Tîn Sûresi Üzerine

Rabbimiz TİN suresinde mealen şöyle buyurmaktadır…1. İncire, zeytine, (2) Sina dağına, (3) Ve şu emîn beldeye yemin ederim ki, (4) Biz insanı en güzel biçimde zarattık. (5) Sonra da çevirdik aşağıların aşağısına attık. (6) Fakat iman edip sâlih amel işleyenler için eksilmeyen devamlı bir ecir vardır. (7) Artık bundan sonra, ceza günü konusunda seni kim yalanlayabilir? (8) Allah, hüküm verenlerin en üstünü değil midir?

Zamandan ve mekândan münezzeh olan Rabbimizin zaman ve mekânla mukayyet olan biz kullarına gönderdiği yıldızlardan bir yıldız sûre. Zaten Kur’an-daki tüm sûreler birer yıldızdır. Her bir bölüm bir necmdir. Kitabımızın 95. sırasına ve İnşirâh sûresinin hemen arkasına yerleştirilmiş olan Tin sûresinde Rabbimiz mekânın mukaddes olan birimlerine yemin ederek insanın yaratılışına dikkat çeker. Biz insanı en güzel bir kıvamda yarattık buyurarak insanın şerefine ve ona lütuflarına dikkat çeker. Daha sonra da yarattığı ve sayısız nîmetlerle, üstünlüklerle donattığı insanın iki kısım olduğunu anlatır.

Bunlardan birinci grubun ahseni takvim üzere, yaratılışları, fıtratları üzerine devam eden, kulluklarını, şereflerini, yüceliklerini bozmadan bir hayat yaşayan, kendilerine yüklenen sorumluluklarını hayatlarının sonuna kadar sürdüren ve en sonunda bu yüceliklerine cennette de en son ve en büyük bir yücelik katan iman ve salih amel sahipleri. İkincisi de yaratılışlarını, fıtratlarını bozan, Allah’ın kendilerine verdiği şerefi reddedip kendilerini esfeli safiline, aşağıların aşağısına indiren, hattâ mahlukâtın en alçak seviyesine düşüren aşağılık insanlar. Her iki insan tipinin de gidecekleri yeri anlatır. En sonunda da Allah celle şanuhu kendini hakimlerin hakimi olarak her iki grubun da amellerine göre, yaşadıkları hayata göre farklı sonuçları hak ettiklerini ortaya koyar.

Birisi yaşadığı hayatın yüceliğine uygun olarak yüceler yücesi cennete uçarken, ötekisi de yine yaşadığı hayata uygun olarak cehennemin esfeline akacagını buyurur… Rabbimiz 1-3.te mealen şöyle buyuruyor: “İncir ve zeytine andolsun, Andolsun Sina dağına, Andolsun bu güvenli Mekke şehrine ki:” Rabbimiz sûrenin başında dört konuda dört yeminle söze başlıyor. Tefsir ulemasının izahlarına baktıgımızda bazı degişik güzellikleri ifade ettiklerine şahit oluyoruz şöyleki:“İnsan yediği gıdalardan teşekkül eder. Bu gıdalar da ya yağlıdır, ya tuzludur, ya da tatlıdır. İşte Rabbimiz insan vücudunun temel taşlarına dikkat çekiyor” demeye çalışmışlar. Bunlarla kastedilen iki bölgedir. Tin bölgesi ve zeytin bölgesi. Türkçe’de de kullanılır bu. Meselâ Amasya veya Waşhington derken birisinde elma, ötekisinde de portakal kastedilir.

Amasya ve Washington aslında iki şehir, iki bölgedir. Ama elmanın adı söylenirken Amasya, portakalınki de Washington olarak söylenir ya işte buradaki incir ve zeytin de bu mânâdadır. Yani iki bölge varmış. Birisi zeytin bölgesi, öbürü de incir bölgesi ki insanlar bunu biliyorlardı o dönemde. Tîn bölgesi Şam tarafları, zeytin bölgesi de Beyti Makdis, yani Filistin taraflarıdır. Burada üzerine yemin edilen zeytin ve incir bölgeleri Allah’ın şerefli elçisi Hz. Îsâ’nın (a.s) dünyaya geldiği Beyti Makdis civarıdır. Sonra da Tûri Sînîn’e yani Tûri Sinâ’ya, Sinâ dağına ve Beledi Emin’e yemin ediliyor. Tûri Sinâ Rabbimizin şerefli elçisi Musâ Aleyhiselam ile konuştuğu, levhâlâr halinde vahyin indirildiği dağın adıdır. Emin belde de Peygamber Efendimizin (sav) dünyaya geldiği ve kendisine vahyin inmeye başladığı Haremi Şeriftir, Mekke bölgesidir.

Böylece anlaşılıyor ki Rabbimiz şanlı elçilerinin zuhur ettiği, vahyin indiği, tüm dünyayı aydınlatacak nübüvvet nûrunun doğduğu bu kutsal bölgelere yemin ederek vahyine ve o vahyin muhatapları olan peygamberlerine dikkat çekiyor. Hemen hemen tüm Peygamberlerin zuhur ettiği, vahyin indiği bölgeler buralardır. Tüm peygamberler buralardan çıkmış ve yeryüzünü aydınlatacak vahiy meşalesi bu bölgelerde yakılmıştır. Böylece Rabbimiz bu mübârek beldelere yemin ederek, “ey kullarım! Bu bölgeleri ve bu bölgelerde kavimleriyle elçilerimin arasında geçenleri iyi hatırlayın! Bu bölge insanları kendilerine gelen rahmet kapıları elçilerime ne yaptılar? Ne dediler? Nasıl karşıladılar onları? Kimler iman etti? Kimler reddetti? İman edip Peygamber safında yer alanlara ne oldu? İnkar edip elçilerime savaş açanların âkıbetleri nasıl oldu? Bunu çok iyi anlayın da hangi safta yerinizi alacağınızı belirleyin.

İkrar edenlerin safında mı, yoksa inkâr edenlerin, yalanlayanların, reddedenlerin safın da mı olacaksınız, bunu iyi belirleyin. Peygamber yolunun yolcusu mu, yoksa başka yolların yolcusu mu olacaksınız? Kimin yolunda olacaksanız onu iyi bir tanıyın. Çünkü başka çaresi yok, sizler şu anda ya peygamber safında yer alacak ya da karşı gelenlerin safında yerinizi belirleyeceksiniz. Ya Resul gibi Allah’a kul olacak, hayatınızı Allah’ın belirlediği yasalar istikâmetinde Allah için yaşayacaksınız, yahut da Firavunlar, Nemrutlar, Karunlar, Hâmânlar, Ebu Cehiller yolunda olacaksınız. Ya Peygamber gibi hayatınızı, hayat programınızı Allah’a soracak, vahiyle yol bulacaksınız, yahut da Ebu Cehil, Velîd bin Muğıre gibi kendi kendinizi putlaştırıp hayat programınızı kendiniz yapmaya kalkışacaksınız. Ya İbrahim gibi hayatınızın tümünde Allah’a teslim olacak, Müslüman olacak, sonunda onun gittiği cennete gideceksiniz, yahut da Nemrut gibi Allah’la savaşa tutuşarak ce-henneme yuvarlanacaksınız” diyor.İşte Rabbimiz Kutsal bölgelere yemin ederek o bölgelerde ya-şamış elçilerine ve o bölgelere inmiş vahyine yani hayat programına dikkat çekiyor.

Emin belde, Rabbimizin son elçisinin, kerîm elçisinin zuhur et-tiği ve kendisine kıyamete kadar yeryüzünü aydınlatmaya devam edecek olan Kur’an-ı Kerîm’in indirildiği beldedir. Tabii burada emin beldeye yeminle Rabbimiz bize hedef göstermektedir. Bu konuya yeminle tüm Müslümanlara hedef belirleniyor. Çünkü emin belde zulmün, haksızlığın, küfrün, şirkin her çeşidiyle ortadan kaldırıldığı, ekonomik ve siyasal gücün ve güçlünün değil hakkın ve haklının, adaletin hakim olduğu, insanların din,can, mal, akıl, nesil ve ırzlarının namuslarının korunduğu, özetle Allah’ın emirlerinin hakim olduğu beldedir. Yani bütün bunları gerçekleştirecek olan Müslümanların hakim olduğu, Müslümanların egemen olduğu beldeye emin belde denir. Öyleyse bu konuya yeminle Rabbimiz biz Müslümanlara tüm dünyayı Allah’ın yeminine muhatap kılacak biçimde emin hale getirmek, emniyetli hale getirmek zorunda olduğumuzu hatırlatmaktadır. Dünyanın emniyetini bozan kâfirlerin ve müşriklerin egemenliklerini kırmamızı emretmektedir. Zaten Müslümanların egemen olmadıkları bir dünyada emniyetten bahsetmek de mümkün değildir. Diyor diyor Ali küçük hocaefendi…

Kardeşlerim bizler kendimizi ifade ederken vasat ümmet oldugumuzu söylüyoruz. Rabbimiz Bakara suresi ayet 143.te mealen şöyle buyuruyor: ***“Böylece sizi insanlara şahitler olasınız diye vasat bir ümmet kıldık. Peygamber de size şahit ve örnektir…*** İnanyoruzki, Müslüman ümmeti vasat ve şahit bir ümmettir. Vasat ümmet; hükmüne tüm insanlığın boyun eğmesi gereken ümmet demektir. Rabbimiz hükmüne tüm insanlığın boyun eğeceği, tüm insanlığın bize bakıp hizaya geleceği, sapıkların sapıklık noktalarını bizde anlayacağı, hakkı bulmak isteyenlerin islam ümmetine bakarak hakkı bulabilecekleri denge unsuru bir ümmet olarak vasıflandırmıştır…

İnanıyoruzki ancak bu özelliklere sahip olan bir ümmet tüm insanlık üzerinde şahitler olabilir. Zira bu ümmet herkesin kendisine dönmek zorunda olduğu denge unsuru bir ümmettir. Dünya üzerindeki toplumların dengesi islam ümmeti vasıtasıyla kurulacaktır. Yeryüzü insanına, insanlık, adalet, özgürlük, eşitlik, hürriyet islam ümmeti vasıtasıyla ulaşacaktır. Eğer Müslümanlar yeryüzüne hakim duruma gelirse, yeryüzünde Allah’ın istediği bir hayat yaşarsa dünyanın dengesi düzelecektir inşaallah. Ayeti kerîmede hem dünyanın emniyetini sağlamaya, hem de yeryüzünün en emin bölgesi olan Kıble mahalline dikkat çekiliyor. Orası emin beldedir, emniyetli beldedir. Atamız İbrahim’in duasından bu yana Harem’in emniyeti devam etmektedir.

Rabbimiz yine Bakara suresi ayet.126.da şöyle buyuruyor: *** “Hatırlayın, İbrahim: “Rabbim burasını emin bir belde kıl! Ahalisinden Allah’a ve ahiret gününe iman edenleri çeşitli meyvelerle rızıklandır” diye dua etmişti…*** Bu belde emin olsun! Emniyette olsun. Yerden ve gökten gelebilecek her türlü belâ ve musîbetlerden emin olsun. İnsanların birbirlerini yediği, zulümlerle haksızlıklarla birbirlerini yok etmeye çalıştığı, birinin diğerine hak tanımadığı bir dünyada yaşadıkları dönemlerde bile bu belde emin olsun, emniyetin sembolü olsun. Bu beldede insanlar huzur içinde yaşasın ya Rabbi” diye dua etmişti İbrahim Aleyhiselam.

Bakıyoruz şu anda tüm dünyada insanlar istikrar, huzur arayışı içindedirler. Yeryüzünün hiçbir yerinde, neredeyse hiçbir bölgesinde huzur ve sükun kalmamış. Öyleyse biz de huzurunu kaybetmiş, sükûnet arayan, huzur ve sükuna susamış tüm bu yeryüzü insanlığına diyeceğiz ki, “Gelin ey insanlar Allah’ın istikrar mahalli kıldığı, huzur ve saadet mahalli kıldığı evini temel kıble kabul edelim ve hayatımızı o kıbleye yönelik olarak düzenleyelim. O kıblenin Rabbine göre bir hayat yaşayalım. O kıblenin Rabbinin kitabına ve o kitapta bize haber verilen yasalara göre bir hayat yaşayalım. O kıblenin Rabbinin koruması altına girelim. Rabb olarak, İlâh olarak sadece onu bilelim ve sadece onun programını hayat programı kabul edelim. Eğer bunu yaparsak kesinlikle bilelim ki O bizi istediğimiz istikrara, istediğimiz huzura kavuşturacaktır.”

Eger yanlış yerleri kıble edindiysek mutlaka kıblemizi değiştirmek zorundayız. Londra,Berlin, Washington’dan veya Paris’ten,Roma,tokya, veya Pekin gibi yerleri kıble edindiğimiz sürece bizim istikrara kavuşmamız mümkün değildir. Allah’tan başkalarının kıblelerine tabi olmaktan vazgeçersek, Allah’tan başkalarının rotasına girmeyi terk edersek, hareket tarzımızı Allah’tan başkalarının belirlemesini bırakırsak, Allah’tan başkalarının kanunlarına itaatten vazgeçerek kıblemiz sadece Kâbe olursa, kesinlikle bilelim ki tüm problemlerimiz bitecektir. Tüm hayatımızda huzur ve sükun hakim olacaktır Allahın izniyle. Çünkü orası güvenlik yurdudur, emniyet mahallidir.

Rabbimiz bu surenin 4-5.ayetinde mealen şöyle buyuruyor: *** Biz insanı en güzel şekilde yarattık, sonra onu aşağıların en aşağısı kıldık…*** Burada Rabbimiz insanın yaratılış özelliğine, fıtratına dikkat çekmektedir. Yine bir hadisi kutside Rabbimiz buyuruyor ki: “Ben bütün insanları hanif (salim fıtrat) üzere dünyaya gönderdim. Sonra şeytanlar onu dinden saptırdılar. Benim helâl ettiklerimi onlara haram ettiler, insanlara bana ortak koşmalarını söylediler. Oysa o ortaklar hak-kında hiçbir delil indirmemiştim“ (Müslim, Cennet, 63) Allah Teâlâ, fizikî ve ruhî özellikleri ile yaratılmış diğer mahluklar arasında seçkin bir makam verdiği insanoğlunu kötülülüğe ve bozulmaya elverişli bir fıtrat üzere yaratmıştır. Şüphesiz Allah, her şeyi güzel yaratmıştır. Ancak insana bütün yaratılanlar arasında özel bir değer vermiş, ona, Rabbine saf bir kalp ile yöneldiği zaman meleklerden bile üstün olabilecek bir kabiliyet vermiştir. Allah’ın insana verdiği bu kıymet, onun, yaratılışındaki mükemmelliği, fevkalade karmaşık ince cismanî yapısı, başka hiç bir canlıya bahşedilmemiş aklî durumu ve akıllara durgunluk veren ruhî yapısında ortaya çıkmaktadır.

İşte bütün yönleriyle tam bir mükemmellikte yaratılmış olan insan, Rabbinin gösterdiği yoldan sapmalar göstermeye başladığı an onun için, bu en güzel yaratılışta olma vasıflarını kaybetme durumu başlamış demektir. Allah Teâlâ, en güzel şekilde yarattığı ve doğru yolu gösterici peygamberler ve kitaplar göndererek onu dünya ve ahiret nimetleriyle nimetlendirdiği halde nankörlük edip şükretmekten vazgeçer ve kendisine yaratıcısından başka ilâhlar edinerek isyan ederse, ruhî ve manevî yönden aşağıların aşağısına sürüklenir ki bu durumda hayvanların bile düşemeyeceği dereceye düşer: İnanıyoruzki: İnsanın en güzel şekilde yaratılıp, sonra da „aşağıların aşağısına“ indirilmesinin sebebi ona seçme hürriyetinin verilmiş olmasıdır. İnsan, iyilik ve kötülükten her birini işleyebilme konusunda serbest bırakılmıştır. O, dilerse dünyevî şeylere ve şehevî arzuları tatmin etmeye çağıran nefsine tabi olur ve manevî yönden aşağılara doğru düşer.

Dilerse hevasına uymaktan kaçınarak Rabbine yönelir, yaratılışındaki en güzel biçimini muhafaza etmiş ve Allah’ın hoşnut olduğu kullarının arasına girmiş olur. İyiliğe ve kötülüğe tabi olma konusunda insan, dünya hayatında hür iradesiyle baş başa bırakılmıştır. işte verilen bu hürriyet onu, diğer varlıklardan ayıran bir sorumluluk yüklemektedir. işte bu sorumculuğun bilincinde olmak isteyen kimseler, bir anda kendilerini aşağıların aşağısında bulmaktadır. Allah Teâlâ, bu dereceye düşüp cehennem çukurlarına yuvarlanacak olan kimselere istisna olarak iman edip salih ameller işleyenleri göstermektedir ki bu kimseler, Rableri tarafından sürekli bir kesintisiz bir şekilde mükafatlandırıla-caktır:

Bu ayetleri beraber düşündügümüz zaman bu ahsen-i takvim ifadesi gerçekten çok hoş bir boyut kazanıyor. Bir önceki âyetle birlikte düşündüğümüz zaman insan yeryüzünde Allah’ın kendisinden istediği bu emniyeti, bu adaleti gerçekleştirebilecek bir özellikte, bir kapasitede yaratılmıştır. Yeryüzünde tüm varlıklara hükmedecek, onlara halifelik yapacak bir kapasitede yaratılmıştır. Bu ahsen oluş, daha yaratılırken Allah tarafından insana verilmiş üstün vasıflar ve buna bağlı olarak kendisine yüklenmiş olan sorumluluklardır. Allah’ın kendilerine yüklediği bu sorumlulukları kabullenip hayatlarında kesintisiz sürdüren kişi, ahseni takvim üzere olan kişidir. Dünyada Allah’ın kendilerine verdiği bu üstün özelliklerini kaybedip, sorumluluklarından kaçıp kulluk görevlerini yerine getirmeyenler de esfeli safiline yuvarlanmış insanlardır.

Kardeşlerim, anlıyoruz ki her doğan Allah’ın en güzel yaratması ile doğar. Eğitim ve çevre faktörü, fıtratı ya İslâm üzere devam ettirir, yahut fıtratı bozarak yaratılış amacından saptırır. Bütün insanlar hanif bir fıtrat üzere ahseni takvim üzere yaratılmakta, sonra şeytan ve nefis onları bozmaktadır. Allah insanın nefsini takva ve fücurla yoğurarak yaratmış, şeytanın hilelerine karşı yine de kullarını kurtarmak için peygamberler aracılığıyla onları fıtrat dini hakkında bilgilendirmiştir. Allah’ın yaratılış kanunu tabii ve şer’î şekillerde değişmeyen bir yasadır. İnsanı yaratan Allah onda iyilik ve kötülüklerle dolu dünya hayatında iyilikten yana tercih yapabilecek bir kabiliyet (vicdan) vermiştir. Bozulmamış, fıtratını korumuş insan iyiden yana tavır aldığı gibi, herhangi bir şekilde Allah’ın âyetlerini de akıl veya kalple kavramaya meyillidir. Ancak insanoğlunun kalbine her an şeytan veya melekler tarafından hayır ve şer telkin edilmektedir. İşte bunu kesin olarak hidâyete çevirmek İslâm dininin görevidir.

İnancımız odurki; İslâm, fıtratı korur, geliştirir, nefsi arındırarak insanların kurtuluşunu gerçekleştirir. Allah, yarattıklarını en güzel şekilde yaratır ve terbiye eder. Vahye bilerek karşı çıkan insanı şeytan ve grubu fıtrata aykırı her türlü eğitimci, devlet, aile, toplum düzeni gibi hususlarla saptırır. Bu aşamada İslâm ancak bir öğüt, bir tebliğdir, dileyen inanır, kurtulur, dileyen batağa sapar. İslâm ümmeti insanları yaratılışlarındaki hayra eğilimli taraflarını ortaya çıkarmak ve onları en yüksek ahlâka ulaştırmakla yükümlüdür. İnsanlığın günah ve şirk bataklığından doğru yola çekilmesi, vicdanların ilâhı saflığına dönüşü, takva ile en güzel olana uyulması için ilâhı, kutsal bir nur yani İslâm’ın rehberliği şarttır.

İnsanlar fert olarak nefislerinde olanı gözlerlerse veya kainattaki her çeşit, sayısız nimetleri aklederlerse veya geçmiş ümmetlerin başına gelenlerden ibret alabilirse hakikati idrak edebilirler. İnancımız odurki; her insan, nefsine ve topluma karşı yaptıklarında bir kötülük oluştuğunun farkındaysa vicdan azabı duyabiliyorsa onda bozulmamış bir ahlâkı yapı vardır. „En güzel ahlâkı“ tamamlamıştır, artık geçerli olan onun ahlâkıdır. Bütün yaratılmış varlıklar bu kâinatta Allah’ın değişmeyen yasası (âdetullah)na göre yaşamaktadırlar. İnsan bu kâinatta halife olarak yaratılmış ve emaneti yerine getirmekle sorumlu tutulmuştur: Allah’ın „Ben sizin Rabbiniz değil miyim?“ diye yaratılışta sorguladığı insan, Rabbine şu sözü vermişti: „Evet, şahidiz.“(A’râf,132). Allah insanı yaratmış, ona düzen ve ölçülü bir biçim vermiştir. Onu en güzel şekilde yaratmış, doğruyu ve yanlışı göstermiş, insan da ya şükreder yahut inkâr eder halde temkin edilmiştir. Bundan sonra dünya hayatında kendini arıtan, yüzünü samimi olarak Allah’a çeviren, kendisini en güzel şekilde yaratana ibadet eden kurtulacaktır inşaallah…

Bu ayetler hakkında Şehid Seyyid kutub diyorki: Yüce Allah’ın insanoğlunu yaratırken daha başta onu en güzel biçimde yaratmaya önem vermesinin sırrı bu ayetlerden ortaya çıkmaktadır. Hiç kuşkusuz yüce Allah her şeyi güzel yaratmıştır. Burada ve Kur’an’ın başka yerlerinde en güzel yapıda, en güzel biçimde ve en güzel şekilde yaratılmanın insana özgü kılınması bu yaratığa daha fazla önem verildiğini göstermek içindir. Bu yaratığın zayıf olmasına, fıtratın gösterdiği doğru yoldan sapmasına ve bozgunculuk çıkarmasına rağmen yüce Allah’ın yine de onun durumuna önem vermesi, bu yaratığın Allah katında ayrı bir yeri ve bu varlık aleminin düzeninde ayrı bir ağırlığı olduğuna işaret eder. Yüce Allah’ın insana verdiği bu ayrı önem onun yaratılmasında, kendisini böylesine üstün bir biçimde ister son derece girift ve hassas vücut yapısı bakımından olsun isterse eşsiz aklı yapısı bakımından olsun isterse akıllara durgunluk veren ruhsal yapısı bakımından olsun, insanı kurup düzenlemesinde ortaya çıkmaktadır.

Burada insanın ruhsal özelliklerine ağırlık verilmektedir. insan fıtratın doğru yolundan ayrılınca ve fıtrata paralel olan iman yolundan sapınca aşağıların aşağısına baş aşağı düşen, bu „ruhsal özellikleri“ dir. Çünkü gayet açıkça bellidir ki insanın bedensel yapısı aşağıların aşağısına düşmez. İnsanın yapısındaki üstünlük İşte bu ruhsal özelliklerden ortaya çıkmaktadır. İnsan meleklerin ulaştıkları yerlerin çok daha yükseğine erişebilecek yetenekte yaratılmıştır. Nitekim mirac olayı bunun delilidir. Orada Cebrail bir noktaya gelince durmuş, (bir insan olan Abdullah oğlu Muhammed) daha yüce makama yükselmiştir.

Öte yandan insanoğlu, doğru yoldan çıkınca hiçbir yaratığın inemiyeceği çukurlara yuvarlanmaya da yatkındır. „Sonra onu aşağıların en aşağısı kıldık..“ Çünkü bu durumda hayvanlar insandan daha üstündürler ve izledikleri yol daha doğrudur. Çünkü hayvanlar fıtratlarının doğrultusunda hareket ederler, Rabblerini „tesbih etme“ içgüdüsünden ayrılmamışlardır, yeryüzünde görevlerini doğru yol üzere yaparlar. Oysa en güzel bir biçimde yaratılan insanoğludur. Ama Rabbini inkar etmektedir, heveslerine uyarak hayvanların bile düşemiyeceği alçaklığa düşmektedir, yuvarlanmaktadır. „Biz insanı en güzel şekilde yarattık.“ Biz insanoğlunu fıtrat ve yetenek açısından en güzel bir biçimde yarattık… Sonra, insanoğlu, bu fıtratı ile, yüce Allah’ın kendisine gösterdiği, açıkladığı ve iki yoldan birisini seçsin diye özgür bıraktığı çizgiden sapınca, biz de „Onu aşağıların en aşağısı kıldık.“

„Yalnız inanan iyi işler yapanlar hariç.“ Çünkü fıtratın doğrultusunda kalanlar, fıtratı imanla ve iyi işler yapmakla zirveye çıkarıp mükemmel hale getirenler ve bu fıtratla kendisi için planlanan zirveye yükselenler ve sonunda mükemmellik yurdunda mükemmel bir hayata bu fıtratla ulaşanlar İşte onlardır. „Onlar için kesintisiz bir mükafat vardır.“ Sürekli ve arkası hiç kesilmeyen bir mükafat vardır. Fıtratları ile doğru yoldan ayrılıp aşağıların en aşağısına düşüp de onunla dibe yuvarlananlar ve sonunda da en dibte duranlar orada cehennemdedirler. Orada insanlıklarını ayaklar altına almıştır. Kendileri ise cehennemin dibinde çırpınıp durmaktadırlar.

Bu ve o, başlangıç noktasının doğal iki sonucudurlar… Ya sağlam fıtrat yolunu tutmak ve bu fıtratı iman ile iki olgunluğa erdirmek ve iyi amel ile yüceltmek… Ki bu yol sonunda nimet yurdu olan ölümsüz hayata zirvesine ve en olgun noktasına ulaşır. Ya da sağlam ve doğru fıtrattan sapmak, başaşağı düşmek ve ilahi soluktan ayrılmaktır… Ki bu yolda sonunda cehennem hayatındaki fıtrat için kararlaştırılmış dibe ulaşır…Böylece insan hayatında imanın değeri ortaya çıkmaktadır. İman öyle bir zirve ki, doğru ve sağlam fıtrat orada olgunluğunun son noktasına ulaşmaktadır. iman, fıtratla yaratıcısı arasına uzatılmış bir iptir. İman, sonsuzluğa ermişlerin ve şerefli insanların hayatlarına yükselen yokuşta, fıtrata adımlarını atacağı yerleri gösteren bir ışıktır.

Bu ip koptuğunda, bu ışık söndüğünde, kesin sonuç aşağıların aşağısına inen bayırda yüz üstü yuvarlanmak ve insan denen varlıkta çamur özelliği harekete geçtiği zaman ahirette cehenneme atılarak tüm insanlığın çiğnenmesi sonucudur. İnsan bir de ne görsün taşlarla birlikte ateşin yakıtı oluvermiştir.(Fi zilali kuran.Seyyid kutub.)

Kardeşlerim; aslında Kuranı kerimin hangi ayetine baksak insanları bilgilendirmeye, akletmeye çağırdığı gibi, insanın en çok acizlikz içindeyken, meselâ denizde bir gemide yol alırken aniden gelen bir fırtınada deniz orasında acizlik içinde kalınca, bütün yalanlama, fitne ve fücûru, ortak koştuklarını unutan insan, hemen Allah’a dua etmektedir. Bu, insanın fıtraten Allah’ın bilincinde olduğuna bir delildir. Bu manevî hak duygusu her fertte mevcuttur ve İnsanı yoldan çıkaran, işlediklerini süslü göstererek onu asi yapan şeytandır. İnanıyoruzki; her yeni doğan çocuk, tertemiz, sâf, her şeyi alma kaabiliyeti ile donatılmış yapısını konuşma çağına kadar sürdürür. Bundan sonra ona Lailaheillallah öğretilmez ve fıtratın anlamıyla eğitilmezse ailesi onu yahudi, hıristiyan, mecusi, vb. yollarda eğitir ve buna göre onda bir kişilik yapısı gelişir.

Halbuki cenabı Hak buyuruyorki: „Yüzünü samimiyetle ve tamamen bu dine çevir. Allah’ın sıfatlarında sebat et ki o insanları bu fıtrat üzerinde yaratmıştır. Allah’ın yaratması değiştirile-mez. İşte doğru din budur, fakat insanların çoğu bilmezler“ (Rûm,30) Buna göre bütün insanlar Allah’a inanmak ve ona kulluk etmekle fıtratta sebat etmelidirler. Yoksa Allah’ın öğütlerinden yüz çevirerek, bağımsız davranarak, âyetleri yalanlayarak fıtrata aykırı düşü-leceği gibi, bu sebeple Allah’ın azabına da müstahak olurlar. Çünkü fıtratı bozmak, Allah’a karşı gelmek demektir. Meselâ müşrikler, fıtrata uygun doğan hayvan‘ yavrularının kulağını keserlerdi. Kız çocuklarını diri diri toprağa gömerlerdi. Kâbe’de Allah’a ortak koştukları birçok putlar bulundururlardı. Fıtratı inkâr etmek için kendilerine de vahiy indirilmesini veya peygamberlerin birer melek olması gerektiğini ileri sürerlerdi. Onların helâk edilmeleri de bu yüzden oldu.

Hiç kimse Al-lah’ın insanı kul olarak yaratması kanununu değiştiremedi ve değiştirmeye kalkanların azapla kuşatılması da bir kanun olarak uygulandı. İslâm’a göre hayatın anlamı ancak fıtrata uygun yaşamaktır. Yeryü-zündeki gelmiş geçmiş hiçbir din ve ideoloji bunu sağlayamamıştır. Üstelik lâik çağdaş düşünce sistemleri, vahye karşı „doğal-pozitif akıl lâiklik“ karşıtlığıyla oldukça, basit ve insan fıtratıyla uyum sağlamayan bir şekilde insanın kurtuluşunu din dışı bir yola sokmak istemişlerdir. Ancak insanın fıtratı her şeye rağmen, her türlü muhteşem teknik gelişmelere, maddi ilerlemelere rağmen tabiatı gereği gerçek mutluluğu bulamamakta, büyük bir manevî boşluğa düşmektedir. İnanıyoruzki bu boşluk Al-lah’ın sınırlarını aşmak ve nefsine zulmetmektir (Talâk,1).

Allah insana diğer varlıklardan farklı olarak akıl vermiş, feraset vermiş, iyiyi kötüden, hakkı bâtıldan ayırt edici anlayış, irade, ikisinden birini seçebilme istidadı vermiş ve bu üstün sıfatlara karşılık ona yeryüzünde en büyük görevi de yüklemiştir. Allah celle şanuhu, insanı böyle üstün bir kapasitede yaratıyor ve kendisine yeryüzünde bu yetkiyi veriyordu. Yeryüzünde halife olarak yaratılan bu insan yeryüzünde fıtratına uygun bir hayat yaşayacak, Allah’ın istediği kulluğu icra edecek ve Allah’ın istediği adaleti gerçekleştirecekti. Allah’ın yasalarından ve nizamından kaynaklanan ustaca idare e-sasına göre evreni idare edecekti. Yani idareye, yönetilmeye, korunmaya ve tedbire muhtaç olan yeryüzündeki sosyal hayatı Allah’ın belirlediği sistemin ilkelerine göre idare edecekti.

İşte hilafet buydu ve halife olarak yaratılan bu insan Allah’ın kendisine bahşettiği bu güçle, bu bilgiyle etrafını kuşatan varlıkları tanıyabilecek ve yine Allah’ın kendisine verdiği akıl gücüyle iyilik ve kötülüğü, salah ve fesadı, itaat ve isyanı kavrayabilecek, karşılaştığı olayları birbirleriyle kıyas ederek hayatın problemlerine çözümler getirebilecekti. Öyleyse anlıyoruz ki insana verilen bu irade, bu güç, bu enerji, bu bilgi, bu akıl, bu ahsen takvim, kesinlikle emânettir. Allah’ın emânetidir bunlar. İnsan, Allah tarafından kendisine emâneten verilen bu gücü, bu enerjiyi, bu aklı, bu ahsen yaratılışı dondurmak, dumura uğratmak, kullanmamak hakkına sahip değildir.

Bunları hayata hiçbir şey kazandırmayacak ve hayatı bir adım daha ileri götürmeyecek boş şeylerde kullanamaz. Bu düşünce, insanı bencillik ve bireysellikten kurtaracak, artık o yalnız kendini düşünen, kendi hayatını yaşayan bi-risi olmadığını, olamayacağını, başkalarını da düşünmek zorunda olduğunu hatırlatacaktır. İşte Allah insanı bunu becerebilecek bir kapasitede, bir kıvamda yaratmıştır. Ya da kıyam özelliğine, ayağa kalkıp doğrulabilme ö-zelliğine sahip olarak yaratmıştır Allah onu. Zaten kıyam esastır. İnsan kıyam edebilmeli ki kıraat edebilsin. Kıyam, kıraat makamıdır. Kıyam, kıraat için gerçekleştirilir. Ya da kıraat ancak kıyamla gerçekleştirilebilir.

Öyleyse Allah insanı kıyamı en güzel biçimde gerçekleştirebilecek biçimde yaratmıştır. Allah için kalkmaya, Allah için doğrulmaya, Allah adına belini doğrultmaya, Allah’ın diniyle doğrulmaya, Allah’ın diniyle hayatı doğrultmaya muktedir yaratmıştır insanı. Allah’ın arzularını kaim kılmaya muktedir yaratılmıştır insan. Ya Allah! Deyip Allah’a kulluğa doğrulmaya, namaza doğrulmaya, Allah için gecede ve gündüzde kaim olmaya muktedirdir insan. Ama böyle yaratılan, bu güçle bu takatle, bu kapasiteyle yaratılan insanlardan kimileri tüm güçlerini, varlıklarını, fıtratlarını, hayatlarını Allah adına kıyama adarlarken, Allah adına doğrulup hayatlarını Allah’ın emirleriyle doğrulturlarken, ahseni takvim özelliklerini muhafaza ederlerken, kimileri de bu yaratılış özelliklerine ihanet ettiler.

Allah’ın kendilerine lütfettiği bu kıvamlarını, bu güç ve imkânlarını onun dinine kullanmadılar. Ona kullukta kullanmadılar. Allah onlara doğrulabilme imkânı vermişti ama onlar Allah için namaza doğrulmadılar da başka şeylere doğruldular. Allah onlara konuşma kıvamı vermişti ama onlar bu imkânlarını Allah’ın âyetlerini konuşmada, Resûlü’nün hadislerini anlatmada kullanmadılar, hep başka şeyler konuşmakta kullandılar. Allah onlara bakma, görme kıvamı vermişti. Ama onlar onu, onu kendilerine lütfeden Allah’ın görsel âyetlerini okumada ve kullukta kullanmadılar da hep başka şeyleri seyretmede kullandılar. Allah onlara kalp vermişti, akıl vermişti, anlayış ve kavrayış vermişti. Ama onlar bu nîmetleri kulluğun ötesinde başka yerlerde kullandılar.

Allah’ın verdiklerini Allah yolunda kullanmadılar da böylece esfel-i safiline indiriverdiler kendilerini. İnsanlar Allah’ın kendilerine lütfettiği nîmetleri kullanmayarak insanlık değerlerini düşürmeye kalkışırlarsa, Allah da onları onlardan geri alıverir de onları hayvanların da altına indiriverir. İşte bunlar Allah’ın kendilerine verdiği kalplerini, akıllarını Allah’a kulluk yolunda kullanmadıkları için Allah’ın kalplerini mühürlemiş olduğu, bunun için de kendi hevâ ve heveslerine uyarak insanlıktan çıkmış kimselerdir. Söz anlamaya yanaşmadıkları için, istifade etmek, iman etmek ve amel etmek üzere dinlemedikleri için Allah onların kalplerini mühürleyivermiştir. Allah böyle davranan kimselerin kalplerini mühürlerken, insanî özelliklerini alıp onları duymaz, duygu-lanmaz, hayvanlardan daha aşağı varlıklar haline getirmektedir.

Dünyada Allah’a kulluktan kaçan insanlar cehennemi yaşadıkları gibi, ahirette de Allah onları cehennemin esfeline yuvarlayacaktır. İşte görüyoruz, gerçekten kâfirler dünyada da cehennemi yaşamaktadırlar. Dünyada da esfeli safilini yaşamaktadırlar kâfirler. Hayvandan daha aşağı varlıklar olarak dünyada da cehennemi aratmayacak bir hayatın içindedirler. Beyyine sûresinin de ifade ettiğine göre bunlar tüm mahlukâtın en şerlisidirler. Hattâ hayvanlardan daha aşağı mahluklardır bunlar. Kendilerine verilen bu nîmetleri kullanmayan insanlar yarın iti-rafta bulunacaklar. “Eğer kulak vermiş veya akletmiş olsaydık, çılgın alevli cehennemlikler içinde olmazdık” derler. Böylece günâhlarını itiraf ederler. Çılgın alevli cehennemlikler yok olsunlar!

Bunlar günâhlarını itiraf ederek böyle söyleyecekler. Peki nerde söylüyorlar bunu? Cehennemin içinde. Cehennemin esfelinde aşagıların aşagıların aşagısında söylüyorlar. Dünyada yaşadıkları aşağılık bir hayatın sonunda yuvarlandıkları aşağılık bir cehennemde söylüyorlar. “Ah! keşke bir kulak verseydik! Keşke bir dinleseydik! Keşke bir akletseydik, bir tedebbürde bulunsaydık! Keşke Rabbimizin bize verdiği akıllarımızı, gözlerimizi, kulaklarımızı kullanabilseydik! Keşke insan olduğumuzu unutmasaydık! Keşke hayvanlar gibi davranmasaydık!” diyecekler ve pişmanlık ortaya koyacaklar.“Ah keşke Kuranı ve sünneti seniyyeyi dinleseydik! Keşke kulak verseydik! Keşke dinleseydik de öyle yaşasaydık!”

“Keşke Rabbimizin gönderdiği kitabına ve elçisinin Sünnetine kulak verseydik! Keşke Rabbimizin hayat programı olan vahyini tanımış olsaydık da hayatımızı onunla düzenleseydik! Meğer Allah bütün bu konularda pek çok şeyler söylüyormuş ama ona ilgisizliğimiz yüzünden bilememişiz, anlayamamışız. Meğer Allah bizim hayatımızın tüm alanlarına karışıyor ve hayatımızın tümünde bizden kulluk istiyormuş, ama kulak vermediğimiz için, ilgilenmediğimiz için bizler anlayamamışız. Biz Allah’ı sadece hayatımızın belli bir bölümüne karışıyor zannediyorduk.” İtiraf ettiler, evet dediler, günâhlarını ortaya koydular.

Başka çareleri de yoktur zaten. Yaptıklarına Allah şahit, arz ve sema şahit, azaları şahit, peygamberler şahit iken elbette saklayamazlardı bu gerçeği. O zaman Allah onları ahirette cehennemin esfeline, cehennemin en aşağı tabakasına yuvarlayacaktır. Kâfirler cehennemin esfeline yuvarlanırlarken, beri tarafta istisnalar da vardır: Rabbimiz Tin suresi ayet 6.da mealen şöyle buyurmaktadır: *** Ancak, inanıp salih ameller işleyenler bunun dışındadır. Onlara kesintisiz ecir vardır…***

Evet Cenabı Hakkın istediği biçimde iman edip de imanlarını amele dönüştürenler, imanlarını gündeme getirme savaşı verenler, imanlarının hayatlarında görüntülenmesinden yana olanlara gelince işte onlar müstesnadır. Bunlar esfel-i safiline gitmekten kurtulmuşlardır. Çünkü bunlar Allah’ın istediği biçimde iman etmişler ve bu imanlarını sadece söz planında bırakmayıp amele dönüştürmüşlerdir. İmanlarını hayatlarına geçirmişler, hayatlarını iman kaynaklı yaşamışlardır. Çünkü bunlar fıtratlarını bozmamışlardır. Allah’ın yarattığı ahseni takvim oluş özelliklerini hayatlarının sonuna kadar muhafaza etmişler ve bu fıtratlarına uygun ameller işlemişlerdir. Salih amel, fıtrata uygun amel demektir. Salih amel, Allah’ın razı olduğu, sevdiği ve emrettiği ameldir. Salih amel, Peygamber Efendimizin (sav) hayatında, Sünnette yeri olan ve Allah için yapılmış amel demektir. Salih amel, salih bir imandan kaynaklanan ameldir.

Gayri salih amel de imandan kaynaklanmayan ya da gayri salih bir imandan kaynaklanan ameldir. Salih amel, yaptırıcısı Allah olan, gayri salih amel de yaptırıcısı Allah’tan başkaları olan ameldir. Fıtratlarını bozanlar, kendilerini dünyada aşağıların aşağısına düşürenler cehennemin en dip köşesine yuvarlanırken, Salih amel işleyenler Allah’ın izniyle cehennemden kurtarılacaklardır. Şurası çok iyi tefekkür edilmelidirki; kafirler, müşrikler, Allaha isyan içinde olanlar nası yeryüzünün en şerli yaratıklarıysa, Salih amel işleyen mü’minler de yeryüzünün en şerefli, en hayırlı varlıklarıdırlar. Rabbimiz Tin suresi ayet 7.8.de mealen şöyle buyuruyor: ***Öyleyse ey insan! Sana dini yalan saydırtan nedir?” Allah Hakîmler Hakimi değil mi?…***

Muhammed hamdi Yazır diyorki: Allah, hakimlerin hakimi, hükümdarların hükümdarı değil mi? Hakimler, hükümdarlar isyan edenlere ceza; itaat edenlere, iş görenlere ecir ve ödül verir bir „din“ demek olan ceza ve sorumluluk kanunlarını uygularlar da, onların hepsinin üzerinde hakim olan yüce Allah hükmünü yerine getirmez, ceza ve ödül vermez, dinini yürütmez olur mu? Elbette olmaz. Hiç kuşku yok ki insanı o en güzel biçim ile yaratan Allah, hakimlerin hakimidir. Onun dini her dinden üstün hak dindir. O dinini yürütecek, güzel ile çirkini, yalancıyı doğruyu ayıracak, iman edip samimiyet ve ihlasla güzel güzel ameller yapan müminlere mükafat verecek; kâfirleri, dinsizleri de aşağıların aşağısına yuvarlıyacaktır.

O halde insan olan, dine yalan dememeli, cezayı inkâr etmemeli, insan kuvvetli olunca haklı olur, her yaptığı kalır, ceza görmez, ceza kanunu acizlere özgüdür sanmamalı; hakim, hükmünde kendi kuvvetine aldanıp da hak ve adaletten ayrılmamalı, o hakimler hakiminin hüküm ve kudretinden korkmalı, aşağıların aşağısına yuvarlanmaktan sakınmalı, onun dinine girmeli, ona iman edip Allah’ın kullarına karşı adalet ve âlemin düzelmesine hizmet ile o tükenmez ecir ve mükafata ermelidir.

Yoksa insanı o en güzel biçimde yaratan Allah’ı, hakimlerin hakimi değildir zanneden kendine yazık etmiş olur. Bu durumda bu âyet kâfirlere tehdit, müminlere müjdedir. Bir hadisi şerif ile konumuzu noktalayalım inşaallah: Tirmizî, Ebu Davud ve İbnü Merduye Ebu Hureyre (r.a.)’den Peygamber efendimiz (s.a.v.)’in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: Her kim Tin suresini okuyup da „Allah hakimlerin hakimi değil midir?“ âyetine geldiğinde „Evet, ben de ona şahitlerdenim.“ desin buyurmuştur. Bazı rivayetlere göre de Resulullah (s.a.v) bu âyete geldiği vakit „Allah’ım sen noksan sıfatlardan uzaksın, evet.“ derdi.

Allahım sen hakimlerin hakimisin bizleri kuranı kerim nurundan ayırma. Bizleri sünneti seniyyenin hakikatine sımsıkı sarılanlardan eyle. Bizleri sıratı müstakimden ayırma, bizleri ehli sünnet vel cemaatta sabit olanlardan eyle.Sen her şeylere kadirsin Allahım…Amin…

Sermedkadir 15.11.2013

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht.