu tebrik etmesi müslüman kardeşine aynı zamanda dua etmesidir.
Buna mukabil olarak hapşırıp da ‘Elhamdülillah’ diyen kimse de, kendisini tebrik eden kardeşine; ‘Yehdînâ ve yehdâkümullah yani Allah bize de sana da rahmet etsin’ diyerek, kardeşinin kendisi için yaptığı tebrik ve bereket duasına misliyle mukabelede bulunur. Peygamber efendimiz bir hadisinde mealen şöyle buyurmuşlardır: ** Biriniz hapşurduğunda/aksırdığında; ‘Elhamdülillah’ derse bunu işiten her müslümanın ona; ‘Yerhamükâllah’ demesi gerekir.”(Buhari, Âdab)
Enes b. Malik(ra) bildiriyor: “İki kişi Nebi(sas)’nin yanında hapşırdılar. Allah Rasûlü (sas) bunlardan birisine; ‘Yerhamükâllah’ dedi, diğerine demedi. Kendisine bunun sebebi sorulduğunda; “Bu kimse; ‘Elhamdülillah’ dedi, ama şu; ‘Elhamdülillah’ demedi.” buyurdular.” (Buhari, Âdab) Hapşırık, Allah Teâlâ’nın vücudumuza verdiği bir refleks olup; solunum yollarındaki yabancı maddeleri ve akciğerlerin bronşlarında birikip belli bir süre atılamayan karbondioksit gibi vücuda zararlı gazları dışarı atar. Vücudu uyuşukluktan kurtarır. Dinamiklik ve hareket için şevk kazandırır. Müslümanlar için, Teşmit; tıpkı selamlaşmada olduğu gibi müslümanlar arasında sevgiyi, ilgiyi, saygıyı ve muhabbeti artırmaya vesile olan güzel bir dua ve tebriktir. Hapşıran kişiye üst üste üç kez hapşırması halinde her seferinde teşmitte bulunulur. Fakat hapşırık üçü geçerse artık o kişiye teşmitte bulunulmaz. Zira Rasûlullah(sas) Efendimiz buyurdular: “Kardeşine üç kere teşmitte bulun, üçten fazla (hapşırırsa) artık bu nezle olmuştur, teşmitte bulunma.” (Ebu Davud, Edeb)
Hapşıran kimsenin yüzünü elleriyle veya elbisesiyle kapatması, güç yetirdiği oranda da sesini kısması hapşırığın edeplerindendir. Zira ağzın kapatılmasıyla; hapşırıkla çıkabilecek tükürük zerrecikleri ve bununla beraber hapşıranda bulunan bulaşıcı hastalık mikroplarının çevreye yayılması önlenmiş olacaktır. Sesin kısılmasıyla da, yakınlarda bulunan insanların bir başka yönden rahatsız edilmemeleri sağlanmış olur. Ebu Hureyre(ra) bildiriyor: “Rasûlullah (sas) hapşırdığı zaman, yüzünü elleriyle veya elbisesiyle örterdi ve sesini de kısardı.” (Ebu Davud, Edeb) Her konuda oldugu gibi, bu konuda da örnek ve önderimiz Peygamber efendimiz ne buyurdu ne neler yaptıysa bizim üzerimize aynen gerekli olduguna inanırız…
Müslümanın müslümanlar üzerindeki haklarından biriside: ** Hastalandığında ziyaret eder…** Hastalık; insanın ruhi ve bedeni dengesinin bir şekilde bozulması ve sıhhatinin yitimi olup; üzüntünün, sıkıntının, acının ve elemin kaynağıdır. İnsan bu halde iken doktor ve ilaçların yanı sıra bir de teselli edenleri olsun ister. Çünkü insan zayıftır, acizdir. Hasta olduğunda ise daha da zayıf olur. Kendisini güçlü hissetmenin en güzel yollarından birisi hiç şüphesiz; çevresini saran eş, dost ve ahbaplarının tebessüm dolu yüzleri ve kendisi için dua edip teselli eden tatlı dilleridir.
Müslümanın diğer müslümanlar üzerindeki haklarından birisi de; rahatsızlandığında kardeşlerinin kendisini yalnız bırakmaması ve ziyaretine gelmeleridir. Zira hasta ziyareti Allah Rasûlünün(sas) bizzat uyguladığı mübarek sünnetlerinden olup ümmetine de bu sünnetini ihya etmelerini ısrarla tavsiye buyurmuştur. Çünkü hasta ziyareti; hasta için bir moral kaynağı olurken, ziyaretçi için de bir ibret ve nefis muhasebesi vesilesidir. Aynı zamanda bu ziyaretten hem hasta hem de ziyaretçi için sonsuz ecirler vardır. Peygamber efendimiz bir hadisinde mealen şöyle buyurmuşlardır: ** Hasta ziyareti için yola çıkan kimse ilahi rahmetin sağanağına mazhar olur. Hastanın yanında oturduğunda o rahmete gark olur.” (İbn Hacer, Metâlibü’l Âliye, 2434)**
İnanıyoruzki; sevinçlerin paylaşıldıkça çoğaldığı gibi; acılar, sıkıntılar ve üzüntüler de paylaşıldıkça azalır. Hasta insan, şu ağır ve acı olan yükünü ancak sevenleriyle paylaştıkça taşıyabilir. Görüldüğü gibi hasta ziyareti en güzel amellerden olup, Rahmet Nebisi(sas)’nin bu konuda pek çok mübarek övgü ve tavsiyeleri bulunmaktadır.Bu rivayetlerden birisi mealen şöyle: **Kim bir hastanın hâl ve hatırını sormaya gider veya Allah için sevdiği bir kişiyi ziyaret ederse, ona bir melek şöyle seslenir: Sana ne mutlu. Güzel bir yolculuk yaptın. Kendine cennette barınak hazırladın…(Tirmizi, Birr)**
Rasûlullah(sas), diğer bir hadislerinde ise hasta ziyareti yapan kimsenin cennet meyvesi yemiş gibi olacağını bildiriyor mealen: ** Kim bir hastayı ziyaret ederse, ziyaret süresince ‘Cennet hurfesi’ içindedir.” “Ey Allah’ın Elçisi! ‘Cennet hurfesi’ nedir, denildi. Rasûlullah (sas); “Cennet hurfesi, cennet yemişleridir.” cevabını verdiler. (Müslim, Birr)**
Allah Azze ve Celle hasta ziyaretini, kendisine yapılacak bir ziyaret olarak değerlendirmiştir. Hastaları ziyaret etmeyenleri ise, kendisini ziyaretten imtina etmekle itham etmiştir. Nitekim bir hadis-i şeriflerinde Rasûlullah(sas) mealen şöyle buyurdular: ** Şüphesiz Allah kıyamet gününde şöyle buyuracak; ‘Ey âdemoğlu! Hasta oldum da beni ziyaret etmedin!’ Kul; ‘Ya Rabbi! Sen Âlemlerin Rabbisin, ben nasıl sana gelebilirdim?’ dediği zaman; Allah Azze ve Celle; ‘Bilmiyor musun, falan kulum hasta olmuştu da onu ziyarete gitmedin. Şayet onu ziyarete gitseydin, yanında beni bulacağını bilmiyor muydun?’ buyuracaktır… (Müslim, Birr)**
Hasta ziyaretine gidildiğinde yapılacak en güzel şeylerden birisi de, hastaya hayır dua etmektir. Allah Rasûlü(sas) bir hastayı ziyaret ettiklerinde şu mübarek duayı yaparlardı mealen:** Ya Rabbi! Bunun sıkıntısını gider, Sen şifa verensin, ona şifa ver. Senin şifandan başka şifa yoktur, ona öyle bir şifa ver ki, üzerinde hiçbir hastalık kalmasın…(Buhari, Edebü’l Müfred)**
Kardeşlerim, Sıhhat olsun, hastalık olsun, zenginlik olsun, fakirlik olsun… Hâsılı Allah celle şanuhudan gelen her şeyi bir hediye kabul edip ona hamd etmek müslüman şahsiyetin kerim olan ahlakındandır. Bu yüce bir teslimiyet olup Rahman Teâlâ’nın rahmetini celbedecek bir güzelliktir. Nitekim Peygamber efendimiz bir hadisinde meale şöyle buyurmaktadırlar: ** Kul hastalandığı zaman Allah Teâlâ ona iki melek gönderir ve onlara; ‘Gidin bakın, kulum yardımcılarına ne diyor, bir dinleyin’ der. Eğer o kul; melekler geldiği zaman Allah’a hamd ediyor ve senalarda bulunuyor ise, onlar bunu; her şeyi en iyi bilen Allah’a yükseltirler. Allah Teâlâ bunun üzerine şöyle buyurur: “Kulumun ruhunu kabzedersem, onu cennete koymam, kulumun benim üzerimdeki hakkı olmuştur. Şayet şifa verirsem, onun etini daha hayırlı bir etle, kanını daha hayırlı bir kanla değiştirmem ve günahlarını da affetmem üzerimdeki hakkı olmuştur.” (Mâlik, Muvatta, Ayn)
Hasta olan mü’minin de ziyaretine gelenler için hayır dua etmesi edeptendir. Öyle ki, hasta olan mü’min, hastalığının vermiş olduğu sıkıntılarla her şeyini Allah(cc)’a hasretmiştir. O halde iken günah işleyemeyeceği gibi, Allah Teâlâ’nın bir lütfu olarak da hastalığı; işlemiş olduğu günahlarına bir keffaret olmuştur. Rasûlullah(sas) bu haldeki mü’minin duasının meleklerin duası gibi olacağını müjdelemiş ve o duadan istifade edilmesini tavsiye buyurmuştur mealen: **Bir hastanın yanına girdiğin zaman, ondan sana dua etmesini iste. Zira hastaların duası meleklerin duası gibidir…** (İbn Mace)
Diğer bir hadis-i şeriflerinde ise; ** Hastaları ziyarete gidiniz. Ve onların size dua etmelerini isteyiniz. Çünkü hastanın duası kabul, günahı da affolunmuştur…** buyurmuşlardır. (Taberani, Mu’cem) Kardeşlerim, İNSAN için ölüm; asıl yurduna gitmek için, misafir olarak bulunduğu mekândan ayrılmasıdır. Böylece asla bir yok oluş olmayan ölüm; bir halden başka bir hale, bir konumdan başka bir konuma ve bir mekândan başka bir mekâna geçiştir inancını taşıyoruz. Misafirlikten ebediyet yurduna geçiş olduğu içindir ki, ölüm mü’min kul için Rahman Teâlâ’nın bir lütfu ve hediyesidir.
Bu hediye ile mü’min esaretten kurtulup asalete kavuşmaktadır. Şu haliyle ölüm; her nefsin tadacağı ve mahşere dek bu dünya hayatındaki sevenleri sevdiklerinden ayıran bir gerçektir. Çeşitli zorluklarıyla beraber ölümün en zor yanlarından birisi de; sevenin sevdiğine karşı duyduğu özlemini giderememesidir. Onun içindir ki, sevdikleri ölen insanlar büyük üzüntü ve elem içerisindedirler. Böyle bir zamanda desteğe ve yardıma ihtiyaçları vardır.
Yüce dinimiz İslam, böyle bir halde olan müslümana yardım etmeyi diğer Müslümanların üzerine bir vecibe olarak yüklemiştir. Ölü sahibinin müslüman kardeşlerinden böyle bir destek ve yardım beklemesi en tabii kardeşlik haklarındandır. Bununla beraber, ölen bir Müslümanı yıkayıp kefenlemek, cenaze namazını kılmak ve kabre defnetmek de diğer Müslümanlar üzerine farz-ı kifaye hükmünde bir vazifedir. Unutulmamalıdır ki, zorluklar ancak el ele ve gönül gönüle verilerek aşılabilir.
Her zaman olması gerektiği gibi böyle zamanlarda da Müslümanların birbirlerine gönül kapılarını sonuna kadar açmaları ve ihtiyaç sahibi olan kardeşlerine el uzatıp cenazesini teşyi etmeleri bir vazife olmakla beraber büyük hayırların da vesilesidir. Bilindiği gibi teşyi; bir yerden ayrılıp gideni uğurlama, yolcu etme, ona hürmeten bir miktar onunla beraber yürüme ve selamet dilemedir.
Cenazeyi teşyi etmek; müslümanın, müslümanlar yanında bir hakkı olmakla beraber, övülmüş güzel âdaptandır. Peygamber efendimiz mealen şöyle buyuruyor:** Kim üzerine namaz kılıncaya kadar cenazede hazır bulunursa kendisi için bir kırat sevap vardır. Kim de cenaze gömülünceye kadar hazır bulunursa iki kıratlık sevap vardır. Bir kıratın miktarı Uhud Dağı kadardır…** (Buhari; Müslim, Cenâiz)
Müslümanın Müslümanlar üzerindeki haklarından biriside: **Kendisi için sevdiğini müslüman kardeşi için de sever..** Kardeşlerim, Rabbimiz Hucurat Suresi ayet.10.da mealen şöyle buyurmaktadır: Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki esirgenesiniz…***
Dinimizde İslam kardeşligi öyle bir bağdır ki, bütün dünya Müslümanlarını tıpkı bir ailenin fertleri olarak kabul eder. Bu kabul; sevginin, saygının, muhabbetin, yardımlaşmanın ve dayanışmanın en üst seviyede olduğu gerçek bir aile yuvasını oluşturur. Bu kardeşlikte, kardeşler bir vücudun organları gibi birbirlerine bağlı ve birbirleriyle hemhal, hemderttirler.
Peygamber efendimiz bu konuda mealen şöyle buyuruyor: ** Mü’minler birbirlerini sevme, birbirlerine merhamet etme ve birbirlerine şefkat gösterme konusunda bir vücut gibidir. Vücudun bir organı rahatsız olsa, diğer organlar uykusuzluk ve hararette ona ortak olurlar…** (Buhari, Edeb)
Bu ailenin fertleri birbirlerine karşı ancak hayır murat edip; hayırlı her işte kardeşlerini kendilerine tercih ederler. Şunu kesinlikle bilelim ki, yalnızca İslam ailesinde görülebilen şu fütüvvet örneği aynı zamanda bir bey’at şartıdır.
Cerir b. Abdullah (ra) mealen şöyle bildiriyor: ** Ben Rasûlullah (sas)’a; namazı kılmak, zekâtı vermek ve Müslümanlara hayırla muamele etmek; olmak üzere üç hususta bey’at ettim…** (Buhari, İman)
Birbirlerine karşı konumları bu olan Müslümanlara yakışan odur ki; Allah Azze ve Celle’nin kendisine vermiş olduğu nimetin aynısına, hatta daha güzeline din kardeşinin de sahip olmasını istemesidir. Kendisi için istediği dünya ve ahiret güzelliklerini kardeşleri için de arzulayıp, kendisi için zararlı ve kötü gördüğü her şeyi kardeşleri için de kötü görmesidir. Kamil iman bunu gerektirmektedir.
Rahmet Nebisi (sas) mealen şöyle buyurdular: ** Sizden biriniz, kendisi için arzu edip istediği şeyi, din kardeşi için de arzu edip istemedikçe, gerçek anlamda iman etmiş olmaz.” (Buhari; Müslim, İman) Kardeşlerim, İnsanlık tarihinde örneği asla görülemeyen ve çağ’ların, zaman ve günlerin eskitemediği İslam kardeşliği ile ilgili birçok örnekler verdik. Daha binlercesi de verilebilir. Müslümanlar, işte bu kardeşlik duygusu içinde birbirleriyle muamele ederek İslam’ın gölgesinde yaşadılar.
Nesilleri de çağlar boyu İslam’ın nuruyla aydınlanarak hak yolda ilerlediler. Ne yazıkki İslami hilafet yeryüzünden silinince, bu ruh da körelmeye başladı. İslam’a bağlılık ve İslam’ın icapları, cemaatler ve bireylerin çabalarıyla ayakta durabildi. Müslümanların yaşadığı ülkelerdeki iktidarlar, İslam’a bir hayat nizamı olarak sarılmadılar, sarılamadılar ve İslam’ı bir nizam olarak yürürlüğe koyamadılar. İslam düşmanları hilâfeti kaldırıp kardeşliği yok ettikten sonra, çirkin emellerine ulaşabildiler.
İslam ümmetini parçalayıp birbirlerinin kanlarını döken topluluklar peyda ettiler. Birbirleriyle çekişen farklı farklı devletçikler oluşturdular. Böylece İslam dünyasını kan gölüne çevirdiler. Müslüman ruhlardaki hayır kaynaklarını kuruttular. Kardeşliğin anlamını gönüllerden söküp attılar.İslam hilafetine yeniden dönmek ve İslam’ı yeryüzünde hâkim kılıp tüm insanlığı zulmün karanlığından kurtarmak için, Cenabı Rabbul alemiyn bütün müslümanlara kardeşlik hukukunun ihyası ugrunda iuur nasib eylesin..
Müslümanın müslümanlar üzerindeki haklarından biriside:** Mazluma yardım eder…** Mazlum; haksız olarak maddi ve manevi zarara uğratılmış, hakları gasbedilmiş ve kendisine zulmedilmiş olan kimsedir. Dinimizce zulüm en büyük günahlardan, zalim de en büyük günahkârlardandır. Mazlum ise en çok korunmaya muhtaç olandır. Bu haliyle mazlum, Allah Teâlâ’nın himayesinde ve duasına mutlaka icabet olunandır.
Peygamber efendimiz (sav) Bir hadisinde mealen şöyle buyurmaktadır:** Mazlumun bedduasını almaktan kork. Zira Allah ile bu beddua arasında perde mevcut değildir.” (Buhari, Zekât; Müslim, İman)
İnanıyoruzki; Allah Celle şanuhu mazlumun hakkını asla zayi etmez. Çünkü O, adil-i mutlak olup zalimlerden mazlumların haklarını alıcıdır. Hiç şüphesiz, mazlumlara yardım yollarının en güzeli; zalimlerin iktidarlarına son verip zulmün her çeşidini tamamen ortadan kaldırmaktır.
Nitekim bütün Peygamberlerin gönderiliş gayeleri; yeryüzünden zulmü kaldırmak ve adaleti ihdas etmektir. Bunun içindir ki, Peygamberlere ilk inananlar hep mazlumlar ve mustazaflar olmuştur.
Müslüman şahsiyet; dini, ırkı ve yaşantısı ne olursa olsun daima mazlumun yanında ve yine inancı ne olursa olsun daima zalime karşı olmakla yükümlüdür. Rabbimiz,Nisa suresi ayet.75.te mealen şöyle buyurmaktadır: *** Size ne oluyor da, Allah yolunda ve ‘Ey Rabbimiz! Halkı zalim olan şu kasabadan bizi çıkar; bize kendi katından bir veli (koruyucu, sahip) ve bir yardımcı gönder’ diyen mustazaf/zayıf erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz…***
Allah (cc)’ın ayet-i celilesinde ve Rasûlullah (sas)’ın mübarek hadislerinde de görüldüğü gibi mazlumların ve mustazafların dinleri ve inançları belirtilmeden onlara karşı işlenen zulme baş kaldırmak emredilmektedir. Zira zulme sessiz kalmak, zalime zulmünde ortak olmaktır. Yine Rabbimiz hud Suresi ayet.18.de mealen şöyle buyuruyor: ***…Bilin ki Allah’ın lâneti zalimlerin üzerinedir….***”
Müslümanın müslümanlar üğzerindeki haklarından biriside: **Yemini kabul eder. (Yeminine sadık kalır)..** Yemin; bir konuda muhatabı ikna edip inandırabilmek için Allah (cc)’ı şahit tutmaktır. Ebu Said (ra) anlatıyor: “Rasûlullah (sas) yeminde mübalağa edince; ‘Ebu’l Kasım’ın nefsini elinde tutan Zat-ı Zülcelâle yemin olsun ki…’ derdi.” (Ebu Davud, Eyman)
Görüldüğü gibi kul, yeminiyle Allah Teâlâ’yı şahit göstererek davasında doğru olduğunu ileri sürmektedir. Yani yemin eden kul; ‘Şahidim Allah (cc)’tır’ demektedir. Dinimizce yemin, ancak Allah Teâlâ’nın adıyla yapılır. Bunun haricinde yapılan yeminler, cahiliye inancından olup bu şekilde yemin eden müslümanı İslam dairesinin dışına çıkarır.
Örnek ve önderimiz (sav), Müslümanları bu tür yeminlerden şiddetle menetmiştir mealen: ** Sizden kim yemin eder de; Lât ve Uzza adına’ derse, hemen; ‘Lâilâhe illallah’ desin…** (Müslim, Eyman); ** Ne tağutlar adı ile ne de babalarınızın adı ile yemin ediniz…(Müslim, Eyman); ** Allah’tan başkasını zikrederek yemin eden kimse küfretmiş veya şirk koşmuş olur…** (Tirmizi, Eyman)
Kardeşlerim yemin etmemeye azami ğayret gösterecegiz, şayet yemin etmek zorunda kalırsak dinimizin emirleri dogrultusunda yemin edecegiz ve ya susacagız. Bâtıl olan cahili yemin üzerinde, Allah Rasûlü (sas) bu kadar titremesine rağmen bu gün birilerinin meclislerine girebilmek için, yine birilerinin ilke ve inkılâplarına yemin edenlerin durumlarını kabul etmiyor ve konumları hakkında düşünmek dahi istemiyoruz.
Unutmayalımki; Birileri, bir kişinin doğruluğunu kabul etmek için, ondan yemin etmesini isterler ve bu yeminin de, kendi kutsalları üzerine olmasını şart koşarlarsa; yemin edenin niyeti her ne olursa olsun; yemin, yemin isteyenin niyetine göre olur. Peygamber efendimiz bu konuda mealen şöyle buyuruyor: ** Yemin, yemin isteyenin niyetine göre olur…** (Müslim, Eyman) Dinimizce, yalan yere yemin etmek de, bâtıl şeyler üzerine yemin etmek kadar büyük günahlardan sayılmıştır. Çünkü yalan yemin sahibi; Allah Azze ve Celle’yi kendi çıkarları için yalanına şahit göstermektedir.
Kardeşlerim, inanıyoruzki; Müslümanın yeminine sadık kalması, onun dürüstlüğünün bir göstergesidir. Onu mazur gösterecek meşru bir sebep olmadıkça yeminini asla bozamaz. Çünkü mükellef olan kul yeminine sadık kalmaz ise Allah (cc)’ın güzel ismini ve sıfatlarını kendi çıkarları için kullanmış olur.
Yalnız, insanlara daha çok faydalı olmak ve günahlardan daha çok sakınıp hayır işleyebilmek gibi meşru mazeretler olur ise o zaman kul yeminini bozar, fakat o zamanda keffaretini öder.
Allah Rasûlü (sas) buyurdular mealen: ** Kim bir şey hususunda yemin eder, sonra da hilafını hayırlı görürse derhal keffaret vererek yemininden vazgeçsin ve yemin ettiği husustan daha hayırlı olanı yapsın…** (Buhari, Eyman). Allah Azze ve Celle, hayat rehberimiz olan Kur’an-ı Kerim’inde bu meseleyi bizlere Maide suresiayet.89.da mealen şöyle öğretmektedir: ***Allah, kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıveren yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutmaz. Fakat bilerek yaptığınız yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutar. Bunun da keffareti; ailenize yedirdiğiniz yemeğin orta hallisinden on fakire yedirmek yahut onları giydirmek, yahut da bir köle azat etmektir. Bunları bulamayan üç gün oruç tutmalıdır. Yemin ettiğiniz takdirde yeminlerinizin keffareti işte budur. Yeminlerinizi koruyun (onlara riayet edin) Allah size ayetlerini açıklıyor; umulur ki kurtulursunuz…***
Kardeşlerim incelemeye aldıgımız konumuzun sonunda Müslümanın Müslümanlar üzerindeki haklarından biriside Nasihattir **Kardeşi nasihat isterse nasihat eder..** Nasihat bir yönüyle; bir şeyi yabancı maddelerden ayırma, halis hale getirme, öğüt verme, yol gösterme, hayırlı olanı tavsiye etme ve akıl verme gibi manalara gelir. Diğer bir yönüyle ise; insanların dünya ve ahirette saadetlerine vesile olacak bilgiyi, tecrübeyi ve kurtuluş yollarını onlara gösterip tavsiye etmektir.
Nasihat; hiçbir çıkar ve menfaat beklemeksizin ve hiçbir kötülük düşünülmeden yalnızca Allah (cc) rızası için yapılmalıdır. Çünkü nasihat insanlar için en hayırlı ikazlardandır. İnancını taşıyoruz.
Rabbimiz, Yariyat suresi ayet.55.te mealen şöyle buyurmaktadır: *** Sen yine de öğüt ver. Çünkü öğüt müminlere fayda verir…*** Kardeşlerim, Nasihata ihtiyacı olmayan birisini asla düşünemeyiz. Öyle ki nasihat; kardeşin kardeşe ayna olmasıdır. Zira insan kendi yüzündeki lekeyi ve kiri göremez. Birisi de ona göstermez ise insan kirli ve lekeli olarak yaşar. İşte bu noktada nasihat; kardeşine yüzündeki lekeyi gösterip o kiri ve lekeyi temizlemektir diye düşünüyoruz.
Bu konuda Rahmet Nebisi (sas) mealen şöyle buyurmaktadır: **Mü’min mü’minin aynasıdır…** (Ebu Davud, Edeb). Allah Rasûlü (sas) bir başka yönüyle nasihati bizlere şöyle tanıtır: Temimu’d Dâri (ra) anlatıyor: ** Rasûlullah (sas); “Din nasihattir” dedi. Biz sorduk: ‘Kim için ey Allah’ın Rasûlü?’ Buyurdular: “Allah için, O’nun kitabı için, Rasûlü için, Müslümanların imamları, idarecileri için ve tüm müslümanlar için…** (Buhari, Müslim; İman).
Buradaki nasihatten ne anlaşılması gerektiğini, âlimlerimiz şöyle açıklamaktadırlar: Allah (cc) için nasihat; O’na karşı sahih bir iman ve salih bir ameldir. Kitabullah için nasihat; ona iman ve rehberimiz olarak hayatımıza hâkim kılmaktır. Rasûlullah (sas) için nasihat; O’nu hak Rasul olarak tasdik edip, tek önder kabul ederek hayatımızı O’nun pak sünnetine göre şekillendirmektir. İmamlar, idareciler için nasihat; hakta oldukları sürece onlara itaat edip isyan etmemek ve haktan ayrıldıkları noktalarda da onları ikaz edip nasihat etmektir.(M.Tuna.Misak Dergisi)
Bütün müslümanlar için nasihat; kendisi için istediklerini kardeşleri için de istemek ve kendisi için istemediklerini kardeşleri için de istememektir. Görüldüğü gibi bu boyutuyla nasihat; hayır dilemek ve iyilikleri istemekle beraber, muhlis ve muhsinlerden olmayı da gerektirmektedir. Nasihat; nasihat isteyen kardeşlerimizin üzerimizdeki bir hakkı olup onlara yapılacağı gibi, istemeyen kardeşlerimize de edilmelidir. Çünkü bu hal; insanlığa rahmet olarak gönderilmiş olan Peygamberlerin ortak sünnetlerindendir.
Eğer hatada olanlara nasihat edilmezse, toplumun hepsi bu hata ve günahtan mesuldür. Hak’tan gelecek bela da hepsinin üzerine yağacaktır Allah korusun. Rabbimiz Araf suresi ayet.164.te mealen şöyle buyurmaktadır: *** İçlerinden bir topluluk: „Allah’ın helâk edeceği yahut şiddetli bir şekilde azap edeceği bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?“ dedi. (Öğüt verenler) dediler ki: Rabbinize mazeret beyan edelim diye bir de sakınırlar ümidiyle (öğüt veriyoruz)…***
İnanıyoruzki; Nasihatten yüz çevirenler heva ve heveslerini ilah edinip, Allah Teâlâ’nın rahmetini değil de gazabını tercih edenlerdir. Bunların akıbetlerini ise Allah Azze ve Celle kehf suresi ayet.57.de mealen şöyle bildiriyor: Rabbinin ayetleri ile uyarılmışken, onlardan yüz çeviren ve yaptığı günahları unutan kimseden daha zalim kim olabilir…?*** Kardeşlerim şurası bir gerçektirki; Nasihatçinin kendisi de nasihat ettiği konulara mutlaka riayet edip bilfiil yaşaması gerekir.
Yaşamadığı halde nasihat eden kimse; kendisi kirlenmiş bir ayna konumunda olacağı için, nasihatleri karşısındakilere inandırıcı ve faydalı olmayacaktır. Bununla beraber yapmadığı bir şeyi başkalarına tavsiye ederek hem kınananlardan hem de vebale girenlerden olacaktır. Nitekim böylelerinin akıbetlerini Peygamber efendimiz bir hadisinde mealen şöyle beyan etmektedir: **Kıyamet günü bir adam getirilir ve ateşin içine atılır. Ateşin içinde bağırsakları dışarıya dökülür. Bu sebeple o kimse bağırsaklarının etrafında eşeğin değirmen etrafında döndüğü gibi döner. Bunun üzerine ateş ahalisi onun etrafına toplanırlar ve: ‘Ey falan, senin bu halin nedir, sana ne oldu? Sen bize iyiliği emreder ve kötülüğü yasaklar değil miydin?’ derler. O kimse; ‘Evet, ben size iyiliği emrederdim ancak onu kendim yapmazdım. Ben size kötülüğü yasaklardım ve onu kendim yapardım.’ diye karşılık verir…**(Buhari)
Allahım Bizleri hak ve hukuku koruyanlardan eyle. Bizleri kardeşlik hukukuna riayet edenlerden eyle. Bizleri Müslüman kardeşlerimizin haklarını koruyanlardan eyle. Bizleri Kuran ve sünneti seniyyeye sımsıkı bağlananlardan eyle. Bizleri sıratı müstakimden ayırma. Bizleri seni sevenlerle bir beraber eyle. Bizlere cemaat şuuru ver. Bizleri kendi nefsimizle başbaşa bırakma. Sen her şeylere kadirsin Allahım…Amin…
Sermedkadir…LU…25.03.2015…