RASYONALİZM   YANİ   AKILCILIK   FELSEFESİNE  BAKIŞ…

Rabbimiz Zümer Suresi ayet.3.te mealen şöyle buyurmaktadır: ***Dikkat et, hâlis din yalnız Allah’ındır. O’nu bırakıp kendilerine bir takım dostlar edinenler: Onlara, bizi sadece Allah’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz, derler. Doğrusu Allah, ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve inkârcı kimseyi doğru yola iletmez…*** Aklı putlaştırmak diye kısaca tarifini yaptıgımız Rasyonalizm yani akılcılık teorisi ya da ideolojisini kısaca notlar halinde gözden geçirmek istiyoruz şöyleki:

 

Rasyonalizmin – AKILCILIK, Us’çuluk somut gerçeklere önem vermek, AKIL ve mantık süzgecinden geçmemiş olan görüşleri benimsememek, ön yargılardan ve duygusal saplantılardan arınmış olmak anlamına gelen  bir felsefi terimdir. Başka bir deyişle akılcılık, gerçeklerle ilgisi kopmuş birtakım dogmatik düşünce kalıplarının içine hapsolmadan, sorunlara akla, mantığa ve gerçeğe uygun çö­zümler aramak demektir. Rasyonalizme göre, aklımız birtakım ilkeler ya da yetilerle donatılmıştır. Evreni oluşturan tüm nesneler hak­kında kesin bilgi edinmemiz için yalnızca bu ilkelere uygun biçimde mantığımızı kullanmamız yeterlidir.

 

Rasyo­nalistler; nasıl matematikçiler bir iki aksiyoma dayanarak ve yalnızca AKIL ve mantık’larını kullanarak matematik bilimini ortaya çıkarmışlar ve geliştirmişlerse, felsefecilerde aynı yöntemlerle kainatla ilgili tüm gerçekleri bilebilir görüşündedirler. Bu anlayışa göre rasyonalizm; bilginin AKIL ve onun bir işlevi olan düşünme gücü ile oluştuğunu benimseyen, doğru bilginin ölçütünü de duyularda değil, akılda bulan bir öğretidir. Rasyonalistlere göre duyum ve algılar bize geçici ve doğruluğu kesin olmayan bilgiler verir. Asıl kesin bilgileri ise biz doğuştan getirdiğimiz akıl ilkeleriyle ediniriz derken şöyle bir örnek  verirler: „Bütün, parçalarının her birinden büyüktür.“, „Var olan vardır, var olmayan var değildir,“ yargılarında görüldüğü gibi.

 

Rasyonalizmi  anlıyabilmek için öncelikle bu akıma gönül vermiş insanları ve izah tarzlarına göz atmamız zaruridir kanaatındayız. Örnegin eski Yunan’da rasyonel bilgi ile duyu organlarımızın sağladığı duyusal bilgi arasında fark olduğunu belirten ilk filozoflar Herakleitos, Parmenides, Sokrates, Platon ve Aristo dur. Bunlardan son üçünün Rasyonalizm yani akılcılık hususundaki izahlarına  bakalım öncelikle bu konudaki görüş­lerini açıklayalım.
SOKRATES (M.Ö. 469-399) “Bilgi doğuştan gelir.”  Sokrates İlk Çağın büyük filozoflarından biridir. Hiç kitap yazma­mıştır.

 

Düşünceleri günümüze daha çok Platon’un eserleri ara­cılığıyla ulaşmıştır. Sokrates, yaz kış Atina sokaklarını dola­şır, herkesle her konuyu tartışırdı. Doğruyu, onlarla bir­likte bulmaya çalışırdı. Halka, değer yargılarına körü körüne inanmanın yanlışlığını gösterirdi. Bunun için de ironi ve maiotik olmak üzere iki yöntemden yararlanırdı. İroni (alay) ile bir şey bildiğini sanan kim­seyi sorgulayarak ona gerçekte bir şey bilmediğini gösterirdi. Maiotik (düşünce doğurtma)muhatabını deşeleme yöntemi ile de bir ko­nuda bir şey bilmediğini sanan kimseye yönelttiği so­rular ve aldığı yanıtlarla o kimsenin aslında o konuda çok şey bildiğini kanıtlardı.

 

Bu yaptıklarını da ebe olan annesinin yaptıklarına benzetirdi. „Annem, nasıl var olan bir bebeğin dünyaya gelmesine yardımcı oluyor­sa öğretmen de öğrencisine yeni bir şey öğretmez; ancak onun aklında var olan bilgileri gün ışığına çıkarır. Çünkü bil­giler aklımızda doğuştan vardır“ derdi. Böylece „kesin ve genel geçer bilginin” var olduğunu ve bilginin doğuştan geldiğini savunurdu.

 

Dilimizde Eflatun diye  bilinen, Platona gelince:  (M.O. 427-347) İdealar yani  düşünceler Kuramı, Platon da öğretmeni Sokrates gibi rasyonalist bir filozoftur. Zorunlu, kesin, genel geçer bilginin varlığı ve bu bilginin doğuştan geldiği görüşündedir. Ona göre bu tür bilgileri duyu organları sağlayamaz; çünkü bilgi duyusal algı­lardan oluşsaydı kişiden kişiye değişir, başka bir de­yişle göreli (rölatif) olurdu. Örneğin, aynı su bir ele sıcak diğer ele soğuk gelebilir; aynı limonatayı birisi tatlı bir başkası ekşi bulabilirdi. O zaman hiçbir şey hakkında „Bu şudur“ diye kesin bir yargıda bulunamazdık. Ancak „Bu şey bana göre ve şu anda böyle­dir“ diyebilirdik. Bu da „İnsan her şeyin ölçüsüdür.“ diyen sofist düşünür Protagoras’ı haklı çıkarırdı. Platon’a göre doğru bilgi ancak nesnel olan bilgidir ve böyle bir bilgi de vardır. Bunun için matematik bilimine göz atmamız yetecektir.

 

Örneğin, „2×2 = 4“ böyle bir bilgidir. Bu bilgi insandan insana değişmeyen, herkes ve her  zaman için geçerli bilgidir; çünkü akla dayanır.İdealar kuramı  Platon, doğru bilginin varlığını idealar kuramından yararlanarak açıklar. Bu kurama göre birbirinden tümüyle farklı olan İki ayrı varlık alanı vardır. Biri nesneler dünyası diğeri idealar dünyasıdır. Birincisi sürekli olarak olu­şan, değişen ve yok olan nesnelerin dünyasıdır. İkincisi ise öncesiz ve sonrasız (ezeli ve ebedi) olan ideaların dün­yasıdır. İdea değişmez öz, şeylerin ilk örneğidir. İdealizm ise varlığın maddesel yapıda olmayıp düşün­ce cinsinden olduğunu ileri süren öğretidir. Asıl gerçek olan idealar dünyasıdır; her şeyin aslı oradadır. Bunlar da ancak akılla kavranabilir.

 

Duyu organları aracılığı ile algılanan nesneler dünyası ise idealar dünyasının bir kopya­sı, bir gölgesidir. Söz gelimi odamızdaki masa gerçek bir masa değildir. Yalnızca gerçek olan masa ideasının bir kopyası ya da bir gölgesidir. Bu nedenle duyuşal algıların verdiği bilgi doğru bilgi olamaz. Buna karşılık akılla el­de ettiğimiz ideaların bilgisi kesin ve genel geçer bir bilgidir. Platon idealar dünyasını bilmemizi ruhun ölümsüzlüğüne dayandırır. Ona göre ruh, idealar dünyasından bu dünyaya gelmiştir. Bu bakımdan ruhun her iki dünya ile ilişkisi vardır. Duyular dünyası insana önceden bildikle­rini anımsatır.

 

Anımsamak ise bilmek demektir; çünkü anımsadıklarımız gerçek bilgilerdir. Gerek Sokrates gerekse Platon bilginin doğuştan geldiği, başka bir deyişle doğuşla birlikte akılda var olduğu görüşündedirler. Daha sonra gelen rasyonalist filozoflar aklın bu anlamda bir bilgi taşıyıcısı olduğunu kabul et­mezler. Onlar için akıl bilgi taşıyıcısı değil, üreticisidir. Akıl, yapısı gereği dış dünyadan aldıklarını bilgi hali­ne getirir. Gerçek anlamda rasyonalizm de budur diye izah ederler.

 

Bir başka  akılcı yani Rasyonalistte ARİSTOTELES yani dilimizde söylendigi şekliyle aristodur. (M.Ö. 384-322) Aristoya  göre, İdealar nesnelerden bağımsız değildir. Aristoteles öğretmeni Platon’un bilgi anlayışına karşı çıkar. Platon, bir şeyi bilmek, o şeyin idealar dünyasındaki aslını tanımak demektir, diyordu. Oysa Aristoteles, ideaları nesnelerden bağımsız varlıklar olarak düşünmez. Ona göre idealar, içeriklerini duyusal dünyadan alırlar. Aristoteles’e göre „gerçekten var olanlar“ tek tek şeylerdir: İnsandır, ya­zı tahtasıdır, bahçedeki erik ağacıdır, şu anda var olan devlettir. Yoksa gör­mediğimiz „idealar“ değildir.

 

 

Ancak, tek tek şeyleri ya da olayları bir kavram altında toplamak, kavramları da birbirleriyle bağlayarak tümel önermeler elde etmek gerekir. Çünkü bilgiye ancak tümel önermelerle varı­labilir. Tümel önermeler içinde tekiller olduğundan yapılacak iş tekilleri tü­mellerden üretmektir. Bunun yolu da tümdengelim, en yetkin örneği ise kıyasdır.Aristoteles’e göre bilgi edinme yetisi (meleke) akıldır. Akıl da pasif ve aktif olmak üzere iki türlüdür. Pasif  akıl duyuları saptayarak bilgimizin içeriğini sağlar; ama du­yusal olan varlıklardan ussal (akli) olan gerçekleri yaratan aktif yani etkin akıldır. Başka bir deyişle bilginin malzemesini edilgin yani pasif akıl, duyular verir; onu biçimlendiren ise etkin aktif akıldır.

 

Aristo rasyonalist bir filozoftur; ancak onun rasyonalizmi kendinden önceki filozoflardan farklıdır. Ona göre insanın doğuştan getirdiği bilgileri yoktur; ama duyu organlarınca elde ettiği verileri işleme ve tümel kavram­ları oluşturma yeteneği vardır. Bu görüşünü şöyle belirtir. „Bilgi duyumla başlar; ancak duyum değildir. Bil­gide duyumun yanında başka bir öğenin, aklın işe karışması söz konusu olmazsa asla bilim ve felsefe meydana gelmez,“

 

Bilindigi  gibi, Orta Çağ, Batı Roma İmparatorluğumun yıkıldığı 476 tarihinde başlar; Fatih Sultan Mehmedin (1432-1481) İstanbul’u fethettiği 1453’e ya da Kristof Kolombun (1451-1506)’un Amerika’yı keşfettiği 1492’ye kadar sürer. Felsefecilere  göre, Orta Çağda rasyonalizmi temsil eden en büyük filozoflardan biri Farabi’dir.(870-950) Farabi Türk asıllı bir filozoftur. Türkistan’ın Farab kentinde doğduğu için bu adla anılmıştır. Asıl adı Ebu Nasr Muhammed bin Tarhan bin Uzluğ’dur. Bağdat’a gelerek mantık, felsefe, matematik öğrenimi görmüş; müzikle yakın­dan ilgilenmiştir. „Büyük Müzik Kitabı“ adlı bir eseri yazmıştır.

 

Felsefe eserleri içerisinde en tanınmış olanı „Fusus ül Hikem yani Bilgeliğin Değerli Taşları“ adlı eseridir. İslam felsefesinin kurucusu olarak gündeme getirilen Farabi, Aristocu bir düşünür olarak  bilinir. Bilgi hakkındaki görüşleri onunkiler gibidir. Farabi’ye göre de biri duyusal, di­ğeri ussal yani akli olmak üzere iki tür bilgi vardır. Duyusal bilgiler, duyu organ­larınca algılanan, tekil olan bilgilerdir. Bunlar tekil olduklarından bilimsel bil­gi değildirler; ama onun maddesini oluşturarak bilimsel bilgiye olanak sağlar­lar. Akıl da bu tekil bilgileri biçimlendirerek ve birtakım kalıplara sokarak ge­nel kavramlara ve yargılara dönüştürür.

 

Böylece kesin ve genel geçer bilgile­re ulaşılır. Ona göre insanın en güvenilir yetisi akıldır. İnsan, aklın ilkelerine ve mantığın kurallarına uyarak ele aldığı her konuyu çözümleyebilir. Nitekim Aristonun  felsefesini İslam inancıyla uzlaştırmak istemiş ve bunu mantık kurallarına dayanarak gerçekleştirmeye çalışmıştır. Farabi en yüce erdemin bilgi olduğu görüşündedir. Aklın, edindiği bilgi­lerle iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, güzeli çirkinden ayırabildiğini belirtir. Ona göre, kainattaki varlıkları bilen ve bundan beşeriyet için doğru anlamlar çı­karan kişi Allaha ulaşmanın yolunu bulmuş demektir.

 

YENİ ÇAĞ RASYONALİSTLERİNE  bakacak  olursak:Bu çağın önde gelen rasyonalist düşünürleri Fransız Descartes, Hollandalı Spinoza, Alman Leibniz ile Hegel’dir. Bunlardan en çok etkili olan Descartes ile Hegel’in görüşlerini ana çizgileriyle belirtelim.RENE DESCARTES (1596-1650) Descartes modern felsefenin kurucusu sayılır. Felsefi düşünceyi İlahi ve siyasal her türlü otoritenin baskısın­dan kurtarmaya çalışmıştır. Bir filozof olduğu kadar matematik ve fizik bilginidir de aynı zamanda. Cebirin geometri alanına uy­gulanması demek olan analitik geometrinin kurucusu oldugu ifade edilir. Felsefe açısından en önemli eserleri „Yöntem Üstüne Konuşma“, „Felsefenin İlkeleri“ ve „Metafizik Düşüncelerdir.   

 

   

Descartes’a göre bilgi ya duyu organlarından ya düş gücünden ya da doğuştan gelir. Tanrı, ruh, uzay ve tüm matematik düşünceler doğuştan gelirler; ancak doğuştan gelen düşünceler bizde, doğduğumuz anda hazır kalıp­lar halinde bulunmazlar. Bu düşünceler tıpkı irsi hastalıklara benzer. Nasıl irsi hastalıklar yeni doğan bebekler­de kesin kes görüleceği anlamı taşımaz; ama hastalığa yakalanma olasılığının yüksekliğini gösterir ise bunun gibi doğuştan gelen düşünceler de doğduğumuzda hazır olan düşünceler değildir. Bizde hazır olan, bu düşünceleri doğuran yeteneklerdir.

 

Örneğin, bunlardan biri sağduyudur. Descartes sağduyunun insanlar arasında en iyi bölü­şülmüş şey olduğu kanısındadır. Descartes’ın rasyonalizmi, iyi yönetilen her zihnin kesin, genel geçer bilgiye ulaşabileceği görüşüne dayanır. Bu bakımdan eserlerinde felsefeye yeni temeller arar ve aradığı sağlam temeli „Düşünüyorum; demek ki va­rım“ da bulur.

 

Descartes bu sonuca, şüphe edebileceği her şeyden şüphe ederek varır. Söz gelimi duyu organlarımızın veri­lerinden şüphe eder. O, duyu organlarımızla algıladığımız dış dünyanın gerçekliğinden de tüm hayatın bir rüya­lar alemi olup olmadığından da şüphelenir. Ona göre kesin bilgi, işte bu şüphe edişten çıkmaktadır…     

  

“Şüphe ettiğim sürece kendisinden şüphe edemeyeceğim şey, şüphe etmekte oluşumdur. Oysa şüphe etmek düşün­mek demektir. Öyleyse ‚düşünme’den şüphe edemem. Düşündüğüme göre, düşünen biri olarak var olmam gerekir. Çünkü düşündüğüm halde var olmamam imkansızdır. Buradan ‚Düşünüyorum; demek ki varım  sonucuna ulaşmış olurum.“

 

Descartes, çıkardığı bu sonucu bir akıl yürütme (usa vurma) olarak kabul etmez; kabul edilmesini de istemez. Ona göre bu sonuç araçsız, doğrudan doğruya kavranan, yaşanan, apaçık, kesin bir bilgidir; kaynağı ise sezgi ve tümden gelimdir. Böylece o, felsefesine temel taşı olacak ilkeyi bulur. Bu ilkeden hareketle kendisinde var olan yetkinlik (kemal) fikrinden tanrıyı ve en yetkin (mükemmel) olan tanrının bizi aldatmayacağı görüşünden de dış dünyanın varlığını kanıtlar. Descartes’taki rasyonalizmin, insanın mutlak hakikatlere ulaşa­bileceğine, örneğin tanrıyı ve ruhu bilebileceğine inandığı için dogmatik bir rasyonalizm oldugu  ifade edilmiştir.

 

 

HEGEL’İN RASYONALİZM  ANLŞAYIŞINA  GELİNCE: (1770-1831) George Wilhelm Friedrich Hegel (Georg Vilheim Fridrih Hegel) teoloji öğrenimi görmüş, yaşamının son yılla­rını Berlin Üniversitesinde felsefe profesörlüğü yaparak geçirmiştir. Başlıca eserleri „İsa’nın Hayatı“, „Zihnin Fenomenolojisi“, „Mantık“ ve „Felsefe Ansiklopedisi“dir. Hegel, Alman idealizminin ve rasyonalizminin en önemli filozofu olarak kabul edilir. Felsefesinin çıkış nokta­sı akıldır. Hegel’e göre, deneye hiç başvurmadan sırf düşünce ile kesin bilgiye ulaşılabilir; çünkü özne ile öznenin yöneldiği nesne aynı aklın değişik biçimlenmeleridir. Nesnenin kendisi de özne gibi aklidir.

 

Her akli, ussal yani rasyonel olan şey de gerçektir. Hegel, duyu organlarınca elde edilen bilginin kesin, genel geçer olamayacağı, bize varlığın özünü veremeyeceği kanısındadır. Ona göre kesin bilgi ancak kavramlar üzerinde dü­şünerek sağlanır. Nitekim onun gözünde felsefe, nesnelerin düşünce ile görülmesi, başka bir deyişle kainatın düşünülerek gözden geçirilmesidir. Düşünme kavramla yapılır; bundan dolayı kavram felsefenin ana konusudur. Hegel felsefesinin merkezinde gelişme kavramı bulunur.

 

Felsefeye katkısı da özellikle bu konuda olmuştur. Hegel’in felsefedeki önemi, her şeyin değişim ve hareket halinde, birbirine bağlı olduğunu düşünmesi ve ilk kez Herakleitos’ta görülen diyalektik yöntemi geliştirmesinden kaynaklanmaktadır. Ona göre ruh (düşünce) ve evren (madde) sürekli değişim içindedir ve bu değişmede ruhun yeri ve önemi önde gelir. Yani düşüncede meydana ge­len değişmeler maddedeki değişmelere yol açar.Tez-Antitez-Sentez Hegel’e göre her şey üç aşamalı bir gelişme sonucu gerçekleşir. Bu aşamalar tez, antitez ve sentezdir.

 

 Diye­lim ki belli bir kavramı düşünüyorum. Söz gelimi bu kavram varlık (tez) olsun. Bunu düşününce hemen karşıtını düşünürüm: yokluk (antitez). Burada ortaya çıkan çatışma beni uzlaştıracak bir kavram bulmaya götürür: oluş yani (sentez).Somut bir örnek verelim:çiçek (tez), çiçeğin yok olması (antitez), meyve (sentez). Çiçek meyvenin orta­ya çıkmasına yol açar; ama meyvenin ortaya çıkması için çiçeğin yok olması, ortadan kalkması gerekir.

 

Demek ki her olmakta olan şey, hem var olan hem de yok olan şeydir. Hegel, bir yandan her şeyin değişme ve gelişme içinde olduğu anlayışıyla, öte yandan „Nesnenin kendisi de özne gibi rasyoneldir“ görüşüyle kendinden önce gelen rasyonalist filozofların karşılaştığı iki önemli güçlükten sıyrılmaya çalışmıştır. Rasyonalizmin güçlükleri Rasyonalizmin karşılaştığı birinci güçlük, aklı ve düşünmeyi hep aynı kalan, değişmeyen bir şey olarak gör­mesi olmuştur. Rasyonalizmin karşılaştığı ikinci güçlük de şudur:

 

Bu öğreti aklı, Tabiattan ayrı bir öz, farklı bir varlık olarak ele alıyor. Böylece AKILl ile nesne arasında bir ikilik yaratıyor. Bilgi, özne ile öznenin yöneldiği nesne arasındaki ilişkiden doğmaktadır. O zaman „Bu ilişki nasıl kurulabiliyor?“ sorusu ortaya çıkıyor. Başka bir deyişle birbirinden tümüyle ayrı yapıda olan bu iki varlık (akıl ile nesne) nasıl oluyor da birbiriyle çakışabiliyor ve bunun sonucun­da „bilgi“ oluşuyor? Bu açıdan bakıldığında rasyonalizm bilgi sorununu çözememiş görünmektedir.

 

İlk rasyonalistlerden Sokrates ve Platon bilgilerimizin doğuştan olduğuna inanıyorlardı. Bu görüşün tutunamayacağı anlaşılınca sonraki rasyonalistler, deneyden de gelen bilgilerimiz olabileceğini kabul ettiler. Ancak onlar da deneyin, insan aklında yaratılıştan var olan bazı ilkeler, formlar sayesinde bir anlam kazandığını ileri sürdüler. Bu durum rasyonalizmi şu türden sorularla karşı karşıya getirmiştir: „İnsan aklı bir defaya özgü olarak mı yaratıl­mıştır?“, „Akıl yaratıldıktan bu yana hiçbir değişim, hiçbir evrim geçirmemiş midir?“…

 

akaleler, bu öğretinin insan aklını, zihnini  tüm insanlar için aynı ve değiş­meyen bir şey olarak ele aldığını göstermektedir. Oysa çağdaş psikoloji ve antropolojinin insan beyni ve onun bir işlevi olan düşünme üzerinde yaptıkları araştırmalar aklın da değişmekte ve gelişmekte olduğunu göster­miştir. Nitekim Hegel „Özne ile öznenin yöneldiği nesne aynı aklın değişik şekillenmeleridir; nesnenin kendisi de özne gibi us’sal yani Rasyonel’dir“ diyerek, akıl ile nesne arasındaki ikiliği yani Dualizmi ortadan kaldırmak gereğini duymuştur.

 

Netice olarak Rasyonalizm yani Akılcılık ideolojisi, bilginin kaynağının akıl olduğunu; doğru bilginin ancak akıl ve düşünce ile elde edilebileceği tezini savunan felsefi yaklaşıma verilen isimdir. Buna göre, kesin ve evrensel bilgilere ancak akıl aracılığıyla ve tümdengelimli bir yöntemle yaklaşımla ulaşılabilir. Dünya hakkındaki mühim olan bilginin sadece deney ötesi yöntemlerle elde edilebileceğini savunur. Akılcılık her bireyin eşit ve değişmez aklî ve mantıkî ilkelere sahip olduğunun kabulü ile, çeşitli apaçık hakikatlerin varolduğunu kabul eder.

 

Bu görüşe göre, kesin bilgi örneği matematiktir. Hakikate ve eşyanın bilgisine sadece akıl ile erişilebileceğini savunur. Bu sebeple akılcılık, deneyciliğin karşıtıdır. Akla karşı yaklaşım pek çok bağlamda dindeki vahiyle yahut etikteki duygu ve hisle karşılaştırılan bir yaklaşımdır. Bununla birlikte felsefede akıl genellikle içgörüyle (içe doğmayla değil) karşılaştırılır. Felsefî bir okul olarak akılcılık ve içerdiği temel ilkeler 18. yüzyılda büyük bir eleştiriye maruz kalmıştır.

 

Bununla birlikte bu dönemde de, sayıları az da olsa, akılcılığı savunan filozoflar olmuştur. Örneğin Alman Christian August Crusius ve yine Alman Moses Mendelssohn. 18. yüzyıl’da akılcılığa en büyük eleştiri deneyci çevrelerden gelmiştir. Bununla birlikte, örneğin Alman filozof Kant da geleneksel akılcı düşünce okulunu tenkit etmiştir. Kant eleştirel bir değerlendirmeyle yeni bir rasyonalizm fikrini temelendirmeye yönelir. Rasyonalizm geleneği başlangıcından itibaren ele alındiığında karşımıza pek çok farklı türlerde rasyonalizm yorumları ya da yaklaşım biçimiyle karşılaşılır.

 

Bu konudada örnek verecek olursak, Leibniz düşüncesinde Tanrı’nın yarattığı dünya bilinçli ve ayrı küçük varlıklardan oluşur. Daha sonra bu varlıklara MONAD  ismini vermiştir. (Monadoloji, 1714). Ayrıca Leibniz’in düşüncesinde Tanrı tüm olası yani İhtmalli  Dünya’lardan en iyisi olarak dünyayı yaratmıştır ki burada kastedilen en iyi, mükemmel, eksiksiz anlamındadır. Bu fikir daha sonraları birçok filozof tarafından tenkit edilmiştir.Aydınlamacılık ile birlikte akıl ve akılcılık kavramları farklı bir anlam daha kazandı.

 

Felsefî bir vurgudan öte, feodal ve dinî müessese ve uygulamalar ile sosyal ve politik uygulamaları akıl ışığında ve aklı temel alarak eleştiren kişilere rasyonalist adı verilmeye başlandı ve bu tip eleştirel yaklaşım da rasyonalizm olarak anılmaya başlandı. Burada felsefi ilkelerin aynı zamanda toplumsal düzenlemelerde yeni bir yönelimin kurucu ilkeleri haline gelmesi söz konusudur. Bu anlamda rasyonalizm aklı kurucu ilke olarak benimseyen ve dinsel toplumsal örgütlenmelere karşı akılcı toplumsal düzenlemelerini temel alan yaklaşımları ifade eder.

 

Felsefe’ci Kant’ın Aydınlanma Nedir? Sorusuna verdiği, „insanın kendi aklını kullanmasıdır“ şeklindeki cevabı, akıl’ın aydınlanmacılıkta felsefi bir ilke olduğunu gösterir. Buna göre evrensel bir dayanak noktası olan akıl, toplumsal yaşamın herkes için geçerli olabilecek akılcı bir düzenlemesini mümkün kılabilecektir.

Konumuzu bir ayet mealiyle baglamak istiyoruz. Rabbimiz Hacc Suresi ayet.46.da mealen şöyle buyurmaktadır: *** (Sana karşı çıkanlar) hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zira dolaşsalardı elbette düşünecek kalpleri ve işitecek kulakları olurdu. Ama gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lâkin göğüsler içindeki kalpler kör olur…***

 

Allahım bizleri nefsimize uyanlardan  eyleme. Bizleri senin emir ve yasaklarına muhalif hareket edenlerden eyleme. Bizleri heva ve heveslerini putlaştıranlardan eyleme. Bizleri  Kur’anı  Kerim  ve  Sünneti seniyye’nin MUTLAK DOGRU  ışıından, Nur’undan  ayırma.   Bizleri senin şanlı Rasulüyün  Sünneti seniyyesinden uzaklaşanlardan eyleme. Bizleri münferit kuru aklımızla yol arayanlardan eyleme. Bizleri senin  dosdogru  yolun  olan SIRATI  MÜSTÂKİM’DE  olanlardan eyle. Sen her şeylere kadirsin Allahım…Amin…

 

Sermedkadir…LU…30.06.2019…  

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht. Erforderliche Felder sind mit * markiert