SÜNNETİ SENİYYE VE PEYGAMBER EFENDİMİZ…(SAV)

Rabbimiz Nisa  Suresi  ayet.59.da  mealen şöyle  buyurmaktadır:*** Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e ve sizden olan ülülemre (idarecilere) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz Allah’a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız onu Allah’a ve Resûl’e götürün (onların talimatına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir…***

 

Kardeşlerim  şu  hususa  katiyetle  inanıyoruzki; Müminler  için itaat  meselesi, bir  iman  meselesidir. Müslümanlar  olarak  kime  veya  kimlere itaat  edecegimiz meöhul  degildir. Allaha, onun  şanlı  rasulüne ve  müminlerden  olup Allah  ve  rasulününün  hükmüne  baglı kalan  ve  asla onun  dışına  çıkmayan  ulul emre itaat  meselesi  kesinlikle  tatışma  kabul  etmeyen  bir  hakikattir.Ayeti  kerimedeki Rabbimizin emriyle  tertibi Rabbaniligin bir  geregi  olarak ilk itaat Allahu  tealayadır. İkinci  derecedeki  itaat Rasulü  ekremedir (sav) Üçüncü  olarak  itaat Ululemre ulemaya  ve  umerayadır.

 

Bu  ayeti  kerimede Allahu tealaya  itaat tek  başına  zikredilmiş, Peygambere itaat ile  ululemre  itaat ise birlikte  zikredilmiştir.Bu, idareciye  itaatin ancak Peygambere  itaattan bir parça oldugunu, idarecinin Peygamberin emirlerine  muhalefet  ettiginde itaat olunma  hakkını kaybettigini ifade  eder. Allahın  ve  onu  Rasulünün emirlerine  aykırı  davranan idareciye  itaat  edilmez. Burada  konumuzu  ihtiva   eden Peygamberin dindeki  yeri  hususna  geçebiliriz inşaallah. Öncelikle Peygamber  kavramının  ihtiva  ettigi manalara  bakalım.

 

Peygamber farsça bir kelimedir. Bunun Arapçası Nebî veya Rasuldür. Nebe çok önemli konuları ihtivâ eden haber, Nebî de önemli haberi getiren HABERCİ demektir. Rasul ise (gönderilen) ELÇİ demektir. Her ne kadar lügat mânâları farklı da olsa murad edilen mânâ olarak ikisi de aynı mânâya gelmektedir.
Allah-u Teâlâ kullarına dininin hakîkatlarını öğretmek, onların yapıp yapmayacakları şeyleri onlara öğretmek için onların içinden bir haberci/elçi göndererek onun dilinden vahyini açıklamış, kitabında mücmel olan izaha  muhtaç  olan konuları açıklamayı ona bırakmış, kitabında açıklamadığı bir çok konuyu/hükmü de onun açıklamasını murad etmiştir.

 

Meselâ; Allah namazı emretmiş fakat namazın nasıl kılınacağını, vakitlerini ve rekat sayılarını açıklamayı ona bırakmıştır. Zekatı emretmiş, hangi maldan ne kadar zekat verilmesi gerektiğini, ne zaman ve kime verileceğini de yine Rasûlünün diliyle açıklamıştır. Günümüzde bir çok ilâhiyatçı kimliğindeki hocacıklar peygamberlik makamını küçültmek, peygamberleri birer “postacı” durumuna düşürmek istemektedirler. Böyleleri derler ki: “Peygamberin görevi Allah’tan aldığı vahyi sadece açıklamaktan ibârettir, Peygamber haram helal koyamaz” derler.

 

Bunlar sünnete ve hadislere de savaş açmışlar, ehli sünnet ulemasına olmadık hakaret ve iftiraları atmışlar ve  atmaktadırlar. İmam Buharî ve İmam Muslim gibi mübârek âlimlere bile taanda bulunurlar ve onlardaki hadislerin bile uydurma olduğunu iddia ederek hadislere şüphe düşürmek isterler. Aslında bunların amacı ne mezhebleri yıkmak ne de sünnetleri yıkmaktır. Bunların esas amacı Kur’an’ı tahrif etmektir. Zîrâ ehli sünnet âlimleri, özellikle de sünnet Kur’an’ın zırhı gibidirler. Bundan dolayı ilk önce o zırhın parçalanması lâzım ki, sıra Kur’an’a gelsin. Gelsin de Kur’an’ı zındıkça görüşleriyle tahrif  edebilsinler.
Zındıklar ve kâfirler Kur’an’ı tahrif etmek amacıyla sünnete ve hadislere pervasızca saldırırlarken, ehli sünnete bağlı ulema da en az onlar kadar ve hatta onlardan daha gayretli bir şekilde Kur’an’ı ve sünneti müdâfâ etmede gayretli olmalıdırlar. Böylelerine hoş görü ile yaklaşılmamalı, onların zındıklıkları açıkça îlân edilmelidir ki, saf ve fakat dini iyi bilmeyen Müslümanları aldatmasınlar, saptırmasınlar. İslâm ulemâsı Allah-u Teâlâ’nın Kur’an-ı Hakîminde peygamberine verdiği makamı iyi anlamışlar ve ona Allah’ın istediği şekilde îman ve itaat etmişlerdir.

 

Onlar Peygamberlerin hadis ve sünnetlerinin de birer vahiy olduğunu kabul etmişler, hüküm çıkarırken sünneti ikinci kaynak olarak görmüşlerdir. Hatta “mevrîdi nasda içtihada mahal yoktur”, yani, nassın olduğu yerde ictihada yer yoktur demişlerdir. Neydi onları bu inanca zorlayan sebepler? Gelin şimdi o sebepleri hep beraber bir gözden geçirelim. Herkesin bildiği gibi Kur’an’da bir Necm sûresi vardır. Bu sûreyi indiren Allah (celle celâlüh) üçüncü ve dördüncü âyetlerinde buyurur ki: “O, arzusuna göre de konuşmaz. O vahyedilenden başkası değildir.” Evet, Allah Azze ve Cell diyor ki: “Peygamber dîni konularda kendi arzusuna göre konuşmaz, onun konuştuğu vahiydir.”

 

İşte bu âyetten dolayıdır ki, Sahâbe, Tâbiîn, Tebei Tâbiîn âlimleri, bir başka deyişle müctehid ulemâ demişlerdir ki: “Sünnet de bir vahiydir.” Dolayısı ile sünneti de ana kaynak olarak almışlar ve fakat onu Kur’an’dan sonra ikinci sıraya oturtmuşlardır. Bunu desdekleyen bir başka âyete geçelim. O âyet hucurat sûresinin ilk âyetidir. Ne diyor Allah Azze ve Cell o âyette? Diyor ki: „Ey iman edenler! Allah’ın ve Resûlünün önüne geçmeyin. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir.“
Dikkat edilirse âyet „Allah ve rasûlünün önüne geçmeyin“ diyor.

 

Eğer peygamberin bu dinde bir yeri yoksa, peygamber de hüküm koyamazsa, „Rasûlün önüne geçmeyin“ demekte ne oluyor? O zaman bu âyeti Allah Rasûlü nasıl anlamış, sahabîler, Tâbiîn âlimleri, Tebei Tâbiîn alimleri ve bütün müfessirler nasıl anlamışlar ona bakmamız gerekiyor. Onlar bu âyeti şöyle anlamışlar: „Ey İmân edenler! Eğer bir meselenin hükmünü öğrenmek, bulmak istiyorsanız, önce Allah’ın kitabına bakacaksınız. Eğer o meselenin hükmüyle ilgili Allah’ın kitabında bir şey bulamazsanız, Rasûlümün sünnetine bakacaksınız.

 

Benim kitabıma bakmadan, peygamberimin sünnetine bakmadan hüküm verirseniz, Allah ve Rasûlünün önüne geçmiş olursunuz.“ Hucurat sûresinin bu âyeti ile ilgili bütün tefsirlere baktığımızda selefi sâlihin âyeti böyle anlamış ve böyle uygulamıştır. Onlar peygambere Allah’ın verdiği değeri vermişler ve hakkını teslîm etmişlerdir.

 

Peygamberi asla bunun dışında tahayyül etmemiş farklı  bir  şekilde  düşünmemişler. İmam  taberi  Tefsirinde  diyorki: Allah herşeyi hak­kıyla işiten ve bilendir. Demek ki mümin, Allah ve Resulünün hükmü orta­dayken artık onların Önüne geçip onlan yok sayarak başka hükümler, başka çö­züm şekilleri arayamaz. Hayatını, Allah ve Resulünün hükümlerine göre şekil­lendirmek zorundadır. Sure-i celüede müminlerin, Resulullah efendimize karşı nasıl davrana­cakları, ona karşı nasıl saygılı olacakları çok açık bir biçimde beyan edilmekte­dir. Tabi ki bu âyetler, onun zamanındaki ashabına hitabettiği gibi günümüzdeki müminlere de hitab etmektedir. Müminler, Peygamberlerinin gıyabında da ona saygı duyacaklardır…

Tabiiki  Peygamber efendimiz herkes gibi bir insandır ama  seçilmiş  bir  insandır (Müslim, III, 1337), ancak o peygamber olması ile diğer insanlardan farklı bir konumdadır. Ona karşı düşünce ve davranışlarda dikkatli olmalıdır. Onunla konuşurken hiç kimse sesini yükseltmemeli, bağıra çağıra konuşmamalıdır. Ona hitap ederken adıyla hitap edilmemelidir. Onun adı anıldığında salâtü selâm getirilmesi müslüman olduğunu iddia edenlerin üzerinde vâcip olan bir ilkedir. Ne yazık ki her devirde ve günümüzde bazı insanların özellikle ondan söz ederken salâtü selam getirmesi bir yana, ona karşı edepli bir üslup kullanmadıkları esefle görülebilmektedir…

Ali Küçük  hocaefendi  diyorki: * Unutulmaması  gerekirki, konuşan alelâde birisi değildir. Konuşan Allah’ın Resûlü’dür. O vahiyle konuşur. Onun konuşmaları dindir. O, Allah’ın yeryüzünde konuşan dilidir. Onun sözü üzerine söz söylemeyin. Resûlün değer yargısı üzerine değer yargısı getirmeyin. Resûlün kararına karşı alternatif bir karar getirmeyin. Resûlün gösterdiği hayatın üzerine bir hayat düşünmeyin. Yani konuşan Allah’ı konuştursun, konuşan peygamberi konuştursun. Konuşan Kitabı, sünneti konuştursun. Çünkü bu dini en güzel Allah ve Resûlü anlatır.

 

Bu dini ne ben, ne de bir başkası Allah ve Resûlü’nden daha güzel anlatamaz. Ben bence, ötekisi de kendince din anlatırsa toplum işte böyle ihtilaflardan kurtulamaz. Eğer şu ana kadar bu toplumda din anlatanlar bu dini kendileri değil de Allah ve Resûlü’ne anlattırmış olsalardı, eminim toplumda bu kadar ihtilaflar olmayacaktı. Eğer hocalar bu dini Kitap ve sünnete anlattırmış olsalardı, toplumun kafasında insanların sözleri değil de Allah ve Resûlü’nün sözleri olsaydı, inanın toplum bundan çok daha Müslüman olurdu.

 

Din, Allah ve Resûlü’ne anlattırılsın. Her ortamda Allah ve Resûlü’nün sözleri en yüksek sedâ olsun. Kimse kendi sözlerini, kendi fikirlerini, kendi kanaatlerini, kendi talimatlarını Allah ve Resûlü’nün sözlerinin, talimatlarının önüne geçirmesin. Başkalarının sözleri, başkalarının talimatları da Allah ve Resûlü’nünkilerden daha yüksek dillendirilmesin, gündeme getirilmesin.         Rabbimizin bu uyarısını alan sahâbei kirâm efendilerimiz gerçekten çok etkilendiler.

 

Meselâ Hz. Ebu Bekir ve Ömer efendilerimiz bu âyetin gelişinden sonra şöyle buyurdular: “Vallahi ey Allah’ın Resûlü, hayatımın sonuna kadar seninle konuşurken ancak fısıltı halinde konuşacağım.” Bu sözü verdiler ve hayatlarının sonuna kadar buna riâyet ettiler. Bizler de öyle olacağız inşallah. Rasûlullah konuşurken susacağız. Resûlullah’ın sözlerini, hadislerini can kulağıyla dinlemeye, anlamaya ve uygulamaya çalışacağız. Resulullah’ın sözlerine alternatif düşünmeyeceğiz. “Allah’ın Resûlü böyle diyor, ama acaba şöyle de yapsak olmaz mı?” demeyeceğiz.

 

“Tamam da, bu devirde şartlar değişti, bunları uygulamak mümkün değil,” demeyeceğiz. O ne demişse mutlak doğru kabul edip teslimiyet göstereceğiz. “Sakın ha kendi aranızda birbirlerinizle konuştuğunuz gibi, birbirlerinizle bağrışıp çağrıştığınız gibi Resulle de bir bağrışma ve çağrışmada bulunmayın ki, bilmez bir haldeyken, haberiniz yokken amelleriniz boşa gidivermesin.” Rasûlullah karşısında yapacağınız bir kabalık ve saygısızlık sizin tüm amellerinizi boşa çıkarıverir. Bu davranışınız küfre kadar varıverir de amellerinizi mahveder. Amellerinizin boşa gitmemesi için sakın ha Resulle konuşurken kendi aranızda konuşuyor gibi konuşmayın. Onu incitmeyin.

 

O Allah’ın sevgilisidir, o nezihtir, o güzel ahlâklıdır. Onu üzerseniz Allah’ı üzmüş olursunuz ki, bu tüm amellerinizi boşa götürebilir. Buhârî’nin rivâyetine göre Rabbimizin bu uyarısı gelince sahâbeden Sabit bin Kays, “bu âyet bana hitap ediyor, ben içinizde en yüksek seslinizim, demek ki ben çok büyük günâh işledim,” diyerek kendisini evine hapsetti. Sonra Allah’ın Resûlü onun yanına giderek, “hayır, burada anlatılan sen değilsin. Sen hayır ile yaşayacak, hayır ile öleceksin,” buyurdu. Bu sahabenin yaptığı gibi, Allah’ın âyetlerini acaba bu âyet beni mi kast ediyor? Acaba burada anlatılan ben miyim? diye dinlemeliyiz. (Besairül  kuran…Ali Küçük)

 

RabbimizAhzab sûresinin 36. âyetine. Mealen  şöyle  buyuruyor: ***Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur…*** Kardeşlerim inanıyoruzki  her  ayet  bir KURAN dır ve  aynı  zamanda  bütün  ayetlerin toplamıda  KURAN dır. Bu  ayetin  izahinda Seyyid  kutubun açıklamalarına  bakalım  inşaallah ifadeler  şöyle:

Elimizdeki güvenilir bilgiye göre bu ayet Cahş kızı Zeynep hakkında inmiştir. Olay şöyle: Peygamberimiz, müslüman toplumun geçmişten devraldığı sınıf farklarını ortadan kaldırarak insanları tarak dişleri gibi eşitleştirmek ve Allah’tan korkma derecesi dışındaki sözde üstünlük derecelerini geçersiz kılmak istiyordu. Oysa o günün toplumunda azad edilmiş köleler, efendiler zümresinden aşağıda bir sınıf sayılıyordu. Peygamberimizin azadlık kölesi ve evlatlığı olan Zeyd b. Harise de bu sınıfın bir üyesi idi. Peygamberimiz bu eski kölesini Haşimoğullarının soylu bir kızı olan Cahş kızı Zeynep ile evlendirmeyi düşündü.

Böylece kendi ile çevresi içinde ve kendi insiyatifi ile sınıf farklılığını geçersiz kılarak toplumda tam bir eşitlik sağlamayı amaçlamıştı. Bu sınıf farklılığı bilinci o kadar köklü ve o kadar katı idi ki, onu ancak Peygamberimizden kaynaklanan bir uygulama ortadan kaldırabilirdi. Müslüman toplum bu uygulamayı örnek olarak kabul edebilecek ve bu sayede tüm insanlık bu yolda yürüyebilecekti. Konuya ilişkin olarak „İbn-i Kesir“ tefsirinde şu satırları okuyoruz: „Allah ve Resulü bir işte hüküm verdiği zaman artık inanmış bir erkeğe ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur“ ayeti hakkında Avfı, Abdullah b. Abbas’a dayanarak şu açıklamayı yapıyor:

Peygamberimiz, bir gün Cahş kızı Zeyneb’i evlatlığı Zeyd b. Harise’ye istemeye gitti. Zeynep „Ben onunla evlenmem“ dedi. Peygamberimiz „Hayır, onunla evleneceksin“ dedi. Bununüzerine Zeynep „Öyleyse bu konuyu düşüneyim“ dedi. Tam onlar bu konuyu konuşurlarkenyüce Allah, Peygamberimize „Allah ve Resulü bir işte hüküm verdikleri zaman…“ diye başlayan ayeti indirdi. Bunun üzerine Zeynep, „Ya Resulallah, sen onunla evlenmemi uygun görüyor musun?“ diye sordu. Peygamberimizin „Evet, uygun görüyorum“ demesi üzerine „Ben Allah’ın Resulüne karşı gelecek değilim, öyleyse onunla evleniyorum“ dedi.“ *

Bu ayetin iniş sebebi ister okuduğumuz belgelerdeki olaylar olsun, isterse Peygamberimizin Zeynep ile evlenmesi olsun, ortaya koyduğu temel kural, müslümanların vicdanlarında, pratik hayatlarında ve zihniyetlerinde derin etkiler meydana getiren, genel ve geniş kapsamlı bir devrim idi. İslam inanç sisteminin bu ilk müslümanların vicdanlarına tam anlamı ile yerleşmişti. Vicdanlar bu ilkeyi özümlemiş, duygular bu ilkenin denetimine girmişti. Bu ilke şöyle özetlenebilir: Müslümanların ne öz varlıkları ve ne de davranışları kendilerine ait değildi. Hem öz varlıkları ve hem de ellerinde olan her şey yüce Allah’a ait idi. O dilediği gibi onları yönetir, kendileri için neyi isterse onu seçerdi. Sonuç konusunda ne lehlerinde ve ne de aleyhlerinde bir rolleri yoktu. Böyle olunca özlerini gerçekten yüce Allah’a adamışlardı. Özlerini tümü ile adamışlardı. Öyle ki, benliklerinden kendilerine hiçbir şey kalmamıştı.

O zaman evren bütünün yapısı ile uyuma girdi. Hareketleri evrenin genel dönüşü ile uyumluluk kazandı. Gezegenler ve yıldızlar nasıl yörüngelerinde dönüyorlarsa onlar da yörüngelerinde döner oldular. Hiçbiri yörüngesinden çıkmaya, evren bütünü ile uyumlu dönüşlerinin temposunu hızlandırmaya ya da yavaşlatmaya kalkışmıyordu.

Öyle olunca yüce Allah’ın „kader“inin sonuçlarına, önlerine getirdiklerine gönülden razı oldular. Çünkü yüce Allah’ın kaderinin her şeyi, herkesi, her olayı ve her durumu yönlendirdiğini Allah’a bir iç-bilinç ile kavradılar. Bunun sonucu alarak yüce Allah’ın kendilerine yönelik kaderini güvenle, huzurla, sevinçle, geniş ufukla bir anlayışla kucakladılar. Gün geçtikçe yüce Allah’ın kaderinin sonuçlarını beklenmedik birer süpriz gibi karşılamaz oldular. Duygusal reaksiyon yerine soğukkanlılığı, acı duyma yerine sabrı koydular.

Her zaman yüce Allah’ın kaderinin. çizdiği yolda yürüdüler. Bu yol kendilerini nereye götürürse götürsün, buna razı idiler, gönülden hoşnut idiler. Kutsal amaçları uğrunda canlarını, emeklerini, mallarını feda ediyorlardı. Ama aceleci olmuyorlar, sıkıntıya kapılmıyorlar, önemli bir iş yapıyormuş duygusunu kalplerine uğratmıyorlar, gururlanmıyorlar, hayal kırıklığına ve hayıflanma hissine yakalanmıyorlardı. Kesinlikle inanıyorlardı ki, yaptıkları her iş yüce Allah’ın yapmalarını planladığı işti, yüce Allah neyi dilerse o olurdu ve her işin, her olayın belirlenmiş bir vadesi, bir vakti vardı.

Onlar yüce Allah’ın „el“ine kayıtsız-şartsız teslim olmuşlardı. Adımlarını bu el attırıyor, hareketlerini bu el yönlendiriyordu. Onlar kendilerini güden bu ele güveniyorlardı. Onun beraberliğinde rahattılar, kaygısız ve endişesizdiler. Kendilerini yumuşak başlılıkla, hiç karşı koymadan ve hiç zorluk çıkarmadan bu „el“in güdümüne vermişlerdi. Bununla birlikte olanca güçleri ile çalışırlar, ellerindeki tüm imkanları kullanırlar, zamanlarını ve emeklerini boşuna harcamazlar, amaçlarına ulaşmak için her çareye, her yola başvururlardı. Sonra yapamayacakları işlere kalkışmazlardı.

Hiçbir zaman „insan“ olduklarını unutmazlar, insan olmaktan kaynaklanan niteliklerini göz ardı etmezler, güçlerinin ve zaaflarının sınırlarını aşarak insanüstü varlıklarmış gibi görünmeye kalkışmazlardı. Sahibi olmadıkları duyguların ve güçlerin sahipleriymiş gibi davranmazlar, yapmadıkları ile övülmek istemezlerdi, sadece yapabildiklerini söylerler, palavra atmazlardı. Bir yandan yüce Allah’ın „kader“ine mutlak anlamda teslim olmuşlarken öbür yandan olanca güçlerini seferber ederek çalışıyorlar ve güçlerinin tükendiği noktada gönül rahatlığı içinde durmasını biliyorlardı.

Bu duyarlı denge o seçkin insanlardan oluşmuş toplumun hayatına damgasını basmış belirgin ayrıcalığı idi.Onları dağların bile taşımaktan çekindikleri bu ağır yükü, yani bu inanç sisteminin yükünü taşımaya ehil kılan faktör işte bu kişiliklerine damgasını basan duyarlı denge idi. Peygamber  efendimizin  sahabesi, İlk müslümanlar bu ön sıradaki islam ilkesini vicdanlarının derinliklerine sindirebildikleri için tarihte okuduğumuz o olağanüstü başarıları kazanmışlardı. Onlar hem „bireysel“ düzeyde hem o günkü insanlık camiasının parçasını oluşturan bir „toplum“ olarak olağan-üstü başarılar göstermişlerdi.

Bu sayede emekleri ve çabaları „bereket“ kazandı. Bu bereketin sonucu olarak çok kısa bir zaman dilimi içinde o kadar bol ve tatlı ürünler elde edebildiler. İlk müslümanlar vicdanları ile evren bütünün hareketleri arasında ve bu ikisi ile yüce Allah’ın evreni yöneten „kader“i arasında uyum sağlayan bu psikolojik „dönüşüm“ hiçbir insanın gerçekleştireme yeceği bir „mucize“ idi. Bu göz kamaştırıcı gerçekleştiren tek güç gökleri, yeryüzünü, uzaydaki gezegenleri, yıldızları yoktan var eden ve bunların hareketleri, dönüşleri arasında yüceliğine özgü bir ahenk kuran Allah’ın iradesi idi…(Fi Zilal…S. Kutub)

Evet  kardeşlerim  buradada  açık  açık görüyoruzki  Allah ve Resulü, herhangi bîr hususta hüküm verdiği zaman mü­min bir erkeğin ve mümin bir kadının işlerinde başka yolu seçme haklan yoktur. Allahın  ve  onun  şanlı  rasulünün  hükümlerine  kayıtsız  şartsız  uyma, itaat  etme  ve teslim  olma  hususunda  Saadet asrı bize  örnek  olmuştur, allah  onlardan  razı  olsun, bizleride  onlarla  bir ve  beraber  eylesin….

Rabbimiz  A’raf sûresi ayet.157.de  mealen  şöyle  buyurmaktadır: *** Yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî Peygamber’e uyanlar (var ya), işte o Peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder, onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir. O Peygamber’e inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nûr’a (Kur’an’a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır…***

 

Bu âyettede  açıkça görüldügü  gibi Allah Rasûlünün de haram ve helal kılabileceği açıkça belirtilmektedir. Burada şu hususu da açıkça ifade etmek  gerekirse, Peygamber Efendimiz (sav) Allah’a rağmen haram ve helal kılmaz. Allah’ın izniyle haram veya helal kılar. Allah (cc) ona bir sınır çizmiştir ve o da bu sınırlar içinde kalarak haram veya helal kılar.
Rabbimiz Haşir sûresi,ayet.7.de mealen  şöyle  buyurmaktadır:*** “…Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın azabı çetindir.”*** Evet, bu âyette yüce Rabbimiz “Peygamber bize neyi emrederse emretsin, neyi yasaklarsa yasaklasın onu almamızı” emrediyor. Görüldüğü gibi bu âyet bize Peygamberin de yasak koyabileceğini açık bir şekilde izah ediyor. Allah Rasûlünün haram helal kılabileceğine dair daha bir çok âyet sıralayabiliriz. Konuyu daha fazla uzatmadan biraz da hadislere bakmak istiyoruz.

 

Allah Rasûlü de bazı hadislerinde kendisinin de haram veya helal koyabileceğini vurgulamıştır. Nitekim bir hadisinde mealen şöyle buyurmuştur: ** Haberiniz olsun “ bana Kitap (Kur’an) ve onun kadar başkası (Sünnet) verilmiştir. Haberiniz olsun, koltuğuna kurulmuş karnı tok birilerinin şöyle diyeceği gün yakındır : Size Kur’an yeter, helal nevinden onda ne varsa onları helal bilin, haram nevinden onda ne varsa onları da haram kabul edin…Böyle diyenden sakının. Ehl-i Eşek eti size helal değildir, vahşi hayvanlardan da parçalayıcı dişleri olanların eti haramdır.“ (Prof. İ. Canan, Kütüb-i Sitte, c/16, sh:359)

 

Görüldüğü gibi bizzat Allah Rasûlü (S.A.V.) “Size Kur’an yeter, helal nevinden onda ne varsa onları helal bilin, haram nevinden onda ne varsa onları da haram kabul edin.“ Diyecek olanlardan sakınmamız gerektiğini belirtmektedir. Daha sonra da: “Ehl-i Eşek eti size helal değildir, vahşi hayvanlardan da parçalayıcı dişleri olanların eti haramdır.” Buyurarak haram koyuyor. Peygamber haram veya helal koyamaz diyenler, ehli eşek eti ile vahşi hayvanlardan parçalayıcı dişleri olanların etinin haram olduğuna dair ‚’ ben  sadece kuran  ayetlerine  bakarım ‚’  diyenlerin  tutar  bir  tarafı varmı ? tabiiki  olamaz…

 

Ayrıca, Köpek etinin,ayı etinin haram olduğuna dair Kur’an’da bir âyet var mıdır? Halbuki bunları bize haram kılan Allah Rasûlüdür. Aslında bize göre Allah Rasûlünün helal veya haram kıldığı her şey Kur’an’da da mevcuttur, yeterki okuyup,anlayıp  kavranabilsin örneginyukarıda  geçtigi  şekliyle Ahzab sûresinin 36. Âyet  meali:“…Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın azabı çetindir.” Âyetini  tefsirleriyle  beraber  iyi  mütalaa  etmek yeterli  olacakktır  inşaallah…
Bir başka hadiste ise Allah Rasûlü (s.a.v.) mealen  şöyle  buyuruyor:** Gözünüzü açın! Kendisine benden bir hadis ulaşacak ve süslü koltuğu üzerinde yaslanarak oturmuş birisi şöyle diyecek : „Bizimle sizin aranızda Allah’ın Kitab’ı vardır. İşte, bunda neyi helal bulursak onu helal sayarız, bunda neyi de haram bulursak onu haram sayarız“ Halbuki şüphe yok Allah Resulü’nün haram kıldığı şey, Allah’ın haram kıldığı şey gibidir… **
Hadisin son cümlesinde ne deniyor? “Allah Resulü’nün haram kıldığı şey, Allah’ın haram kıldığı şey gibidir.” Deniyor. Görüldüğü gibi “Allah Rasûlünün haram kıldığı şey” deniyor. Demekki Allah Rasûlü (s.a.v.) de haram veya helal kıldıgını  buradada  açık  açık görebiliyoruz…Diğer bir hadiste şudur: Allah Rasûlü buyurdu ki: „Ey Allahım! İbrahim Mekke’yi haram kıldığı gibi, ben de (Medine’yi) iki dağı arasıyla haram kılıyorum. Allahım, (Medine halkını) müdd ve sa’larınla mübarek kıl“ (Buhari, Fezailu’l-Medine 6; Müslim, Hacc 462, (1365). Bu hadisten de anlıyoruz ki, İbrâhim aleyhisselam Mekke’yi, Allah Rasûlü (s.a.v) de Medine’yi haram kılıyor.

 

Abdullah İbni Mes’ud (r.a.) birgün: „Döğme yapan ve yaptıranlara; yüzlerindeki kılları yolan ve yolduran kadınlara; güzellik için dişlerini incelten veya seyrekleştiren kadınlara; kaşlarını inceltenlere, böylece Allah’ın yarattığı şekli değiştirmeye çalışanlara, Yüce Allah lanet etmiştir“ dedi. Bu söz, Esed Oğulları Kabîlesinden Ümmü Yâkub adındaki kadın tarafından  duyulunca, hemen İbni Mes’ud’un yanına geldi. Ümmü Yâkub, Kur’an okumasını bilen bir kadındı.

 

„Bana, senden duyulan söz nedir? Sen, döğme yapanlara ve yaptıranlara, yüzünden kıl yolduranlara, güzellik için dişlerini inceltenlere, Allah’ın yarattığı şekli değiştirmeye çalışanlara lanet okumuşsun!“ dedi. Abdullah da:“Peygamber Aleyhisselâm’ın lanet ettiklerine ben neden lanet etmiyeyim. Hem de bu Allah’ın kitabında vardır“ cevabını verdi.

Bunun üzerine kadın: „Yemin ederim ki ben, Kur’an-ı Kerim’in iki kapağı arasındakileri (yâni tamamını) okudum, fakat senin söylediğini bulamadım“ dedi. Abdullah: „Eğer gerçekten okusaydın, mutlaka bulurdun! Yüce Allah: „Size Peygamber ne getirdi ise, onu alınız! Sizi neden sakındırdı ise, ondan da hemen vazgeçiniz!“ buyurmuştur, dedi. Bunu duyan kadın: „Ben şimdi senin hanımının üzerinde bunlardan bazı şeyler görüyorum“ dedi. Abdullah: „Öyle ise git de bak!“ dedi. Kadın hemen Abdullah’ın hanımının yanına girdi, fakat birşey göremedi. Abdullah’ın yanına gelerek: „Bir şey göremedim“ dedi.

 

Abdullah: „Bana bak, eğer senin dediğin gibi olsaydı, biz onunla düşüp, kalkmaz, birarada olmazdık“ diye karşılık verdi.“ (Müslim libâs H. 120; E. Davud Ubâs H. 4168-70 (4/77-78); Nesâî Zînet 26 (8/l48):Tirmizî Edeb H. 2782 (5/104): Buhârî Ubas 7/63-64; Buhârî tefsir 6/58; I. Mâce Nikah H. 1989.)
Dikkat edilirse Abdullah ibni Mes’ud (r.a.): „Döğme yapan ve yaptıranlara; yüzlerindeki kılları yolan ve yolduran kadınlara; güzellik için dişlerini incelten veya seyrekleştiren kadınlara; kaşlarını inceltenlere, böylece Allah’ın yarattığı şekli değiştirmeye çalışanlara, Yüce Allah lanet etmiştir“ diyor.

 

Halbuki bu söz Kur’an’da açıkça zikredilmemektedir. Bu söz Allah Rasûlü (s.a.v.)’in sözüdür. Ayrıca Abdullah ibni Mes’ud (r.a.) bu sözün Kur’an’da da mevcud olduğunu söylüyor ve ona Haşir sûresinin yedinci âyetini okuyor. Haşir sûresi yedinci âyetini duyan kadın da hemen teslim oluyor. Fakat îmânı bozuk, zihni ve fikri bozuk, anlayışı  ve  izanı  bozuk, sokak  ve  çevre  kültürüyle yetişmiş yaşadıgı  hayatı  DİN  zanneden, Allahın dinine  uymak  yerine Allahın  dinini  kendi  yaşantı  ve  tarzlarına uydurmaya  çalışanlara ne kadar delil sunulursa  sunulsun ne yazıkki  kabul etmiyorlar.

 

Çünkü onların amacı delil aramak ve eğer delil bulurlarsa ona teslim olmak değildir. Onların amacı İslâma, sünnete ve Kur’ana şüphe sokmak ve böylece dini tahrif etmektir. Kendini islam  alimi  yerine  koyan  ve  sosyete  alimlerine  uyan  kişiler ne  yazıkki, beslendikleri şer odaklarının istek ve arzularını yerine getirmek için olanca güçleriyle çaba sarfediyorlar. Burada Allah (celle celâlüh)’ün kitabına ve Hz. Peygamberin sünnetine hakkıyla sarılmak isteyen kardeşlerimize bazı tavsiyelerimiz olacaktır  inşaallah.

 

Sahabeler, Tabiîn ve Tebei Tâbiîn âlimleri (ki müctehid imamlar devridir) Kur’an’a ve sünnete nasıl bakmışlarsa o şekilde bakmak ve teslim olmak gerekir inancını  taşıyoruz. Zîrâ Allah Rasûlü (s.a.v.) bize bu üç nesli örnek almamız gerektiğini tavsiye etmektedir. Nitekim Abdullah b. Mes’ud (r.a.)ın rivâyet ettiği bir hadiste Resulullah (sav)‘ şöyle buyurmuştur: **İnsanların en hayırlısı benim çağımda bulunanlardır. Sonra onlardan sonra gelenler. Sonra da onlardan sonra gelenlerdir…” (Buharıi)**

 

Müminlerin  annesi Hz. Aişe diyor ki:“Bir adam, Resulullah’dan, „insanların hangisi daha hayırlıdır?“ diye sordu. Resulullah (sav), „Benim içinde bulunduğum çağda olanlar. Sonra ikincisinde, sonra da üçüncüsünde olanlardır“ diye cevap verdi. (Müslim) Cabir b. Semure diyor ki: Ömer b. Hattab, Cabiye’de bize hutbe okudu ve dedi ki: Benim burada ayağa kalkıp konuştuğum gibi, Resulullah (sav) da ayağa kalkıp bize konuşmuştu ve buyurmuştu ki: „Sahabelerim hususunda benim hukukumu gözetin. Sonra onlardan sonra gelenler hususunda, sonra da onlardan sonra gelenler hususunda.” (ÎbnMace) „Ümmetimin en hayırlısı, benim Peygamber olarak gönderildiğim çağda olanlardır. Sonra onlardan sonra gelenlerdir…” (Müslim, Kit. Fedail,)

 

Numan b. Beşir de Resulullah (sav)’ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:“Bu ümmetin en hayırlısı, benim Peygamber olarak gönderildiğim çağda olanlardır. Sonra onlardan sonra gelenler, sonra onlardan sonra gelenler, sonra onlardan sonrakilerden sonra gelenlerdir…” (Müsned, İmanı Ahmed..) Görüldüğü gibi, İmran b. Husayn, Abdullah b. Mes’ud, Hz. Aişe, Hz. Ömer, Ebu Hureyre, ve Numan b. Beşir’den rivayet edilen bu hadis-i şerif, kuşak olarak sahabelerin üstünlüğünü belirtmektedir. Bunların da diğer insanlara eşitliğini söylemek isabetli değildir.

 

İşte sahabelerin adil kabul edilmelerinin dayanaklarından biri de bu hadis-i şeriftir. Bir mes’elede bu üç nesil bir şey demişse onlara uymak ve onları örnek almak en isabetli yoldur. Allah Rasûlü’nden bin dörtyüz sene sonra gelmiş, Rasûlün hakkını gözetmeyen, Sahabelere ve selef ulemasına Allah Rasûlü (s.a.v.)in verdiği değeri vermeyen, tam aksine bunlara hakaret eden zındıklara itibar edilirse sapıklığa düşülmüş demektir. Kökü dışarda olan, Şiâ’dan beslenen, Hristiyanların, Yahudilierin, masonların ve sair din  düşmanlarının gözüne girmek için onların oyuncağı olan, küfür sistemlerinin değirmenine su taşıyan adları âlim ama belam  zihniyetli, esasında zâlim olanlardan uzak durulmalıdır. Konumuzu  bir  hadis  meali  ile  baglayalım  inşaallah:

 

Süneni  Darimi’de  geçen  bir hadiste Peygamber  efendimiz (sav)   mealen  şöyle  buyuruyor: ** Şunu  kat’i  olarak  bilinizki, bana Kuranı kerim ve onun bir  misli  daha  verilmiştir. Yakında  bazı  kimseler çıkacak karnı  tok  bir  halde, rahat  koltugunda  oturarak: Şu  Kurana  sarılınız, onda helal olarak  ne  görürseniz onu  helal  kabul  ediniz, neyide  haram görürseniz onu  haram biliniz diyeceklerdir…** Kendini alim  yerine  koyan ve Peygamber efendimizin  açık bir mucizesi  yoktur  diyenler bin  dört yüz  küsur  sene  önceden söylenmiş bu ifadeler kör  ve  sagır olan cühela  takımıdır  diyoruz…

 

İmam  Şafii(Rh.a) diyorki: * Peygamberimizin  DİN  hususunda  verdigi her hüküm, kuranda  yer  alan  ahkamın tefsiri hükmündedir…** Sonuç  olarak diyoruzki: Bütün İslam  alimlerine  göre Cebrail aleyhiselam Peygamber  efendimize (sav) Kuran  vahyi  dışında da gelerek ibadetlerin  nasıl  yapılacagı konusunda ona  bilgi vermiştir. Örnegin abdestin  nasıl  alınacagı, namazın  kılınması, namaz  vakitleri, haccda  nasıl  telbiyede bulunulacagı gibi konuları Peygamber  efendimize  tebliğ  etmiştir.

 

Peygamber  efendimizin (sav) Kuranı  kerimde hakkında  nass bulunmayan  bazı  konularda, Farz, haram ve  sünneti  hüda gibi bütün  müminleri  baglayıcı hükümleri  tebliğ  ettigi  malümdur…Mesela başta  ehlileşmiş eşegin  eti olmak  üzere, azı  dişli yırtıcı  hayvanların ve  pençeli  kuşların etlerinin  yenilmesini haram  kılması, Erkeklere  altın  takmanın ve  ipek  giymenin haram  edilmesi, bir  kadının  teyze veya  halası  ile  aynı  ergin  nikahında birleştirilmesinin  haram  oluşu gibi… Bütün  bu  haramların, sünnet ile sabit  oldugu  konusunda bütün  islam  alimleri  ittifak  etmişlerdir…

(Misak.Sayı.287.sayfa.30.)

 

Allahım  Bizleri Sıratı  müstakimden  ayırma. Bizleri Kuran  ve  sünneti  seniyyenin  nurundan azami  derecede faydalananlardan  eyle. Bizleri  dini  islamı  anlayan, kavrayan ve  yaşayanlardan  eyle. Bizleri  Kuran  ve  sünneti  seniyyeye  sımsıkı  tutunanlardan  eyle. Bizleri kendi  nefsine  uyanlardan  nefsine  kul  köle  olanlardan eyleme. Allahım Ancak sana kulluk ederiz ve yalnız senden medet umarız. Bize doğru yolu göster.Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yolunu; gazaba uğramışların ve sapmışların yolundan  bizleri uzak  eyle  Allahım…Amin…Amin…Amin…

 

Sermedkadir…LU…17.12.2014.

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht.