Sızlanmayı Bırakıp Şükredelim

Rabbimiz bakara suresi ayet.151-153.te mealen şöyle buyurmaktadır: *** Nitekim içinizden size bir peygamber gönderdik. O size âyetlerimizi okuyor, sizi temizliyor, size kitabı ve hikmeti öğretiyor. Size bilmediğiniz şeyleri öğretiyor. O halde beni anın, ben de sizi anayım. Bana şükredin de nankörlük etmeyin. Ey iman edenler! Sabır ve namazla yardım isteyin. Şüphe yok ki Allah, sabredenlerle beraberdir…***

Camius sagirde geçen bir hadisi Büreyde’den (r.a.) rivayetle buraya alıyoruz mealen şöyle:**Allah’ım, beni çok şükreden, çok sabreden eyle. Beni kendi gözüm¬de küçük, insanların nazarında büyük kıl…** Zamanımızda insanlar kendilerini o kadar açıga veriyorlarki; Sıkıntılarını bağıra çağıra ilan eden, elindekiyle yetinmeyen, halinden memnun olmayan insanlar çoğalıyor. Giderek asık suratlı, somurtkan, sürekli sızlanan, şikayet eden bir toplum haline geliyoruz. Bu, müslüman fertler olarak bizim dışımızdaki birtakım olumsuzluklardan ziyade, kalbimizle ilgili bir problem oldugunu düşünüyoruz…

Zira farkında olalım olmayalım, çoğu şikayette ilâhi takdire itiraz, kazaya muhalefet vardır. Eskiler, selamdan sonra her fırsatta birbirlerine “Nasılsın?” diye sorar; “Hamd olsun” yahut “Allah’a şükür iyiyim” gibi cevaplar almak suretiyle, kardeşlerinin şükrüne vesile olmak isterlermiş. Bu öyle laf olsun kabilinden bir ifade tarzı değildir. Örnek ve önderimiz Peygamber Efendimizin (sav) bize her hâl ü kârda şükretmemizi ihtar eden bir sünneti.

Gerçi bugün de ziyaretlerine gidip “Nasılsınız?” dediğimizde “Hamd olsun” diyebilen hastalarımız, halini sorduğumuzda “Çok şükür” diyebilen fakirlerimiz hâlâ var çok şükür. Fakat nesli tükenmek üzere. “Herhangi bir sebepten dolayı hissedilen elem, rahatsızlık veya hoşnutsuzluğu dışa vurma, sızlanma, yakınma” anlamına “şikayet”in bazı çeşitleri, hem mahiyeti itibariyle hem de beşerî bir tavır olarak masiyetten sayılmıştır dinimizde. Zira farkında olalım olmayalım, çoğu şikayette ilâhi takdire itiraz, kazaya muhalefet vardır.

Bir kısım şikayetlerimiz ise bulundugu hali begenmeme hallerinin eseridir; nefsin ve dünyanın esiri olduğumuzu ifşa eder,dışa yansıtırız genelde.İslâm’da kötü görülen bu çeşit şikayetlenmelerin neler olduğuna geçmeden önce aslî hedefimizi, niçin bu dünyada bulunduğumuzu hatırlamamız gerekiyor. Zira hedefini şaşırıp yanlış istikamete yönelerek bir şekilde kendilerini kaybedenlerin, ne kadar çaba gösterirlerse göstersinler, kalplerini sükuna erdirecek bir netice almaları mümkün değildir. Beyhude gayretler ise yersiz şikayetlerin anasıdır.

İnanıyoruzki; İnsanın aslî hedefi, imtihan için gönderildiği bu geçici dünyada kulluğunun icaplarını yerine getirerek ahiret yurdundaki ebedi saadete erişmektir. Var gücüyle Allah’ın rızasını kazanmaya, kendisini Allah’a sevdirmeye çalışır. Bütün ibadetleri, hayır hasenatı bunun içindir. İnsan namaz kıldığı, oruç tuttuğu, zekât verdiği, hacca gittiği, nafile ibadetler yaptığı için, bunların karşılığı veya bedeli olarak cenneti hak edemez.Bütün bunları muhabbet ve hürmetinin,baglılıgının göstergesi, nişanesi, şükrünün ve kulluk şuurunun ifadesi olarak yapmış, böylece Allah’ın rızasını kazanabilmişse eğer, “Gir cennetime!” (Fecr, 30) hitabına mazhar olabilir.

Yani ebedî saadet yurdu için esas vize ibadetlerimiz değil, Allah’ın rızasıdır. Şu halde dünya hayatını Allah’ın rızasını ve sevgisini kazanma imtihanı olarak da anlamak gerekir.
Peki insan bu imtihanı nasıl başaracak, kendisini Allah’ın razı olduğu bir kul yapacaktır? Denilmiştir ki “Allah’ın rızası, kulun Allah’a olan rızasındadır”. Allah’a bağlılığımız, itimadımız ve O’nun kazasına rızamız, Allah’ın bizden razı olmasına sebeptir. Eğer kul Allah’ı hakikaten sever ve O’ndan razı olursa, Allah da o kulu sever ve O’ndan razı olur.Allah’ı seviyorsak eğer.Sadece dil ile “Ben Allah’ı seviyorum” demek, hakiki bir sevgiye, samimi bir rızaya delalet etmez. Bunun ibadetlerde olduğu gibi amel halinde tezahür etmesi lazım bir; hakikatinin ve samimiyetinin test edilmesi lazım, iki.

Rabbimiz Âl-i İmran Suresi’nin 31. ayetinde mealen şöyle buyuruyor: *** De ki, eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın…*** Rasulullah s.a.v.’in sünnetine sarılmak, Allah Tealâ’yı hakikaten sevmenin işareti demek ki…Rabbimiz Bakara suresi ayet.165.te mealen şöyle buyurmaktadır: *** İnsanlardan kimi de Allah’tan başka şeyleri O’na eş tutuyorlar da onları, Allah’ı sever gibi seviyorlar. Oysa iman edenlerin Allah sevgisi daha kuvvetlidir. O zulmedenler, azabı görecekleri zaman bütün kuvvetin Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın azabının gerçekten çok şiddetli bulunduğunu keşke anlasalardı…***

Zamanımızda, müslümanların şikayetlerinin çok büyük bir kısmı dünyalık hırsı veya mahrumiyetiyle ilgilidir diyebiliriz. Peygamber Efendimizin (sav) bu meseledeki çok net ve açık tavrına rağmen müslümanların dünyayı “dert edinmesi”, sünnete uymadığımızın, dolayısıyla Allah Tealâ’ya muhabbetimizde samimi olmadığımızın göstergesidir.Bizi günaha sokan, huzurumuzu bozan şikayetlenmelerden kurtulmak, rıza makamına ulaşmak, nefs-i mutmainne mertebesine çıkabilmek, “salih” kullar arasına girebilmek için Efendimiz s.a.v.’in dünya karşısındaki tavır ve tavsiyelerini bir daha hatırlamamız gerekiyor öyleyse.

Çünkü O, Allah’ın kendisinden en çok razı olduğu kulu, en çok sevdiği habibidir. Rasul-i Ekrem s.a.v. de “Allah’ı seven ve O’ndan razı olan bir kul”un en ideal örneği. Sahi, biz hangi peygamberin ümmetiydik? Bazen günlerce sıcak yemek bulamayan, sadece su ve hurma ile iftar eden, hane-i saadetlerinde bir ay ocak yakılamayan, yamalı ayakkabı giyen ama bunlardan asla şikayet etmeyen bir peygamberin ümmetiyiz. İstese dünyanın bütün zenginliklerini kendisine verecek Cenab-ı Allah’tan ailesi ve soyu için sadece “yetecek kadar”, yani yaşamalarına yetecek kadar rızık talep eden; dünyalık terekesi ibrik-leğenden ibaret bir peygamber.

Böyle bir peygambere ittiba edenlerin,baglananların dünyalık diye bir derdi de, bundan kaynaklanan şikayetleri de olmamalıydı. Halbuki halini beğenmemek, kendisine verilenlerle yetinmemek, daha fazlasını elde edemediği için üzülmek ve bütün bunlardan dolayı şikayetlenmek sıradanlaştı neredeyse. Sanki Rasulullah s.a.v.: “Dünyalıkta kendisinden aşağısına, dinde de kendisinden üstününe bakan (ve buna göre davranan) kimseyi Allah Tealâ hem sabreden hem de şükredenlerden yazar.

Fakat dünyalıkta kendisinden üstününe, dinde de kendisinden aşağıda olana bakanları da Allah Tealâ ne sabreden ne de şükredenlerden yazar.” buyurmamış gibi, “Ben şu kadar zamandır namaz kılıyor, dua ediyorum; istediklerim gerçekleşmiyor da falancada namaz niyaz olmadığı halde Allah ona veriyor.” türünden yakınmalarla sık sık karşılaşır olduk. Sahibine zarar veren şikayeti ve sızlanmaları en kısa zamanda dua ve şükür makamına geçerek unutmalıyız…

Peygamber efendimiz, Zeyd b. Sabit r.a.’den gelen başka bir rivayet de dünyalık talebi ve hırsının başlı başına bir problem olduğunu mealen bizlere şöyle haber veriyor: ** Kimin emeli dünya olursa Allah onun işini aleyhine darmadağın eder, fakirliği iki gözünün arasında kılar, dünyadan eline geçen miktar da kaderine yazılandan fazla olmaz. Kimin de kastı ahiret olursa, Allah onun (dağınık) işlerini lehinde toplar, zenginliği kalbine koyar,dünya nimetleri ona (kendiliğinden) koşarak gelir…** Şu halde Peygamberimiz s.a.v.’in, üzerinden “garip bir yolcu gibi” geçip gitmemizi tavsiye buyurduğu dünyayı mülk edinmeye çalışmak, asıl maksadı, yani Cenab-ı Hakk’ın rızasını ve bu sayede kazanılabilecek ebedi saadet yurdunu unutturmakla, bizi yanlış istikamete yöneltmekle kalmıyor, boş yere yorulup şikayetlenerek huzursuz olmamıza da yol açıyor. Şikayet, bir problemin çözümüne, bir mahrumiyetin giderilmesine imkan veriyorsa anlamlı ve gereklidir. Oysa daha yüksek bir hayat standardı tutkusu veya talebinden kaynaklanan şikayetlenmelerimiz hem dünya hem ahiret mahrumiyetlerimizi çoğaltıyor ise durup derin derin düşünebilmeliyiz…

İbni Mes’ud (r.a.) rivayet ettigi hadisi şerife kulak verelim kardeşlerim,mealen şöyle:**Allah’ım, fayda vermeyen ilimden, korku duymayan kalbten, ka¬bul edilmeyen duadan, doymayan nefisten, insanı maddî ve manevî huzursuzluğa düşüren açlıktan en kötü sırdaş olan hıyanetten, tem¬bellikten, cimrilikten, korkaklıktan, düşkün ihtiyarlıktan, sıkıntılı yaşlılıktan, Deccalin fitnesinden, kabir azabından, dirilerin ve ölüle¬rin fitnesinden Sana sığınırım. Allah’ım, Sana yakarıp duâ eden, yo¬lunda mütevazı, itaatkâr ve sana yönelmiş bir kalb istiyoruz. Al¬lah’ım, herkesi kaplayan bağışlamanı, kurtarıcı emirlerini, her günahtan selâmeti, her iyiliği kazanmayı, Cenneti elde etmeyi ve Ce¬hennemden kurtulmayı istiyorum…**

Mutlak manada Müslüman meşru çerçevede elbette dünyalık da isteyecek, bunun için dua ve niyazda bulunacak, çalışacak, sebeplere sarılacak ama neticeye de rıza gösterip böyle takdir buyuran Rabb’ine hamd ü senadan geri kalmayacak. Modern cahiliyyenin sürekli bulandırması sebebiyle müslümanlar olarak “dünya tasavvuru”muzu her fırsatta berraklaştırmamız gerekiyor. Burada da akıllara takılabilir; dünyalık hususunda neticeye rıza, yetinme, kanaat, kendimizden aşağıdakilere bakıp şükretmek, acaba dünyayı ihmal anlamına mı geliyor? İddia edildiği üzere böyle yapageldiğimiz için mi geri kaldık?

İnancımızı kuvvetli tutmak,pekiştirmek için, İmanın ilk şartı kelime-i tevhide “lâ” diyerek başlarız. Önce zihnimizdeki bütün kabulleri, bütün anlayışları, bütün tasavvurları yıkar, siler, yok ederiz yani. Sonra oraya vahyin öğrettiği “tevhid”i yerleştiririz. Dünya konusunda da böyle yapmaz, modernizmin zihnimize yerleştirdiği peşin kabulleri yıkmazsak, yukarıdaki soruların sancısından kurtulamayız Allah korusun. Dahası, kendimize mahsus bir dünya tasavvuru kuramadığımız için rüzgarın önündeki çer çöp gibi, savrulur dururuz orta yerde.

Nitekim dünya anlayışını “lâ” demeden inşa eden nice müslüman “aydın”, Efendimiz s.a.v.’in “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışın” ibaresinin geçtiği hadis-i şerifini Bektaşî’nin namaz ayetini okuduğu gibi okuyarak konforu meşrulaştırmaya, izzeti servete bağlamaya, modernizmin dünya telakkisine şirin görünmeye çalışıyor. Müslümanın dünya diye bir hedefi yoktur. “Fani” bir varlığa bağlanmaz. “Dünya sevgisi her çeşit hatalı davranışın başıdır.” hadisini düstur edindiği için dünyayı kalbine almaz. Onun dünyadaki hayat anlayışı da, refah, rahat, huzur, fakirlik, zenginlik, izzet, zillet anlayışı da modern cahiliyyeninkinden farklıdır.

Dünyayı ihmal mi ediyoruz? Dünya müslüman için amaç değil araçtır. Asıl maksada götürmeye hizmet ettiği ölçüde değer ve önem kazanır. Bizatihi değerli ve önemli değildir. Bir vasıtanın hedef haline getirilmemesi, onun ihmal edildiği anlamına gelmez. Tam tersine, bir aracı “amaç” ittihaz etmek, sapkınlığa ve akamete yol açtığı için o “araç”ın kendisinden beklenen faydasını zarara, değerini değersizliğe dönüştürmek demektir.Süresi belli,küçük,sınırlı olanı inşaallah;süresi sınırsız,büyük ve ebedi hayatla degişmeyelim…Günümüzde bazı anlatımlar bizler tarafından yeterli derecede anlaşılmasada,günümüzde bunlar kaldımı artık sözcügünü dilimize getirsekte bizler İslamın ve onun şanlı Peygamberinin emir ve tavsiyelerine sımsıkı baglanmak durumundayız. Şöyleki; Müslümanın çok tüketerek “mutlu” olunacağına, ancak kuştüyü yataklarda “rahat” uyunabileceğine dair bir kabulü olamaz. O, bölüşerek ve infak ederek mutlu olur, komşusunun tok yattığından eminse rahat uyur. Dünyayı değil ahireti önceler. Aslında dünya ve ahiretin “önem” bakımından mukayesesinin çok da anlamlı olmadığını bilir.

Çünkü biri vasıta, diğeri hedef olan iki şeye eşit oranda değer verilemeyeceğini fark edecek kadar firaset sahibidir. Yukarda işaret ettiğimiz ve halk arasında “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi ahirete çalışın.” şeklinde meşhur olan hadis de zannedildiği üzere dünya ile ahireti dengelemez. Bu hadis-i şerifin muteber kaynaklardaki metni “Hiç ölmeyeceğini zanneden kişi gibi (dünya için) çalış; yarın öleceğinden korkan kimse gibi de (dünyaya bağlanmaktan) kaçın.” mealindedir.

Dikkat edilirse hadis, müminin dünya ile münasebeti sadedindedir. Ahiret için yapılacaklarda acele etmeyi, dünya için ise daha temkinli,teennili davranmayı tavsiye eder. Nitekim İslam alimleri bu hadisin özellikle ilk bölümünü tevil ederken, “İnsan ebedî yaşayacağını farz ederse dünya hırsı azalır. Bilir ki arzu ettiği dünyalık, onu talepteki hırs ve koşuşturmayı bir kenara bıraksa bile elinden kaçacak değildir.” demişlerdir. Peygamber Efendimizin (sav) aşırı hırs ve tamahtan imtinayı tavsiye eden “Dünya talebinde mutedil olun; çünkü herkes kendisi için takdir edilmiş olana müyesserdir.” hadisi de bu tevili,izahı,anlatımı desteklemektedir.

Nihayet aza kanaat ettiğimiz, kaderciliğimiz, bir lokma bir hırka ile yetindiğimiz için geri kaldığımız, izzetimizi yitirdiğimiz iddiaları tevil götürmez birer zırvadır. Hz. Ömer r.a., hilafeti devrinde bir gün, Ashabın “Ondan daha doğru sözlü olan birisini ne gök gölgeledi, ne de yer taşıdı” diye övdüğü Ebu Zer r.a.’ı çağırır ve ona “halkın halife aleyhine neler konuştuğunu” sorar. Bu soruşturmayı, varsa eğer hatalarını görmek ve telafi etmek için sık sık yapmaktadır Halife. Ebu Zer r.a., hürmetinden dolayı susmak istese de ısrar edilince şöyle der:

“Halk arasında senin sofranda iki çeşit yemek bulunduğu ve üzerindekinden başka bir kat elbisen daha olduğu şayiası var.” Hz. Ömer r.a. mahçup olur, başını eğer, “Evet, öyleydi.” der, “Fakat çok şükür şimdi dedikleri gibi değilim.” İşte böyle yaşayan Hz. Ömer r.a.’ın fethettiği yerlere ve müslümanlara kazandırdığı itibara, mesela her türlü zenginlik, konfor ve şaşaa içinde dem süren bazı Emevî sultanlarının bırakın yenilerini katması, bunları muhafaza etmesi bile nasip olmamıştır.

Biz samimiyetle “bir lokma bir hırka” dediğimiz devirlerde aziz-i vakt idik. Çünkü dünya ayaklarımızın altındaydı. Şimdiki zilletimiz ise dünyayı başımızın üstünde taşımamız gerektiğine inandırılmaktan kaynaklanıyor. Ezikliğimiz, perişanlığımız, feryad ü figana dönüşüp göklere yükselen şikayetlerimiz bundan.Asıl nimetin farkında değilizŞikayet, bazen bir şükürsüzlük veya sabırsızlık halinin dışa vurulmasıdır. Halbuki müslümanın dünya hayatı şükür ve sabırdan ibaret olmalıdır. Hatta Peygamberimiz s.a.v.’in, “Mümin kişinin durumu ne kadar şaşırtıcıdır.

Zira her işi onun için hayırdır. Bu durum sadece müminlere hastır, başkalarına değil: Ona memnun olacağı bir şey gelse şükreder; bu ise hayırdır. Bir zarar gelse sabreder; bu da hayırdır.” hadisinde “şükür” ve “sabr”ı özellikle mümine tahsis etmesi, Maide Suresi’nin 23. ayetinde de “Gerçek müminler iseniz Allah’a tam bir itimatla tevekkül ediniz.” buyurulması, şükür ile sabrın imanın önemli bir rüknü olduğuna işarettir.Şeddad bin Evs (r.a.) Peygamber Efendimizin (sav) şöyle buyur¬duğunu rivayet ediyor:** Allah’ım, Senden dinde sebatı istiyorum. Doğru yolda kararlılığı istiyorum. Nimetine şükretmeyi istiyorum. Güzelce Sana ibâdet et¬meyi istiyorum. Doğru bir dil, selîm bir kalb istiyorum. Bildiklerimin şerrinden Sana sığınıyorum. Bildiklerimin hayrını Senden diliyo¬rum. Bildiğin günahlarım için Senden bağışlanma diliyorum. Şüphe¬siz Sen gaybları çok iyi bilensin…**

Bütün kalbimizle inanıyoruzki; Şükür gerekirken şikayet etmek böyle bir iman zafiyetinin sürüklediği nankörlük olur ki vebali vardır. “Siz beni anın, ben de sizi anayım. (Bir de) bana şükredin; nankörlük etmeyin.” (Bakara, 152) ayetinde beyan buyurulduğu gibi Allah’a şükretmemek nankörlüktür. Kendisine verilen nimeti fark etmeyene, ihsanın kadrini bilmeyene, iyiliği inkâr edene nankör derler. Dünyalıkta kendisinden yukardakilere bakıp “Allah bana ne verdi ki şükredeyim” deyip şikayetlenenler Allah’ın nimetlerinden gafil olanlardır.

Böyleleri genele ait nimetleri göremez, özel servet ve imkanlar umar. Allah kendisini var kılmıştır, insan yaratmıştır, İslâm’a dahil etmiştir, yaşaması için gerekli havayı suyu vermiştir, sağlıklıdır, azaları tamdır, herkesinkiyle birlikte pazara çıkarılsa yine kendisine ait olanı alacağı bir aklı vardır, ve sayamayacagımız kadar nimetlerin sahibiyiz. Bunlara nisbetle kendisinin nimet bildiği şeyler tabir caizse, çocuk oyuncağı mesabesindedir. Fakat neylersiniz ki çocuk kalmışsanız eğer, oyuncaklara meyleder; onlar elinizde bulunmadığında şikayetlenirsiniz.

Abbasî halifelerinden biri, huzuruna çağırdığı vaizlerin efendisi İbnü’s-Semmâk’a “Bana öğüt ver” dedi. Halife bu sırada içmek üzere olduğu bir bardak suyu elinde tutuyordu. İbnü’s-Semmâk, “Bir çölün ortasında çok şiddetli bir susuzluğa yakalandığın vakit, şu elindeki suyu bütün servetin karşılığında sana teklif etseler ne yapardın?” diye sordu. Halife, “Bütün servetimi verir, bu suyu alırdım.” dedi hiç tereddütsüz. Bunun üzerine İbnü’s-Semmâk şunu söyledi halifeye: “O halde bir bardak su değerinde olan servetinle daha niye böbürlenirsin?”

Bu hikâye bir yanıyla dünya servetinin değersizliğine dikkat çekerken, diğer yanıyla bir bardak suyun dahi ne kadar büyük bir nimet olduğunu anlatıyor. Şükredecek küçük gibi görünen o kadar büyük nimet var ki.. Cehalet ve marifet eksikliği bunların fark edilmesini engelliyor; şükür yerine şikayete sevk ediyor insanı. Alemlerin Efendisi, kendisine bahşedilen ilim ve marifet sebebiyledir ki geceleri kalkıp gözyaşları içinde ayakları kabarıncaya kadar namaz kılar, “Ya Rasulallah, senin geçmiş ve gelecek bütün günahların bağışlanmıştır. Neden kendini bu kadar hırpalıyorsun?” diyenlere “Şükredici bir kul olmayayım mı?” cevabını verirdi.

Peki, bir bardak suya olsun şükredelim, bundan dolayı şikayetlenmeyelim ama ya onu da bulamıyor, geçim sıkıntısıyla bunalıyor, hastalıklarla boğuşuyor, musibetlere maruz kalıyorsak; Allah verdi diye bunlara da mı rıza göstereceğiz?Rıza bazen de sabırdır.İmam Gazalî rh.a., belalara rıza, sabır ve dua ile bunların izalesini,yoklugunu istemektir, diyor. Yani sıkıntı ve musibeti talep etmek, bunlardan dolayı sevinmek yok ama şikayet de yok. Sabır rızayla çelişmez. Zira sabr-ı cemil, Allah’ın takdir ettiğine razı olabilmenin semeresidir.

Dua da rızaya kesinlikle engel değildir; sahibini rıza makamından çıkarmaz. Peygamberimiz (sav), rıza makamının en üst derecesinde olduğu halde dua etmiştir.Bu konudaki bir Hadis İbni Ömer’den (r.a.) mealen şöyle rivayet ediliyor:**Allah’ım, bize bizimle Sana isyan sayılacak şeyler arasında perde olacak kadar korkunu, bizi Cennetine kavuşturacak taatinı, dünya musibetlerini bizden hafifletecek kuvvetli îmanı nasib eyle. Allah’ım, bizi hayatta bıraktığın sürece kulağımızdan, gözümüzden ve kuvveti¬mizden bizi faydalandır. Bunları son ânımıza kadar bizden alma. Bi¬ze zulmedenlerden intikamımızı al. Bize düşmanlık edenlere karşı bize yardım et. Bize dînî musibet verme. Dünyayı, bizim en büyük kaygımız ve ilmimizin son hedefi yapma. Bize acımayanları başımıza musallat etme…**

Cenabı hak Enbiya Suresinin 89-90.ayetinde dua edenleri mealen şöyle övmüştür:*** Zekeriya da hani Rabbine: „Rabbim! Beni tek başıma bırakma, sen varislerin en hayırlısısın“ diye nida etmişti. Biz de duasını kabul ile icabet ettik de kendisine Yahya’yı ihsan ettik. Ve eşini (doğum yapmaya) elverişli hale getirdik. Doğrusu onlar iyiliklerde yarışıyorlar, umarak ve korkarak bize yalvarıyorlardı. Bize karşı derin saygı duyuyorlardı…***

Dua ile Allah’tan medet, çare ve ihtimam istemek şikayet olmaz, denilmiştir. Esasen kulluğun icaplarına riayetle, tevazu ile baş eğerek müptela olduğu bir derdi Allah’a açmak tarzındaki bir şikayetlenme de kerih görülmemiştir. Buna rağmen başımıza gelenin hakkımızda daha hayırlı olduğunu düşünmek, isterken de hayırlı ise istemek evlâdır. Mesela az kazançta, fazlanın hesabındaki zorluk, şımarma, harama bulaşma gibi tehlikeler de azdır ve bunlar kazanç azlığı gibi mukayyet değil mutlak birer musibettir.

Nasıl nimete şükür, nimetin kendisinden ziyade onu verenin ilgisinden dolayı ise, belada da belanın üzüntüsü değil, verene bağlılık öne çıkarılmalıdır. Fakirlik ve hastalıktan dolayı halini insanlara açarak şikayetlenmek hoş karşılanmamıştır. Toplumsal plandaki aksaklıkları, yönetimden kaynaklanan arızaları şikayet ise bir tesbit yapmak ve çare aramaya teşvik etmek maksadı taşıyorsa mubahtır. Aksi halde bir aczin,çaresizligin ve kaçışın ifadesidir. Görünen sebeplerinin de ötesine geçerek böyle sıkıntıların bize niye verildiğini, niye hep böyle şeylerle imtihan olduğumuzu, kendimizi tenzih etmeden anlamaya çalışmak, durumdan vazife çıkararak sorumluluk üstlenmek, hiç değilse dua etmek, şikayetlenmekten daha soylu bir davranıştır inancındayız.

Genelde acizlik anlarımızda, Ya nimeti azımsadığımız ya sıkıntıyı çok bulduğumuz için şikayet ederiz. Her iki halde de bu kadarını hak etmediğimiz kabulü var. Yani bir haksızlığa uğradığımızı düşünürüz hep. Böyle bir düşüncenin aradaki sebepler zincirine rağmen rıza-yı ilâhiye dokunabileceğini hesaba katmak lazım. Bir de şikayet etmeden önce hakikaten neye müstehak olduğumuzun muhasebesini adaletle yapmak… Neyi ne kadar hak ettiğimizi insafla düşünürsek eğer, bütün şikayetlerimiz şükre dönüşecektir.

Mesela,Kuraklık sebebiyle sık sık yağmur duasına çıkan ama netice alamayan bir belde halkı, kendilerine katılmayan bir Allah dostunun yanına varır, sitem ederler. Derler ki:
Perişanlığımızı gördüğün, ne çektiğimizi bildiğin halde bizimle gelip yağmur duası etmiyorsun!
Bu Allah dostu şöyle cevap verir onlara: Siz yağmur yağmadığı için şikayet ediyorsunuz. Ben ise başımıza taş yağmadığı için gece gündüz şükürle meşgulüm!

“Bana faydalı bir şey öğret” diyen ashabına Rasul-i Ekrem s.a.v.’in “Müslümanların yolundan rahatsızlık veren şeyleri kaldır.” tavsiyesini düstur edinmiş bazı müslümanlar, hem kendileri yol almak hem de arkadan gelecek diğer kardeşlerine yol açmak için bir araya gelip hayırlı bir çabayı sürdürmek konusunda sözleşir öteden beri. İşte böyle cemaatlerin yürüyüşünü aksatan en büyük tehlikelerden biridir şikayetlenme.

Soğumaya, şevk ve heyecanın kaybına sebep olarak verimimizi düşürmekle kalmaz, insanı kardeşleri hakkında su-i zan ve gıybet gibi günahlara da sürükleyebilir Allah korusun. İnanıyoruzki; İnsanın olduğu her yerde poblemler de olacaktır. Bazen bunlar karşısında üzülmemek, şikayetlenmemek, hatta öfkelenmemek kaçınılmazdır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de müttakiler için bile “hiddet etmeyenler” değil, “hiddetini yenenler” ifadesi kullanılır…Rabbimiz Âli İmran suresi ayet.134.te.mealen şöyle buyurmaktadır:*** O (Allah’tan hakkıyla korka)nlar, bollukta ve darlıkta Allah için harcarlar, öfkelerini yutarlar, insanları affederler. Allah iyilik edenleri sever…*** Sonuç olarak diyebilirizki; İhmaller, sürçmeler, yanlışlar karşısında haklı bile olsak öfkemizi yutmak, şikayet etmemek, kardeşlik hukukuna uygun davranmak gerekir. Kardeşlik hukuku bağışlamayı, mazur görmeyi, kusurları araştırmamayı, ikinci kez fırsat vermeyi, iyilikle ve yumuşaklıkla muameleyi icap ettirir. Bunlar problemleri görmezlikten gelmek, tekrarlanan hatalara tahammül etmek demek değildir. Müdahaleler ya gizlice nasihat yoluyla, ya sorumlulukları daha ehil olanlara vermekle yapılır.

İki hadisi şerifle konumuzu baglayalım inşaallah.Ebû Bekre’den (r.a.) rivayetle:Peygamber efendimiz (sav) mealen şöyle buyuruyor:**Allah’ım, bedenime afiyet ver. Kulağıma afiyet ver. Gözüme afiyet ver. Allah’ım, küfrân-ı nimet ve fakirlikten Sana sığınırım. Allah’ım, kabir azabından Sana sığınırım. Senden başka hiçbir ilâh yoktur…**

Ebû Hüıeyre (r.a.) rivayet ediyor:** Allah’ım, işlerimin muhafızı olan dinimi benim için yoluna koy. Geçim sebebim olan dünyamı benim için yoluna koy. Varacağım yer olan âhiretimi benim için yoluna koy. Hayatımı her hayrı arttırmaya vesîle kıl. Ölümümü her kötülükten kurtulup rahat olmaya vesile kıl.**

Allahım bizlerin şükrünü,hamdetmemizi,her hal ve durumda dualarımızı dilimizden düşürmememizi nasib eyle.Bizleri Din,iman ve ibadet fakiri eyleme allahım.Bizlere tükenmez kanaat ver,bizlere her hal ve durumda sabrı cemil nasib eyle.Bizleri sevdigin kullarınla haşreyle,bizlere iman zenginligin taddır,Bizleri senin dosdogru yolun olan sıratı müstakinmden ayırma.Bizleri ehli sünnet vel cemaattan ayırma…Sen her şeye kadirsin Allahım…Amin…

Sermedkadir…29.01.2011

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht.