Peygamber efendimiz bir hadisinde mealen şöyle buyurmaktadır: ** Kim, benden sonra öldürülen sünnetimi diriltirse, beni sevmiş olur. Kim de beni severse, benimle beraber olur…
Ali radıyallahu anh. Rezîn.**
Mutezile Mana olarak: «Ayrılmak, uzaklaşmak, bir tarafa çekilmek» manasına gelir. İslâm tarihinde önemli bir akaid mezhebi kabul edilen Mutezilenin bu isimle anılmasının sebebi hakkında çeşitli görüşler ileriye sürülmüştür. Bir çok kaynağın naklettiği meşhur görüşe göre Mutezilenin kurucusu Vâsıl b. Ata büyük günahlar me¬selesinde hocası Hasanı Basriden ayrıldığı, bir kanaa¬te göre de Amr bin Ubeyd, Katâde’nin mec¬lisini terk ettiği için «ayrılanlar, yan çizenler» manasına «mutezile» diye anılmışlardır.
Vâsıl bin. Atâ’nın, böyle bir macerasının olabileceği kabul edilmekle beraber Mutezîlenin bu hadise sebebiyle bu adla anılmış olması bazıları tarafından pek vârid görülmüyor. Diğer bir görüşe göre «mutezile» ismi daha eskilere varır. Hulefâi Râşidînden Hz. Ali zamanında başlayıp devam eden iç anlaş¬mazlıklarda hiç bir tarafı tutmayan, iç savaşlara katılmayan «taraf¬sız bir zümre» vardır ki bunlara tâ o zamandan itibaren «mutezile yani tarafsızlar» denilmiştir. İşte söz konusu edilen kelâm mezhebinin mensupları kendilerini o zevatın savunucuları halefleri kabul etmişler ve Mutezile adını bir övgü ifadesi olarak kendileri almışlardır.
Hayatının 40 yılını Mutezile içinde geçiren Ebul Hasan el Eşari (v. 324/936) ise şöyle demektedir: «Vâsıl b. Atâ‘, mürtekib-i kebî¬re konusunda müslümanlann görüşünden ayrıldığı, icmaa muhalefet ettiği için bu adla anılmıştır.» İlmî manada Mutezile mezhebinin ortaya çıkışı hicri ikinci as¬rın başlarındadır. Mezhebin kurucuları olarak Vâsıl b. Atâ‘ ile Anrr b. Ubeyd kabul edilir. Mutezile âlimleri, mezheplerine daha köklü bir temel gösterebilmek İçin onu tâ Peygamber efendimize kadar dayan¬dırırlar. Mutezilenin kelâmı bir mezhep olarak ortaya çıkışını doğuran sebepleri şöyle ifade etmek mümkündür: Üçün¬cü halife Hz. Osman’ın şehid edilmesiyle İslâm dünyasında ortaya çıkan anlaşmazlıklar İç savaşların doğmasına kadar varmıştır. Mu’tezile de bu siyâsî – fikrî problemler hakkında kendine has görüşler ileriye sür¬müş ve yeni bir ekol olarak ortaya çıkmıştır.
Hz. Peygamber (s.a.) in vefatından sonra İslâm dini Arap ya¬rımadasının dışına çıkmış, kısa bir müddet içinde bir çok yerler fet¬hedilerek islâm dünyasına katılmıştır. Feth edilen bu yeni ülkeler çeşitli kültür ve inanışlara sahip bulunuyordu. İslâmın kültür daire¬sine giren bu yeni kavimlerin müslümanlığı kabul edeni de etmiyeni de eski inanış ve düşünüşünün tesirinden kurtulmuş değildi. Ya¬hudi, hıristiyan, zerdüşt, seneviyye ve sair zümrelerin islâm dünyası içinde yaydıkları islâmî esaslara aykırı görüşlere karşı çıkabilmek için kuvvetli bir cedel kabiliyetinin yanında hasmın silâhını kullanabilecek geniş bir kültüre de sahip olmak gerekiyordu. Halbuki zamanın selef cereyanı bu işin üstesinden gelebilecek durumda değildi,
İş¬te Mu’tezilenin ortaya çıkış âmillerinden biri de bu olmuştur. İlk Mutezile savunucularının felsefe ile meşgul oldukları çeşitli kay¬nakların şehadetiyle bilinmektedir. Emeviler devrinden itibaren arapçaya tercüme edilmeye başlanan Eski Yunan felsefesine (ilimler mecmuasına) ait eserler Mu’tezile tarafından da okunmuş, beğenil¬miş ve ekollerinin fikir teşekkülüne tesir etmiştir Hicrî ikinci asrın başlarında ortaya çıkan Mutezile cereyanının akaid tarihinde «kelâm metodunu vaz ettiği bilinmektedir. Bu metod, nakli kabul etmekle beraber akaid konularında akla da önem veren, akıl ile naklin çatışır gibi göründüğü yerlerde ak¬lın ışığı altında nakli tevil eden bir metoddur. Bilindiği üzere ke¬lâm metoduna devrin âlimleri şiddetle karşı çıkmıştır. Hic¬rî dördüncü asırdan itibaren başta Mâtürîdî (v. 333/944) ile Eş’arî (v. 324/936) olmak üzere ehli sünnet âlimleri bir taraftan Mutezileye cevap verirken diğer yönden onların kelâmî metodunu benim¬semiş oldular ve ehli sünnet ilmi kelâmını kurdular. Ne var ki ak¬lın ve tevilin müdahele sınırı ve ayrıca akaidin bir çok meselelerinin anlaşılması hususunda iki ögreti arasında açık ve belli farklar ortaya çık¬mıştır. Biraz önce de belirttiğimiz üzere Mutezile yahudi, hıriştiyan, İran, Hind dinleri ve Yunan felsefesi ile temas etmiş, bunların karşı¬sında islâm akaidini müdafaa etmeye çalışmıştır. Mutezilenin bu mü¬cadelesi sırasında hasmın tesiri altında kaldığı, benimsediği fikirler¬de yabancı din ve felsefelerin izleri bulunduğu ileri sürülmektedir.
Mu’tezile âlimlerinden Ebu Hüseyn el-Hayyât (v. 298/910), Mu¬tezilenin kabul ettiği akide esaslarının bütün müslümanlar tarafın¬dan aynen benimsendiğini iddia eder ve bu esaslar ışıgında 10 kadar madde sıralar: «Allah birdir, benzeri yoktur, gözler onu idrak edemez, değişikliğe ve zevale uğramaz, yerin de göğün de İlâhıdır, bize şah damarımızdan yakındır, kendisi kadîm olup ondan başka her şey hadistir… cennet müttakîlerin, cehennem de fâsıkların yurdu¬dur» gibi. Çoğu Allah taâlânın sıfatlarından olan, ustalıklı ve üstü kapalı bir şekilde ifade edilen bu prensiplerin, bu akide esasları¬nın varlığına elbet kimse itiraz edemez. Ancak bunların anlaşılması ve yorumlanmasında çeşitli görüşler ortaya çıkmaktadır.
Mutezile mezhebinden ayrıldıktan sonra telif ettiği «el-İbâne an usûlid-diyâne» adlı eserinin başında, Ebul-Hasan el-Eşarî , Mutezilenln ehli sünnetten ayrıldığı noktaları zikreder. Mutezilenin Beş Esası: Mutezile mezhebi kendi arasında çeşitli kollara ayrılmıştır. Bu kolların her birinin kendisine has görüşleri olmakla beraber bütün mutezili fırkaların umumiyetle ittifak ettiği bazı noktalar vardır. Beş esas (usûl-i hamse) halinde toplanan bu prensiplerin tamamını be¬nimseyenler Mu’tezileden kabul ediîmektedir. Bu esaslar şunlardır:
TEVHİD: Allah tealayı gerek zat ve gerek sıfatları bakımından bir ve tek ka¬bul etmek manasına gelen «tevhîd» bütün islâmî fırkalar tarafından be¬nimsenen bir esastır. Ancak Allah’ın sıfatları konusunda Mutezile ken¬dine has bir anlayışa sahiptir. Onlara göre Allah’ın sıfatları vardır. An¬cak bu sıfatlar onun zâtı üzerine zâid manalar, yani zâtından ayrı düşünülebilen şeyler olmayıp zâtındandır. Binaenaleyh Cena¬bı Hak için «alîm, semî‘, basîr’dir» denilebilir, fakat «onun ilim, sem‘, basar… sıfatı vardır» denilemez. Çünkü birinci anlayışta kullanılan kelimeler sıyga bakımından da sıfat olup zâtı ve sıfatı aynı anda ifa¬de etmiş olur. İkinci anlayışta ise sıfat masdar şeklinde zikredilen bir mana olup zâta ayrıca ilâve edilmektedir.
Allahın sıfatları da zâ¬tı gibi kadîm olacağından ikinci anlayışa göre birden fazla kadîm kabul edilmiş olur bu ise tevhid prensibine ay¬kırı düşer; Mu’tezile Allah’ın sıfatları içinde «vahdâniyyet» ve «kadîm oluş»u hâkim sıfatlar kabul etmiş, zihnen bile olsa, ona kadîm olan mana¬lar, sıfatlar nisbet etmeyi vahdaniyeti zedeleyici mahiyette bulmuş¬tur. Mutezile, tevhîd anlayışına bağlı olarak, kelâm ilminin en çok münakaşa edilen «kelâmullah» bahsinde de değişik bir görüş orta¬ya atmıştır. Onlar kelâm sıfatının Tevrat, İncil, Kur’an gibi insan¬lar arasında tecelli eden yönüne bakarak onun kadîm değil mahlûk (hadis) olduğunu iddia etmişler, bu sıfatın Allah ile kaim olmadığı¬nı söylemişler ve bunun uğrunda, yıkılışları için sebep teşkil ede¬cek kadar aşırılıklar göstermişlerdir. Yine onlar, Halikın hiç bir veçhile mahlûka benzemiyeceği pren¬sibinden hareket ederek Allah’ın ahirette görülmesini yani Ruyetullahı İnkâr etmişlerdir.
Mutezilenİn, Allah’ın bazı sıfatlarını inkâr konusunda Cehmiyyenin tesiri altında kaldığı, diğer yönden teşbihe düşen Râfıza ve Müşebbiheye karşı bir aksülamel teşkil ettiği kabul edilir. ADL: Cenabı Hak adl (âdil)dir, kullarına asla zulmetmez. Binaenaleyh kullar, yaptıkları ihtiyarî fiilleri (iyilik ve kötülükleri), Allah taâlâ tarafından kendilerine verilen hür ve müstakil irade ile yaparlar, bu fiillerin meydana gelişinde Üâhî bir müdahale bahis konusu değil¬dir. Zira kulun fi’li ilâhî irade ile vuku bulsaydı kul o fi’li cebir altında yaprruş olurdu. Bu takdirde o fiilden dolayı ceza görmesi zulüm olurdu.Mu’tezile bu görüşüyle, kendilerinden önce gelen Kaderjyyenin fikirini benimsemiş, fiillerin meydana gelişindeki ilâhî İradeyi vş ka-deri İnkâr etmiş oluyor.Mu’tezile bu görüşüne bağlı olarak şunu da ileri sürer: Kul için hayırlı ve elverişli (aslan) olanı yaratmak Allah’a vâcibdir (vucûb ale’llah). Onun hikmeti, kulların iyiliğine riayet etmeyi vgerektirir.
VAAD VE VAİD: Kişi mümin ve mutî olarak ahirete intikal ederse sevap ve mü¬kâfata va’d, buna mukabil imansız olarak veya büyük günah (kebîre) işleyip tevbe etmeden ölürse azaba ve ebedî olarak cehennemde kalmaya (vaîd) lâyık olur. Cenabı Hak, büyük günahı, tevbe olmaksı¬zın hiçbir şekilde (kendi lûtfuyla veya şefaatle bile olsa) affetmez. Bu günah ebedî olarak cehennemde kalmayı gerektirir. Büyük günahlar¬dan kaçınanların küçük günahları İse affolunur. Bununla beraber, mümin cehenneme muvakkat – belli – bir zaman için de olso girmez. Cehen¬neme bir defa giren bir daha çıkamaz. Mu’tezile, bu görüşüyle Mürci’eye karşı çıkmış, ameli imandan cüz‘ saymış, şefaati kısmen inkâr etmiş oluyor.
MENZİLE BEYNEL MENZİLETEYN: Büyük günah (kebîre) işleyen mümin imandan çıkar, çünkü’amel imandan bir cüz’dür. Fakat küfre girmez, zira kendisinde hâlâ mev-cud olan kelime-i şehâdet ve benzeri iyilikler küfre münâfidir. O hal¬de iman ile küfür arasında bir yerde, İki menzile arasında bir men¬zilede bulunur. Böylesine ölünceye kadar müslüman muamelesi ya¬pılır. Şartlarına uyarak tevbe ederse İmana döner. Tevbe etmeden ölürse öldüğü andan itibaren kâfir sayılır.
EMRİ BİL MARUF NEHYİ ANİL MÜNKER: İyiliği yaptırmaya ve kötülüğü önlemeye çalışmak bütün müslü-lürnanlara farzdır. Bu, islâm davetinin yayılması, sapıkların doğru yolu bulması ve müslümanlann nazarında hakla bâtılı birbirine karıştıran din düşmanlarının zararlarının bertaraf edilebilmesi bakımından za¬ruridir.Mutezile, bu prensiplerine bağlı olarak yabancıların İslama yap¬tıkları fikrî taarruzlara karşı çıkmış ve İslâmı savunmuşlardır. An¬cak kendi görüş ve düşüncelerini diğer müslüman zümrelere kabul ettirebilmek için aynı prensip uğrunda yürüttükleri mücadelelerde aşırı gitmiş, sert davranmışlardır.
Mutezile fıkıh konusunda kendilerine has görüşler ortaya koy¬mamışlar, akılcı zihniyetlerine daha uygun buldukları Hanefiyyeye umumiyetle intisabı uygun görmüşlerdir.Mutezileye mensup şahıs ve fırkaların yer yer ekseriyetle, yer yer ittifakla kabul ettikleri görüşler genel olarak bunlardır. Ana bid’at fırkalarının her biri bir çok talî fırkalara ayrılmıştır. Btı nevi bir parçalanma muhafazakâr ve mu’tedil görüşlere sahip bu-iunan ehl-i sünnetin itikadı mezheplerinde göze çarpmaz. Hatta âlim¬lerimiz, ehl-i sünnetin hak yolu takibettiğinin bîr delili olarak, onla¬rın kendi aralarında birbirlerini suçlayacak şekilde fikir ayrılıklarına düşmemiş olmalarını gösterirler.Buna mukabil ehl-i bid’atın hem ana fırkaları, hem de aynı fırkanın çeşitli kollan birbirlerini it¬ham ve tekfir ederler. Şunu da belirtelim ki fırkalar arasındaki fikir mücadelelerinin doğurduğu gerginlik sebebiyle çoğu zaman ferdler veya zümreler, cüz’î bir benzeyiş‘ sebebiyle, muhalif fırkaya nisbet ediliverir.
Mutezile mezhebinin hicrî ikinci asrın başlarında Basrada Vâ¬sıl bin Atâ ve Amr bin Ubeyd tarafından ku¬rulduğu şüphesizdir. Hicrî üçüncü asrın başlarında da Bişr bin el-Mutemtr {v. 210/825) tarafından Bağdat Mutezilesi kurulmuştur. Basra ekolünün en meşhur âlimleri şunlardır: Vâsıl bin Atâ,) Amr bin Ubeyd, İbrahim bin Seyyar en-Nezzâm (v. 231/845) Amr bin Bahr el-Câhız (v. 255/869) Bağdat Mutezilesinin meşhur âlimleri de şunlardır. 1) Bişr b. el-Mu’temir (v. 210/855) 2 Ebû Mûsâ el-Murdar (v. 226/840) 3) Ca’fer b. Mübeşşir (v. 234/848) 4) Ca’fer b. Harb (v. 236/850) 5) Sümâme b. el-Eşres (v. 213/828) 6) Ahmed b. Ebû Duâd (v. 240/854)Her iki ekol prensip olarak «usûl-i hamse»yi benimsemekle be¬raber birbirinden farklı görüş ve düşünüşe sahip olduğu gibi bu kol¬lara mensup âlimlerin birbirine nisbetle değişik fikirleri de vardır.
Ebul Hüseyn el-Malatî (v. 377/987), Basra Mutezilesiyle, Bağdat Mutezilesi arasında bin kadar ihtilâflı meselenin bulunduğunu ve bun¬ların bir kısmında birbirlerini tekfir ettiklerini zikreder. İki ekol arasında kısa bir mukayese yapacak olursak şunları söyleyebiliriz :a) Basra Mutezilesi mezhebin kurucusudur: daha orijinal ve müstakil düşünebilmiş, fikirlerini fiil, eylem sahasına intikal ettirip baskı vasıtası olarak kullanmamıştır. b) Bağdat ekolü Basralılardan ayrılarak kurulmuştur. Bu ekole mensup olanlar Yunan felsefesinden daha çok tesir almış, teferruata, ayrıntılara dalmıştır. Devlet ve siyaset adamlarına yaklaşmış, fikirlerini kuvvet yoluyla benimsetmeye çalışmıştır. Israrla üzerinde durduğu «halku’l-Kur’an» meselesiyle her kesin saygı duyduğu din âlimlerine işkence ettirmiş, dolayısıyla umumun nefretini kazanarak mezhebin çök¬mesine zemin hazırlamıştır.
Mutezile mezhebinin her iki ekolüne ait talî fırkaların sayısı kaynak¬ların çoğunda 20 olarak tesbit edilmiştir. Bunların her biri farklı gö¬rüşleriyle şöhret bulmuş bir âlimin etrafında kurulmuş ve o şahsa nisbet edilerek anılmıştır. Hicrî ikinci asrın başlarında ortaya çıkan, dördüncü asrın son¬larına kadar üç asır varlığtnı koruyan ve islâm beldelerinin çoğunda örnegin, Suriye, Irak, Mısır, Isfahan, Cürcan, Horasan…gibi yerlerde tesirlerim gösteren Mutezilenin lehinde ve aleyhinde çok şey söylenmiştir. Biz burada önce Mutezilenin islâm akaidine ve islâm tefekkürüne karşı ifa ettiği hizmetlere, sonra da hatalı taraflarına ve müstakil bir mezhep olarak tarihten silinip gidiş sebeplerine kısaca temas edeceğiz. En muhafazakâr ve fakat insaflı ve dirayetli âlimlerimiz bile ilk Mutezile bilginlerinin islam akaid esaslarının yerleşmesi ve özellikle müdafaa ve muhafaza edilmesi konusunda büyük hizmetler ifa ettik¬lerini kabul ederler.
Son devrin büyük İslam alimlerinden, Şeyhülislâm vekili Muhammed Zâhid el-Kevserî (v. 1371/1952) de, ilk Mu’tezilenin, bir taraftan islâm dünyasına dıştan gelen çeşitli ulûhiyyet veya tevhîd münkirlerine, nübüvvet münkirlerine, ayrıca yahudi ve hıristiyanlara karşı başarılı bir mücadele verirken diğer yön¬den içte türeyen Müşebbihe, Mücessime, Haşviyye ve Rafızi gibi sapık cereyanlarla da uğraşmış olduğunu zikreder. Yine Kevserî, nübüv¬vet müessesesinin korunması mevzuunda Mutezile bilginlerinin mey¬dana getirdikleri eserleri takdir eder ve islâm dünyasında bu mücadelelerin vuku bulduğu yıllarda muhafazakâr selef metodunu benimsemiş bulunan fukahâ ve muhaddisînin islâm akaidi adına aynı mücade¬leyi vermeye muktedir olmadıklarını kaydeder.
Yine zamanımızın Alimlerinden mezhepler konusunda eser sahibi, Muhammed Ebû Zehra da aynı görüşe katılır ve Mutezile mezhebine ait «usûl-i hamse»nin Yani beş esasın bu mücadelelerin bir mahsulü olduğunu ve her bir aslın bir sapık fır¬kaya cevap teşkil ettiğini ilâve eder. Raşid halifeler devrinden itibaren hızla yayılmaya başla¬yan islâm fütuhatı değişik bir çok din, kültür ve felsefeleri islâm dünyasının içine almış veya bunlarla komşuluk ve münasebet halin¬de olmuştur. Ayrıca Abbasî halifeleri tıbda ve Yunan ilimlerini ter¬cüme ettirmekte istihdam etmek üzere Yahudilerle Hıristiyanları, si¬yasî işbirliği dolayısıyla da İranlıları saraylarına almışlar ve bunla¬ra itibar göstermişlerdir. Bu, İran ve Hind akaidinin, Yahudi ve Hı¬ristiyan düşüncelerinin islâm dünyasına girmesine, hatta yayılma istidatı göstermesine zemin hazırlamıştır. Bundan başka, haricî cere¬yanlardan tesir alan, teşbîh, tecsîm, hulul gibi dahilî bazı sapık görüşler de vardı. Mutezile âlimleri bütün bu sapık ve İslâm dışı ce¬reyanlara karşı durmuş, sözle ve yazı ile islâm akaidini müdafaa et¬miş, çeşitli islâm beldelerinde türeyen sapık görüşlü kimselerle tartışıp, mü¬nazara etmek üzere seyahatler yapmıştır. Nübüvvet yani Peygamberlik müessesesinin müdafaasına ayrı bir önem vermiş¬lerdir. Bu hususta meydana getirdikleri eserler halâ değerlerini ko¬rumakta ve kendi sahalarındaki üstün derecelerini muhafaza etmek¬tedir.
Mutezile mezhebi savunucuları, Naslara bağlı kalmakla beraber, islâmî tefekküre aklı da getirmişler, nasları aklî manada tefsir edebilmişlerdir. Bazı mez¬hep tarihçileri, Mutezilenin, aklı şeriatın yerine koymaya kalkıştı¬ğını söylemiştir. Fakat son zamanlarda tarafsızlığa daha çok riâyet edilerek yapılan araştırmalar bu hükmü yerinde bulmamaktadır. İslam ilimleri tarihinde ilmi kelam, ilm-i belagat, ilmi cedel ve münazarayı onların tesis ettiği kabul edilir. Mutezile, Ebû Zehra’nın ifadesiyle «hakkıyla islâm filozofları sayılırlar». Çün¬kü onlar şerîatten ayrılmadan islâmî nasları aklî mânâda tefsir ede¬bilmişler, bu inanış ve kültürleriyle zındık, mülhid ve kâfirler karşı¬sında İslâmî müdafaa edebilmişlerdir.
Mutezile mezhebinin kelâm metodu, yani akaid konularında nassa bağlı kalmakla beraber akla da önem verme ve nasları akli manada tefsir etme usulü, ehli sünnet mezhebinin kelâmcılarma da tesir etmiş ve ehli sünnet ilmi kelâmının kurulmasına da bir bakıma hizmet etmiştir. Hicri iknci asrın başlarında kurutan Mutezile mezhebi Abbasi hali¬felerinden el-Me’mûn (v. 218/833), el-Mu’tasım (v. 227/841) ve el-Vâsik (v. 232/847) devirlerinde en parlak yıllarını yaşamış, halife el Mütevekkil (v. 247/861) tarafından darbe yiyerek sinmiş, fakat Şia ile birleştiğinden Büveyh Oğulları saltanatı devrinde dördüncü asır¬da tekrar nüfuz elde ederek Irak, Horasan, Maveraunnehir tarafla¬rında yayılmıştır. Vezir Sâhib b. Abbad (v. 385/995) devrinde zirve¬ye ulaştıktan sonra onun vefatiyle müstakil bir mezhep olarak orta¬dan kalkmıştır.
Mutezile mezhebi İslâm Alimlerinin akaid sahasında akla rol verme¬dikleri bir devirde ortaya çıkmıştır. Nassa bağlılık iddia etmekle be¬raber akla fazla önem vermiş, adeta aklına mağrur olmuştur. Bu, hem o asırlarda alışılmayan bir şeydi, hem de her noktada İsabetli değil¬di. Öyle anlaşılıyor ki Mutezile, görüşlerini, daha çok zındık, mülhid ve sapık fırkalarla mücadele ederken kullandığı cedel ve münazara şekillerine göre oluşturmuştur. Bu durum, onların, bir taraftan hasım¬larının az çok tesiri altında kalmalarına, diğer yönden de çeşitli Mu¬tezile savunucularının fikirleri arasında birbirlerini tekfir edecek derecede çelişkiye düşmelerinin belirmesine sebep olmuştur. Mutezile seri bir fikri ha¬rekete kapılmış, sanki felsefe yapar gibi ihtilâflara düşmüş, tam bir terkip yapamadan son bulmuş, batmış gitmiştir. Mutezile görüşlerini be¬nimseyen Şia ise fikri olmaktan ziyade hissi ve siyasi olduğundan onu fikriyatını taşımaktan çok uzak kalmıştır…
Mutezile ileri gelenleri, sadece alimler arasında yüksek se¬viyede fikrî münakaşa konusu olarak kalabilecek meseleleri avama kadar indirmişler, halkı akademik münakaşalara karıştırmışlar, fikir hürriyeti taraftarı oldukları halde kendi görüşlerini kabul ettirebil¬mek için devlet adamları ve devlet gücünü kullanmışlardır. Buda aklına mağrur olup başkalarını küçük gören insanların akıbetidir belki. Mutezilenin yıkılış sebeplerinden birinin de şu husus olduğu söy¬lenebilir: Bu mezhebin savunucuları, sadece büyük İslâm topluluklarının hür¬met ettiği fukahâ ve hadis alimlerini tenkid etmekle, hatta onlarla alay etmek¬le kalmamış, bu insanların en azından bir kısmı ashabı kiramın bazıla¬rına kötü söz söylemiş. Onların bu yersiz davranışlarının bir sebebi Şia ile fi¬kir teatisinde bulunmuş olmaları ise bir sebebi de akıllarına gelen her şeyi söyleyecek kadar fikir hürriyetine taraftar olmalarıdır, denebilir. Merhum Zâhidi Kevseri, mezhepler tarihi yazar¬larını kasdederek şöyle demiştir: «Çoğu zaman fırkalara kendi kitaplarında bulunmayan görüşler nisbet edilir. Bu, ya doğrudan doğ¬ruya görüşleri icad edip o fırkalara yamamak, veya onların söz¬lerinden, kendilerinin kasdetmediği neticeleri çıkarmak suretiyle, ya¬hut da o fırkaların muarızlarına ait gayrı mutemed eserlerden ak¬tararak olur»
Mutezile mezhebinin son parlayışı Şii Büveyh Oğulları devrinde olmuştur. Gerçi Şia uleması, Şiiliğin, Mutezile mezhebinin prensiplerini kabul ettiği tezine yanaşmazlar. Çünkü onlar güya her hakikati masum imamlardan öğrenirler, akıl yoluyla değil. Fakat bu, sadece bir iddiadan ibarettir. Araştır¬malar Mutezile ile Şianın fikri münasebetlerini kesin bir şekilde isbat etmiştir. Irak, İran, Suriye, Hindistan Şiası, Yemen’deki Zeydiyye Mutezilenin akaid prensiplerini benimsemiştir. Ancak imamet gibi bazı konularda aralarında görüş farkları mevcuddur. Şiaya ait akaid eser¬leri plân ve kuruluş bakımından bile Mu’tezile eserlerine benzemek¬tedir.
Bu konuda İmam Gazali diyorki: * Mezhepler tarihi âlimlerinin ittifak ettiği bir noktadır ki, Ba¬tıniyye cereyanı, her hangi bir dine inanmış, bir mezhebe bağlan¬mış, nübüvvet müessesesini benimsemiş biri tarafından başlatılmış değildir; çünkü bu cereyanın gidişi dinden sıyrılmaya varır, hamur¬dan kılın sıyrılışı gibi. Ne var ki ateşperestlerden, Mezdekilerden ve biraz da inkarcı Senevilerden müteşekkil bir cemaatle eski münkir filozoflardan büyük bir gurup, aralarında İstişare etmişler, bir çare bulup ortaya koymak mevzuunda fikir teatisinde bulunmuşlar, öyle ki bulacakları bu çare, iman ehlinin her tarafı kaplamış olmasından doğan felâketi hafifletsin, müslümaniarın parlak durumundan do¬layı üzerlerine çöken kederi dağıtsın.
Onlar, Allahı inkar etmek, pey¬gamberleri yalancı saymak, haşrin-neşrin ve neticede Allaha dönü¬şün vuku bulmıyacağını kabul etmekten ibaret olan inanışlarını ha¬ber vermekten dillerini tutmuşlar. Kendi aralarında şöyle demişler: «Bütün peygamberlerin yalancı ve düzenbaz olduklarını biliyoruz; çünkü onlar, halkı, gözbağıcıhk ve kurnazlık yoluyla kendilerine kul-köle ediyorlar… Muhammed’in fesadı ortalığı sarmış, çağrısı ülkele¬re yayılmış, hükümranlığı alabildiğine genişlemiş imkânları ve salta¬natı kemal derecesini bulmuş… Nihayet onun taraftarları atalarımı¬zın mülkünü ele geçirmiş, Artık yeryüzünü eni¬ne boyuna doldurmuşken savaşla onlara karşı direnmeye ümid bağ¬lanamaz; onları, ısrarla bağlandıkları dinden vazgeçirmek için hile ve tuzaktan başka çare bulunamaz.
Şayet onları alenen mezhebimi¬ze davet edecek olursak bize karşı direnir, sözlerimize kulak asmaz¬lar. O halde bizim için yegâne çıkar yol müslüman guruplarından bi¬rinin akidesini benimsemiş görünmekten ibarettir. Öyle ki bu gurup, onların içinde, aklı en hafif, görüşü en zayıf, tabiatı olmıyacak şey¬leri kabullenmeye en müsait, yalanlara ve aldatıcı sözlere inanma¬ya en yatkın bulunan olsun. Bunlar da olsa olsa ancak ŞİİLER olur. Evet, biz Şiaya intisab ve Ehli Beyte bağlılık iddiasıyla şerlerin¬den kendimizi korumalıyız. Ayrıca biz, seleflerinin maruz kaldığı bü¬yük zulüm ve hakaretleri dile getirmek suretiyle onların tabiatına uy¬gun düşen şeyleri vesile edinmeli, kendimizi onlara sevdirmeli, Muhammedin (sav) aile efradına isabet eden felâketlere ağlar görünmeli¬yiz.
Böylece müslümanların önderlerini ve uyulacak örneklerini teş¬kil eden geçmiş âlimlerine dil uzatmaya imkan bulmuş oluruz. Geç¬miş âlimlerinin hallerini ve onların rivayetiyle – naklolunan şeriatlerini kendilerine çirkin göstermeye muvaffak olduk mu, artık müslü¬manların şeriate dönüşleri güçleşir,buna mukabil peyderpey dinden sıyrılıp uzaklaşmaları yolundaki çalışmalarımız kolaylaşır. «işte bahis konusu İslâm dışı ve inkarcı gurupların, bütün bun¬lardan asıl maksadı, müslümanların ülkelerini istilâ etmek, mallarına ve namuslarına el uzatmak ve kendi zanlarmca mallarını ellerinden alan, kanlarını akıtan, başlarına türlü türlü belâlar yağdıran müsîü-manlardan intikam almaktan ibarettir. İşte Bâtınî tevillerin nihaî he¬defleri ve işte ortaya çıkış sebepleri…İmam Gazali…*
Zeydî âlimlerden Muhammed bin el-Hasan ed-Deylemî (v. 711/ 1311) de Bâtıniyyenîn ortaya çıkışı ve gayesi hakkında şöyle diyor: «Şunu bilmelisin ki Bâtıniyye mezhebinin ilkin ortaya çıkarılı¬şı Allah onlara Nuh tufanını, Âd kavminin kasırgasını, Lût kavmi¬nin öldürücü taşını, Semûd kavminin yıldırımını musallat kılsın hic¬retin 250. senesinde olmuştur. Bu mezhebi, İslâmiyete ve Peygam¬ber aleyhisselâma karşı kalblerinde kin bulunup da aralarında anla¬şan filozoflardan, inkarcılardan, mecusi ve yahudilerden ibaret bir gurup ortaya koymuştur. Gayeleri ise insanları, bunca şevket ve kuvvetlerinden sonra İslamiyetten uzaklaştırmaktı».
Gerek sünni, gerek Şii bütün İslam alimleri yanında yabancı mü¬ellifler de galiyye ve Batıniyye önderleri ve propagandacılarının sa¬mimiyetten uzak olduklarında müttefiktirler. Gayeleri, «yaşayan, bel¬li kaidelerle tesbit edilen her türlü dini inancı yıkmak» özellik¬le islam milletlerini ve islâm iktidarlarını içten çökertmekti. Bu ne¬ticeye ulaşmak için her türlü vasıtayı mubah saymışlardır. Batıniyyenin, neticeye ulaşmak için ne gibi çarelere başvurduğunu açıkça gösterir. İslâm tarihinde ifrata sapmış, aşırı gurupların fik¬ri tahriplerine karşı Mutezilenin, kuvvete dayanan tahriplerine kar¬şı da tarihta türk unsurlarının büyük mukavemetleri ve mukabil mücadele¬leri olmuştur.(Bekir Topaloglu.Kelam ilmi.)
Bir hadis mealiyle konumuzu baglayalım inşaallah.Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:* Ben ve insanlar şuna benzeriz: Bir adam vardır, ateş yakar, iyice parlayınca, kelebekler ve öbür yaratıklar gelip o ateşe düşerler. Adam da durmaksızın onları ateşten kurtarmaya çalışır. işte ben de, belinizden tutup sizi kurtarmaya çalışıyorum, siz ise o ateşe girmeye yelteniyorsunuz…(Ebû Hureyre radıyallahu anh. Buhârî…)**
Allahım bütün sapıklık ve bidatlardan sana sıgınıyoruz. Bizlere senin hak dinini hakkıyla yaşamamızı nasib eyle. Bizleri batıl ve bidat ehli mezhep savunucuların aldatıp, kandırmalarından, her türlü tuzaklarından muhafaza eyle. Bizleri senin dosdogru dinin olan Sıratı müstakimden ayırma. Bizleri Ehli sünnet vel cemaatta devamlı olanlardan eyle. Bizleri kendi nefsine uyanlardan degil, Kitap ve sünneti seniyyeye sımsıkı sarılanlardan eyle. Sen her şeye kadirsin Allahım…Amin…
Sermedkadir…16.08.2010