Teokrasi Üzerine Notlar

Rabbimiz Kehf suresi ayet.28.de mealen şöyle buyurmaktadır: *** Sabah akşam Rablerine, O’nun rızasını dileyerek dua edenlerle birlikte candan sebat et. Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme. Kalbini bizi anmaktan gafil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme…***

En genel şekilde, din adamları sınıfı ta¬rafından dinsel kurallarla yönetilen toplum¬ların yönetim biçimi olarak tanımlanabilen teokrasi kavramı birbirinden farklı anlam¬lara gelmektedir. The“os (ilâh-Tanrı) ve Kratos (kuvvet-güç) kelimelerinden oluşan teokrasi kavramı, tanrı kuvvetiyle idare edilen devlet anlamını vermektedir. Yöne¬timin dine bağlı olduğu toplumlara teokra¬tik toplum, devlete teokratik devlet ve siyasî idarî sisteme de teokrasi denmekte¬dir. Teokrasi ile kavramlaştırılan dine bağlı siyasî idarî sistemlerde din, toplumsal siste¬mi belirleyen tek kuvvet olup siyasî iktidar din adamlarının elinde ve tekelindedir.

Toplumda bütün düzenlemeler din tarafın¬dan yapılmakta ve idarî kadrolar din adam¬larınca kullanılmaktadır. Toplumsal ilişki¬leri ve örgütlenmeyi düzenleyen bütün hu¬kuk normları, dine dayandırılmış olup dinin dışında hiçbir şey hukuka kaynaklık ede¬memektedir. Devletin siyasî ve idarî ku¬rumlar ile hukuk yapısı dinden ayrılmış bu¬lunmamaktadır. İnsanlık tarihinin en eski toplumları bi¬rer teokrasidirler. Eski teokratik toplumlar¬da siyasî iktidarın başında bulunan siyasî şef, aynı zamanda bir üstün din adamı idi. dinsel liderlikle siyasî liderlik bir kişinin şahsında birleşmişti. Hatta, eski Mısır yö¬neticileri olan Firavunlarda görüldüğü gibi, siyasî lider bir Tanrı (Theos) olarak kabul edilmiştir.

Afrika’nın klan ilk toplumlarında topluluğun şefi olan kişi, siyasî iktidarı şah¬sında topladığı gibi geleneksel dinin en üs¬tün temsilcisi ve Tanrısal nitelikleri haiz karizmatik bir lider olarak kabul edilmiştir. Bolluk, kıtlık, yağmur ve benzeri tabiat olaylarının düzenleyicisi olarak görülen bu şef, bir tür „Tanrı“ olarak algılanmıştır. Kendini Tanrı (theos) yerine koyan, ken¬disine tabiatüstü kuvvetlerin izafe edildiği siyasal liderlerin toplumları yönetmelerine de teokrasi denmiştir. Eski Firavunlar, Ja¬pon kralları, çağdaş bazı liderler tabiatüstü kabul edilen ve bu nitelikleriyle loplumları yöneten kişilerdir. Bir bakıma tanrı yerine konmuş olduklarından bunların yönetimle¬ri bir tür teokrasi olarak değerlendirilebilir.

Diğer yandan bazı liderlere tabiatüstü bir kuvvet izafe edilmemekle beraber tabiatüs¬tü kuvvet tarafından toplumu yönetmek için görevli olduğu iddiası öne sürülür ve bu kişi tarafından toplum keyfî şekilde yonetilirse, bu durumda da teokrasi söz konusu olur. Aslında, bütünüyle Tanrı gücü île idare edilen, dünyevî güçlerin hiçbir etkisinin bu¬lunmadığı toplumlar yoktur.
Teokrasiler¬de, siyasî ve idarî liderler, dini, daha çok meşrulaştırıcı bir yapı olarak kullanmakta ve kendi düzenlemelerini dinî motiflerle su¬narak otorite sağlamaktadırlar. Kendini bir teo (Tanrı) olarak topluma kabul ettiren firavunların teokratik yöne¬timlerini bir tarafa bırakırsak teokrasilerin Batı Hıristiyan toplumlarında ortaya çıktığı görülür. (S.B.A)

En eski çağlardan beri insan toplumları kadar onların siyasî ve kazaî otoriteleri de din ile sürekli ve yakın ilişki içinde bulunmuştur. Bugün dahil, çağlar boyunca, dinin, en azından müessir yani etkili bulunmadığı veya herhangi bir tarzda müdahil olmadığı bir toplum ve devlet realitesi söz konusu olmamıştır. Devlet hayatı, hak dine sahip olanlar kadar, müşrik ve putperest toplumlarda da, o toplumlarda geçerli olan dinden etkilenmiştir. Bu vakıa genel anlamda tarihin ve sosyolojinin konusunu teşkil eder. Teokrasi kavramında ise, doğrudan ve dolaylı etkilerin ötesinde dinin devlet üzerinde radikal hakimiyeti söz konusu olmaktadır. Bu anlamda teokrasi kavramı, Yahudilik, Hristiyanlık ve nihayet Müslümanlık için değerlendirilen bir rejim meselesi olarak algılanmıştır.

Avrupa ortaçağının siyasî tarihi, Katolik kilisesinin devleti olan Vatikan’ın ve bu devletin başkanı olan papaların evrensel otorite tesis etme yolundaki gayretleriyle buna direnen kralların mücadelelerini konu edinen bir seyir izlemiştir. Bu noktada şu husus özellikle kaydedilmelidir: Kilise doktrini anlamında Hristiyanlık, „ruhbaniyet“ esasını öngördüğünden, Hristiyan dünyasında teokrasi, bir yerde ruhban sınıfının (pratikte kilise örgütünün) siyasî hakimiyeti anlamına geliyordu.

Dördüncü yüzyılda Roma împaratorluğunda yayılma imkânı bulan Hıristiyanlık, kısa zaman içinde Avrupa’da güçlü bir din haline geldi ve giderek taraftarları çoğaldı. Kilise, dinsel alanın yanısıra siyasal ve idari alanda da giderek fonksiyonlarını artırdı ve Roma İmparatorluğundan sonra Frankların Mero-venjler döneminde (481-751) Kilise’deki görevlilere yani din adamlarına yönetimde yer verildi. Karolenjler döneminde (754-978) ise Kilise’nin siyasal etkisi iyice arttı, kral¬ların iktidar olmalarında Papa etkin rol oynamaya başladı. Charmagne zamanında (742-814) Kilise’nin başı olan Papa Kral se¬viyesine yükseltildi ve siyasal sistem gide¬rek dinin etkisine girdi.

Feodal çağda, güçlü imparatorlukların dağılarak çok sayıda prensliklerin ortaya çıkması dinin bu devletlerdeki etkisini artırmada olumlu işlev gördü. Kilise yönetimlere hâkim olarak bü¬tün siyasal ve idari kadroları ele geçirdi; böylece Avrupa’da Kilise devletleri doğdu. Kilise’de görevli din adamları yani ruhban sınıfı tarafından din kurallarına göre yönetilen bu devletler teokratik sistemlerin başlıca örneklerini teşkil ettiler. Bu çağda Kilise yani Ruhban sınıfı tarafından savunulan „doğrudan iktidar teorisi“, dinin siyasal idari sisteme hakim olmasını dile getire¬rek teokrasinin teorik temellerini oluştur¬maya çalıştı.

Ortaçağ’da Kilise’nin gücüne ve siyasal alandaki etkisine karşı ciddi muhalefet ha¬reketleri gelişti. Kilise’nin kendini yenile¬mek zorunda kalmasıyla gelişen reform ha¬reketleri Kilise’nin birliğini ve gücünü sar¬sarken yönetimde giderek etken olmaya ça¬lışan yeni toplumsal sınıflar ortaya çıktı. Burjuva sınıfının büyük bir başarısı olan Fransız ihtilali (1789) ile Avrupa’da teokra¬tik yönetimler iyice geriledi ve Batıda Kilisenin tamamen devletin dışına bırakıldığı laik yönetimler kuruldu. Bir anlamda hukuk felsefesi ve kamu hukuku teorisi mahiyetinde tezahür eden teokrasi teorileri, özellikle devlet iktidarının menşei ve sahibi konusundaki görüşler, Hristiyan Ortaçağına ait birer teori hüviyetinde olduklarından, bunların bugün için ancak tarihî bir mana ifade ettikleri doğrudur. Yahudi ve Hristiyan dünyalarında din ile devlet arasındaki nazarî ve tatbikî ilişkileri tarihî boyutu ve aktüel ve çağdaş yapısı içinde bütün genişliği ve derinliği ile ele alıp incelemek muhakkak ki, ilgi çekici akademik bir konu teşkil eder. Ancak, bu konunun mahiyetini ve İslâm ile olan alâkasını değerlendirmemiz için vazgeçilmez gereklilik taşımamaktadır. İslâm dünyasında Batıdakine benzer te¬okratik yönetimler kurulmamakla birlikte, İslâm dini kurallarına göre örgütlenen siya¬sal sistemler yaşama imkânı buldular. İslamî yönetimlerin Batıdakilere benzeme¬mesi, öncelikle İslâm dininin kendine özgü yapı¬sından ve kuruluşundaki özelliklerden kay¬naklanmıştır. Hz. Peygamber (s.) dönemi tipik bir teokrasi olarak kabul edilebilse de, Batı teokrasilerinden oldukça farklı özel¬likler göstermektedir. Hz. Peygamber’den sonra ise İslâm yönetimleri, hiç bir şekilde bir din adamları sınıfının egemen olduğu si¬yasal yapılar değildir. Sadece toplumun Kur’ân’ın ortaya koyduğu kurallara göre dü¬zenlendiği bir hukuk devleti olarak ortaya çıkmışlardır.

İslâmın devlet anlayışını teokratik olarak niteleyenler daha çok onun muarızlarıdır, karşısında olanlardır. Bununla beraber, konuya temas eden Müslüman ilim ve tefekkür erbabının da, bu tabiri, İslâm’ın devlet anlayışını ve uygulamalarını tavsif etme bakımından kullanmakta bir mahzur görmedikleri anlaşılmaktadır. Toplumun yönetimine ilişkin bütün konularda ve devlet fonksiyonlarının tamamında dinin ihata edici bir kapsam ile ve radikal olarak, tam anlamıyla hakim durumda bulunuşu teokrasi kavramıyla ifade ediliyor ise, İslâm’ın bu anlamda teokratik bir anlayışı temsil ettiği doğrudur.

Şu var ki, İslâm dini, kilise doktrini anlamındaki Hristiyanlıktan farklı bir şey olduğu gibi; onun öngördüğü teokratik yapı da herhalde Hristiyan Ortaçağının teokrasilerinden, hem anlayış ve felsefe, hem de uygulama modeli yönünden başka bir şeydir. Ortaçağ Hristiyan teokrasisinin karşısında yeralan Sezaro-papizm yani Sezarın hakkı sezara,tanrının hakkı tanrıya kavramının bugün için hiç bir anlam taşımadığı ortadadır. Bu yüzden, bugün için İslâm’ın, devlet konusunda el’an uygulamada geçerli hangi fiili ve teorik vakıanın karşısında yer aldığını ve neye alternatif teşkil ettiğini tesbite çalışmamız gerekmektedir.

Bugün dünyada, sadece prensip itibariyle, yani ancak çok nazarî planda kalan, felsefi temelleri bakımından teokratik sayılabilecek az sayıda istisnaî örneğinin dışında, devlet ve toplum düzeni fiilen sekülarize olmuş; din gitgide daralan ve etkisi sınırlanan bir kategori olarak arka plana itilmiştir. Prensipte lâiklikten söz edilmese bile, toplumlar ve devletler fiilen din dışı bir anlayışın hakimiyeti altında yönetilmektedirler. Bu vakıanın tarihî sebeplerini incelemek burada konumuzu oluşturmuyor. Ancak bu konuda özellikle şu kaydedilmek gerekir ki, bu günkü Batı medeniyetinin gelişme süreci içinde kilise Hristiyanlığının yapısından kaynaklanan tereddütler, bilim ve düşüncenin kilise disiplini içinde kendisine bir mecra ve mahreç bulamayışı önemli bir rol oynamıştır.

Çeşitli Hristiyan kiliselerinin teolojik gelenekleri arasında sürüp gelen ihtilâfların halledilememiş olması bir yana, genel olarak Hristiyan teolojisinde Cenâbı Hakk’ın tevhidi ve sıfatları konularında açık, net ve tatmin edici noktadan uzak kalınışı, iman düzeyinde ilâhî gerçeğin sahih bir bütünlükle kavranılmasını engellemiş; en azından görüş ufkunu belirsizliklerle doldurmuştur. Bu süreç içinde lâik ferdiyetçi ve liberal felsefe gitgide kuvvetlenmiş; insan benliğini merkez kabul eden, insanın nefis yönünü, nefsaniyetini ve ihtiraslarını reel beşeri veri olarak hukuk ve düzenin temeli yapan bir anlayış hükümran olmuştur.

İnsanın kul olduğu ve ilâhî bir realite ile kuşatılmış bulunduğu adeta unutulmuştur. Bilim ve teknolojide meydana gelen süratli ve yoğun başarılar da etkisini göstermiştir. İnsan iradesine ve rızasına dayanan veya irca edilebilen her sonuç meşru ve geçerli sayılmıştır. işte çağdaş dünyada muteber olan insan hakları teorisi ve demokrasi prensibinin orijininde, insan nefsini odak noktası kabul eden, benliği ve onun ihtiraslarını eleştirmeyen ve Batı’da „ferdiyetçilik“ ve „liberalizm“ gibi kavramlarda ifadesini bulan bu anlayış yer almaktadır. Ekonomide de aynı anlayışın izlerini taşıyan bir çizgi takip edilmiştir.

Tarihi sürecin ortaya çıkardığı bu gerçegin günümüzdeki alternatifi, Ortaçağ Hristiyan teokrasisinin yeniden tekrarlanması olamaz. O, esasen çoktan geçerlilik Şartlarını kaybetmiş ve her bakımdan aşılmış bir merhaleyi temsil etmektedir. Bu bakımdan, gerçek ve tek alternatif Hak Dini, yani teokrasinin İslâmi karşılığıdır. İslâm, tevhid esasına dayanan, şirkin her türünü ve şirke varan her türlü sapmayı red eden ve Cenâb-ı Hakk’ı noksanlık ifade eden her türlü sıfatlandırmalardan son derece tenzih etmek esası üzerine kurulan bir dindir.

Onda, iman yönünden Rabbül âlemîn’in alemler, kainat üzerindeki mutlak kudretini ve tasarrufunu kayıtlayacak veya kısıtlayacak en ufak bir telâkkîye, düşünce biçimine yer yoktur. Mahlûkatı üzerinde Cenâb-ı Hakk’ın mutlak hükümranlığını selbedecek her hangi bir kuvvet ve prensip tasavvur olunamaz. O’nun meşiyyetinin, irade ve kudretinin teallûku olmayan, ilgisiz ve kayıtsız kaldığı bir saha tasavvuru da mümkün değildir. Bu gerçeğin bir sonucu olmak bakımından İslâm dini için, kainatta „lâik olan“ ve „lâik olmayan” yahut da „din“ ve „din dışı“ gibi bir ayırım yapılması anlamsız ve geçersizdir.

Ne doğada ve ne de toplum hayatında böyle bir tasnif yapılmasını hakir gösterecek hiç bir delil yoktur. Mantık ve ilmi düşünce de bunun aksini doğrulamakta, tevhidi göstermekte ve Allah’ın kanununun her şeyde, her yerde ve her zaman geçerli oluşunun bir istisnası bulunmadığını teyid etmektedir. İnsanın ferdî ve sosyal hayatı da bu evrensel kanunun kapsamı içinde yer alır. Kendisini yaratan Rabb’inin rızasını kazanmak ve O’nun rahmetine mazhar olarak cennetine kavuşmak insanoğlunun varlık gayesidir. Yaratıcısı tarafından insan buna davet edilmiş ve bunu kazanmak üzere dünyaya gönderilmiştir. Rabbine ibadet ederek yaratılışının hikmetini gerçekleşmesi ve kendisi için fıtri olan bu yolda varlığının nefsanî tarafını aşan melekelerini geliştirmesi gerekmektedir.

Başlangıçta misak ile Rabb’ine verdiği sözü (ahdi) yerine getirmesi ve yüklendiği emanetin hakkını vermesi ancak böyle mümkün olabilir. Rabb’ini tanımak, insanoğlunun „ben“ şuuruna vardığı anda kendisine varoluş bilgisi olarak maledilmiştir. Bunun şuurda canlandırılması için Rabb’i ona bir rahmet eseri olarak resullerini göndermiş; vahyini indirerek hidayet etmiş; onu karanlıklardan nûra çıkarmıştır. İnanan insan Rabbi ile olan misakını O’nun resulune biat ederek bir defa daha teyid etmiş ve böylece ahdini bir nevi sadakat yemini ile de tekid etmiş kuvvetlendirmiştir. Bu suretle o, üzerindeki emaneti Rabb’inin hidayetine tabi olarak gerçekleştirmeyi kendi rıza ve inkıyadı,itaati,teslimiyeti ile severek yüklenmiş bulunmaktadır. Bu tavır Rabbinin mutlak hükümranlığını bizzat yaşamayı ve yaşatmayı ifade eden bir mükellefiyeti temsil etmektedir. O’nun yeryüzünde halifesidir.

Bir nevi vekili veya naibi durumundadır. Kendi adına değil, Allah adına hüküm verir. Kararlarında nefsinin arzularına değil Rabb’inin hidayetine tabidir. Rehberi, kılavuzu vahiy yoluyla kendisine ulaştırılmış olan hikmettir, ilâhî nûrdur. Bütün kuvvetlerini ve inisiyatifini bu yolda kullanarak Rabb’inin iradesi ve rızası ile bütünleşmeye gayret eder. İnanan insanlar ve onların ümmeti için Allah’a olan, iman her şeyin başında ve merkezinde yer alır. Hukukun, devletin ve düzenin temeli bu esasa dayanır.

Sekülarize olmuş çağdaş toplumlarda ise, Tanrı unutulmuş veya bir kenara itilmiş; O’nun yerine tebcil edilen beşerî akıl ve insan nefsaniyeti oturtulmuştur. Kuralların, kararların ve yargıların oluşumunda vahyin doğrudan ve tek hükümran olarak kaynak tutulması, resullerin insanlığa ulaştırdığı ilâhî mesajın izlenmesi yerine, insanların iradeleri ile hür olarak meydana getirildiğine inanılan ve „demokratik“ oluşu tek değer ölçüsü olarak gözetilen beşerî tercihler esas tutulmuştur. Evrensel değerler ve kriterler kaybolmakta; ırkçı, bölgeci ve kısa vadeli çıkar eğilimleri ağır basmaktadır. İnsanın ahireti gözeten perspektiften yoksun bırakılışı sonucu manevî kültür boyutu kaybolmuştur.

Modern dünya, benimsemiş göründüğü insan hakları teorisi içerisinde din hürriyetine de yer vermiştir. Ancak bu hürriyet, bugün yaygın olan anlayış tarzıyla, dine gerçek anlamını veren ve bütün boyutlarıyla temsil eden İslâm için bir anlam ve yeterlik ifade etmekten uzaktır. Çünkü İslâm’da din kavramı özel ve sınırlı bir bilinç ve davranış kategorisini değil, insanın ferdî ve toplumsal en kapsamlı ve en bütünleyici disiplinini ifade eder. Hukuk, düzen, devlet ve her türlü yargı bu çerçeve içinde kalır. Bugünün yaygın anlayışına göre ise, din hürriyeti bu genişlikte talep ve ihtiyaçlara mahreç olmaktan uzaktır.

Belki sekülarize olmuş laik ve demokratik toplumlarda görülen sınırlanmış din vakıası için toleransı ifade etmekten ibaret kalır. Toplumsal ve hukukî boyutu çok kısıtlı bir takım dinî hassasiyetler ve âdetler için hoşgörü anlamında bir „tanıma“dan ibarettir. Din, sanki zihinsel vetire ile ilgili bireysel bir fantaziymiş gibi algılanmakta, toplumsal yönü ancak mabed ile ilgili sınırlı âdetlere hasredilmektedir. Bu anlayış pratikte belki, günümüzün gayrimüslim toplumlarına ve sekülarize olma yolundaki bazı İslâm ülkelerinin avamında müşahede edilen dinî ilgilerin zayıflamış seviyesine elverişli olabilir.

Ancak, meselenin mahiyeti itibariyle, din gibi insanoğlunun en bütünleyici, en yüksek kurumunun haiz olması gereken tutarlı kapsamlılığın ve bunun mantığının böyle bir anlayışla prensipte bağdaşması tasavvur olunamaz. Mantıken din hürriyeti din kavramına giren her konuda, o, dinin saliki için hukukî serbestliği ifade etmek gerekir. Mümin, inandığı dini bütünüyle yaşamak hak ve imkânını tam olarak bulabildiği takdirde; ancak o zaman, din hürriyetine sahip bulunuyor demektir. Bazı dinî hakları tanıyıp, diğer bazı dinî icablar için yasaklar öngören bir düzende din hürriyeti değil, belki bazı dinî konularda tolerans söz konusudur. Bunun ise hakkıyla iman edenleri tatmin etmesi; hele de İslâm gibi dine en geniş kapsamı ile gerçek kavramını veren hak din için yeterli bulunması söz konusu değildir. Şu bir gerçek ki, inanan insan, dininin gerekleri olan anlayış ve düzen bir bütün olarak yaşama imkânından mahrum bulunuyor demektir. Din hürriyetinin tam olması için, toplumun o dine göre yönetilmesi, başka ifadeyle dine ait kuralların o toplumda hukuki değer taşıması gerekir. Resmen ve kanunen dışlanmış olan dini esasların hukuken yürürlük ve şansı ve geçerliliği olamayacağı tabiidir. Tarif icabı burada söz konusu olan hürriyet hukukun sahası içinde olanıdır. Bunun ötesi zaten konu dışıdır. Şöyle ifade edebiliriz: Din hürriyeti, insan haklarının en mukaddes ve incelikli kavramlarından biri olarak, belirli bir dinin hukuken bütün orijinal hüviyetiyle, bölünmeden tanınmasını; toplum için hukuki geçerlilik kazanmasını ve bu yolla, onun saliki olan insanların dinlerini bir bütun olarak hukuki teminat altında yasama hak ve imkânına kavuşmalarını ifade eder. Açıkçası, bu, toplumun ve devletin resmen tanınan din için teokratik bir yapılanma içinde bulunması demektir ve dinin teokrasisi hakimiyeti kurulmadıkça, o dinin baglıları için din hürriyetinin söz konusu olamayacağı anlamına gelir. Bunun bir başka yolu yoktur.

Yani, din hürriyetinin gerçekleşmesi, tamamen sosyal boyutlu hukuki bir çözümden geçer ve bireysel bir iş değildir. Bireyin bu konuda hakkı, ancak sosyal anlamı olan kurumlaşma yoluyla gerçekleşebilmektedir. Farklı dine mensub insan toplumlarının aynı devlet çatısı altında yaşamaları halinde her bir küme için din hürriyetini sağlayan bu çözüm yolunun nasıl uygulanabilirlik kazanacağı problemi din hürriyeti konusunun esası değil; ikinci aşamada bahis konusu olan tâli meselesidir.

Bu, hukuki olmaktan çok siyasî yanı ağır basan çeşitli rejim taklitlerine, değişik alternatiflere açık bir konu teşkil eder. Söz gelişi laiklik prensibinin bu mahiyette olduğu kabul edilmektedir. Evrensel değeri ve geçerliliği olmayan bir metod, bir tekliften ibarettir. Hiç bir zaman din hürriyeti prensibi düzeyinde yüksek bir değer ifade etmez. Şu da bir gerçek ki, yeryüzünde bugün din adı altında bilinen veya bu isimle adlandırılmıyor olsa bile mahiyeti itibariyle bir din hüviyetinde tezahür eden akide ve salâh ekollerinin birbirinden ne kadar farklı, hatta bazılarının birbirine tamamen zıt oldukları malumdur.

Bunların tamamı için genel geçerliliği olan bir kategori belirlenemeyeceği gibi tamamı için geçerli bir din hürriyeti modeli de oluşturulamaz. Bütün hürriyetler gibi din hürriyeti de, din konusunda sosyal tabanı olan icablardan kaynaklanan; sahiden karşılanması istenen ihtiyaçlara tekabül eden ve reel boyutu olan beşeri eğilimlere mahrec olan bir kavramdır. Onu soyut ve anlamsız bir çerçeve gibi kabul edersek istismarına yol açmış oluruz. Kendisine din kisvesi verilen, din oluşu kendinden menkul her akım bu yolla layık bulunmadığı legal bir himaye elde edebilir. (Bu konuda, din ve vicdan hürriyetinin, modern çağlarda ateizmi dahi kapsayan bir kavram genişliğine doğru çekilebildiğini hatırlamak kâfi olmalıdır.(Mahmud Rifat KADEMOĞLU.Ş.İ.A)

Bu bakımdan din hürriyeti kavramını, teokrasiye en tutarlı, en gerçek ve geniş kapsamlı kavramını veren İslâm’a göre düşünmemiz gerekir. Hem imana ve itikada ve hem de pratiğe yani amel cephesine ilişkin bütün yönleriyle İslâmın gerisinde kalan dinler ölçü ve model alınacak olursa, varılacak sonuç en azından Müslümanlar için yetersiz ve geçersiz kalmaya mahkumdur. İslâmiyet, kendisinin dışında bir dün¬yevî gücü kabul etmediğin¬den, Hıristiyan toplumlarında görülen Kilise-Kral çatışmasına benzer bir mücadeleye tanık olunmamıştır. İslâm dini, toplumsal ve siyasal hayatın her alanında „Tevhid“ il¬kesinin geçerli olduğunu savunmuş ve top¬lumun örgütlenmesini tek bir güce vermiş¬tir. Toplumda siyasal iktidarı, elinde tuta¬nın din adamı olmasına ihtiyaç olmamakla birlikte dinsiz olması da kabul edilmemiş¬tir.

Samimi bir müslüman olmasının yanın¬da bazı özel nitelikler aranmıştır. Yönetim-din ilişkileri açısından Os¬manlı Devleti’nin bir teokrasi olduğu iddia olunmakla birlikte bir „Yarı-dini Sistem“ olduğu savunulmaktadır. Osmanlı yöneti¬minde dinin yönetime bağlı oluşu, şeyhülis¬lamlık örgütünün kamu bürokrasisi içeri¬sinde yer alması, din gücünün siyasal güç tarafından denetlenmesi ve benzeri yapısal nitelikler Osmanlı’yı bir teokrasi olarak de¬ğerlendirmeye imkân vermemektedir. (Davut Dursun.S.B.A.)

Hangi ideoloji olursa olsun, inanıyoruzki Allahın gönderdigi dine reddiye mahiyetinde ve şeri hududları ortadan kaldırma çabasında fikri çaba ve gayretler ürünüdür. Allahın dinini, şeriatını insan hayatından koparma mücadelesinin açık bir göstergesidir. Bu ideolojiler isterki; İnsan hayatında dini hakimiyet diye bir olgu bulunmasın, biz insan olarak şekil ve idari sistemlerimizi hüküm, kanun ve yasalar olarak yerleştirelim. Siyasi, kültürel ve idari yönden insan unsurunu, İlahi güce teslim etmeyelim,hakimiyet bizde olsun isterler…

Mevdudi rahmetli diyorki: İslam nizamının önünde dikili duran modern akım ve nazariyeleri, çagımızda islam düzenini uygulamak amacıyla ele aldıgımızda görürüzki, bu akımlar ve nazariyeler, uzun yıllar islam ülkelerinde, hakim olmuş bulunan batılı milletlerin ortaya çıkarıp geliştirdikleri şeylerdir. Batılı milletler, ülkelerimizi istila edip oralarda hakimiyeti saglayınca, bizim egitim ve ögretim sistemimizi kaldırarak, yerine kendi egitim sistemlerini getirdiler. Böylece onlar içimizde öyle bir nesil yetiştirdilerki, onlar bizdendi; fakat bizim medeniyetimizden, bizim prensip ve görüşlerimizden kopmuş, İslam tarihi, İslam ögretisi ve gelenekleri konusunda hem fikir ve hem de yaşayış bakımından son derece cahildi.

İşte, bugün islama ve İslami anlayışa dönmemizi alıkoyan engel budur. Nitekim bugün,” çagımızda islam uygulanabilir bir nizam degildir.” Şeklinde batıl iddianın en büyük menşei ve kaynagı da budur. Çünkü bu insanlar hem İslamı bilmiyorlar; hem de İslam yolunu izlemeğe hazır degillerdir. Onlara göre uygulamaya müsait yegane hayat nizamı, onları kendi mektebinde yetiştiren ve hazırlayan şu halihazırdaki düzendir…(Mevdudi.Modern çagda islami meseleler. S.302-303.)

Bir ayet mealiyle konumuzu noktalayalım inşaallah: Rabbimiz Hadid suresi ayet.25.te mealen şöyle buyurmaktadır: ***Andolsun biz peygamberlerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların adaleti yerine getirmeleri için beraberlerinde kitabı ve mizanı indirdik. Biz demiri de indirdik ki onda büyük bir kuvvet ve insanlar için faydalar vardır. Bu, Allah’ın, dinine ve peygamberlerine gayba inanarak yardım edenleri belirlemesi içindir. Şüphesiz Allah kuvvetlidir, daima üstündür…***

Allahım her türlü ideolojlerin saptırmasından yalnız sana sıgınırız. Bizleri Kuran ve sünneti seniyye nurundan mahrum bırakma. Bizlere Senin dinini, Kuranı kerimi, Sünneti seniyyeyi hakkıyla hayata hakim kılma çabası olan gayretli müslümanlar sınıfına dahil eyle. Bizleri Sıratı müstakimden ayırma. Bizleri dini en güzel bir şekilde yaşayan Ehli sünnet vel cemaata tam sarılanlardan eyle. Sen her şeylere kadirsin Allahım…Amin…

Sermedkadir…Lu…21.11.2011

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht.