Nasr Sûresi Üzerine Notlar

Nasr sûresi, İbni Abbas efendimizin beyanına göre Kur’an’ın en son nazil olan sûresidir. Bu sûreden sonra tam olarak müstakil bir sûre inmemiştir. Rasulullah efendimizin Mekke’de misafir olarak bulunduğu bir esnada, Haccetü’l Veda’da indiyse de yine de sûre Medenidir. Bu konudaki rivâyetlere bakılırsa sûrenin nüzulünden takriben üç ay sonra Rasulullah efendimiz vefat etmiştir. İbni Ömer efendimizin rivâyetine göre sûre Mekke’de teşrik günlerinin ortasında nâzil olmuştur. Bu sûreyle, sûrenin muhtevasıyla kendisinin Rabbi tarafından huzura çağrıldığını anlayan Allah’ın Resûlü, yürümesi için devesine emretmiş, devesini mahmuzlamış, sonra da devesinin üzerinde ashabına o meşhur hutbesini, veda hutbesini îrad buyurmuştur.

İbni Abbas efendimizden intikal eden rivâyete göre kendisine bu sûre geldikten sonra Allah’ın Resûlü: “Bu sûre benim vefatımı haber vermektedir, benim vaktim gelmiştir” buyurmuştur. Bunu duyan Hz. Fatıma annemiz bu haberin üzüntüsüyle ağlamaya başlar. Sonra Allah’ın Resûlü sevgili kızını teselli etmek için: “Kızım üzülme benim ailemden bana ilk kavuşacak olan sensin” buyurur ve Hz. Fatıma annemiz de güler. İşte bu rivâyetlere göre Rasulullah’ın vefatının imasını taşıdığı içindir ki bu sûreye “Tevdi” sûresi denmiştir. Allah’ın Resûlü bu sûrenin nüzulünden sonra kıldığı her namazının her rekatında: ‘’Sübhaneke Rabbena vebihamdikellahümmağfirli” derdi. “Allah’ım seni hamdinle tesbih ederim. Allah’ım beni mağfiret edip bağışla” diye Allah’a dua ediyordu. Çünkü bu son sûresinde Rabbimiz ondan böyle yapmasını istiyordu.

Sahâbeyi  güzinden bazıları Rasulullah efendimize gelen bu sûrenin âyetlerinin ifadesinden sevgililerinin emaneti teslim  edecegini anlamışlardı. Örnek  ve önderlerinin Rabbine yürüme vaktinin geldiğini, güneşin gurubunun yaklaştığını anlamışlardı. Zira bu sûrede teşvik edilen ibadetin, tesbihin ve hamdin çoğaltılması sevgilinin ecelinin yaklaşmasının habercisiydi. Çünkü Rasulullah’a gelen emir böyleydi. Demek ki ecelin yaklaşmasıyla bunlar çoğalmalıdır. Hamd artırılmalı, tesbih artırılmalı, Allah’a kulluk ve ibadet artırılmalıdır. Çünkü yeryüzünde Allah’ın en çok sevdiği, yeryüzünün en şerefli insanı bile olsa, hayatının son günlerinde Allah tarafından kendisine emredilen buydu.

Rahmân’ın lütfettiği sonsuz nimetlerine karşı teşekkürle, ibadetle karşılık vermeydi bu. Allah’ın Resûlü Rabbini hamd ile tesbih etmeliydi. Rabbine istiğfarda bulunmalıydı. Zira Rabbimiz ona sonsuz lütuflarda bulunmuştu. Tek kişi olarak çıkmıştı Mekke’de. Allah’ın Resûlü Mekke’de tek başına ortaya çıkmış ve çevresini Allah’a kulluğa dâvet etmişti. Yapayalnızdı. Kimsesi yoktu, yardımcısı, desteği yoktu. Bu yalnız ve sahipsiz döneminde hanımı Hatice’ye sorar Allah’ın Resûlü: “Şimdi bu durumda kim inanır bana ey Hatice?” Şu yalnızlığı bir tasavvur edin… Tebliğ için keşke ömrümüzde bir kerecik biz de duyabilseydik bu kaygıyı! “Kim inanır şimdi bana ey Hatice?” Dünya o kadar geniş ki! İnsan o kadar çok ki! İlişkiler o kadar girift ki! Kurulu düzen İslâm’dan o kadar uzak ki! Allah’ın Resûlü nereden başlasın bu işe?

“Kimse bana inanmazken o inandı!” derken Hatice anamızı ne kadar sevdiğini anlıyoruz Resûlü Ekrem’in. Bir Ebu Bekir’in, bir Ali’nin, bir Bilâl’ın kim bilir onu ne kadar sevindirdiğini anlamaya çalışıyoruz. Kavminin vurdum duymaz kesildiği, akrabalarının sağır bir duvar kesildiği günlerde Süheybi Rumi’nin onu ne kadar mutlu ettiğini anlamaya çalışıyoruz. Çünkü o günlerde müslüman olmak gerçekten çok zor ve tehlikeliydi. Ben müslüman oldum demek âdeta işkenceye adaylığını koymak gibiydi.

Tek başına dünyayı omuzlamak isteyen bir Allah nebisine o günlerde omuz vermek cidden büyük cesaret işiydi. Bakıyoruz o sıkıntılı günlerinde Allah’ın Resûlü kendi evinde, Safa tepesinde, Ukaz’da, Kâbe’nin içinde, İbni Erkam’ın evinde, pazarda, panayırda, deve güreşlerinin yapıldığı yerlerde, şiir müsabakalarının yapıldığı meydanlarda, taşradan gelen kervanların arasında, insanların toplandığı çadırların içinde. Eşine anlatıyor, akrabalarına anlatıyor, ticaret için gelenlere anlatıyor, Mekkeli müşriklere anlatıyor, anlatıyor.

Kavmi, kabilesi kendisine hüsnü kabul göstermeyince taşradan gelenlere: “İçinizde beni koruyacak, bana sahip çıkacak, benim getirdiğim mesajı insanlara anlatmama imkân hazırlayacak kimse yok mu?” diye adam arıyordu. Ama hayatının sonlarına yaklaştığı günlerde bakıyoruz ki Allah ona sayılamayacak kadar lütuflarda bulunmuştu. Bu sûrede Rabbimizin anlattığı gibi Allah ona yardım etmişti, nusretini onunla beraber kılmış, ona zafer üstüne zaferler ve fetihler lütfetmişti.

Hem Mekke’nin fethi hem gönüllerin fethi, bölük bölük, grup grup insanların gönüllerindeki küfür ve şirk buzları erimiş insanlar Allah’ın dinine girmişlerdi. Tek kişi çıkmıştı ama şimdi etrafında dâvâsı için seve seve başını verecek nesiller oluşmuştu. Bu sûrenin gelişinden hemen sonra ashabına okuduğu tarihi veda hutbesinde karşısında yüz bini aşkın insan vardı. Artık yalnız, korumasız ve ıstıraplı günler bitmişti. Artık işkenceler geride kalmıştı. Artık imanlarından ötürü insanların kızgın kumlar üzerinde dağlanmaları geride kalmıştı. Artık Şi’b-i Ebi Talib’de açlık, susuzluk ve gözyaşlarının hakim olduğu ekonomik boykot anlaşmaları geride kalmıştı. İşte bütün bunları kendisine lütfeden Rabbine karşı hamd ile tesbih ve istiğfar etmesi gerekiyordu.

Rasulullah efendimizin sayılamayacak kadar lütuflara ve nimetlere ulaştırıldığı ve Mekke’de, Arabistan yarımadasında artık onun dâvâsının önüne çıkabilecek hiçbir engelin kalmadığı, fevç fevç insanların onun dâvetine dahil  oldukları,girdikleri bir dönemde gelen bu sûre artık Rasulullah efendimizin görevini tamamlandığını ve artık irtihalinin yaklaştığını anlatıyordu. Hz Ömer efendimiz sahâbenin büyükleriyle zaman zaman toplantılar düzenlerdi. Sahâbeyi  güzin efendilerimizle ilim meclisleri oluşturuyordu. Bu meclislere çocukların girmemesine rağmen çocuk yaşta olan Abdullah İbni Abbas efendimizi de alırdı. Sahâbe bunu yadırgadılar da Hz. Ömer onlara bu çocuğun dinde anlayışını, derin ilmini göstermek üzere etrafındakilere sorar: “Söyleyin bana Nasr sûresinden ne anlıyorsunuz?”

Onlar da, “işte Allah’ın yardımı, nusret gelecek, fetih olacak, insanlar fevç fevç dine girecek. Biz bu sûreden bunları anlıyoruz” derler. Onların bu cevaplarını aldıktan sonra Hz. Ömer efendimiz İbni Abbas’a döner ve ona sorar: “Ey İbni Abbas, sen ne anlıyorsun bu sûreden?” O der ki: “Vallahi ben bu sûreden Rasulullah’ın vefat haberini anlıyorum. Rabbimiz bu sûresinde artık onun emaneti  teslim  etme  vaktinin tamamlandığını ve Dâr-ı Bekâya yürümesinin yakın olduğunu anlatıyor” der. Bunun üzerine Hz. Ömer: “İşte ben bunun için bu çocuğu sizin meclislerinize çağırıyorum. Vallahi bu sûreden ben de onun anladığını anlıyorum” der. (Ali Küçük…Besairul  Kuran…)

Rabbimiz  Nasr  suresindeki bu üç ayette  mealen şöyle buyurmaktadır:’’ Allah’ın yardımı ve fethi geldiğinde,  İnsanların dalga dalga Allah’ın dinine girdiğini gördüğünde, Rabbini överek tesbih et, O’ndan mağfiret dile. Çünkü O tevbeleri kabul edendir. Seyyid  Kutub Rahmetullahi aleyh bu ayetler  hakkında  diyorki: ‘’Bu mesaj yüce Allah’ın „Allah’ın yardımı geldiği zaman“ sözünde somutlaşıyor. Yardım ve zafer Allah’ındır. Yüce Allah onu belirlediği zaman da, çizdiği amacı gerçekleştirmek için, dilediği şekilde gerçekleştirir, dilediği zamanda meydana getirir. Ne Peygamberin ne de arkadaşlarının bu konuda bir yetkileri vardır. Bu zafer konusunda onların bir güçleri de yoktur. Onda kişisel çıkarları, özel faydaları da olmadığı gibi. Gönüllerini rahatlatan özel bir hazları da yoktur! Zafer Sadece Allah’ın işidir.

Onu kendileri ile veya kendileri olmadan gerçekleştirir. Yüce Allah’ın, zaferi kendilerinin eliyle gerçekleştirmesi, onun başına bekçi dikmesi ve bu zaferi onlara emanet etmesi de şeref olarak kendilerine yeter. İşte zaferden, fetihten, insanların akın akın Allah’ın dinine girişinden onların payına düşen budur. Bu mesaja ve meselenin gerçekliğine ilişkin oluşturduğu özel bakış açısına göre Hz. Peygamberin ve beraberindekilerin konumu belirlenmektedir. Buna göre onları onurlandıran Allah’tır. Onların elleri ile zaferini gerçekleştirmesi onlar için bir şereftir. Dolayısıyla Peygamberin ve O’nunla birlikte olanların konumu zafer anında Allah’a yönelmeleri, hamd ile Allah’ı tesbih etmeleri ve günahlarının bağışlanmasını dilemeleridir. Hamd ve tesbih Allah’ın nimetlerine ve lütuflarına karşılıktır.

Çünkü O, kendilerini davasının güvenilir elleri ve dininin bekçileri kılmıştır. Dinine yardım etmekle, Peygamberine fetih vermekle, bütün bir insanlığa verdiği rahmete karşılıktır. Sapıklık, körlük ve hüsrandan sonra insanların akın akın, bu coşup taşan hayır kaynağına girmesini sağlamakla insanlığa verdiği lütfunun karşılığıdır. dilemek, insanın iç alemine gizlice sinmeye çalışan pek çok etkenlere, olumsuzluklara karşılıktır. Uzun mücadeleden sonra zaferin verdiği sarhoşlukla kalbe sirayet edebilecek veya yol bulabilecek, sevinçten dolayı mağfiret dilemek, uzun yorgunluktan sonra gelen zaferin sevincinden istiğfar. Bunlar insan kalbinin kendisini zor tutabildiği anlardır. İşte bunlardan dolayı insanın günahının bağışlanmasını dilemesi gerekir.

Uzun mücadele, aşırı yorgunluk, büyük sıkıntılar, büyük belalar süreci içinde insanın kalbine sirayet eden sıkıntılardan, bunalımlardan, sarsılmalardan dolayı günahların bağışlanmasını dilemek, Allah’ın zafere ilişkin sözünün geciktiğini düşünme halinden dolayı istiğfar gerekmektedir. Nitekim bu sıkıntı halleri başka bir yerde şu şekilde dile getirilmiştir.“Acaba sizden öncekilerin başlarına gelenlerin benzeri sizin de başınıza gelmeksizin, kolayca cennete gireceğinizi mi sandınız?

Onlar öylesine ağır sıkıntılara ve zorluklara uğradılar, öylesine sarsıldılar ki, peygamberleri ile çevresindeki inanmışlar `Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?‘ dediler. İyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır.“ (Bakara 214) Bu halden de istiğfar edilmesi gerekir. insanın Allah’a hamd etme ve şükretmesinde görülen aksaklıklardan dolayı da istiğfar etmesi gerekir. Çünkü insanın çabası ne kadar fazla da olsa sınırlıdır, zayıftır. Allah’ın nimetleri ise sürekli coşmakta ve bol şekilde verilmektedir.

İbrahim  suresi  ayet.34.te Rabbimiz mealen şöyle buyurmaktadır: „Eğer Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız onları saymakla bitiremezsiniz.“ (İbrahim Suresi, 34)İşte insan bu eksikliğinden ve yetersizliğinden dolayı da Allah’a istiğfarda bulunmalıdır.Özellikle zafer anında istiğfarda bulunmanın bir inceliği daha vardır. Bu da neşe ve sevinç anında acizliğini ve eksikliğini hatırlatıp hissettirmek içindir. Dolayısıyla insan bu anda büyüklenme duygusunu bastırmalı ve Rabbinin affına sığınmalıdır. Bu da sevinç ve gurura yol açacak bilinçteki güçleri frenler.Öte yandan insanın eksikliğini, acizliğini ve yetersizliğini hissetmesi, Allah’a yönelerek bağış, af ve müsamaha dilemesine yol açar. Yenilen, mağlup olan insanlara karşı zulüm ve azgınlık yapılmasını da önler. Böylece zaferi elde eden, Allah’ın onlara yaptığı uygulamadan dolayı kendisini hesaba çekeceğini bilir.

Çünkü kendisini zafere kavuşturan Allah’tır. Kendisi ise aciz, yetersiz ve eksiktir. Yüce Allah dilediği bir işi gerçekleştirmek için onu mağlup insanların başına dikmiştir. Yoksa zafer zaten Allah’ın zaferi, fetih O’nun fethi, din O’nun dinidir. (Fi Zilal Kuran Seyyid Kutub) Her şey dönüp dolaşıp O’na gelecektir. Fahruddini Razi  diyor ki, “buradaki yardım, istenene ulaşmaya, hayra ulaşmaya yardımdır.” Hani kardeşimiz zalim de olsa mazlum da olsa yardım edecektik ya. Zulmeden, zulmetmek isteyen zalime nasıl yardım edeceğiz? Elbette zulmetmek isteyen zalimin zulmüne yardımcı olmayacağız. Ona böyle yardım etmeyeceğiz de onun zulmüne engel olarak, ellerini bağlayarak yardım edeceğiz. Peki mazluma nasıl yardım edeceğiz? Mazlum ne istiyor? O da elbette zalimin zulmünden kurtulmak istiyor. O halde onu da ondan kurtarmak şekliyle bir yardımda bulunacağız.

Allah’ın yardımı ve zafer, fetih geldiği zaman. Buradaki Allah’ın yardımını ve fethi bir de şöyle anlıyoruz: Nusret, Allah’ın lütuf ve yardımıyla dinin kemale erdirilmesi, Mâide suresindeki  ayeti  kerimenide  anlatıldıgı  gibi dinin tamamlanmasıdır: “Bugün, size dininizi bütünledim, üzerinize olan ni-metimi tamamladım, din olarak sizin için İslâmiyet’i beğendim.”(Mâide 3)        Tevbe sûresinin ortaya koyduğu gibi Allah dininin tüm beşerî dinlere, Allah sisteminin tüm beşerî sistemlere galip getirilmesi: “Puta tapanlar hoşlanmasa da, dinini bütün dinlerden üstün kılmak üzere, peygamberini doğru yol ve hak dinle gönderen Allah’tır.” (Tevbe 33) Allah’ın yardımı bunlardır; fetih de, dünyaya ait istek ve arzuların gerçekleşmesidir. Veya nusret, kişinin dünyadaki arzularına ulaşması, fetih de kişinin gâyesi olan cenneti kazanması, cennetin kapılarının kendisine açılmasıdır.

Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır  diyorki: ‘’…fetihten maksat yalnız memleket fethinden ibaret olmayıp, daha çok kalblerin iman ve İslâm’a fethi demek olur. Mekke fethi üzerine en çok terettüp eden fetihler, İslâm dininin derhal yayılıvermiş olması ve yirmi seneden beri Kureyş kâfirlerinin karşı koymalarından dolayı hakkın kabulüne kapalı duran kalplerin Mekke ve Taif fethinden sonra akın akın İslâm’a açılıvermiş bulunması dır. Onun için Isâm demiştir ki: „Allah’ın dinine dalga dalga girdikleri“ne münasip olan, fethin müminlere din kapısının açılması mânâsına yorumlanması da kalbe çarpan mânâlardandır.“ Mekke’nin fethi hicretin sekizinci senesi Ramazan’ında olmuştu. Resulullah’ın emrinde Muhacirler ve Ensar ve diğer müminlerden on bin kişilik muntazam bir ordu vardı.

İki bin kişi de sonradan katılmıştır. Peygamber’imiz (s.a.v.) Mekke’de onbeşgün kaldı, ilk girdiği zaman Kâbe’nin kapısında durup: „Allah’tan başka ilâh yoktur, tekdir; kuluna (Muhammed’e) yardım etti, (müşrik) toplulukları da yalnız başına yenilgiye uğrattı.“ demişti. Sonra da: „Ey Mekke’liler! Şimdi ben size ne yapacağım, dersiniz? buyurdu. Hayır yapacaksın, kerîm bir kardeş ve kerîm bir kardeş oğlu, dediler. Haydi gidiniz sizler serbestsiniz „gidiniz, siz serbestsiniz“ buyurdu. Bu şekilde onları âzad etti, onun için onlara „serbestler“ denildi. O zamana kadar İslâm’a girenler birer ikişer giriyorlardı.

Buhârî, Amr b. Seleme’den şöyle nakletmiştir: Demiştir ki: Fetih olunca her kavim, İslâm ile Resulullah’a koştu, bütün kabileler İslâm’a gelmek için Mekke’nin fethini gözetiyorlardı ve onu kavmi ile bırakın, eğer onlara üstün gelirse o peygamberdir diyorlardı. Hasen’den de: Resulullah (s.a.v.) Mekke’yi fethedince Araplar: „Allah Teâlâ Mekkelileri Fil ashabından korumuşken, o madem ki onlara karşı üstün geldi, o halde sizin ona eliniz erişmez.“ dediler ve bölük bölük Allah’ın dinine girdiler.“ Bunlardan anlaşılır ki fetihten maksad, çoğunluğun dediği gibi Mekke’nin fethi olmakla beraber, o yalnız düşman bir şehrin fethinden ibaret değil, Kâbe’nin fethi olduğundan aynı zamanda kalblerin Allah dinine, İslâm kapısının bütün insanlığa açılışı ve bu şekilde fetihlerin fethi olmuştur. Derhal bütün Arabistan’a ve oradan bütün cihana yayılan İslâm’ın maddî ve manevî fetihleri Kâbe kapısının açılmasıyla başlamıştır. (Elmalılı Tefsiri.)

Mevdudi  Rahmeullahi  aleyh  diyorki: ‚’ Kuşkusuz Mekke’nin fethi bir bakıma kesin zafer sayılabilir. Çünkü bu olaydan sonra Mekke’li müşriklerin cesareti kırılmıştır. Buna rağmen müşriklerde hâlâ, yeterli güç ve kuvvet vardı. Nitekim bundan sonra vukubulan Taif ve Huneyn gazvelerinden sonra Arabistan üzerinde kesin galibiyet sağlanabildi ve bu da iki yıl aldı. Yani insanların birer ikişer İslam’a girdikleri dönem geçmiş, kabilelerin, hiç karşı koymadan topluca İslam’a girdikleri zaman gelmiştir. Bu keyfiyet Hicrî 9’uncu  yılın  başlarında olmuitur. Onun için o seneye „heyetler senesi“ denmiştir. Arabistan’ın her köşesinden Araplar, peşpeşe heyetler halinde Rasulullah’ın huzuruna gelerek O’na biat ettiler ve İslam’a girdiler. Resulullah’ın Veda Haccı’na gittiği Hicrî 10’a kadar bütün Arabistan tek bayrak altında birleşmiş ve ülkede hiç bir müşrik kalmamıştı.

„Hamd“dan murad, Allah’a hamd-ü senâ ve şükretmektir. „Tesbih“ten murad, Allah’ı her bakımdan tenzih etmektir. Burada, „Rabb’inin bu mucezesini gördükten sonra O’na hamd edip, O’nu tesbih et“ denmiştir. Hamd’in anlamı, „bu büyük başarının, senin marifetin sonucu gerçekleştiği aklına bile gelmemelidir. Bu tamamen Allah’ın lütfu ile olmuştur. Bunun için Allah’a şükret, kalp ve lisan ile bunu itiraf et. Çünkü böyle büyük bir işi gerçekleştiren ve bu başarının yaratıcısı ancak Allah’tır, hamd’a ancak O müstehaktır“ şeklindedir. Burada „Tesbih“in anlamı ise şöyledir: „Allah, sözünün yücelmesi için sizin çabanıza muhtaç olmaktan münezzehtir. Bunu itiraf edin. Çabanızın başarıya ulaşmasının, ancak Allah’ın teyid ve nusreti ile olabileceğine de kesinlikle inanmalısınız.

Allah (c.c.) bir işi istediği kuluna yaptırabilir. Bir kula bunun gibi bir hizmeti yaptırması, aslında ona Allah’ın bir ihsanıdır. Allah’ın sizin üzerinizdeki ihsanı da onun dinine hizmet etme şerefini size vermesidir.“ Bunun yanısıra, „Subhanallah“ demenin bir de taaccüb yanı vardır. Akıl almayan bir iş vukubulduğunda insan „subhanallah“ der. Onun anlamı, ancak Allah’ın kudretinin böyle hayret verici bir işi meydana getirebileceği, başka hiçbir gücün bunu başaramayacağıdır. Yani Rabb’inize dua edin. Size yüklenilen hizmeti yerine getirirken eğer bir zaafta bulunduysanız bunu affetsin. Bu, İslâm’ın insanlar arasında oluşturduğu terbiyedir. Bir kimse Allah’ın dini için ne kadar zorluğa katlanmış olursa olsun aklına hiçbir zaman Rabb’inin hakkını ödediği düşüncesi gelmemelidir.

Tersine, insan her zaman „ben aslında yapmam gereken kadarını bile yapamadım“ şeklinde düşünmelidir. Allah’a, O’nun hakkını ödemede ne kadar eksikliği varsa affetmesi ve yaptıklarını kabul etmesi için dua etmelidir. Allah, Rasulullah’a işte böyle bir terbiye vermiştir. O Rasulullah ki, hiç kimse ondan daha fazla Allah (c.c.) yolunda çaba göstermeye güç yetiremez. Allah’ın bir kulu üzerindeki hakkı o kadar büyüktür ki hiçbir mahluk onu ödeyemez.Allah, kendisine ettikleri ibadeti, riyazet ve dini hizmeti büyük zannetmemeleri için bu emri Müslümanlara sürekli tekrarlar. Allah (c.c.) yolunda bütün hayatlarını verdikten sonra bile Allah’ın hakkını ödeyemecekleri gerçeğini unutmamalıdırlar. Aynı şekilde, eğer onlara bir afiyet nasip olmuşsa, onu kendi marifetleri saymamalıdırlar. Bunu da Allah’ın lutfu olarak bilmelidirler. İftihar ve kibirlenmek yerine, Rabb’inin önünde acz ile eğilmeli, hamd ve istiğfar etmelidirler. (Mevdudi. Tefhimul  kuran…)

Mahmut  Toptaş  hocaefeni  diyorki: ‘’ Gönüllere ekilen iman tohumlan boşa gitmemiş. Tarlaya atılan tohumların hep birden çimlenip çiçeklendiği gibi Efendimizin gayreti, serin sıcak nefesi onların gönüllerini yeşert­miş ve 110.000 insan Mina’da Efendimiz ile beraber tekbir getiriyor ve kıyamete kadar gelecek (topyekün) düşmanları temsil etmek üzere şeytan taşlanıyor. Peygamberimiz Mekke’de 13 sene, iman tohumlarını insanların gö­nüllerine gece demeden, gündüz‘ demeden, yaz-kış demeden her du­rumda saçmaya devam etmiş. Tohumun tarlaya serpilmesi için mevsim gözetilir.

Ama insanların gönülleri için bütün an’lar, serpme ve saçma anıdır. Onların anları, her an değişkendir. Biz O an’ları takip edecek ve her an Allah’ın kelimeleri olan Kur’ân ayetlerini insanların gönüllerine, gökyüzünden yağan rah­met damlaları gibi saçmaya çalışacağız.Günümüzde insanların yüreklerine kir yağıyor. Kelimeler halinde gözlerinden ve kulaklarından kir yağıyor gönüllerine. Çünkü insanoğlunun ürettiği nasıl havayı, denizi, toprağı kirletiyorsa aynı şekilde üret­tiği fikirler, sistemler ve nizamlarda insanların yüreklerini kirletiyor. Biz ve sizler gönüllere iman tohumu atmaya devam edeceğiz. Yeşermesi için sıcak nefesimizi rahmetimizi onlara üfleyeceğiz.

Ve de çifçinin tohumunun yeşermesini beklediği gibi insanların yüreklerinde, Allah’ın,kelimelerinin iman çiçekleri halinde, amel çiçekleri halinde ye­şermesini bekleyeceğiz. Yeşerenlere de kuvvet ve kudret vermek için yine Allah’ın ayetlerinden yardım taleb edeceğiz. Her gün okuduğumuz bu sure bize moral veriyor. 13 senede kazanı­lan insan sayısı ortalama 1.000 civarında. Bunu nereden anlıyoruz? Efendimiz Mekke’den Medineye hicret ediyor, bir sene sonra Bedir Harbine eli silah tutan 313 kişi katılıyor. Bunların kadın ve çocuklarını da hesap ederseniz ancak 1.000 eder.

Efendimiz Medine’de 8 sene daha gayret gösteriyor. Haydi Mekke’nin fethine denildiğinde 10.000 insan katılıyor. Bunların eşleri ve çocuklarıyla beraber 25-30 bin insan eder. Ama Mekke fethedildikten iki sene sonra, müslüman olanların sa­yısı, yalınız veda hacema gelenlerin sayısı tam 110.000 kişidir. Nasr suresinin Kur’ân’daki sıra sayısı da 110 dur. 110. sure Mina’da 110.000 insana okunmuştur. Rabbim; „Allah’ın yardımı geldiğinde“ diyor,. Allah’ın yardımı nasıl gelir? Onu bir başka ayetinde şöyle bildiriyor. „Eğer siz Allah’ın dinine yardım ederseniz, Allah size yardım eder „Muhammed.7. Allah’ın bize verdiği malî, bedenî, aklî, ilmî, makam ve mevkî gücümüzü, Allah’ın di­ninin insanlara tanıtılması ve insanların müslüman olması için harcaya­cak olursak, Allah (c.c) da yardımını göndereceğini ifade ediyor.

Göndereceğinin müjdesini verirken; „sayınız şu rakama çıkarsa, o zaman gönderirim“ gibi bir ifade yok. „Gücünüz kâfirin gücüne denk olursa o zaman gönderirim“ gibi bir ifade kullanmıyor Rabbimiz. Günümüzdeki düşmanların askeri, siyasi, ve ekonomik gücü ne olursa olsun, biz kendimize ait gücümüzü Allah’ın dini doğrultusunda kullandığımızda Allah(cc) zaferi mü’minlere vereceğini ifade ediyor. Muhakkak Allah va’dinden dönmez. Yardımın ve zaferin hemen ardından fetih kelimesini kullanıyor Rabbimiz. Bunu tefsircilerimiz şöyle açıklıyorlar; Nasr yani zafer bir ül­keye girip orayı silahla mağlub etmektir. Allah’ın yardımı bu. Zafer elde edilebilir. Bunu kâfir de başarabilir. Kâfir devlet de, fiziki olarak bir başka ülkeyi mağlub edebilir. Ama gönüllerini fethe demezler. Allah (c.c) bunu bir ayet-i kerimesinde şöyle ifade eder; „Allah, kâfirler lehine müslümanların aleyhine olarak hiçbir şekilde yol vermez, geçit vermez.“Nisa.141.

Bu ayeti tefsir ederken İmam A’zam Ebu Hanife Hazretleri diyorki; „müslüman fiziki olarak mağlub edilebilir ama gönlündeki imana kafirin gücü yetmez. Bütün dünya kafirleri bir olsalar mü’minin yüreğindeki imanı söküp almaları mümkün değildir.“ Ülkeler zorla alınabilir ama gö­nüller alınamaz. Onun için „Nasr“ ve „fetih“ kelimesi ard arda geliyor. Biz toprakları almak için yürümüyoruz. Biz ülkelerin hazinelerini altınlarını, dolarla­rını, marklarını almak için yürümüyoruz. Bunu en iyi şekliyle İran’ın fethini sağlayan Sa’d İbn Ebi Vakkas’ın elçisi söylemiştir. „Buraya topraklarınız için gelmedik. İpekleriniz için gelmedik, altınlarınız için gelme dik.. Hanimlarınız için de gelmedik. Biz buraya Allah’ın dinini size duyurmak için geldik.

Biz ki, cahiliyet içeresindeydik, pisliğin her çeşidini yapmaktaydık. Allah (c.c) rahmetinden bize Peygamberini göndermiş. Bizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmış. Sizinde karanlıklardan aydınlığa çıkmanız ve cehennemde yanmanızı engellemek için buralara kadar geldik.“ demiştir. İşte fetih bu yolla olur. Kâfirlerin işgal ettikleri topraklarda tutundukları, hiçbir zaman gö­rülmemiştir. İşte İngiltere. Güneş batmayan bir imparatorluğa sahip iken, şimdi küçücük bir adanın içerisinde sıkışıp kaldılar. Gelen vuruyor, giden vuruyor. Amerika bir taraftan, Rusya bir taraftan baskılarını devam ettiriyorlar. Ama biz hiçbir zaman sömürmedik, işgal etmedik; Gönüllerini ka­zandık. Bundan dolayıdır ki, Viyana’ya kadar, Bosna’daki, Üsküp’deki, Bulgaristan’daki, Yunanistan’daki müslümanlarımızla bağlarımız de­vam edip gidiyor.

Burada bir araya gelemiyorsak, dünyanın her tarafındaki müslüman-larla Hacc’da biraraya geliyoruz. Bu ne ile sağlandı? Bu fetihle sağ­lanmıştır. Yani gönüller fethedilmiştir. O’nun anahtarı da Allah’ın ke­lamıdır. Çünkü gönülleri yaratan Allah’tır. İnsanlar Peygamberimiz döneminde guruplar halinde İslâm dinine girdiği gibi kıyamete kadar da, guruplar halinde. İslâm dinine girmeye devam edeceklerdir. Biz bunu bugün görmekteyiz. Cuma günleri cami­ler doluptaşıyor ve avlularda namazlar kılınıyor. Rabbini hemen hamd ile teşbih et ve ona istiğfar et Şüphesiz O tevbeleri kabul edendir.

Fetih başarılınca ne yapacağız? Bayram mı yapacağız, davullar mı çaldıracağız? Değil, Efendimizin şahsında bize emir; „Rabbini hamd ile teşbih et.“ Yani „Ya Rabbi! Bunu ben başardım gibi ama, aslında ben başarmadım. Bunu sen lütfettin. Ancak sana hamdu sena ederim.“ Yani bu başarının sağlanmasında beni görevlendirdiğinden dolayı, bu şerefli hizmeti bana verdiğinden dolayı sana hamd-u senalar ederim.

Yoksa yardım sana ait, güç sana ait, kuvvet sana ait.İşte bu gücü bize veren sensin, kâfirin yüreğine korkuyu salan sen­sin. Onun yüreğini İslâm’a kazandıran sensin. Öyleyse bu zafer bana ait değil. Ecdadımız Yemen’den Viyana’ya kadar fetihler yapmış ama, hiçbirinin bayramını ilan etmemiş. Yine bu ayette, avf talebinde bulunmamız isteniyor. Geçmiş ümmet­lerden ve Peygamberlerinden de bir duayı naklediyor Allah (c.c). „Ya Rabbi! bizim yapmış olduğumuz israf dan .dolayı bizi affet,“ Yani şu demek oluyor. „Ya Rabbi! Fethi, zaferi elde ettik. Ama biz yine senin emirlerini, yasaklarını insanlara duyururken ve bunu yaparken, putlardan insanları uzaklaştırırken yaptığımız hatalar var. Senin Murad-ı İlahiyyene tamamen %,100 uygun hareket edemedik. Bu ku­surlarımızdan dolayı da bizi affet“ diye Rabbimize dua etmemiz bildiriliyor.

Günümüzde bazen şöyle bir şey duyarız. „Hocam 20-25 yaşındayız. Eh namazımızı kılıyor, orucumuzu tutuyoruz. Bu pislik içerisinde biz bunları yaparken, Allah bizi cennete koymayacak da kimi koyacak? Bunun cevabı ilk surelerde bize bildirilmiştir. „Yaptığın ibadetleri çok görüp de, Allah’a minnet etmeye kalkışma Şeyh Sadi Şirazi çok güzel ifade etmiş. „Bütün bir ömür hiç iş yap­madan Allah’a şükretseniz, bu yalınız alıp verdiğimiz nefesinizin bile karşılığı olmaz.“ Allah’ın emrettiklerini yapmakla şükretmemiz isteniyor bizden. Yoksa her nimete oturup da şükretmemiz gücümüzün dışındadır bizim. O teklifi de Allah bize yapmamıştır. Bu ayet nazil olduğunda Peygamber Efendimiz; „Subhanellahi ve bi hamdihi, estağfirullahe ve etubûileyh“ dermiş. Namazını kıldıktan sonra „estağfirullah“ dermiş. Ne demek bu? „Ya Rabbi! Kalbimle kalıbımla namazı kıldım, ama bu namaz sana layık bir namaz değil. Hataları var. Ben Avf talebinde bulunuyorum“ demek.

İbadetlerimizden dolayı avf talebinde bulunacağız. Cihadımızdan dolayı af talebinde bulunacağız: Orucumuzun arkasından af talebinde, bulunacağız. Haccımızın arkasından af talebinde bulunacağız. Rabbimiz tevbeleri kabul edendir. Tabiki tevbenin de şartlan var. Allah (c.c) bizim hayat kumaşımızı hatasız olarak dokudu ve ter­temiz olarak dünyaya getirdi. Bu hayat kumaşımızı biz günahlarla yutmamaya dikkat edeceğiz. Ama insan olmamız hasebiyle yırtılmalar olabilir. O zaman onu dikme işine ve tamir işine de tevbe deniliyor. Bu tevbe çeşidine de nasuh tevbesi deniliyor. Bu tevbeyi yapanların Allah (c.c) günahlarını affedeceğini bu ayet-i kerimeyle, müjdelemiş oluyor. Tevbe; günahın pişmanlık ateşiyle yakilmasıdır demişlerdir. Onun için yapılan kötülüğe gönülden yanabiliyorsanız o yanma hali günahın affına sebeb olacaktır. Yanma hali yoksa, dil alışkanlığı ile söyleni­yorsa, günahın affı için istenilen ve Nasuh tevbesi denilen şey gerçek­leşmemiş oluyor. (Şifa  Tefs,r, Mahmut Toptaş…) Cenabı hak  bizleri bir daha günaha  dönmeyecek  şekilde nasuh tevbesi yapanlardan  ve  bu  tevbeleri  kabul  olunanlardan  eylesin…

Kardeşlerim; Bu dünyada kendilerini yaratan, Allah’ın kendilerine lütfettiği insani değerlerini kullanamayarak, aklî değerlerini kullanamayarak gönülleriyle Allah’ın dinine teslim olmayanlar yarın zorunlu olarak Rablerinin huzuruna döndürülecekler ve zorunlu olarak Allah’ın yasalarına teslim olmak zorunda kalacaklardır. Tıpkı şu anda zaten zorunlu olarak Allah’ın fıtrî yasalarına teslim olmak zorunda kaldıkları gibi. Fıtraten zaten her insan ister mü’min olsun, ister kâfir, fark etmez herkes Allah’ın yasalarına boyun bükmektedir. Herkes istisnasız Allah’ın fıtrat kanunlarına teslimdir.

Allah’ın yarattığı bu insan, yaratılış yönünden üşümekte, acıkmakta, uyumakta, yorulmakta, sevinmekte, üzülmekte  ve  sonunda ölmektedir. Yani insan fıtraten Allah’ın koyduğu yaratılış yasalarının dışına çıkamamaktadır. İşte insan, fıtrî hayatında böylece Allah’ın yasalarına boyun büktüğü gibi, günlük hayatında da Allah’ın yasalarına boyun bükmek zorundadır. Değilse fıtrî hayatında Allah’ın yasalarına boyun büken bu insan, günlük hayatında başkalarının yasalarına boyun bükerse, hayatının birinde Rabbinin İlâhi yasalarına, ötekisinde de beşer yasalarına teslim olursa, yani iki Rabbi, iki İlâhı olursa, onun fıtrî hayatıyla günlük hayatı çatışma içine girerse, o zaman bu ikisi arasında insan ezilip gidecektir. Çatışan bu iki hayat arasında mahvolup gidecektir.

Kardeşlerim din olarak, hayat programı olarak hayatlımızın bazı bölümlerinde Allah’ı dinlemeyi ama öteki bölümlerinde de başkalarının dinlerini uygulayanlardan  olmayalım inşaallah. Allahın hakimiyetinden  başka hakimiyet  ve kanun  tanımak bizim  aynı zamanda itikadımıza terstir. Allahım  bizleri senin dinin üzerinde saglam  duramnlardan  eyle. Bizleri Dalalete  düşmekten  ve  sapıklıga ugramaktan  muhafaza  eyle. Bizlerin  basiretini artır. Bizleri  sıratı müstakimden  ayırma. Bizleri  sünneti  seniyyeye sımsıkı  sarılanlardan  eyle. Sen her şeylere kadirsin Allahım..Amin…

Sermedkadir. 26.03.2014

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht.